Yeni Üyelik
41.
Bölüm

10. Bölüm - Çığlıklar

@aysenurtekkanat

Mutlulukla araladım gözlerimi. Kendimi çok iyi hissediyordum ve bu garipti çünkü ben sabahları uyanmakta zorluk çeken ve geceleri de bir türlü uyuyamayan birisi olmuştum hep. Ben lisedeyken annemle bu konuda hep tartışırdık. O erken yatıp erken kalkmamı nasihat ederdi ve ben bunu kesinlikle reddederdim. Hoş, erken yatsam bile asla erken kalkamazdım, orası ayrı konu.

Gerindim. Mağarada, dün uyandığım ahşap yataktaydım. Cam tavandan içeri süzülen güneş içeriyi aydınlatıyordu. Bulunduğum yere vurmadığı için gözümü kamaştırmamış ve bu gayet rahat bir uyku çekmemi sağlamıştı.

"Günaydın uykucu." diye şakıdı Astarte. Elinde tuttuğu toprak bardağı avuçlarımın içine bıraktı ben yerimde doğrulduğumda.

"Günaydın." dedim mırıltıyla. Küçük bir tebessüm edip buram buram kokan papatya çayından içtim bir yudum. İçine muhtemelen bal karıştırmıştı ve bu, çayın tadını daha güzel yapmıştı. Mısırlıların bal sevdası beni benden alıyordu. Her şeyin içine koyuyorlardı antik çağda.

Bir yudum daha içtim. Dilime yayılan bal tadıyla anılarım birer birer aklıma geldi ve ben o an gözlerimi kocaman açmaktan alamadım kendimi. Mısırlılar her şeyi balla yapıyorlardı, birayı bile ve ben o biradan içmiştim. Üstelik sarhoş olmuştum.

"Astarte." dedim boğazımı temizleyip, buna rağmen sesim çatlamıştı. "Ben Set'e evlenme teklifi etmiş olamam, değil mi?"

Kaşlarımı kaldırarak sormuş olduğum soru karşısında öyle bir bakışı vardı ki yaptığımı anlamıştım bu vesileyle. Bok vardı da içmiştim o birayı!

"Ettin." dedi ve ben gülmekle gülmemek arasında kalmış bu tanrıçanın tek kelimesiyle başımı kuma gömmek istedim. Onun yerine, elimdeki bardağı yere bırakıp, üzerime örtülmüş olan battaniyeyi kafama kadar çekip yerimde tepindim. Dilimi akrepler yeseydi de konuşamasaydım.

"Bana bunu asla unutturmayacak." diye sızlandım battaniyenin altından. Kafamı buradan çıkartmayı kesinlikle istemiyordum.

"Aslında pek hatırlamak istediğini sanmıyorum." diyen Astarte ile bir umut örtüyü üzerimden çektim. Çeneme kadar indirmiş olduğum örtüye şöyle bir bakan tanrıça, "Ama ben ona da bunu unutturmayacağım." dediğinde yeniden girdim battaniyenin altına. Astarte'nin kendi kendine söyledikleri bu tanrıçanın kafadan kontak olduğunu anlamama yetmişti. "Daha ben sizi evlendireceğim."

"Sen Hathor değilsin. Ne bu aşk kuşu halleri?" diye söylendim örtünün altından. Sesimin ona boğuk bir şekilde ulaştığından emindim.

"Bırak şunu ya. Evrenin en güzel kadınıyım diye hava atıyor ama güzelliğinden başka bir şey yok elinde."

Hathor ve Astarte iyi anlaşamıyor muydu? Hadi canım!

"Onu sevmiyorsun sanırım." dedim yerimden kalkarken. Sokma burnunu her işe Hüma diyen yanımı esefle kınadım. Ne münasebetti canım, merak da mı etmeyelim?

Astarte omuz silkti ve küçük tabureyi çekip oturdu. Kadın dedikodu yapmak için zaman kolluyordu resmen. Önce Set'le bana sarmıştı, şimdi de Hathor hakkında konuşmak için can atıyordu. Babaannemin altın gününe gelen teyzeler gibi davranıyordu. Bir tanrıçadan bunu beklemezdim.

