Yeni Üyelik
45.
Bölüm

14. Bölüm - Fi̇ravunların Yolu

@aysenurtekkanat

Garipti. Hep iyi bir arkeolog olup adımı dünyaya duyurmayı hedeflemiştim. Annem ve babam gibi öğrencilere sahip olurum, onlara bilgilerimi aktarırım diyordum. Hatta derslerimde anılarımı bile anlatacaktım. Öyle çok hayal kurmuş, üniversitede, öğretmen masasına oturup kendi kendime öyle çok konuşmuştum ki bunun olacağına inanmıyor, gerçekleşeceğini biliyordum. Sanki o masada oturup bomboş sınıftaki olmayan öğrencilerime ders anlatmıyordum da, o anı yaşıyordum. Onları yanıma alıp kazı alanlarını geziyordum düşlerimde. Evet, ben bir arkeologtum ve kariyerimde gelmek istediğim yerler vardı fakat kimse içimde bir öğretmenin yatmadığını söyleyemezdi. Ben, annemle babamın izinden gitmeye adamıştım kendimi. Annemin defalarca kez Mısır'a gelip tarihi araştırdığını bilerek büyümüş ve bu ülkeye gelmeyi kendime hedef koymuştum. Yaptım da, Mısır'a geldim ve buraya gelişimin ilk bir haftasında tarih hakkında epey güzel şeyler öğrendim ama şimdi yürüdüğüm bu yol Mısır'ın kum dolu sokakları değildi.

Üzerimdeki mavi elbisenin etekleri, Duat'ın sert rüzgarlarıyla savruluyordu. Bacaklarım uyuşuyor, indiğim bu engebeli yolda yürümekte çok zorlanıyordum.

Aşağıda bir nehir vardı. Azgın sular nehirden taşıyor, kıyıyı dövüyordu. Genişliği elli metre kadardı, en azından buradan seçebildiğim kadarıyla öyleydi ve kıyıya yanaşmış ahşap bir tekne bizi bekliyordu. Kocaman siyah kayalar nehrin içinde kendini belli ediyor, sular, kıyıyı dövdüğü gibi, sivri kayalara da çarpıyordu. Esen rüzgar attığım adımları daha da sarsaklaştırırken, yalnızca bu tepeden inmek ve o tekneye binmek istiyordum.

"Hayır, istemiyorum." diye sızlanan bir kadının olduğu yere çöktüğünü gördüm. Yorulmuştu, ben de yorulmuştum ama onun gibi olduğum yere çökmek gibi bir seçeneğim yoktu. Bu yüzden rüzgara karşı attığım adımlara devam ettim. Birazdan bedenimi savurup atacakmışçasına sert esen rüzgara düşmancıl bakışlarımla karşılık veriyordum. Elbette bu hiçbir işe yaramadı, yaramazdı da zaten.

"Devam et." diyen soğuk ses adımlarımı anlık olarak duraksattı. Başımı geriye doğru çevirip ona baktım, Anubis'e. Yere oturan kadının başında dikilmiş onunla konuşuyordu.

Onları görmezden gelip bir adım daha attım rüzgara karşı. Saçlarım geriye savruldu ve bir an için dengemi kaybettim. Yere düşmekten son anda kurtulup adımlarıma devam ettim. Çok zordu. İlk başta tek problemin zaman olduğunu sanmıştım ama şimdi Duat yeni engeller çıkartıyordu bizlere. Tırmandığımız o tepeyi aşmamız gerekiyor ve ilk kapıya varabilmek için o tekneye binmemiz gerekiyordu. Nehri geçmenin tek yolu buydu.

Bir adım daha attığım sırada bacaklarım hissizleşti. Sanki bütün kan çekilmiş ya da sinirlerimden biri kopmuş gibiydi. Anlık felçle dizlerimin üzerine düştüm. Avuç içlerimi yere dayayıp başımı vurmaktan kaçındım. Ellerimi ve dizlerimi kesen sivri, siyah taşlarda tek bir kan damlası bile göremedim lakin fark ettiğim detay beni dehşete düşürmeye yetmişti.

Öleli yalnızca bir gün olmuştu. O bir günde bacaklarımdaki damarlar kabarmış ve morarmıştı. Şimdiyse aynı morluklar bileklerimdeydi. Damarlımdaki şişlik kendimi bir parke gibi hissetmeme yetmişti. Hani olurdu ya parkeye su dökülürdü ve silinmezse kabarırdı, olan şey sanki buydu. Damarlım kabarıyor ve morarıyordu. Üstelik felç de geçirmiştim. Anlıktı ve çok kısa sürmüştü ama olmuştu işte. Daha ne kadar kötüleşecektim?

