Yeni Üyelik
47.
Bölüm

16. Bölüm - Set Fırtınası

@aysenurtekkanat

Set'in Ağzından...

O kadar uzun zaman yaşamıştım ki bazı şeylerin diğerlerinden daha önemli olduğunu unutmuştum. Bunun sebebi önemli olanların sürekli hayatımda olmasıydı belki, belki de en başından beri böyleydim ben çünkü kaybetme korkusu hiçbir zaman bu kadar somutlaşmamıştı hayatımda. Şimdi neredeyse ete kemiğe bürünmüş, karşımda dimdik duruyordu bu korku. Ne garipti, korkunun mimarı olan ben, korkuyu iliklerime kadar yaşıyordum şimdi.

Karşımda duran kadın kanatlarını açmış gitmeye hazırlanırken kılımı bile kıpırdatmadım. Bana döneceğini biliyordum çünkü o aşkın tanrıçasıydı ve aşk şu an benim kalbimdeydi. Eninde sonunda bana yardım etmeye gelecek ve hatta bu uğurda çok sevdiği kocasına da ihanet edecekti. Bu iyiydi, Horus bana yaşattığını yaşayacaktı. Yüz yıllar önce sevdiğim herkesi yanına çekmiş olan gökyüzü tanrısı ihaneti tadacaktı ve ben o an geldiğinde bir zamanlar onun bana baktığı gibi bakacaktım yüzüne.

Hathor'un gidişiyle Anat, "Kralım." diyerek dikkatimi çekti. Kızıl renkli sarayın duvarları üzerime üzerime geliyor, beni boğuyordu ve ben bunu belli etmemek için inanılmaz bir çaba sarf ediyordum.

"Söyle Anat."

"Şimdi ne yapacaksınız? Pes mi ediyoruz?"

Onun en büyük korkusuydu bu. Savaşçı tanrıçaydı Anat ve savaşımın bitmesi, onun varlığının amaçsız kalması manasına geliyordu. Oysa Astarte'nin yüzünde umutlu bir gülümseme vardı. Hüma'yı sevmişti ve onun geri dönüşü Astarte'yi mutlu edecekti. İki kardeş birbirine öylesine zıttı ki hangisinin öfkesiyle yüzleşmek daha kolay olur diye düşündüm bir an için ve cevabın aslında gün gibi ortada olduğunu fark ettim.

Anat, Hathor'a yalan söylediğimi, onu yanıma çekmek için bu şekilde davrandığımı düşünüyordu. Bunu biliyordum çünkü eski ben, yani kalbinde aşka yer olmayan ben olsa tam da bunu yapardı. Anat'ın tanıdığı Set oydu ve bu şekilde davranmam onun için en olasısıydı.

Öte yandan Astarte son halimi görmüştü. Hüma hayatıma girdikten sonraki değişimime bizzat şahit olmuş hatta bununla epey eğlenmişti. Bu yüzden de Hathor'a doğruyu söylediğimden çok emindi ve haklıydı lakin bu durumda onu haksız çıkartmam gerekiyordu çünkü Anat'ı kaybedemezdim. Onu kaybetmem demek Horus'un güçlenmesi manasına geliyordu ve ben ordumdan vazgeçmiş olsam bile ona karşı galip gelme arzumdan vazgeçmiş değildim. Sadece bunu daha farklı bir yolla ve yanımda aşık olduğum kadın dururken yapacaktım.

"Etmiyoruz." dedim. "Sadece farklı bir yol seçiyoruz."

Anat rahatlamıştı ve Astarte kafası karışmış bir şekilde bakıyordu bana.