"Gözlerini kırpıştırıp milleti etkisi altına almaktan başka hiçbir mahareti yok onun." dedi küçümser gibi. Burada absürt olan şey benim en sevdiğim tanrıçanın Hathor olmasıydı ve ben oturmuş başka bir tanrıçayla, en sevdiğim tanrıçayı çekiştiriyordum. Aslında ben çekiştirmiyordum, Astarte'yi dinliyordum ama bu ufak bir detaydı tabi.

"Aranızda ne geçti tam olarak?" diye sordum merakla. Astarte, Hathor'u kötülesede benim içim kötü bir şey demeye el vermemişti.

"Aslında öyle somut bir şey yok." dedi Astarte. "Biliyorsun ki ben Set'in yanında olmak için yaratıldım. Hathor ise içten içe hep Horus'u sevdi. Horus ve Set karşı karşıya gelince de haliyle Horus'un tarafını tuttu ve böylece biz düşman saflarda yer aldık. Yıllar geçerken ve bu düşmanlık günden güne büyürken iki taraf birbirinden nefret eder oldu. Hathor'la belki iyi anlaşabilirdim ama hiç o konumda olmadım. Şimdi o Heliopolis'de gününü gün ediyor ve ben yaratıldığım şeyi yaptım diye oraya girmekten mahrum kalıyorum."

"Onu kıskanıyorsun." diye yüzyılın tespitini yaptım fakat bu Astarte'nin hiç hoşuna gitmedi. Bana gülümseyen ve iyi davranan o kadın gitti, beton gibi sert bakışlarıyla beni öldürmek ister gibi bakan o kadın geldi. Hay ben diyeceğim lafı... Tespit yapılacak zaman mıydı?

"Uyandın mı?" diye soran Set'i öpmek istiyordum. Alnının ortasına sulu bir öpücük kondurmak istiyordum çünkü onun gelişiyle Astarte'nin öfke dolu bakışları üzerimden çekilmişti. Umarım beni lanetlememiştir.

"Uyandım uyandım." diyerek hızlıca yataktan kalktım. Koşarak yanına gitmem anlık bir panik yaşamasına sebep olmuştu. Dün olanları çok net hatırlıyordum ve adama nasıl zamk gibi yapıştığımın da farkındaydım. Muhtemelen yine aynı şeyi yapmamdan korkmuştu. Nitekim ben ona sarılmak yerine arkasına saklamayı tercih ettim. Astarte'ye Hathor'u kıskandığını söylediğim için neredeyse Anubis'le randevuya çıkacaktım, ölü olarak.

"Sen iyi misin?" diye sorarken başını hafifçe arkaya çevirmişti. Astarte'nin görüş açısına yeniden girdiğimde kollarından tutup arkasına geçmek için hareketlendim.

"Çok iyiyim!" dedim cırtlak çıkan sesimle. "Gitsek mi biz artık?" diye sordum. "Senin tahtını bulacağız daha."

Yesinler bahaneni Hüma. Astarte kafamı kopartacak diyemiyorsun da tahtı bahane ediyorsun.

Set, "Astarte de bizimle gelecek." dediğinde, "Gelmesin!" diye bağırdım. Bana garip garip baktığını fark ettiğimde ağzımın içinde geveledim birkaç kelime. "Yani şey dikkat çekeriz çok kişi olursak diye diyorum. Hem ne demişler, nerede çokluk orada bokluk."

"Ne?" dedi şaşkınlıkla. Astarte'nin ne yaptığını bilmiyordum çünkü kafamı kuma değil Set'in sırtına gömmüştüm. Yalnız ben bu adama kaslı derken hiç de abartmıyordum. Hakikaten bayağı kaslıydı.

Set'e cevap vermek için dudaklarımı aralamışken duyduğum kuş çığlıkları susmama yetti. Bu sesler ibis kullarına aitti. Bu durumda Thoth bizi bulmuş ve kuşlarını yeniden peşimize takmıştı. Bu adam neden hep en olmadık zamanlarda geliyordu?