"Kalk." diye emretti Anubis. Başımı sola doğru çevirip ona baktım. Tam arkasında kocaman bir dağ vardı. Uzaktı ve zirvesindeki parlak ışık bir yanıp bir sönüyordu. Anubis bu manzaranın önünde bir ilah gibi görünüyordu, ki zaten öyleydi. Burası ona aitti.

"Ne kadar kaldı?" dedim yerden kalkarken. Dizlerimdeki parçalanmış deriye titreyen ellerimle dokundum. Canım acıyordu ama bu dayanılmayacak bir acı değildi. Fiziksel acılar, ruhsal olanlardan daha az acıtırdı şüphesiz.

"Altı gün."

"Hayır." dedim. Yutkundum. "Teraziye varmamıza değil, benim yok olmama ne kadar kaldı?"

Yüzüme baktı. Donuk bakışlarından bana acıyıp acımadığını anlayamamıştım ama sessiz kalışı bir şeyleri anlamam için yeterliydi. Altı günüm yoktu. Vaktim öyle dardı ki o teraziye varmam bir mucize olurdu.

"Hiç yok değil mi?" dedim teyid etmek için. Yine sessiz kalacağını sandım ama o küçük bir baş hareketiyle beni onayladı.

Histerik bir gülüş savurdum. Birkaç ruhun bakışları beni buldu. Delirmişim gibi bakıyorlardı bana ama onların tuzu kuruydu. Tek yapmaları gereken kapıları geçmekti. Bir gün erken veya geç hiçbir şey fark etmezdi onlar için ama benim için çok şey ifade ediyordu zaman. Benim zamanım yoktu. Teraziye varamazsam şayet yok olacaktım ve altı günlük bu yolu tamamlamam imkansızdı. Bunun bilincinde olmak beni delirtmişti.

"Tekneye bin." dedi Anubis.

Başımı iki yana salladım. "Hayır, binmeyeceğim." dedim. "Bunun hiçbir anlamı yok."

Rüzgar bir kez daha savurdu saçlarımı. Gözlerim dolu dolu oldu ve birkaç damla yaş öylece düştü yanaklarıma. Islanan yanaklarımı elimin tersiyle sildim, burnumu çektim.

"Pes mi ediyorsun?" diye sordu. Bunu beklemiyordu. Yüzünden hiçbir şey anlamamıştım ama ses tonu onu ele vermişti.

"Pes etmek istemiyorum." diyerek başımı öne eğdim. Biraz durdum ve az önce söylediğim şeyi doğrulayacak o hissi aradım içimde. Oradaydı. Ben pes etmek istemiyordum, hayatım boyunca hiç pes etmemiştim ama şimdi durum farklıydı. Bu yüzdendi gitmek istemeyişim çünkü ne kadar ilerlersem ilerleyeyim yine de yok olacaktım. Geriye yalnızca cesedim kalacaktı ve benim yokluğumda kahrolan ailem. Cesedimi bile bulamayacaklardı belki, işte en kötüsü buydu; ölene kadar beni arayacak olmalarıydı ve benim elimden bu konuda hiçbir şeyin gelmeyişi.

Başımı kaldırıp donuk gözlerine baktım kararlılıkla. "Pes etmek istemiyorum ama kaybedeceğim bir yolda boşa kürek de çekmek istemiyorum. Sen söyledin, yol altı günlük ama benim o kadar vaktim yok. Oraya varmak benim için imkansızken neden devam edeyim ki? Bu pes etmek değil, yorgunluk. Yorgunum Anubis, o kadar yorgunum ki şuraya uzanmak ve bir daha kalkmamak istiyorum. Korkuyorum, bir adım daha atarsam ve diğer adımı atmak için vaktim olmazsa diye çok korkuyorum. Teraziye varırsam ama ona ulaşamazsam diye ödüm kopuyor. Umutlanıp o umudu yitirmek... Bunu düşünmek bile istemiyorum. Beni direkt olarak oraya götüremeyeceksen sus olur mu? Bırak. Kaderim bu benim, ne kadar geciktirirsem geciktireyim, o yolu bitiremeyeceğim ve hiç var olmamış gibi gideceğim. Pes etmiyorum, sadece sonsuzluk benim için ulaşılmaz, bunu kabulleniyorum."

