Yeni Üyelik
44.
Bölüm

13. Bölüm - Set'in Hükmü

@aysenurtekkanat

Set'in Ağzından...

Ben hep ötekileştirilmiştim. Tanrılar veya insanlar içinde hiçbir farkım olmamıştı. Bana şeytan denmiş, kötü kılıfına sığdırılmıştım.

Bir kimsenin karakteri oluşurken çevresinden büyük oranda etkilenirdi. Ona kötü denirse kötü, iyi denirse iyi, şımarık denirse şımarık olurdu kişi. Bana hep kötü denmişti. Yaptığım iyi şeylere kör olunurken, kötü şeyler gözüme gözüme sokulmuştu. Tanrıların yarısı sadece gücüm için yanımda durmuştu ve diğer yarısı bana düşman olmayı seçmişti. Kardeşim Osiris, onların gözünde bir melekti ve ben şeytanın vücut bulmuş haliydim. Oysa Osiris hiçbir zaman sütten çıkmış ak kaşık olmamıştı. Onun da yaptığı kötü şeyler olmuştu ama onları kimse görmemişti. Benim karımla birlikte olması aslında bana yaptığı en büyük hataydı.

Ben çölde mutluydum fakat Anubis doğduğunda ve ben onun kendi çocuğum olmadığını anladığımda bu mutluluk çok uzakta kalmıştı. Nephytys'e olan sevgim nefrete dönüşmüş, kardeşime olan barışçıl tavrım düşmanlığa evrilmişti. Bu hikayedeki en masum kişi Anubis'ti ve ben bu yüzden asla ona sırt dönmemiştim. Yapamazdım da zaten. İnsanlar benden onu öldürmemi beklemişlerdi ama var olmayı seçmeyen bir canı almak benim haddime değildi. Öte yandan Nephytys'e ve Osiris'e olan öfkem bir çığ gibi büyümüş ve içimdeki nefret beni Osiris'i öldürmeye itmişti. İşte o zaman herkesin gözünde tam bir canavar olmuştum. Oysa kendine ait olmayan bir çocuğu büyüten, o çocuğu seven Set'i kimse görmemişti.

Ra, Osiris'in ölümünden sonra tahta çıkmama karşı çıkmamıştı. Halkı yönetme şeklim onun öğretilerine karşı değildi. Nephytys'in benden kaçmak için İsis'le gitmesi ise beklediğim bir şeydi. Zaten onu sürgün edecektim, bu kararım yalnızca Anubis içindi çünkü o annesini sevmişti. Nitekim annesi onu da geride bırakarak kaçmayı seçmişti.

Sonra Horus geldi. Osiris'in ölümünden sonra, İsis'in büyüleriyle doğan zombi çocuk. Tahtta hak iddia ettiğinde buna kızmıştım ama bu öfkemin sebebi Horus'un kendisi olmamıştı hiçbir zaman çünkü o da, Anubis gibi, var olmayı kendisi seçmemişti. Annesinin hırsı ve öfkesinden doğmuş, karakteri buna göre şekillenmişti. Yine de onunla yıldızımız hiçbir zaman barışmadı. Taht için mücadeleye girdik. Ra, onun tahta çıkmasını hoş karşılamadı ve beni şaşırtarak benim tarafımda durdu. Yine de taht hakkının Horus'ta olduğu bir gerçekti. Ra, onun tek başına hükmetmesini istemediği için bizi eş firavunlar ilan etti. Eğer İsis beni kandırmamış olsaydı konumumu kaybetmez, sonrasında savaş çıkarmak zorunda kalmazdım. Aslında her şeyin sorumlusu bir şekilde İsis olmuştu. Hatta şu an baktığım bu tahta oturamamın sebebi bile oydu çünkü ben hiç yapmak istemediğim o şeyi yapmak zorunda kalmıştım; o kızı öldürmüştüm. Bundan pişman değildim çünkü artık tanrılar bana zarar veremezdi ama bu tahta da oturacak kadar haklı değildim. Kendim için o kızı harcadığım gerçeğini yüzüme bir tokat gibi çarpıyordu bu taht. Onun, "Yirmi üç nisanda tahtına oturabilir miyim?" diye soruşu kulaklarımda yankılanıyor, ben ne olduğunu sorduğumda hızlı hızlı konuşarak bana bir şeyler anlatması gözümün önünden gitmiyordu. Belki de bunlar yüzünden onu gömmeye kıyamamıştım.

