Yeni Üyelik
43.
Bölüm

12. Bölüm - Yolculuğun Başlangıcı

@aysenurtekkanat

Bölüme geçmeden önce bu açıklamayı okumanızı öneririm.

Duat bildiğiniz gibi Mısır mitolojisinde ölüler diyarı oluyor. Bu diyarı biraz ataştırdım ama çok fazla bir bilgi elde edemedim. Duat'ı kimin yönettiği ya da sonunda ne olduğu yazılsa da bahsi edilen kapılar hakkında hiçbir şey yazmıyordu.

Daha önce baktığım bir kaynakta ölülerin yedi günlük bir seyahat süreci olduğundan söz ediliyordu Duat'ta. Sonrasında teraziye ve dolayısıyla da Maat'ın tüyüne ulaşıyorlardı. Bu yüzden daha önceki bölümlerde ölüler diyarında geçirilen sürenin yedi gün olduğunu belirtmiştim. Yaptığım araştırmada ise bu süreyi on iki saat olarak yazıyordu fakat ben yedi gün olayını daha çok sevdim çünkü bu on iki saatlik kısım bir firavunun yolculuğunu anlatıyordu. Dünyanın diğer ucunda doğan ve Mısır mitlerinden habersiz olan bir kimsenin, firavunun bildiğini bilmediğinden eminim, bu yüzden ben daha çok dünyadaki insanlar olarak bakmak istedim olaya. Bundan dolayı benim kitabımda Duat'ta yapılan yolculuk yedi gün ve teraziye ulaşmak için geçilmesi gereken kapı sayısı da yedi olacak.

Açıklamayı okumadan bölüme geçmeyin lütfen.

Keyifli okumalar dilerim. ❤️

*

Burası karanlık ve kasvetliydi. Soğuk, tenime sirayet ediyor, hava bir an olsun aydınlanmıyordu. Kapkara toprak öylesine çoraktı ki tek bir ağaç görmek bile mümkün değildi. Her yerde taşlar vardı. Çöl kullarını andıran kara kum taneleri savruluyor, tenime çarptıkça canımı acıtıyordu.

Güneş yoktu. Ay ve yıldızlar da sanki parlaklığını yitirmiş gibiydi. Burası için geceyi yaşıyor diyemezdim lakin gündüz de diyemezdim. Çok garipti, gökyüzünü kaplayan bulutlar milim kıpırdamıyor, bir çeşit perde gibi göğü sarıyordu. Bulutların ardından sızan soluk ışık ortamı iyiden iyiye kasvete boğuyordu. Etrafımda pek çok insan vardı, hepsi ölmüştü. Ne yapacaklarını bilemiyor, bu yerin ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydiler. Yüzlerindeki korkuyu görebiliyordum. Hiçbir şeyden haberi olmayan küçük çocuklar, hayatlarının son anına kadar yaşama şerefine nail olmuş yaşlı insanlar ve çocuklar gibi zamansız ölen onlarca kişi vardı burada. Bazılarının giysilerinde kan vardı, bazılarınınkiyse tertemizdi. Benim üstüm kana bulanmıştı. Sol avucumdaki kesik yerli yerindeydi ama kan akmıyordu. Set bütün kanımı akıtmış ve mumyalarına vermişti. Beni bilerek ve isteyerek öldürmüştü. Başka bir yol olabileceğini düşünmemiş, bunun için çabalamamıştı. En kolayıydı bu, kızı öldür ve yandaşlarını uyandır.

Ona inanmıştım. Ona güveniyordum. Eğer güvenmiyor olsaydım elimi ona uzatmazdım kesmesi için. Keşke uzatmasaydım. Keşke onu dinleyip de anlamaya çalışmasaydım. Keşke Thoth'dan kaçmasaydım.

O kadar çok keşkem vardı ki, gözlerimden düşen bir iki damla yaşla histerik bir gülüş savurdum sadece. Kesik izi olan avucuma baktım yeniden. Dudaklarım iki yana kıvrılırken, Set'i ilk uyandırdığımda kestiğim parmağım gelmişti aklıma. Ona dediğim o cümle mıh gibi aklıma kazınmıştı ve yeniden dudaklarımdan dökülmesine engel olamadım.