Başımı iki yana salladım amaçsızca. Bakışlarım, dağın tepesindeki parlak ışığın yanıp sönüşüne takıldı. Sonra arkamı döndüm ve sadece manzarayı izlemek için bir kayaya doğru adımladım. Amacım oraya oturmak ve beklemekti fakat koluma dolanan soğuk parmaklar buna engel oldu.

"Bir yol var." dedi Anubis, sorgulayan bakışlarıma karşılık. "Daha kısa ama tehlikeli bir yol..."

İşte bu sözler içimde bir umut ışığının yanmasına yetti. Kolumu tutan eline aldırmadan ona döndüm ve bekledim. Devam etmesini, bana ufacık da olsa bir umut vermesini istedim. Nitekim Anubis sustu. Bu kez o ifadesiz suratına pişmanlık peydah oldu.

"Ne yolu?" diye sordum umutla. Yüzü yeniden ifadesizliğe bürünmüştü ama ben duyacağımı çoktan duymuştum ve onun, "Unut." demesi hiçbir şey ifade etmiyordu.

Arkasını döndüğü sırada kolunu tutan bu kez ben oldum. Buz gibi teni avucumu yakmıştı ama daha kötüsünü de yaşamıştım, bu yüzden umursamadım. Kolunu tutmaya ve gitmesine engel olmaya devam ettim. Ruhlar bizi çoktan unutmuş, teker teker tekneye binerlerken, ben sadece Anubis'e bakıyordum.

"Ne yolu?" diye sordum bir kez daha. Ses tonum kararlıydı ve az öncekine nazaran daha sertti. Öğrenmeden bırakmayacağımı belli edercesine davranıyordum.

"Tehlikeli bir yol ve ben ruhları oradan uzak tutmakla yükümlüyüm." dedi Anubis. Beni ikna etmeye çalışıyordu.

"Oraya giderlerse ne olur?" diye sordum. Bilmek zorundaydım. Bu tek şansım olabilirdi ve Anubis beni bundan mahrum edemezdi.

Sustu. Uzun bir süre sustu. Onun sessizliği bir çığ gibi üzerimden geçti ve beni boğdu. Dağın zirvesindeki ışık birkaç kez daha yanıp söndü ve Anubis en nihayetinde konuştu.

"İblisler ruhlarını parçalar."

Güldüm. "Benim için değişen bir şey yok yani."

Yüzüme öyle bir bakışı vardı ki onun ölülerle haşır neşir olması fikri bir an için bana tuhaf geldi. Sanırım benim gibi birisiyle şu ana kadar hiç karşılaşmamıştı.

"Hüma." dedi. İsmimi bilmesi beni şaşırtmıştı. "Orası tehlikeli ve uzun zamandır kullanılmıyor. Hathor oraya gittiğinde ruhları başına bela etti ve şimdi onlardan kaçmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. Aynısını mı yaşamak istiyorsun?"

"Hathor hala hayatta ama ben değilim. Gideceğim yer ya cennet olacak ya da cehennem ve ben o zamandan sonra ruhumu korumaya almış olacağım. Beni parçalayamazlar."

Yine sustu. Suskunluğu pek çok şey anlatır nitelikteydi. Neyseki bu kez uzun sürmedi ve o derin bir nefes alıp öfkeyle verdi.

"Bu doğru." dedi istemeye istemeye. İki kelimelik bu cevap yüzümde kocaman bir gülümseme oluşmasına yetti.

"Ne taraftan gitmem gerekiyor ve yol ne kadar sürüyor?" diye sordum sabırsızca. Aslında sorulması gereken çok soru vardı ama şimdiki önceliğim o yolun nerede olduğuydu.

Anubis kolunu ellerimden çekti. Asa tutmayan elini uzatıp dağın zirvesindeki yanıp sönen ışığı gösterdi.

"Orası son kapı. Terazi orada ve senin oraya gitmen gerekiyor." dedi. Yeri sarsan adımlarıyla ruhların arasından geçip tepenin diğer ucuna doğru yürüdü. Koşar adım onu izledim ama esen rüzgar beni yavaşlatmak için yeterliydi. Neyseki bir noktada durup beni beklemişti.

Aşağıda karanlık ve oldukça ürkütücü görünen bir orman vardı. Orman büyük bir alanı kaplıyor, nehri bir yerde yutuyordu. Nehrin suları oraya gittikçe kararıyordu. Kasvetli bir havası vardı. Bulunduğumuz bu noktadan bile fark ediliyordu bu.