İkisine de arkamı döndüm. Daha fazla bu konuşmaya devam etmek istemiyordum. Bu yüzden, "Çıkın." diye emrettim. Sormak istedikleri sorular vardı ve bunun farkındaydım fakat emrime karşı gelemezlerdi. Bu yüzden lafımı ikiletmediler ve gittiler. Benimse bakışlarım kızıl renkli piramitteydi. İnşaası neredeyse bitmişti. Yakında bir mezar olabilecek potansiyele sahip olacaktı fakat olmamalıydı. Bunu ben başlatmıştım ve bir şekilde benimle sona ermeliydi ama Hüma'nın bedenini o piramide teslim etmeyecektim. Bu bir vazgeçiş ve yeni bir umuttu benim gözümde. Hem pes ediyor hem de yeni bir savaşa hazırlık yapıyordum.

"Anubis, ortaya çık!" dedim sert bir sesle. Onu kafama her estiğinde çağıramazdım, Duat'ın sorumluluğu onun omuzlarındaydı ve ben genelde buna saygı duyardım fakat acil bir durum söz konusuydu ve ben onu çağırmak mecburiyetindeydim.

Piramide bakan pencereye sırtımı döndüğümde kızıl kahve dumanların arasında belirdi Anubis. Elinde asası vardı ve yüzünü bana göstermekten kaçınıyordu. Çakal maskesi suratındayken, dimdik bakışları benim üzerimdeydi. İfadesizdi. Ne zaman bu maskeyi taksa ifadesiz kalıyordu zaten. Genellikle benimle bu şekilde görüşmezdi ama anlaşılan benim tatlı çenebazım onu etkilemiş ve kendi tarafına çekmeyi başarmıştı.

"Ne istiyorsun Set?" diye sordu Anubis. Bu tavrı bana kendimi hatırlatmıştı. Kibirli ve mağrur bir duruşla herkese üstten baktığım zamanların hayaleti gibiydi onun tavrı. Beni bu denli örnek alması güzeldi ama bunu bana karşı kullanması hiç hoşuma gitmemişti.

"Maskeni çıkar Anubis. Burada bizden başka kimse yok ve seni buraya bir ruhu alman için çağırmadım."

Anubis bezgince nefes verdi. Bazen, tamam çoğu zaman, zor bir adam olabiliyordum. Bununla başa çıkmak kolay değildi ve hiçbir zaman da olmamıştı ve oğlum bunun gayet farkındaydı. Benimle baş etmek zordu ve çoğu zaman çevremdekiler bununla uğraşmazdı. Anubis de aynını yaptı ve tek bir itiraz cümlesi dahi sarf etmeden maskesini çıkardı. Kızıl kahve dumanların arasında dağıldı maskesi ve gerçek yüzü ortaya çıktı. Esmer teni, siyah gözleri, keskin yüz hatları ve yüzünün sol tarafındaki ısırık iziyle benim tanıdığım Anubis oldu.

"Şimdi beni buraya neden çağırdığını söyleyecek misin?" diye sordu. Sıkılmış, bezmiş bir hali vardı. Bir an önce buradan gitmek istediği çok belliydi.

"Bana en başta yaptığın teklifi hatırlıyor musun?" diye sorduğumda kaşları çatıldı. Neden bahsettiğimi anlamıştı. Öyle ki, "Pişman mı oldun?" diye sormakta gecikmedi.

"Evet." dedim bir an bile tereddüt etmeden. "Pişman oldum ve şimdi onu geri istiyorum."

İçimde kopan fırtınaların aksine sakinliğimi korumam gerekiyordu. Benim kötü bir şöhretim vardı ve ben bunu bozamazdım çünkü bu şöhret bana güç getirdiği gibi düşmanlar da kazandırmıştı. İçlerinden birinin zaafımı öğrenmesine izin veremezdim, bu yüzden kendi oğluma karşı bile bir duvar kadar sağlam durmalıydım. O duvarın bir çift kahverengi gözle yerle yeksan olabileceğini kimse bilmemeliydi.

Anubis alaycı bir gülüş oturttu yüzüne. Gözlerine ulaşamayan gülümsemesi kaşlarımın çatılmasına yetti.

"Bunun için biraz geç kaldın." dedi ama bu benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu.