"Hazırlanın." dedim arkamda duran askere. Bir dizinin üstüne çökmüş, yeni yeni oluşmaya başlayan etleri yüzünden acı iniltiler çıkartıyordu. Bu beni öfkelendiriyordu. Çünkü o bir bütüne doğru koşarken, Hüma'nın bedeni günden güne çürüyordu. Bunu ben istemiştim değil mi?

Askerin gidişiyle tahtım ve ben baş başa kaldık. Kumların altından çıkardığım sarayım, çölün ortasında bir yakut gibi parlıyordu. Kireç taşından değildi bu saray, bu yüzden rengi koyuydu. Kırmızı taşlardan yapılmıştı. İlk tuğlasını ben koymuştum hatta. Taht odamın büyük pencerelerinden içeri giren gün ışığı önce tahtıma, sonra da tahtın arkasında duran lahde vuruyordu. Lahid bir güneş gibi parlıyor, üzerindeki değerli taşlar ışıldıyordu.

Onu gömmeye kıyamamıştım. Onun, benden önceki inanışına göre kefenlenip gömülmesi gerekiyordu fakat ben bunu yapamadım. Kendi ellerimle mumyaladığım bedenini, değerli taşlarla bezenmiş bu lahde koydum. Onun için yaptırdığım küçük bir piramit vardı. Aslında bu aklımda yoktu fakat sarayda geçirdiğim ilk günümü süsleyen boşluk beni bunu yapmaya itmişti. Taht odasının doğu kanadındaki penceresinden görünen alan onun içindi. Neden bunu yaptığımı bilmiyordum ama yapıyordum işte. Belki içimi rahatlatmak, bana öfkeyle bakan kahverengi gözleri unutmak içindi. Bir nevi ödüldü bu ona ya da bir hediyeydi ordumu uyandırdığı için ama biliyordum ki o buna ne ödül derdi ne de hediye. Hatta o kocaman kahverengi gözlerini çıkartır, dibime kadar girerek bana kafa tutardı. O kadın bir deliydi, bunu, onunla geçirdiğim günlerde net bir şekilde anlamıştım ama tek anladığım bu değildi. O bir deliydi evet ama çok da akıllıydı. Konuştukça onu dinliyor, öfkelensem bile bundan zevk alıyordum. Şimdiyse içimde koca bir boşluk vardı. İstediğim bu tahtken oraya oturmayı istememek, ona bakarken suçlu hissetmek garipti. O kız bana ne yapmıştı bilmiyorum ama karamel rengi saçlarına dokunduğumda hissettiğim o şey, his, uzun zamandır yüreğime uğrayan bir şey değildi.

Hüma'nın lahdine koyduğum en değerli şey şüphesiz ki onun bilekliğiydi. Belki farkında değildi ama üzerinde tanrıların tılsımını taşıyordu o kız. İsis'in koruma büyüsüne bulanmış o bilekliği takıyor, onun büyüsüyle geziyordu ortalarda. Belki İsis'in büyüsü onu hayattayken koruyamamıştı ama ben inanıyordum ki ruhunu gittiği yerde koruyacaktı. Benim yüzümden yitip giden hayatını, diğer dünyada güzel bir şekilde devam ettirecekti. Öyle olmalıydı çünkü o bunu hak ediyordu.

"Kralım."

Anat'ın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Başımı çevirip savaşçı tanrıçaya baktım. Koyu ten rengi, uzun siyah saçları ve kaslı vücuduyla oldukça güzel ve güçlü görünüyordu. Hüma olsaydı muhtemelen onu fazlasıyla kızdırırdı çünkü Anat, kardeşi Astarte ile çok iyi anlaşamazdı. Astarte gibi Hüma da çok konuşkan ve dalgacı bir kişiliğe sahipti ve bu özellikler Anat'ın hoşuna gitmezdi. Yine de o deli kızın bunu umursayacağını zannetmiyordum. Muhtemelen Anat'tan da bir şeyler isterdi ve muhtemelen Astarte ile bir olup onu delirtirlerdi.