"Burası, sizin deyişinizle, araf. Cehenneme bile layık görülmeyen iblislerin yuvası. Ruhlar bu ormanın etrafından dolanıp teraziye gidene kadar yedi gün geçirirler. Ormanın içi tehlikelidir ve biz tanrılar bile girmeye cesaret edemeyiz."

"Oraya hiç gitmedin mi?"

Anubis başını iki yana salladı ve, "Hayır." dedi. "Oraya giren ve kurtulan kişi Hathor'du. Ama kurtuluş sanıldığı gibi hayatta kalmak olmuyor. Hathor Duat'a adım atamadı o ormandan çıktığından beri çünkü o buraya geldiğinde iblisler onun peşine düştü. Aradaki perde onu korudu ama ne zaman gelse birkaç yüz ruh iblislere yem oldu. Bu yüzden Hathor'un buraya girmesi yasaklandı."

"Peki orada ne var? Hathor bundan bahsetti mi hiç?"

Sorularıma karşılık başıyla onayladı beni. "Bahsetti. Orada iblislerin oyunları var. Oraya gireni kandırmak, kendi emelleri için kullanmak isterlerler. Sevdiklerinin görüntüsünü çalıp sana yaklaşırlar ve dişlerini geçirirler. Hathor bu şekilde anlattı orayı ama dahası da var." dedi Anubis. Gözlerini kısa bir an için bana çevirdi ve sonra yeniden ormana baktı. "O yol bir zamanlar firavunların yoluydu. Horus, çocuklarını sınamak istedi ve onları oraya gönderdi. Bir kısmı ormandan çıkmayı başardı ama çoğu orada öldü, daha doğrusu yok oldu. Sonralarda firavunların devri kapandı ve Horus çocuklarını Heliopolis'e kabul etti. O zamandan beri de ormana kimse girmedi."

"Gitmek istiyorum." dedim. "Eğer bir şansım varsa oraya gitmek ve bunu kullanmak istiyorum. Altı günüm yok."

Anubis bir kez daha sessizliğe büründü. Onun sessizliği beni tedirgin ediyordu. Muhtemelen düşünüyordu.

Anubis'in görevi ruhları korumaktı. Önceden tam olarak neden koruduğunu bilmezdim ama şimdi iblislerden koruduğunun bilincindeydim ve düşündüğü şeyde buydu. Ruhları onlardan korurken, bir ruhu bile isteye onların arasına gönderip göndermeyeceğini düşünüyordu.

"Anubis lütfen." dedim. "Sen ruhları koruyorsun. Birisinin öylece yok olmasına göz mü yumacaksın? Bırak gideyim, en azından çabalarım ve bu şekilde ölürüm. Savaşmadan pes etmek istemiyorum ama gitmeme izin vermezsen başka çarem kalmaz, pes ederim."

Susmaya devam etti ve ben artık emin oldum. Asla oraya gitmeme izin vermeyecekti ve öylece yok olmamı seyredecekti. Bundan o kadar emin oldum ki omuzlarım öylece çöküverdi ama Anubis'in, "Tamam." deyişi benim için dünyalara bedeldi.

"Tamam mı? Gerçekten mi? Gitmeme engel olmayacak mısın?" diye sıraladım sorularımı heyecanla.

"Hayır, olmayacağım." dedi Anubis. Anın heyecanıyla sarıldım ona.

"Teşekkür ederim, teşekkür ederim, çok teşekkür ederim."

Anubis'in ellerini havaya kaldırmış olması beni şaşırtmamıştı ama ona sarılmam onu fazlasıyla şaşırtmıştı. Şu an bana bakıp ne yapacağını düşündüğüne kalbımı basardım.

Geri çekildiğimde yüzündeki şaşkın ifadeyi gizlemesi birkaç saniye sürmüştü ve ben, bir duyguyu, onun yüzünde bu kadar uzun süre görebildiğim için kendimi şanslı sayıyordum. Anında ifadesizlik maskesini takınıyor ya da o maskeyi hiç çıkartmıyordu. Anubis garip birisiydi ama bana göstereceği o yol bu garipliği görmezden gelmem için yeterliydi.

"Tekneye gitmeliyiz." dedi. Bocalamıştı. Daha önce ona kimse sarılmamış mıydı?

"Ama terazi o tarafta." diyerek yanıp sönen ışığı gösterdim.