"Henüz yedi gün dolmadı ve bedeni hala çürümedi Anubis. Geri dönmesi için hala bir şansı var. Onu getir ve ordumu al."

Duat ölülerin diyarıydı. Yedi günlük bir yolculuk yapılması ve bu yolculukta tam olarak yedi kapıdan geçilmesi gerekiyordu. Yedinci kapı Hakikat Dağı'nın zirvesindeydi ve terazi de oradaydı. Bugün ikinci gündü ve Hüma'nın oraya varması için hala beş günü vardı.

Anubis birkaç adım attı bana doğru. Asasının ucu kızıl taşa çarparak ses çıkardı. Anubis bunu öfkelendiğinde yapardı.

"Geç kaldın!" dedi öfkeyle. "Sana en başta bu teklifi sunduğumda kabul etmeliydin. Eğer bu kadar kibirli ve dik kafalı olmasaydın o kız şimdi güvende olurdu."

"Ne demek istiyorsun Anubis?"

"Hüma, Araf Ormanı'nda." dediğinde boğazım düğümlenmişti. Dilime kadar gelen laflar birer birer oraya sıralanmış ama hiçbiri içinde bulunduğum bu duruma tercüman olmamıştı. Tek kelime edememiş, yıllar sonra varlığını hissettiğim kalbim durma noktasına gelmişti. Ben ne yapmıştım böyle?

Ellerimi hırsla saçlarımdan geçirdim. Öfkeyle ve pişmanlıkla asıldım onları. Yeniden Anubis'e döndüğümde, "Onu geri getir Anubis." dedim. "Gerekirse o ormana gir ama onu geri getir."

"Olmaz." dedi. Cevabı netti ve ben bunun sebebini çok iyi biliyordum. Hathor'un yaşadıkları onu korkutuyordu ve ormana girerse iblisleri peşine takması oldukça muhtemeldi. Ölülere verdiği değer öyle fazlaydı ki onları tehlikeye atacak en ufak bir hareketten bile kaçınırdı. Ormana girmesi demek, iblisleri peşine takması demekti ve Anubis bunu asla yapmazdı.

Kesik nefeslerim odayı doldururken, "Git!" dedim. Kanım kaynıyor ve ben öfkeme hakim olamıyordum. İhanete uğradığımda bile zarar vermekten kaçındığım bu adama şimdi zarar veremezdim ama öfkem kontrol edemeyeceğim kadar fazlaydı ve bunun sebebi hüküm süren tek duygunun öfke olmamasıydı. Hüznüm ve pişmanlığım ona yarenlik ediyordu ve öfkem artık yenilmezdi.

Çöl kumları sert rüzgarlarla savrulmaya, büyük öbekler halinde oradan oraya uçuşmaya başladılar. Bir kum fırtınası başlıyordu ve bu, bu zamana kadar çıkan fırtınaların en güçlüsü olacaktı çünkü ben hayatım boyunca hiç bu kadar güçlü bir duygu yoğunluğu yaşamamıştım. Çünkü, şu an fark ediyordum ki, ben daha önce hiç bu kadar umutsuzca aşık olmamıştım ve ben binlerce yıllık hayatımda hiç böylesi bir kaybetme korkusu yaşamamıştım.

Anubis gitti ve çöl, kum fırtınasının esareti altına girdi. Öfkem büyüdü, pişmanlık öfkemin dizginlerini kavradı. Umutsuzluk bütün hücrelerime yayıldı ve zihnim kaybetme korkusunu en derinlerde hissetti. Tüm bu duygu karmaşasıyla haykırdım. Amaçsız bir haykırıştı bu ama gücümün zirve noktasıydı. Tanrısal formuma büründüm ve kendi emrimle inşaa edilen piramide gitmek üzere pencereden atladım. Piramidin taşlarını ellerimle söktüm. Yumruklarımla kırdım o taşları. Piramit bir harabeye dönünceye kadar durmadım. Bütün hıncımı ondan çıkardım. En nihayetinde her şey bittiğinde ve piramitten geriye yalnızca kırık taşlar kaldığında öylece yere çöktüm. İşte bu gerçek bir pes edişti çünkü bu kez elimden gelen hiçbir şey yoktu.