"Ben onları oyalarım." derken mağaranın derinlerine doğru yürüdü Astarte. Taş bir duvarın önünde durdu ve elini taşa dayadı. Bilmediğim bir dilde birkaç kelime mırıldandığında taş ortadan kayboldu. Arkasında karanlık bir tünel vardı. "Siz kaçın." derken nereden bulduğunu fark edemediğim bir meşaleyi yaktı. Onu Set'in eline tutuşturdu.

Set elimi tutup beni tünele sokmadan önce Astarte'ye, "Az önce söylediğim şeyi hiç duymamış gibi davranalım. Sen çok iyi birisin ve bence çok daha fazlasını hak ediyorsun." diyebilmiştim. Beni öldürmek ister gibi bakan gözleri bu kez şefkate kucak açtı ve Astarte, duvar yeniden oluşmadan önce bana gülümsedi. Umarım iyi olurdu.

"Ne söyledin ona?" diye sordu Set. Tünelin içinde körlemesine ilerliyorduk. Yer altına doğru eğimlenen tünelin nereye gittiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama pek çok farklı kola ayrılan tünelde, eğer Set elimi tutmuyor olsaydı, kaybolmam işten bile değildi.

"Hathor'u kıskandığını söyledim." diye itiraf ettim. Anlık bir duraksamanın ardından yürümeye devam etti Set. Başka bir tünele daha girdi. Şuan bulunduğumuz yer inanılmaz derecede kuruydu. Ayağımın altında kayan kumların çöle ait olduğu çok belliydi.

"Nereye gidiyoruz?"

Sorduğum soruyla birlikte başka bir tünele daha saptık. Geldiğimiz yolu çoktan unutmuştum ve tek başıma kalmam demek ölüme eşdeğerdi. Bu yüzden Set'in elini daha sıkı kavradım ve ona yetişmek için iyice hızlandım.

"Bu yol bizi doğruca sarayıma çıkartacak." dedi. O sırada duvarlar kireç taşına dönmüştü. Düzenli bir sıralamayla örülmüş ve yürüdüğümüz zemin de artık iyiden iyiye çöl kumu dolmuştu. Gittikçe yürümek zorlaşıyordu.

"Oraya gidince ne yapacağız?" diye sordum bu kez de. Bana hiçbir şey anlatmıyordu, belki de buna değer görmüyordu beni. Bu muhtemeldi çünkü onun gözünde tahta ulaşmak için kullanacağı bir basamaktan ibarettim sadece. Oysa o, günden güne bendeki Set'i değiştiriyordu. En başta, daha o uyanmadan önce ben de onu şeytan olarak görenlerdendim. Benim gözümde de diğerleri gibi kötü birisiydi ve başına gelenleri hak etmişti. Fakat onunla zaman geçirdikçe bu algım değişmiş, birilerini öldürdüğüne şahit olmama rağmen gözümdeki şeytan imajından sıyrılmıştı. Bu sıfat üzerine bir sakız gibi yapışmıştı ama o bunu hak etmiyordu.

Öte yandan insanların yanlış bildiği bir şey vardı. Sarhoşlar yalan söylemezdi. O an için neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemez, dolayısıyla da ne söyleyeceklerini hesap edemezlerdi. Beyin süzgecinden geçmeyen cümleler patır patır dökülürdü ortaya ve bunlar genelde gerçekler olurdu. İnsan sarhoş olunca gereksiz bir cesarete erişirdi. Normalde yapamadıklarını yapacak, söyleyemediklerini söyleyecek cesaretleri olurdu ve onlar bunu değerlendirirdi. O an için her hangi bir kaygıları olmazdı. Bu yüzden dün Set'e söylediğim şeyler gerçek düşüncelerimdi. Gözlerini güzel buluyordum ve ona sarılmayı gerçekten istiyordum. Belki ona evlilik teklifi yapmam biraz aşırıydı ama bu aslında kendime bile itiraf etmekten kaçındığım bir gerçeğin abartılmış haliydi. Ben ondan hoşlanıyordum ve bunun sebebinin Stockholm Sendromu olmamasını diliyordum. Eğer öyleyse sağlam bir psikoloğa ihtiyacım olacaktı.