"Anat." derken ona döndürdüm bedenimi. "Sonunda gelebildin."

"Geciktiğim için üzgünüm. Mezopotamya'nın kuzeyinde, Türkiye adındaki bir ülkenin alt tarafında kalan bölgede savaştaydım."

"Türkiye mi?" diye sorarken kaşlarım otomatik olarak çatılmıştı. Hüma oralı olduğundan söz etmişti. "Savaştalar mı?"

"Sayılır, Mezopotamya halkına yardım ediyorlar daha çok."

Anat'ın açıklaması üzerine buruk bir tebessüm yayıldı yüzüme. Bu kız gibi ırkı da deliydi. Zaten başka hangi millet kendinden olmayanlar için canını ortaya koyardı ki?

"Elbette ediyorlar." diye mırıldandım.

"Efendim?" diye sordu Anat. Söylediğimi anlamamıştı, zaten anlaması için de söylememiştim.

"Önünde daha büyük bir savaş var Anat, bunun için hazırlan çünkü bu kez Heliopolis'i istiyorum." dedim güçlü bir sesle. Anat beni başıyla onaylarken ağzımın içinde mırıldanıyordum. "Bunun için çok şey feda ettim."

"Merhaba." diyerek taht odasına giren kişi elbette Astarte'ydi. Anat'ı tutup sıkıca sarıldı. Onun suratını buruşturması Astarte için hiçbir şey ifade etmiyordu. İki yanağından da öpüp saçını savurarak bana döndü. Neşesi, arkama baktığında söndü.

"Hoşgeldin Astarte." dedim dikkatini çekmek için. Çekmiştim de ama eskisi gibi gülümsememişti. Kaçamak bakışları lahiddeydi.

"Hoşbuldum." dedi yarım ağız. Onun bu sessiz tavrına Anat bile şaşırmıştı çünkü Astarte'nin şu an yapması gereken şey kardeşine sataşmak olmalıydı ama yapmıyordu. Onun yerine sessizce bekliyor ve lahde bakıp duruyordu.

"Sen iyi misin?" diye sordu Anat. Her ne kadar tartışsalar ve Anat, Astarte'nin tavırlarından rahatsız olsa da onlar kardeşti ve birbirlerinin iyi olmasını isterlerdi.

Astarte başını salladı. "İyiyim." dedi, kaçamak bakışları hala lahiddeyken. "Sadece onu bu şekilde görmek kötü hissettirdi. Bir gün bile olmadı yanımdan ayrılalı."

Bu doğruydu. Astarte'nin yanından apar topar ayrılmamızın üzerinden yalnızca birkaç saat geçmişti. Güneş batmaya hazırlanıyor ve çöl yavaştan soğuyordu. Esen rüzgarlar düne göre daha sert, daha hırçındı çünkü ben içimdeki boşluğu anlamlandıramadıkça öfkeleniyordum ve çöl benim öfkemi hissediyordu.

Anat omuz silkti. "Üzülme, Anubis onu diğer dünyaya götürmüştür. Yok olmadı ya..."

Anat böyleydi, daha mantıklı, daha gamsız. Astarte'nin aksine bir şeylere duygusuz bakardı. Sonuçta olan olmuştu ona göre ve o hiç Hüma'yla tanışmamıştı.

"Umarım iyidir." dedi Astarte iç çekerek.

"Astarte, Anat ile git ve hazırlan sen de. En kısa zamanda Heliopolis'e yürüyeceğiz."

"Ne kadar kısa bir zamandan söz ediyorsunuz kralım?" diye sordu Anat. Hitap şekli konusunda hiçbir şey yapamamıştım. Onunla, yüz yıllar önce, bana ismimle hitap etmesi konusunda konuşmuştum ama bundan bir türlü vazgeçmemişti. Bu yüzden artık uğraşmıyordum.

"Askerlerim kendilerini topladıkları zaman." dedim ama Astarte'nin beni düzeltmesi gecikmedi ve bu keyfimi fena halde kaçırdı.

"Yani Hüma'nın bedeni tamamen çürüdüğünde."

