Yeni Üyelik
30.
Bölüm

5. Bölüm - Kimlik

@aysenurtekkanat

Benim hiç kardeşim olmamıştı. Bunu, ailemin yeniden çocuk sahibi olmaktan kaçmasına yormuştum hep ve açıkçası bundan memnundum çünkü ailemin bütün ilgisi ve sevgisi hep üzerimdeydi. Kim sevilmekten şikayet ederdi ki zaten? Şimdiyse durum kökünden değişmiş, yepyeni bir aile, yepyeni bir dünya ve bu dünyaya ait yepyeni kurallarla birlikte iki kardeşim olduğunu öğrenmiştim. Birisiyle aram çok iyiydi, beni koruyor, sevgisini göstermekten çekinmiyordu ama diğeri beni tehdit edebilecek kadar nefret doluydu. Bunun tek sebebinin bildiğim yaşantıyı geride bırakamamam olması komikti. Kendisi tüm o şaşalı hayatı, doğa üstü dünyayı bırakabilir miydi? Cevap elbette ki hayırdı. Eğer bırakabilecek, en azından bir nebze uzaklaşabilecek olsaydı konu buralara kadar gelmezdi. Horus'un öfkesi başta Set'e sonra onun yanında olanlara yükselmişti. Horus genel olarak öfkesiyle hareket eden bir tanrıydı ve şimdi öfke dolu gözleri benim üzerimdeydi. Bana meydan okuyordu bakışlarıyla ve ben buna yalnızca gülerek karşılık veriyordum.

"Komik." dedim gülüşlerimin arasında. Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Gözlerimden akan yaşlar boynuma doğru yol çizerken karnımı tutuyordum. Gülmekten ağlamak, karnına ağrılar girmek gibi pek çok deyim an itibariyle gerçek oluyordu. Bu yalnızca benim cephemde böyle değildi. Horus'un gözleri de ateş saçıyordu adeta. Mavileri göz pınarlarından taşıp beni boğacakmış gibiydi. Onu fena halde öfkelendirmiştim.

"Komik olan ne?!" diye sordu sert bir ses tonuyla. Sonrasında, "Kes gülmeyi!" diye ekledi asabiyetle. Gittikçe daha da öfkeleniyordu ve ben daha çok gülüyordum.

"Şu an yaptığımız bu konuşma elbette. Neyiz biz? Türk dizisi karakterleri mi? Birazdan kapıdan içeri Ender Çelebi mi girecek?"

Son sorduğum soruyu ciddiye almıştı. Başını çevirip çatık kaşlarıyla kapıya baktı bir süre ve sanki o kadının kapıdan girmesini bekledi. Ve bu beni daha çok güldürdü.

"Yok artık!" diye haykırdım kahkahalarımın arasında. Artık ayakta durmakta zorlandığım sırada yatağıma düşmem büyük şanstı ama gülmeye bir türlü son veremiyordum.

"Kes şunu!" diye kükredi Horus. Şaşkınlık, usulca öfkenin yerini almıştı. Benim bu abartılı hallerime alışamamıştı, ki zaten alışmasını da beklemiyordum.

"Üzgünüm." dedim gülerken. "Kendimi durduramıyorum! Ahahaha!"

"Ağlıyorsun?"

Sorduğu soruyla bir nebze olsun sakinleştim çünkü bu kez ses tonunda öfkenin emaresi bile okunmuyordu. Garipti ama bu kez şaşkınlığı da epey azalmış gibiydi. Daha farklı bir duygu gizliydi ses tonunda ve gözlerinde ama bunu çözemiyordum. Sanki ben çözmeyeyim diye saklıyordu o duyguyu ki Horus'tan beklerdim bunu.

"Çok güldüm çünkü." dedim. Nefes nefese kalmıştım ama yüzüne bakmak ve az önce bana, "Elinden geleni ardına koyma." dediğini hatırlamak yeni bir kıkırtının dudaklarımdan kaçmasına sebep oldu. "Elimden geleni ardıma koymayacağımdan emin olabilirsin ama elimden ne gelir inan bilmiyorum. Yine de o sözleri söylediğine pişman olacağından eminim."