*

Kum fırtınası dindiğinde mavi gökyüzü açıldı. Öfkem biraz olsun dinmişti ama içimde koca bir kor vardı. Alev almıyordu ama bulunduğu yeri yine de yakıyordu.

Canımı acıtmak için bu kadarı yeterli miydi? Yalnızca kaybetmem ve dahasını da yitireceğimi bilmem mi gerekiyordu? Ne olacaktı şimdi? O ormandan sağ çıkabilecek miydi? Peki döndüğünde ne halde olacaktı? Eski neşesine, anlamsız konuşmalarına ve bana kafa tutmasına... Tüm bunlara yeniden şahit olabilecek miydim?

Güneşin parlak ışığı gözüme çarptı. Masmavi gökyüzünde tek bir bulut dahi yoktu ve güneş tüm ihtişamıyla parlıyordu.

Ra?

Bana yardım eder miydi?

Ben çok şey yapmıştım. Çoğu kötüydü ama her zaman kötü değildim. Vaktinde Ra'ya bile yardım etmiştim Apep konusunda. Şimdi bana borcunu ödemeliydi. En azından ben böyle düşünüyordum.

Tanrısal formumdan çıkalı birkaç saat oluyordu. Piramit yıkıldığında ve ben harabelerin içinde öylece oturduğumda kimse yanıma gelmeye cesaret edemedi. Uzaktan beni izleyen onlarca göz karşısında bu kadar sefil bir halde olmak berbattı ama ben bunu bile önemseyecek ruh halinde değildim. Tükenmiştim. Ben, çöl tanrısı, öylece yerde oturuyor ve kendi emrimle inşaa edilen piramidin harabelerine hüzünle bakıyordum. Buna bir son vermem, gerekirse Apep'i öldürüp Ra ile bir anlaşma yapmam gerekiyordu. Evet, bunu yapmalıydım ve bu uğurda feda edebileceğim her şeyden vazgeçmeliydim.

Yerden kalktım.

"Set." diyerek çekingence yanıma gelen Astarte'yi umursamadım. Yeniden tanrısal formuma büründüm ve kimseye göz ucuyla dahi bakmadan havaya sıçradım. Ani ve güçlü hareketim sayesinde hızla yerden yükseldim. Rüzgar bedenime karşı direnç uyguladı ve yer çekimi beni zeminde tutmak için çabaladı ama ikisi de bana karşı hiçbir işe yaramazdı. Bir tanrının gücü doğanın bile üzerinde olabilirdi çünkü o doğaya hükmeden yine tanrılardı.

Ra'nın gökyüzündeki tapınağı görüş açıma girdiğinde daha da hızlandım. Benim kanatlarım yoktu, bu yüzden diğerleri gibi uçamazdım ama güçlüydüm. Tek bir sıçrayışla yer küreyi saran atmosferi aşıp, Ra'nın meskeni olan ve Heliopolis'in de bir parçası olan bu tapınağa gelebilirdim.

Tapınak bir gemiyi andırıyordu. Güvertesi camsı bir cisimdendi ve gökkuşağının renklerini taşıyordu. Renkler birbirine girmiş, gemiye bağlı olan güneşin ışığında parlıyordu. Yıldızlar, uzakta olsalar da oradaydılar ve her bir yıldız kendisini taşıyan bir geminin çapasıydı. Ra gibi onlarca tanrı vardı ve elbette insanlar gibi onlarca ırk. Nitekim burası insanlar tarafından görülemezdi. Bir zamanlar varlığından emin oldukları şeyi unutmuşlardı insanlar ve bizler farklı bir boyutta, onlar için var olmaya devam etmiştik. Ra gibi tanrılar yıldızlarına yön vermişti. Bu muazzamdı. İnsanlarsa bundan bir haber olarak varlıklarını sürdürüyorlardı.