Başımla onu onayladım ama bunu içimden gelerek yapmamıştım. Hafifçe geriye dönüp lahde baktım. Kırmızı renkli yakutlardan birisi göz kırpar gibi parladı ve söndü. Uzun zaman sonra kalbimde bir sızı hissetmiştim, bu garipti. Vicdan azabı mı çekiyordum?

"Çıkabilirsiniz?" dedim otoriter bir sesle. Astarte ağzını açıp bir şey söyleyecek oldu ama Anat buna izin vermedi. Kolundan tutup kendisiyle birlikte taht odasından çıkardı ve ben yeniden yalnız kaldım.

O tuhaf boşluk hissi peydah oldu bir kez daha içime. Sanki Apep bedenimdeydi ve beni tüketiyordu. Öyle bir boşluktu ki o hiçbir şey yerini tam manasıyla dolduramıyor, o boşluğa hiçbir parça tam olarak oturmuyordu. Kısacık kalabalıklar bana yetmiyordu.

Arkamı dönüp tahta baktım yeniden. Kızıl kayalar oyularak yapılmıştı. Sarayın bütünü gibi kızıl renkteydi ve çoğu insan için bu cehennemi temsil ediyormuş gibi görünse de benim için farklı bir anlamı vardı. Çöl sıcaktı ve ben bu sıcaklarda kavrulmuştum. Kırmızı ise sıcağın rengiydi, beni anlatıyordu, geçmişimi.

Tahta doğru bir adım attım. Dışarıda esen rüzgar bu adımla hızlandı. Tahtın arkasında duran lahiddeki yakutların parıltısı kısa bir an için gözümü aldı.

Bir adım daha attım. Kum canavarlarının çığlıkları gün batımında yankılandı ve ben bir adım daha attım. Tahta doğru attığım her adımda daha çok büyüdü içimdeki boşluk. Apep'in hayaleti içimde dolandı, kıvrıldı ve o boşluğu kemirdi. Yeni bir adımla aradaki mesafeyi iyice kapatmıştım ve son bir adım daha atıp tahta ulaştım. Şimdi yapacağım tek şey oturmaktı ama içimde büyüyen o boşluk öylesine doldurulamaz bir noktaya gelmişti ki bunu yapamadım. Tahtın görkemli görüntüsünün ardında duran, yakutlarla bezenmiş lahid gözlerimi kamaştırdı. Bu kez adımlarım oraya doğruydu.

Lahdin kalın ve ağır kapağı onun bedenini saklıyordu. İçerdeydi ve her geçen dakika çürüyordu bedeni. Lahde yürürken kulaklarımda ettiği küfürler yankılanıyordu. Dudaklarım buruk bir tebessüme ev sahipliği yapmaya dünden razıydı. İçimdeki boşluk ise lahde doğru attığım her adımda kapanıyor gibiydi. Apep'in hayaletinin soğuk nefesi, lahdin yakutlarını gördükçe ısınıyor, içimi kemirmeye son veriyordu sanki. Bu his çok garipti.

Hayatım boyunca çok kez ötekileştirilmiştim. Benden kaçmış, korkmuş ve saklamayı tercih etmişlerdi hep. Bu, tanrılar veya insanlar için fark yaratmamıştı. İnsanlar benden korktukları için bana tapınmıştı, tanrılar gücümden faydalanmak için yanımda durmuştu. Nephytys bile, ki bir zamanlar bana aşık olduğundan çok emindim, sırf gücüm için yanımda kalmayı seçmişti ve ilk fırsatta beni satmıştı. Yaptığım iyi şeyler, tanrılar için, Ra için verdiğim savaşlar göz ardı edilmiş, yalnızca Osiris'i öldürmem zihinlerine kazınmıştı. Tek bir hata beni şeytan yapmıştı. Kötü niyetli insanların gücümden faydalanmak için yaptığı büyüler, ettiği dualar unutulamazdı. Benim hayatımın özeti buydu işte. Çıkar ve korku ilişkisi hüküm sürmüştü hep ve ben bunun içinde yaşamış, bu şekilde hayatta kalmıştım. Kimsenin beni bu ikisi olmadan sevebileceğine inanmıyordum. Belki de bu yüzden bu kızı bu kadar kolay harcamıştım. Oysa içten içe benden korkmadığını, çıkarları için yanımda durmadığını biliyordum. Bana sarıldığında, gözlerime baktığında, o bakışlarda yalana rastlamadığımın farkındaydım. Belki de korkan kişi bendim. Onun o sıcacık bakan kahverengi gözlerine kapılmaktan korkmuştum. Ben, sevilmekten korkmuştum.