"Bu aptallığımın işareti."

Ben bir aptaldım. Bu dünyanın görebileceği gelmiş geçmiş en aptal insandım ben. Ona şeytan gözüyle bakamayacak kadar yufka yürekliydim, ona inanacak kadar saftım ve ona güvenecek kadar aptaldım.

Keşkelerim bir dağ olmuştu artık. Koca koca kayalar o dağdan yuvarlanıyor ve üstüme bir çığ misali düşüyordu. Çığlık atmak istiyordum ama sesim bir türlü çıkmıyordu. Kaçmak istiyordum ama öylesine yorgundum ki bacaklarım yerlerinden kıpırdamıyordu. Keşkelerimi sığdırdığım koca dağdan düşen kayalar beni eziyordu ve benim debelenecek kadar bile enerjim kalmamıştı. Bitmişti işte, ben ölmüştüm. Ailemi son bir kez görmeden o hayattan kopmuştum. Korkmam gereken birisine sempati beslemiş, onu anlamaya çalışmıştım ve sığınmam gereken limandan kaçmıştım. Ben artık bir insan bile değildim, bir ruhtan ibarettim.

Bir damla daha yaş yanağıma düştüğünde elimin tersiyle sildim onu. O sırada önüme gelmiş olan küçük çocuğu fark edebilmiştim. Boncuk boncuk bakan siyah gözleri, dağınık, kahverengi saçları vardı. Yırtık giysilerine bulaşmış olan çamur onun pek de iyi bir hayat geçirmediğine işaretti. Belki kimsesizdi ve sokakta yaşıyordu. Ayakkabılarının önünde oluşan yırtık çok net belli oluyordu. O, zamansız ölen bir çocuktu, aynı zamanda da zamansız büyüyen bir çocuk. O büyümek zorunda olan, kendi kendine bakmak zorunda kalan bir çocuktu. Çoğu zaman insanların burun kıvırdığı, görmezden geldiği ve hatta hırsız kisvesi taktığı o çocuk ölmüştü.

"Biz neredeyiz?" diye sordu kısık sesiyle. Ellerini birleştirmiş, başını çekingence yana yatırmıştı.

Akan burnumu çektim. Yanaklarımdaki yaşları silip gülümsemeye çalıştım. Bunu yapmam üzerine çocuğun da tebessüm etmesi beni mutlu etmişti. Ölmüştüm ve keşkelerimin altında ezilmiştim belki ama bu çocuğa gülümsemekten aciz değildim. Yaşarken kaç kişi ona gülümsemişti? Muhtemelen çok azdı.

"Burası Duat." dedim. Öldüğümüzü öylece söyleyemedim. Binlerce ruhun arasından sormak için beni seçen bu çocuğa, öldün sen, diyemedim.

"Duat mı? O ne?"

Ona elimi uzattım. "Gel."

Çocuk uzattığım eli tuttuğunda büyük bir kayanın dibine oturdum. Yanıma oturması için elini çektim hafifçe. Söylediğimi yaptı. Şu an ikimiz de kötü durumdaydık ama ben daha pistim. Onun üzerindeki çamur, benim üzerimdeki kandan temizdi şüphesiz çünkü onun çamuru bir tanrının hırsıyla kirlenmemişti.

"Duat ikiye ayrılıyor. Bir tarafta çok güzel bir yer var. Diğer tarafı ise kötü ve korkutucu. Biz, yani buradaki herkes, o iki yerden birisine gideceğiz."

"Hangisine peki?"

Biraz düşündüm. Buna vereceğim cevap aslında belliydi ama bahsettiğim o iki yeri de bilmiyordum.

"Herkes bir yere." dedim. Boğazımı temizleyip zaman kazandım. "İnsanlar iyilikler ve kötülükler yaparlar. Bazıları çok iyidir, bazıları ise çok kötü. Bu iyilikler ve kötülükler bizim nereye gideceğimizi belirleyecek."