Geminin güvertesine indim. Ayaklarım oraya değdiği anda sarsıldı gemi. Benim gücümdü bu. Var olan en güçlü tanrı Ra'ydı ama ben de en güçlü orduya sahiptim. En azından onu benden aldıkları ana kadar öyleydim. Bu yüzden benim ordumu yenememişler ve üzerime Hathor'u salmışlardı. Şimdiyse dünyadaki en güçlü ordudan kendi isteğimle vazgeçiyordum.

"Ne zaman geleceğini merak ediyordum." dedi Ra. Altın kılıcını bileyliyordu. Kılıcın kabzasında elmaslar ve opal taşları vardı. Benim rengim nasıl kızılsa ve taşım yakutsa, Ra'nın rengi sarıydı ve taşı da opaldi. Nitekim Ra elmasın cazibesine de bir o kadar karşı koyamazdı. Bundan dolayı kılıcını süsleyen bir diğer taş elmastı.

"Geleceğimi tahmin ettiğine göre neden geldiğimi de biliyorsun." dedim. Bu bir soru değildi. Ra da bunu biliyordu zaten.

Başını kılıcından kaldırıp bana baktı. Onu son gördüğüm zamankiyle aynı görünüyordu. Yüzüne tek bir kırışıklık dahi eklenmemişti. Zaten Ra bu şekilde görünmeyi kendisi seçmişti ve isteseydi genç bir adam olabilirdi ama istemiyordu. Belki de Hathor tarafından bu yüzden terk edilmiş ve dış görünüşe oldukça önem veren aşk tanrıçası ondan saklanmak için bir aslan kılığında bu yüzden dolaşmıştı dünyada.*

"Evet, biliyorum." dedi Ra. Kılıcını bileylemeye ara verip onu yere dayadı. Kılıcın sivri ucu geminin güvertesine sürttüğünde iç gıcıklayan bir ses çıkardı. Bunu kesinlikle bilerek yapmıştı.

"Bana yardım edecek misin?" diye sordum. Bunun o kadar kolay olmayacağını biliyordum, yine de şansımı denemek istemiştim. Nitekim Ra ayağa kalkıp kılıcına yaslanarak bana doğru geldiğinde bundan kesinlikle emin olmuştum. Kılını bile kıpırdatmayacaktı.

"Bunun ne olduğunu biliyor musun?" derken boynunda duran küçük bir şişeyi işaret etti. İçinde gümüş renkli, sıvı gibi ama tam olarak sıvı olmayan garip bir madde vardı.

"Bunun konumuzla ne ilgisi var?"

Ra güldü. Gözlerindeki kırışıklıklar bu vesileyle daha da belirginleşti. "Bu bir ruhun özüdür Set." dedi. "Ruh bu özden yaratılır ve bir bedene sahip oluncaya kadar bu şekilde dolaşır evrende."

"Hala bunun konumuzla olan ilgisini anlayabilmiş değilim Ra."

Eliyle uzaklardaki yıldızları gösterdi. "Orada başka yaşamlar var. Ruhun özü sadece insan bedeninde var olmak zorunda değildir Set. Bu başka bir ırk da olabilir, yalnızca maddesel bir form olsun yeter. Beden öldüğünde ve ruh kaldığında, bu kez öz olarak dolaşmaz. Gerçek bir ruh olur ve bazen bir hayalete dönüşüp insanlara musallat olur."

"Ra." diyerek sözünü kestim. "Buraya ruhları dinlemeye gelmedim. Senden Hüma'yı geri getirmeni istemeye geldim."

İsteğim açık ve netti ve Ra sözlerimi duymuştu ama zamanımın ne kadar kısıtlı olduğunu bilmesine rağmen, "Sözümü bitirmemi bekle." diye azarladı beni. Anlamıştım ki kolay kolay susmayacaktı. Bu yüzden ben sessizliğe büründüm ve bu ruh muhabbetinin bir an önce bitmesini umut ettim.