Lahdin üzerinde gezdirdim parmaklarımı usulca. Parmak uçlarıma değen yakutlar onun içindi. Aslında Osiris'in veya Horus'un yönetiminde insanlar zenginlikleriyle kazanmazdı cenneti ama yine de teraziye koyacağı güzel şeyleri olsun istemiştim.

"Yedi gün sonra." dedim fısıldar gibi. Sessizlik, onun sessizliği bana çok garip geliyordu. O konuşmadan duramazdı. Hatta uykusunda bile mırıldanırdı. Hastalandığında ve onu Astarte'ye götürdüğümde öyle çok konuşmuştu ki uykusunda bunu yadırgamıştım. Başta yaşadığım bu yabancılık yavaşça tanıdık gelmişti. Bu yüzden bu kadar garip geliyordu sessizliği çünkü o hep konuşurdu. Benimle uyuduğunda da konuşmuştu, bensiz uyuduğunda da. Ama şimdi susuyordu. Derin ve bir o kadar da soğuk bir sessizlik onu ele geçirmişti. Bunu yapan bendim.

"Teraziye vardığında cennete gideceksin. Sen bunu hak ediyorsun." dedim zorlukla. Elimi lahdin yüzeyinde gezdirdim. Küçücük bir çıkıntı parmağımı kesip kanattı beni. O an onu ilk gördüğüm zamana gittim. Bana, "Bu aptallığımın işareti." demişti parmağındaki yarayı gösterirken. Ölüyken bile bana ders vermeye çalışıyordu hala.

"Sanırım bu da benim aptallığımın işareti." dedim buruk bir tebessümle. Parmağımdaki yaranın kapanması çok sürmezdi normalde ama ben kanamasına izin verdim. O da kanamıştı ve ben tam da şimdi emin olmuştum işte. Onu öldürdüğüm için vicdanım sızlıyordu. Benim, şeytan denen o tanrının vicdanı, bir ölümlüyü öldürdüğü için sızlıyordu. Oysa ben çok kişiyi öldürmüştüm ve bundan zerre pişmanlık duymamıştım. Şimdiyse tek bir cana karşı hissettiğim bu şey beni korkutuyordu.

"Sana söz veriyorum." derken parmağımdaki yaradan sızan kan lahde damladı. Orada kendi yolunu çizdi usulca ve lahdin kapağından içeri sızdı. Bekledim. Bunun bomboş bir bekleyiş olduğunun farkındaydım ama bir an için bana olduğu gibi hayata döner sandım. Olmadı. Hüma artık tam olarak bir ölüydü ve ben ancak onun katili sıfatına layık görülebilirdim.

"Boşuna ölmeyeceksin." dedim. "Ölümünün bir amacı olacak ve ben, Heliopolis'i aldığımda, zaferimi sana adayacağım."

***

Selam. Nasılsınız bakalım?

Anat hakkında şöyle bir bilgi geçmek istiyorum. Anat aslında tam olarak savaş tanrıçası değil. Daha başka görevleri var, mesela ölülere su götürmek gibi ama ben onu bir savaşçı olarak hayal ettim ve bu kılıfa sığdırdım. Normalde hiçbir tanrıyı başkalaştırmamıştım, hepsini oldukları gibi kullanmıştım ama Anat bu konuda fark yarattı. Bir şu var, Anat'ın babası Baal, bazı mitlerde şeytanın arkadaşı olarak geçiyor. Bahsi geçen şeytan ise Set olmalı diye düşünüyorum. En azından ben bununla bağdaştırdım.

Bölüm nasıldı?

Set'in ağzından okumak size ne hissettirdi?

İçinde yaşadığı savaşı gördük hepimiz. Aslında Hüma'yı öldürmeyi hem istemiş hem de istememiş ve anladı ki bunun için vicdan azabı çekiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hüma'nın bilekliğinin, İsis'in koruma büyüsünü taşıması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Hüma için yapılan piramit mezar peki?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Astarte 👉

Anat 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%