Anubis beni başıyla onayladı. "Öyle ama şimdi oraya yürürsen nehri geçemezsin çünkü terazi nehrin diğer tarafında kalıyor. Tekneyle geç ve oraya yürü, böylesi daha kolay."

"Tamam." dedim. Tekneye doğru yürüdüm. Arkamda duyduğum adım sesleri ona aitti, beni takip ediyordu ve ben bunu beklememiştim. Bana yalnızca yolu gösterip işine geri döner sanıyordum.

Başımı geriye doğru çevirip ona baktım. Eliyle önümü işaret etti ama beni takip etmekten vazgeçmedi.

Sert rüzgarların arasında tekneye kadar yürüdük. Nihayetinde tepeyi inip kıyıya yanaşmış tekneye vardığımızda rüzgar kesilmişti ama Duat'ın tenimi ısıran soğuğu geçmemişti. Hava hala soğuktu ve bu, moraran damarlarıma pek de iyi gelmiyordu.

Uyuşan bacaklarımdan dolayı tekneye binmekte zorlandım. Anubis belimden tutup beni yukarı çekti kendisiyle birlikte. Bu durumu garipsemiştim ama sesimi çıkarmadım. Boş bulduğum yere oturup teknenin hareket etmesini bekledim. O sırada yanıma oturan kadının transa girmiş bir şekilde aynı şeyleri tekrarladığını duyuyordum.

"Kötü, bu çok kötü." deyip duruyordu sürekli. Elinde tespihi andıran bir ip vardı. İpe dizilmiş boncuklar kadının parmakları arasında şıkırdıyordu.

"İyi misiniz?" diye sorma gafletine düştüm. Kendim çok iyi durumdaymışım gibi başkalarına yardım etmeye soyunmuştum.

"Hayır!" diye bağırdı kadın. Elindeki ipi çekiştirdi. Boncukları sesine eşlik eden tiz bir sesle, "Kötüyüm. Ben çok kötüyüm." dedi. Bu şekilde sayıklamaya devam etti. Sanırım burada deliren tek kişi ben değildim.

"Herkesle konuşma." dedi Anubis. Kadını yerinden kaldırıp arkaya göndermişti. Büyük cüssesiyle yanıma oturdu.

"Neden?" diye sordum. "Sadece iyi olup olmadığını sormuştum."

Tekne nihayet dolduğunda hareket etti. Nehrin azgın suları etrafa sıçrıyor ve hatta yüzüme bile çarpıyordu.

Anubis geriye doğru yaslandı. Onun bu hareketiyle oturduğum ahşap esnemişti ve ben bir an için kırılmasından endişe ettim. Neyseki bu uzun sürmedi.

"O kadın yaşarken yaptıklarını hatırlıyor, bu yüzden bu şekilde davranıyor."

"Ne yaptı ki?"

"Elindeki boncuklu ipi fark ettin mi?" diye sorduğunda başımla onayladım onu. Hala boncukların sesini duyuyordum. "Onu küçük bir kız yapmıştı. Kızın kolyesiydi o. Kadın bir tetikçiydi. Para karşılığında insanları öldürüyordu, kadın, çocuk, yaşlı fark etmezdi. O kolye son öldürdüğü kişiye, küçük bir kıza aitti. Bu yüzden vicdan azabı çekiyor. Siz buna kabir azabı diyorsunuz."

Başımı çevirip kadına baktım. Üzerinde siyah bir kot ve siyah bir askılı vardı. Parlak, sarı saçları dağılmış, önüne düşmüştü. Yaşarken oldukça bakımlı olduğundan emindim ama şimdi öyle değildi. Delirmiş gibiydi ve ben öğreniyordum ki bunun sebebi günahlarıydı. Öldürdüklerinin ruhları onu rahat bırakmıyordu anlaşılan.

"Anladım." diye mırıldandım. Sonra aklıma o küçük kız geldi. Ailesi çok üzülmüş müydü? Elbette üzülmüştü. Kahrolmuş olmalıydılar. Benim ailem peki? Beni bulamadıklarında ne yapacaklardı?

"Anubis." dedim ona dönerek. Başıyla beni onayladığında konuşmaya devam ettim. "Ailem beni merak eder. Ben gidince onlara bakar mısın?"

"Ailene göz kulak olamayacak kadar meşgulüm." dedi. Beni yanlış anlamıştı.

"Hayır, öyle değil." dedim. "Onlar benim cesedimi bulsunlar istiyorum. En azından öldüğümü bilsinler ve ömürlerini beni arayarak geçirmesinler. Üzülmesinler istiyorum. En azından onlara öldüğümü söyler misin?"