"Sarayıma varınca sen beni tahta taşıyacak şeyi yapacaksın. Hizmetkarlarımı uyandıracaksın."

"Bunu nasıl yapabilirim ki?" diye sordum. Artık itiraz etmiyordum bu duruma. Sadece istediği şeyi yapacak ve umarım hayatta kalacaktım.

"Anlatacağım." dedi. O sırada tünelin içi ibis kuşlarının çığlıklarıyla doldu. Kuşların sesi duvarlarda yankı yapıyor ve bize öyle güçlü ulaşıyordu ki kulaklarımı kapatma ihtiyacı hissetmiştim.

"Astarte?" dedim sorarcasına ama Set cevap vermedi. Onun yerine elimi daha sıkı tutup adımlarını hızlandırdı. Neredeyse koşarak tünelde ilerliyorduk ve ibis kuşları gittikçe bize yaklaşıyordu.

"Ne yapacağız?" diye sordum. Nefes nefese kalmıştım ve artık bacaklarım beni taşımıyordu. Enerjim tükenmiş, şuracığa yığılacak hale gelmiştim. Aç bilaç koşuyordum sadece. Kendimi pili bitmiş bir oyuncak gibi hissediyordum. Belki de bunun sebebi yolun sonuna gelmiş olmamdı.

"Sadece koş." dedi ve daha da hızlandı. Elimden geldiğince ona ayak uydurmaya çalıştım. Tüneli inleten seslere karşılık büyük bir korku besliyordum içimde. Gözlerim dolu dolu olmuştu ve kendimi salsam ağlayabilirdim ama tutuyordum. Son ana kadar tuttum. İbis kuşları her geçen dakika bize daha da yaklaşırken yalnızca koştum Set'in peşinden. Bacaklarım beni neredeyse taşıyamayacak hale geldiğinde durdu Set. Önümüzdeki duvara elini koydu ve Astarte gibi antik dilde bir şeyler mırıldandı. Önümüzdeki duvar kaybolduğunda içeri çekti beni ve duvar arkamızdan yeniden oluştu.

Bulunduğumuz yer bir çeşit salondu. Oldukça büyük ve şatafatlıydı, en azından kalıntılarından bunu anlamıştım. Salonun içini aydınlatan tek şey Set'in elindeki meşaleydi, bu yüzden çok net göremiyordum detayları.

Set ileri doğru yürüdü. Hala elimi tuttuğu için onunla birlikte ilerledim. Elindeki meşaleyi duvarda duran bir noktaya değdirdiğinde ateş canlıymış gibi salonun içini arşınladı. Çok kısa bir süre sonra salon tamamen aydınlanmıştı fakat bu beni korkutmaktan öteye gitmedi. Salonun her yerinde cesetler vardı. Mumya bezine sarılıp duvarlara sabitlenmiş cesetlerin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu. Burası bir mezarlıktı!

Korkuyla Set'e yaklaştım. Kolunu sımsıkı kavradım. Çok garipti, daha birkaç gün önce ondan kaçmak için yapmadığımı bırakmamıştım. Şimdiyse ona sığınıyordum.

"Onlar." dedi Set. Ses tonunda derin bir keder vardı. "Benim yandaşlarımdı. Benim için savaştılar ve benim yüzümden bu hale geldiler. Tıpkı benim gibi canlı canlı mumyalandılar. Bu yüzden azap çekiyorlar ve çığlık atıyorlar."

Sustu. Başımı çevirip yüzüne baktığımda suçluluk duygusunu en derinlerimde hissetmiştim. Ben suçlu değildim ama Set'in hisleri ister istemez beni de etkilemişti.

"Onlara ne olacak?" diye sordum. Hala kolunu tutuyordum. Sanki bir adım uzaklaşsam mumyalar bana saldıracakmış gibi geliyordu. Çok fazlaydılar ve sesleri bir türlü kesilmiyordu. Acı çekiyorlardı. Onların acıları yüreğimi dağlıyor, gözlerimi dolduruyordu.

"Uyandıracaksın." dedi.

"Nasıl?" diye sordum ben de. Bunu tüneldeyken de sormuştum ve anlatacağını söylemişti ama anlatmamıştı.