Çocuk başını üzgünce eğdi. "Ben kötü yere gideceğim o zaman."

Kan bulaşmamış elimle, kucağında birleştirdiği ellerini tuttum. "Neden öyle söyledin?"

Boncuk boncuk gözlerini bana çevirdi çocuk. Çok sevimliydi ama yüz hatlarına işlemiş olan o yorgunluğu görebiliyordum. Nasıl ölmüştü? Üzerinde ne bir kan ne de bir yara vardı.

"İnsanlar bana hep pis olduğumu söylüyorlar. Kötü kokuyormuşum, kötü görünüyormuşum. Benimle oynamıyor diğer çocuklar. Anneleri beni yanlarından kovuyor. Ben kötü olmasam neden beni istemesinler ki?"

Gözlerim söyledikleriyle yandı. Göz yaşları yeniden göz pınarlarıma hücum etti ve ben dudaklarımdaki tebessümün aksine bir kez daha döktüm onları. Yüreğim acımıştı. Bu çocuğun yaşadığı şeyi bilmiyordum, anlamıyordum ama anlattığı şu kısacık anı parçası bile beni yerle yeksan etmişti. Kim bilir ne kadar üzülüyordu. İnsanlar neden bu kadar kötüydü? Bir çocuğa bile merhamet edemeyecek kadar mı yitirmişlerdi vicdanlarını? Onun tek istediği biraz sevgiyken bu kaderi yaşaması reva mıydı?

Başımı iki yana salladım. "Sen kötü değilsin." derken daha sıkı kavradım ellerini. "Sen tertemizsin. Kalbin o kadar temiz o kadar güzel ki eminim iyi yere gideceksin."

"Öyle mi?" diye sorarken gözlerinin içi parlamıştı. Bir kez daha ağlamak istedim. Bu kez kendime veya aptallığıma değildi göz yaşlarım, bu çocuğun güzel kalbineydi. O tertemiz kalbi nasıl da kırmışlardı. Nasıl yakmışlardı canını. O insanlara o kadar öfkeliydim ki olduğum yerde tepinerek ağlamak istiyordum. Tek temennim bu çocuğun ruhunun huzura kavuşacak olmasıydı.

"Öyle." dedim. Güven verircesine gülümsedim.

Ölüler bir yöne doğru yürümeye başladığında biz de kalktık yerden.

"Onlarla gitmeliyiz." dedim. Çocuk gülümsedi ve koşarak ölülerin arasına karıştı. Yüzündeki o tebessümü o kadar kişi arasından bile seçebiliyordum. Belki de yüzü yaşadığı süre boyunca hiç gülmemişti.

"Devam et."

Duyduğum sesle irkildim. Başımı çevirip bunu söyleyene baktım. Anubis'ti. Benden epey uzundu ve eliyle ölülerin gittiği yeri işaret ediyordu. Ten rengi koyu bir griydi şimdi. Sanki buranın karanlığı ve kasveti üzerine yapışmış gibiydi. Daha önce onu iki kez görmüştüm ve kesinlikle bu şekilde görünmüyordu. Daha karanlık, daha korkutucuydu şimdi.

Başımla onaylayıp ölülere doğru yürüdüm. Onları takip ettim ağır adımlarla. Başka bir ölüyle konuşmadım. Herkes önüne bakıyor, muhtemelen ölümü kabullenmeye çalışıyordu. Az önce yanımdan ayrılan o çocuk şimdi görünürde yoktu. Cennete gideceği için mutluydu muhtemelen, ben de olurdum. Gerçi ölmek beni pek de mutlu etmiş sayılmazdı.