Yüzümdeki tebessüm asla silinmemişti. Horus'un sorgulayan ve anlam veremediğim o duyguyla parlayan gözlerine bakıyordum doğruca.

"Hala neyin içine düştüğünün farkında değilsin." derken büyük bir aydınlanma yaşıyor gibiydi Horus.

"Aslında sizin hakkınızda çok şey biliyorum." diye savundum kendimi. Gök tanrısının karşısında oldukça rahat ve bir o kadar da lakayt bir duruş sergiliyordum. Oysa Horus tanrıların kralıydı ama nedense ona saygı duyasım gelmiyordu.

Her zaman saygının kazanılan bir şey olduğunu düşünmüşümdür. Yaptığın şeyler, sergilediğin davranışlar o saygıyı kazanman için tırmanman gereken basamaklardı. En nihayetinde ulaşacağın sonuç belliydi. Horus ise, bana karşı olan tavrı yüzünden, değil saygı kazanmak, o basamaklardan yuvarlanarak en dibe batmayı başarmıştı. Ve evet, kesinlikle söyledikleri için pişman olacaktı ama bu düşmancıl bir pişmanlık olmayacaktı. Yalnızca beni kabullenecek ve ben de onu kabullenecektim, bu kabulleniş ise bize hem kardeşliği hem de pişmanlığı getirecekti.

Horus beklemediğim şekilde ciddileşti. Artık şaşkın değil de bilge bir duruşu vardı. "Bilmekle yaşamak aynı şeyler değildir." dedi. "Belki biliyorsun ama daha bizimle yaşamayı deneyimlemedin ve bundan kaçıyorsun. Oysa bu dünyada sonsuza kadar kalamazsın, ait olduğun yere dönmek zorundasın ve o zamanın yakında geleceğini ikimiz de biliyoruz." Birkaç büyük adımda yanıma kadar geldi. Üstten bakışları küçümsercesine değildi bu kez, o bilgelik havasını koruyordu. Ben başımı kaldırmış, boynumun ağrımasına sebep olacak şekilde ona bakarken, "Bir şey saklıyorsun." dedi. "Ne olduğunu bilmiyorum ama bu şeyin hepimizi, başta seni, etkileyeceğini tahmin edebiliyorum. Tavsiyemi ister misin bilmem ama burada kaldığın müddetçe bizden uzak bir yabancı olmaya devam edeceksin ve vakti geldiğinde, bize ihtiyaç duyduğunda, yanında olacak kimse olmayacak. Kimse tanımadığı, güvenmediği birini kollamaz merhametin tanrıçası. Gel ve geride kalan kalpleri de feth et çünkü sakladığın şey her neyse bununla başa çıkmak için Anubis ve annemden ve sanırım Set'ten daha fazlasına ihtiyacın olacak."

Bu kez ona cevap veremedim. Dudaklarım aralık, gözlerim ise hayranlıkla ona bakarken, beni ne ara bu hale getirdiğini sorguluyordum. Horus sandığımdan daha fazlası çıkmıştı. Bana tavsiye verdiği için değildi bu. O şımarık görüntüsünün ardında gerçekten zeki ve bilge denebilecek bir kral sakladığı içindi. Hani o saygı basamaklarının en dibine düşmüştü ya az önce, şimdi bunu öyle bir toparlamıştı ki ilk konumundan en azından on basamak yukardaydı. Üstelik beni kendine hayran bırakmayı da başarmıştı ve sanırım bunun sebebi sakladığım şeyi fark eden tek kişinin o olmasından kaynaklanıyordu.

Gök tanrısının sağ eli usulca seğirdi yanında. Sonra bir yumruk halini aldı. Mavileri, gözlerimden çekilmezken, gözlerinin ışığını taşıyan mavi dumanlar etrafını sardı usulca. Horus o dumanların arasında kayboldu ve ben söyledikleri ve sakladıklarımla baş başa kaldım.

*

Annem ve babam geri döndüğünde hala odamdaydım. Kapı ziliyle kendime gelmiş, işin gerçeğini bildiğimden dolayı hiç bir tedirginlik hissetmeden gidip açmıştım kapıyı. Bu durumdan endişe edenler ise onlar olmuştu.