Anubis beni başıyla onayladı. "Her halükarda üzülecekler. Ölümün doğasında bu var."

"Biliyorum." derken saçımı kulağımın arkasına ittim. "Ama en azından hayatlarını bir hayaletin peşinde koşarak geçirmezler. Bir mezarım olduğunu bilirler ve... Ne bileyim işte... Beni, mezarımı ziyaret ederler."

Burnum sızlamıştı. Boğazım düğüm düğüm olduğundan konuşmakta zorlanmıştım ve gözlerim anında dolmuştu. Ölmek kötüydü ama geride birilerini bırakmak daha kötüydü.

"Set senin için bir piramit yaptırıyor." dediğinde güldüm.

"Piramidini bir tarafına soksun tanrı bozuntusu." diye söylendim. Bana öyle bir bakışı vardı ki bir kez daha gülmekten alamadım kendimi. Anubis muhtemelen o ifadesiz suratı hiç bozmuyordu. Sadece bir günde ayarlarıyla oynamıştım onun da.

Tekne diğer kıyıya yanaştığında herkes teker teker indi. Anubis bir kez daha inmeme yardım etti. Kısa bir teşekkür ettim ona. Ruhlara gidecekleri yolu gösterirken sadece bekledim. Ben onlarla gitmeyecektim. Daha tehlikeli ama daha kısa bir yoldan yürüyecektim. Belki orada yok olacaktım belki de teraziye varacaktım ama en azından savaşacaktım.

"Terazi o tarafta." diyerek yanıp sönen ışığı gösterdi Anubis. Kararsızdı, bunun farkındaydım çünkü bana bu yolu gösterirken kendisine ihanet ediyordu ama farkındaydı da. Eğer bu yoldan gitmezsem tek bir son vardı benim için; yok oluş.

"Teşekkür ederim." dedim bir kez daha. Bu ona kaçıncı teşekkürümdü bilmiyorum. "Set'e, benim için gerçekten bir şey yapmak istiyorsa, cesedimi aileme götürmesini söyler misin? Beni nasıl gömeceğini az çok tahmin edebiliyorum çünkü."

Bedenime ne olacağı belliydi. Organlarımı çıkartacak, onları kavanoza koyacaktı. Sonra da mumya bezlerine saracaktı. Yalnızca kalbimi bana bırakacaktı ama bu hiçbir işe yaramazdı çünkü ruhumu yok ediyordu.

Bakışlarım bir kez daha kollarıma kaydı. Morluklar gittikçe yayılıyordu. Kim bilir bacaklarım ne durumdaydı?

"Söylerim." dedi Anubis. "Şimdi git ve sakın unutma, asla nehri takip etme. İblisler oyun oynar ve eğer nehri takip edersen ormandan bir daha çıkamazsın."

Başımla onayladım onu. Arkamı dönüp gitmek üzereyken elime tutuşturduğu soğuk metale anlamsızca baktım.

"Sadece tedbir. Oraya ruhlar giremez ve sevdiklerin ormanda var olamaz. O yüzden kimseye acıma ve eğer hareket eden bir şey görürsen onu öldür."

"Tamam." dedim elime tutuşturduğu kılıcın kabzasını kavrarken. Biraz ağırdı ama taşıyamayacağım kadar değil. "Aklımda tutacağım. Her şey için teşekkür ederim."

Arkamı dönüp dağın zirvesinde yanıp sönen ışığa baktım. Buradan geri dönüş yoktu. Benim kararım belliydi ve ben öylece yok olmaktansa savaşmayı seçiyordum. Kaybedecek hiçbir şeyim yokken bu kararı vermek kolaydı ama o ormana doğru adımlamak tahmin ettiğimden daha zor oldu. Yine de attım o adımı ve ormanın karanlığı beni kucaklarken arkama bile bakmadım. Ben buradan kurtulacaktım, bunun için öldürmem gerekse bile.

***

Selam!

Neyse...

Bölümü nasıl buldunuz?

Canımız Hüma'mızın vaktinin azalması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Anubis'in ona gösterdiği yolda sizce neler olacak?

Hüma ormanı sağ salim geçebilecek mi?

Sonraki bölümde Set'i ziyarete gidiyoruz. Ne yapıyor sizce? Hala tahtıyla mı bakışıyor? 😁

Hathor hakkında ne düşünüyorsunuz peki?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Anubis 👉

Hathor 👉

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%