O şekilde ne kadar yürüdük bilmiyorum. Göğü kaplayan bulutların ardından sızan ışık yön değiştirmişti. Artık daha parlaktı ama burası tam manasıyla aydınlık değildi. Aradaki o perde bir türlü kalkmıyor, gün ışığı buraya tam olarak ulaşamıyordu. Hava gittikçe daha boğucu bir hale geldiği sırada derin bir nefes çektim içime. Oksijen miydi bu havadaki, başka bir şey miydi bilmiyorum ama yetmiyordu işte. Nefes alamıyormuş gibi hissediyordum. Ciğerlerimde bir baskı vardı sanki ve ben bu baskıdan kurtulamıyordum.

Gruptan ayrılıp kenara geçtim. Ölüler bir yöne doğru yürümeye devam ettiler. İçlerinden birkaçı bana baktı merakla ama yollarından sapmadılar. Bacaklarımı kırıp çöktüm olduğum yere. Astarte'nin vermiş olduğu elbisenin sağ tarafında bir yırtmaç vardı. Benim çöküşümle kumaş kaymış, sağ bacağım açığa çıkmıştı. Bacağımda gördüğüm leke beni sarsmıştı. Damarlarım belirgindi ve patlamak üzereymiş gibi şişmişti. Oysa damarlarımda kan olmadığından çok emindim, neden böyle oluyordu?

"Büyü yüzünden." diyen kişiyle başımı yukarı kaldırdım. Anubis'ti. Bir kez daha yanıma gelmişti ve bu kez bana emir vermek yerine merak ettiğim şeyi açıklamıştı.

"Ne demek bu?" diye sordum.

"Bir an önce kapılardan geçip teraziye ulaşamazsan ruhun parçalanacak. Büyü senden yalnızca canını değil, ruhunu da alacak. Mumyalar hayata döndükçe sen bir şeyler kaybediyorsun ve henüz her şeyini kaybetmiş değilsin."

Anubis'in uzun açıklaması üzerine başımı geriye doğru atıp güldüm. Yere oturdum bacaklarımı uzatıp.

"Beni öldürdüğü yetmedi, şimdi de ruhuma mı musallat oldu?"

Histerik kahkaham kasvetli ortamda yankılandı. Delirmiş gibi hissediyordum kendimi. Belki de çoktan delirmeliydim. Tüm bu yaşadıklarım öylesine ağırdı ki artık bu yükü nasıl taşıyacağımı bilmiyordum. Korkuyordum. Evet, bu kez gerçekten çok korkuyordum. Ölmüştüm ama gidebileceğim bir cennete olan inancımı yitirmemiştim. Şimdi öğreniyordum ki o cennetin kapıları bana sonsuza dek kapanabilir ve hatta varlığım sonsuza dek silinebilirdi.

"Öldüğümde her şey bitti sanıyordum." dedim daha sakin bir sesle. Kollarımı bacaklarımın etrafına dolarken başımı eğmiştim. Anubis'in sessizliğini yadırgamıyordum. Ne derdi ki bu durumda? Kusura bakma mı? Yoksa kendin kaşındın mı? Her ikisi de eşit derecede sinir bozucuydu ve bunu söyleyenin Anubis olması çok saçma olurdu. Onun ne suçu vardı bu olayda? Tüm suç bendeydi, benim aptallığımdaydı. Ve tüm suç bana bunu yapan Set'indi.

"Bilmiyor."

Anubis'in tek kelimelik cevabıyla başımı kaldırıp ona baktım. Elinde tuttuğu asasını yere dayamıştı. Dimdik duruşundan taviz vermeden bana bakıyordu.

"Bir insanın olmazsa olmaz üç şeyi nedir?"

Sorduğu soruyla kaşlarım çatıldı. Kısa bir düşünme faslından sonra, "Kalp, beyin gibi mi?" diye sordum.

Anubis başını iki yana salladı. Asasını bıraktığında dik durmasını beklememiştim ama düşmemişti. Sahibi yanıma çökerken önümüzde dimdik duruyordu.

"İnsan önce bedene sahip olmalı." derken kara toprağa bir insan figürü çizmeye başladı. Onu dikkatle izledim.