Ellerindeki torbaları mutfağa bıraktılar. Yemek hazırlamak, dinlenmek derken zaman epey hızlı ilerledi ve güneş battı. En nihayetinde onların merak dolu bakışları benim üzerimde sabitlendi ve bu kez kaçma gibi bir imkanım da yoktu. Üstelik Horus'un söyledikleri de aklımın bir köşesinde yankılanmıyor değildi. O yüzden artık kaçmanın bir fayda etmeyeceğinin bilinciyle, "Ben yokken tam olarak neler oldu?" diye sordum.

Annem ve babam birbirlerine baktılar önce. Sonra annem, "Sen mumyalarla karşılaşmadın mı?" diye sordu.

Karşılaşmıştım, hem de oldukça kötü şartlar altında.

"Evet." dedim yalnızca. Bu konuda yalan söylemek istemiyordum. "Ama burada neden panik hali olduğunu anlamıyorum hala."

Babam boğazını temizledi küçük birkaç öksürükle. Yandan bakışları anneme değdi, sonra yeniden bana baktı ve derin bir nefes aldı. "Senin kaçırıldığın haberi bize geldiğinde soluğu Mısır'da aldık. Seni çok aradık ama izini çölde kaybettik. O kum fırtınası tüm izleri sildi. Eğer o fırtına çıkmasaydı sana daha çabuk kavuşurduk."

Ve Set yeniden lanetlenirdi ya da ailemi öldürürdü.

Sözü annem devr aldı. "Senden aldığımız elektronik posta sayesinde bulunduğun konumu bulduk. Omar, bize yardımcı oldu ama gösterdiği pansiyona gittiğimizde orada değildin. Seni kaybettiğimizi sandık Hüma, tamamen gittiğine o kadar inanmıştık ki hep bir yanımız umutsuzdu."

Belki de hissetmişlerdi öldüğümü. Sonuçta aslında tamamen gitmiştim ben. Ne yazık ki bunu da söyleyemedim onlara.

"Sonra olağanüstü hal ilan edildi." dedi annem. "Çöldeydik ve aslında bu tip durumlar halktan saklanırdı ama öyle büyük bir olay haline geldi ki mumyaların hayata dönmesi, saklayacak vakitleri kalmadı. Bir anda şehre girmişler ve kimse onları durduramamış. Çölden apar topar dönmek zorunda kaldık. Seni bulamamanın üzüntüsü bir yana mumyaların sana zarar vermesinden de çok korkuyorduk. Bu yüzden turistler ülkelerine geri dönerken, biz orada kaldık. Sonra da sen geldin işte."

Her şey bundan ibaret dercesine iki yana açtı annem ellerini ve sanki enerjisi tükenmiş gibi boşluğa bıraktı.

"Tamam, tüm bunları anladım ama olay Mısır'da oldu. Neden burada olağanüstü hal ilan edildi? İnsanlar Mısır'da olan şeyden neden bu kadar korkuyorlar?"

Biraz fazla yükselmiştim ama gerçekten anlam veremiyordum bu olanlara. Başka bir ülkede olan olayın benim ülkemi de etkilemesi, insanları evlerine kapanmaya zorlaması çok saçmaydı. Üstelik benim bildiğim Türk halkı gezmeyi severdi. Güncü teyzeler ne olursa olsun günden vazgeçmezlerdi ama şimdi evde olup olmadıkları bile belli değildi.

"Hüma." dedi babam. Annem geriye yaslanıp koltuğa, kaybolmak istercesine yapışmışken, ellerini kavuşturup bana bakmayı tercih etmişti babam. Ciddiyeti tedirgin olmama yetti. Söyledikleriyse bu tedirginliği hat safhaya çıkardı. "Sadece Mısır'da olmadı."

"Nasıl yani?"