"Kanın lazım." diyerek bileğimi kavradı. Beni çanak benzeri bir taşa doğru yaklaştırdı. Taşın çevresi dere yatağına benzer oyuklarla doluydu. Bu oyuklar salonun dört bir köşesine dağılıyor, mumyalara ulaşıyordu.

Set eline gümüş renkli bir bıçak aldığında kendimi geri çekmeye çalıştım. Kokruyordum ve ibis kuşlarının seslerini hala duyuyordum. Mumyaların çığlıklarına karışmış, odanın içinde yaknılanıyorlardı. Bulunduğum durum kabus gibiydi.

"İstemiyorum." dedim ağlamaklı bir sesle. Anında gözlerimden bir iki damla yaş firar etti. Her şeyi şakaya vuran kız gitmişti çünkü bu işin artık şakaya vurulacak bir yanı kalmamıştı. Durum ciddiydi ve belki de Set onca zaman beni öldüreceğini ima ederken bundan söz ediyordu. Benim kanımı onlara verecekti ve beni yok edecekti. Önce yandaşlarını uyandıracak sonra da tahtına kavuşacaktı.

"Hüma!" dedi sert bir ses tonuyla. Bana döndüğünde gözlerinde kum fırtınaları esiyordu. Öfkelenmişti ve bu beni daha da korkuttu. "Sadece kanını alacağım." dedi daha yumuşak bir ses tonuyla. Gözyaşlarımı fark ettiğinde yüzü de sesi gibi yumuşamıştı. Korktuğumun farkındaydı ama amacından bir an olsun şaşmıyordu.

"Beni öldürecek misin?"

Set bana baktı. Gözlerindeki kumlar artık sakin bir esintiyle savruluyordu.

"Hayır." dedi yumuşak bir ses tonuyla. Adeta fısıldar gibi konuşmuştu. "Seni öldürmeyeceğim ama kanına gerçekten ihtiyacım var. O lahde geri dönemem."

"Nereden biliyorsun işe yarayacağını?"

"Bende yaradı. Senin kanın beni uyandırdı."

O odaya girerken yalnızca mekanizmaları çözmemiştim. Son duvarı açmak için kanımı kullanmıştım ve lahdi ilk gördüğümde de elimin kanamasını umursamadan dokunmuştum. Set uyandığında kanayan parmağımı göstermişti, bu boşuna değildi. Haklıydı. Onu uyandıran şey benim kanımdı. Bundan dolayı yandaşlarını da uyandıracağımı düşünüyordu. Üstelik duyduğum bu çığlıklar artık dyanılmaz bir raddeye gelmişti ve ben bundan kurtulmak istiyordum.

"Tamam." dedim mırıldanır gibi. Sol elimi uzattım. Set eline aldığı gümüşi bıçakla avucuma derin bir kesik açtığında acıyla inledim. Avucumdan taşan kanlar taş çanağa damlarken, etrafıma sarılan kollara sığındım. Alnımı göğsüne yasladım. Gözyaşlarım birer birer tişörtünü ıslattı ve kanım çanağı doldurdu. Set antik dilde bir şeyler söylemeye başladığında avucumdaki yara daha çok acıdı. Sanki oraya kızgın demir değdiriyorlarmış gibi olmuştu. Acıyla inleyip tişörtünü sıktım avucumda.

"Yapma bunu!" diye bağırarak içeri giren Thoth çok geç kalmıştı. Set'in sesi kesilmiş, kanım çanağı doldurup taşmıştı. Çığlıklar sustu ve derin bir sessizlik salonu doldurdu. Göz ucuyla baktığımda kıpırdanan mumyalar Set'in istediğini aldığının ispatıydı.

***

Selam! Nasılsınız?

Bölümü nasıl buldunuz?

Astarte'nin Hathor hakkında söylediklerine ne diyorsun? Sizce onu kıskanıyor mu?

Thoth'un bizimkileri bulması peki?

Set'in Hüma'dan anlık olarak korkması sjsjsjs.

Set'in yandaşlarına sizce ne olacak? Uyanacaklar mı?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Astarte 👉

Thoth 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%