"Bu beden can bulmalı." dedi çizdiği insan vücuduna bir kez daha uzanarak. Göğsünün sol tarafına küçük, yuvarlak bir cisim çizdi. Bu kalp olmalıydı. Mısır'lılar kalbe çok önem verir, bu yüzden mumyalama işleminde kalbi bedenden çıkarmazlardı.

"Ve ruh, bu bedeni konak seçmeli." dedi son olarak Anubis. Çizdiği bedenin etrafına, bir aura tasfiri çizdi bu kez. Çizimi bitirdiğinde başını kaldırıp bana baktı. Kara gözleri benimkilerle buluştuğunda, "Set, bedeni konak seçecek olan ruhu unuttu." dedi. "Beden ve can yeter sandı ama yaptığı ritüel hala bitmedi. Eğer ritüel tamamlanmadan önce teraziye varırsan Set'in ordusu düşer. Belki sen hayata dönmezsin ama ruhun sonsuz bir huzura kavuşur."

"İkimiz de beni geri döndürebileceğini biliyoruz." dedim. Ruh muhabbetini anlamıştım ama şu an onu düşünmek istemiyordum. Sadece biraz bu durumdan uzaklaşmam gerekiyordu ve ben her zaman yaptığım gibi dalgaya alıyordum olayı.

"Bunu neden yapayım?"

Gülümsedim. "İnsafa gelirsin diye düşünmüştüm."

Anubis'in güldüğünü hayal ettim. Çehresini kaplamış olan çakal suratı o gülümsemeyi görmeme engel oluyordu zannımca çünkü söylediğim bu şey gülümsenmeyi hak ediyordu. Etmeliydi yani.

"Neden?" diye sorduğunda ofladım.

"Seninle de muhabbet edilmiyor."

Yerden kalktım. Anubis'in de ayaklanmasıyla ölülere doğru yürümek için adımladım lakin kolumu kavrayan el buna engel oldu. Soğuk olmasını beklemiştim ama sıcaktı. Burasının aksine teni sıcaktı ve bu şaşırtıcıydı.

"Seni hayat döndürebilirim, bu doğru ama bunu yapmam durumunda ödemen gereken bir bedel olur. O bedel senin en değerlin. Bu yüzden insafa gelsem bile sen bunu kendin istemezsin. Bedeli bir başkası ödeseydi eğer şu an yaşıyor olurdun."

Anubis'in uzun açıklamasında dikkatimi çeken tek bir nokta olmuştu. Evet, bedel olayı da oldukça kafa karıştırıcıydı ama o bedeli ödeyecek olan bir başkası kimdi?

"Bir başkası derken?" diye sordum.

Anubis, "Set." dedi sadece. Bu cevap benim için yeterliydi fakat o susmadı ve, "Yandaşlarından vazgeçseydi eğer yaşardın ama yapmadı." diyerek söylemek istediğini açıkladı.

Kolumu usulca elinden çektim. Zaten o da beni engellemedi. Bakışlarımı kaçırırken, "İlk seferinde zaten bunu test etmiştik, tekrarlanması sonucu değiştirmez." dedim. Yeniden ölülere doğru yürüdüm. Artık ben de bir ölüydüm ve eğer geçmem gereken yedi kapıdan vaktinde geçemez ve teraziye ulaşamazsam bir ölü bile olamayacaktım. Yaşamak bana uzaktı ve ben bunu kabullenmiştim artık. Bundan sonraki tek amacımsa en azından ruhuma sahip çıkmak olacaktı. Sonsuza dek yok olmak istemiyordum. Çünkü ölü de olsam bir gün ailemi göreceğimden çok emindim ve ben bu ihtimalden vazgeçmeyecektim. Savaş benim için henüz bitmemişti, her şey daha yeni başlıyordu.

***

Selam!

Bölümü nasıl buldunuz?

Duat hakkında ne düşünüyorsunuz?

Küçük çocuk için bir şeyler söylemek ister misiniz?

Canımız, Hüma'mızın ruhu tehlikede. Sizce teraziye vaktinde ulaşabilecek mi?

Anubis ve Hüma konuşması peki?

Set'in, Hüma'nın ruhunu unutması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Anubis 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%