"Mısır en yoğun olarak görüldüğü yerdi ama yalnızca Mısır'da değil, dünyanın pek çok bölgesinde ölüler hayata döndü. İran, Arabistan, Afrika, Bulgaristan, Türkiye..." dedi ve sindirmem için bir süre bekledi. Sonrasında, benim şoke olmuş halim karşısında yapabileceği en kötü şeyi yapıp cep telefonundan iki alt sokağımızdaki çocuk parkında çekilmiş bir videoyu açıp bana verdi. Gördüklerim dehşet vericiydi. Toprak önce kabarıyor, oyuncakların toprağa saplı ayakları sökülüyordu. Sonra eller fırlıyordu toprağın altından. Ölü ve hatta yalnızca kemikten oluşan eller parçalanıyor, sonra yeniden birleşiyordu. Bir korku filmini andıran manzara karşısında insanlar çığlık atarak kaçarken, onlarca iskelet toprağın altından çıkmayı başarıyordu. Sonra tek bir yöne doğru yürüyorlardı hep birlikte. Hiçbir şeyi önemsemeyen bomboş göz yuvalarının tek bir hedefi vardı; krallarına ulaşmak.

Videoyu kapatıp yanıma koydum telefonu. Belli belirsiz bir mırıltıyla, "Ben o parkta oynardım." dedim. Resmen cesetlerin üzerinde tepinmiştim ve bunu fark edememiştim.

Ne aptaldım!

Hayır, aslında aptal değildim, yalnızca çocuktum ve tanrılardan bir haberdim. Onların arasındaki husumetin bu denli büyük ve yıkıcı olabileceğini hiç düşünmemiştim ve tabi çoktan diğer dünyaya ulaşmış olan ruhların yeniden hayata dönebileceğini de. Buna aptallık denemezdi. Bunu kimse tahmin edemezdi.

"Peki Mısır'a ulaştılar mı?" diye sordum. Kimseye zarar vermeyeceklerini biliyordum ama insanların onlara zarar vermeyeceğini ne yazık ki söyleyemiyordum.

"Bilmiyorum." dedi babam. Omuz silkti. "Denize atlayanları olmuş ve tabi karadan hareket edenleri de."

Annemin bir an için babama baktığını fark ettim. Ben bu bakışı tanıyordum. Bana ne zaman bir sürpriz yapacak olsalar babam bunu çok iyi gizlerdi ama onun gizleme çabası hiçbir işe yaramazdı. Çünkü annem, babam ne zaman saklamak için yalan söylese ona tam da şu an baktığı gibi bakardı. Gözleri adeta birer yalan dedektörüydü ve babamın söylediği yalanı bir kez daha ele vermişti.

"Ulaştılar mı?" diye sordum daha sert bir ses tonuyla. Bu kez babam da anneme bakıyordu. İkisinin arasındaki bu manidar bakışma, babamın omuzlarının çökmesiyle sonuçlandı.

"Biz onlara zarar veremiyoruz. Modern silahlar onları öldürmüyor ama bu hapsedemeyeceğimiz anlamına da gelmiyor."

Bu cümlenin altında yatan anlam kısaca şuydu; insanlar zarar veremedikleri bu cansız canlıları hapsetmiş, onları izlemiş ve şimdi de muhtemelen üzerlerinde deney yapmaya başlamıştı. İnsanlar böyleydi. Bir konuda fikir sahibi olmak istediklerinde can yakıp yakmayacaklarını önemsemezlerdi. Küçücük bir kozmetik ürünü için onlarca hayvanı telef edecek kadar cani olabilirdi insanlar ama sorsan akıllı varlıklardı. Şimdi düşününce Anubis'in neden merhamet tanrıçası olduğuma şaşırmadığını daha iyi anlıyordum. Çünkü insanlar merhametlerini gerçekten kaybetmişlerdi. Kendilerine fayda sağlayacak her şeyi hak görüyorlardı. Ve şimdi bu hakkı; benim kanım, canım ve ruhumla can bulan ölüler üzerinde de görüyorlardı.

"Onları nerede tutuyorsunuz?" dediğimde ses tonum çok farklıydı. Öfkelenmiştim çünkü o ordu bana aitti! Benim ordum üzerinde deney yapıyorlardı!

"Sen bunu düşünme." diyen anneme, "Ben bunu düşünmek zorundayım!" diye çıkıştım. "Nerede tutuyorsunuz?!"

Yinelediğim soruyla birlikte ayağa fırladım. Onlar için endişeleniyordum. Onlara yapılana kızıyordum ve bunca zaman altında yattıkları toprağa bastığım için vicdan azabı çekiyordum. Bir şekilde, olabildiğince hızlı bir şekilde, onları kurtarmalıydım. İnsanlar belki tanrıların varlığından habersiz tek tanrılı dinlere geçmiş olabilirdi ama yaptıkları deneyler illa ki onlara bu yolun kapısını aralayacaktı.

"Görmek mi istiyorsun?" diye sordu babam daha ılımlı bir sesle.

Bu işin içindeydiler.

Elbette öyleydiler!

Annem ve babam alanında ün yapmış çok iyi arkeologlardı. Türkiye'de bu kadar iyisini bulmak neredeyse imkansızdı çünkü bu alan önemsenmiyor, iş yok denilip geçiliyordu. Ordu ise antik çağdan gelmişti bugüne ve onlarla anlaşmak, onları anlamak için yalnızca deneyler yetmeyecekti. Şu an yaşadıkları gerçeği, tarihçileri ayağa kaldırmış olmalıydı çünkü çözülemeyen pek çok gizemin de cevabı onlardaydı. Ailem ise bu iş için biçilmiş kaftandı.

Babamın ılımlı sesine karşılık içimdeki öfke ateşini dizginlemeye çalıştım. Üst dudağımı yalayıp derin bir nefes aldım ve, "Evet." dedim nispeten daha sakin bir tonda. "Onları görmek istiyorum. Geldikleri dönem hakkında çok şey biliyorum ve tezim için de çok faydalı olacaklar."

Yalan söyleyemezdim ben. Çoğu zaman elime yüzüme bulaştırırdım ama bu kez öyle olmamıştı. Tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla söylemiştim bu yalanı ve öfkemi de gizlemeyi başarmıştım. Ve annemin yalan dedektöründen hallice olan gözleri bile bunu fark edememişti.

"Senin için izin çıkartırız. Birkaç güne kadar hallolur diye düşünüyorum." derken oldukça sahiciydi tavrı ki annem de yalan söyleyemezdi. Bu yüzden samimiyetine inanmakta bir mahsur görmedim ve yalnızca gülümsedim.

İnsanlar zalimdi. Ölü, diri fark etmeksizin her şeyi kendilerinin sayabilirlerdi. Her konuda hak iddia edebilir ve o hakkı talep ederken yakıp yıkarlardı. İnsanlar kötüydü. Son yıllarda bu kötülükleri hat safhaya çıkmış, öldürmek, çocuk oyuncağından hallice olmuştu. Ve insanlar artık gözümde o kadar da masum değildi. Bir çocuğun bile büyüyüp katil olabileceği ihtimali aklımın bir köşesinde dolanıyordu ve bu katliam yalnızca can almakla ilgili değildi. Kalp kırmak da bir katliamdı ve bunu yapan da bir katildi benim nezdimde. Ve şu an insanlar benim olana, benim orduma zarar verme cüretini gösteriyorlardı!

Evet, ben bir tanrıçaydım. Bunu kabullenmiştim ama şu ana kadar sahiplenmemiştim. Ancak şu saatten sonra kendime bu sıfattan başkasını yakıştıramazdım. Belki sebebi Horus'un söyledikleriydi, belki de öfkemdi. Her ne olursa olsun değişmeyen tek gerçek kim olduğumdu. Ben merhametin tanrıçasıydım ve merhameti olmayana merhamet etmeyecektim!

***

Selam!

Eee, söyleyin bakalım bölüm nasıldı?

Horus'un tavsiyesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanki bir tık yakınlaştılar mı?

Hüma'nın önce Horus'a kızması, sonra hayran kalması? 😁

Ailesiyle olan konuşma hakkında ne söylemek istersiniz?

Peki ordunun sadece Mısır'da değil, tüm dünyada topraktan fırlaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bekliyor muydunuz?

Hüma'nın tanrıça kimliğini tam manasıyla sahiplenmesine ne diyorsunuz?

Sizce ordusunu kurtarabilecek mi?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Horus 👉

Dilek 👉

Aydın 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%