"Her bir ruh varlığının amacını taşır. Bazılarının amacı diğerlerinden daha kutsaldır ama diğerleri de boş yere gelmez dünyaya. Daha kutsal bir amaca hizmet edenlere yoldaşlık eder onlar. Bu öz ise henüz amacına ulaşamadı." derken yeniden kolyesini gösterdi. "Onun amacı sendin çocuğum."

"Ne?" diye sordum. "Bu ne demek oluyor böyle Ra? Ben zaten mahzenden çıktım."

Kafam karışmıştı. Eğer beni çıkartması gereken kişi bu ruhsa, Hüma bu işin neresindeydi?

"Doğru duydun. Mahzenden çıkmanı sağlayacak olan ruh buydu ama o insan bunu bozdu. Bir şekilde mahzene girdi ve bu imkansızdı. O kızda ne var bilmiyorum, kimse bilmiyor ama sen yanlış ruhu kurban ettin Set. Senin asıl kurbanın, ordunu yaşatması gereken asıl kişi bu ruhun sahibiydi."

"Hayır." dedim. "Bu olamaz."

"Oldu ve sen bunun farkına varamadın."

Kalbim bir kez daha durma noktasına geldi. Aldığım nefesler, ölümsüzlüğümün hiçbir önemi yokmuş gibi, bana yetmiyordu. Boğulacak gibi hissediyordum kendimi. Ben bu olaylarla hiçbir alakası olmayan birini öldürmüştüm. Sevdiğim kadını bir hiç uğruna öldürmüştüm ve bunun hiçbir anlamı yoktu. Artık hissettiğim şey pişmanlık bile değildi. Ben öfkeliydim, kendime öyle çok öfkeliydim ki ellerim çoktan boğazıma yapışmış, kendimi boğmaya hazırlanır olmuştum. Bu kadarı çok fazlaydı.

"Beni mahzene geri koy." dedim çaresiz bir yakarışla. "Beni öldür, yeter ki onu yaşat." Bu söylediğime kendim bile inanamıyordum. Oysa oradan çıkmak ve hak ettiğimi düşündüğüm o tahtı geri almak en büyük arzumdu. Şimdiyse buna sırt dönüyor, vazgeçiyordum.

"Olmaz." dedi Ra. Apep'in uzaktan gelen çığlığı kulaklarıma ulaştığında, Ra onunla savaşmak üzere hazırlandı fakat ben bugün ikinci kez kendimi kaybettim. Ra'nın kılıcını elinden kapıp canavara koştum.

"Onunla savaşmak sana iyi gelecekse devam et." demişti arkamdan ama buna bile cevap veremedim. Kendime olan öfkem ve düşmanlığımla saldırdım canavara. İlk kez masum bir can almamıştım ama ilk kez sevdiğim bir masuma kıymıştım. Ben gerçekten de bir şeytandım. İnsanlar bana böyle söylemekte haksız değildi ve şimdi bunu ben de kabullenmiştim.

Apep'e savurduğum her bir kılıç darbesiyle canavar acıyla haykırdı. Bana karşı koymaya çalıştı, beni tanıyordu. Onunla ilk karşı karşıya geldiğimizde beni gerçekten zorlamıştı ama bu kez savaş arzusuyla değil, duygularının hükmüyle hareket eden bir Set vardı karşısında ve bu önüne geçilmez bir fırtına gibiydi. Her yeri yakıp yıkan ve geride yalnızca harabeler bırakan o fırtınaydım ben ve öfkem bu kez başkalarına değildi, bizzat kendimeydi.

Kılıcı dik bir şekilde Apep'in kuyruğuna sapladım. Canavar acı bir çığlık atarak dünyadan uzaklaştı ve kılıcın gövdesinde açtığı koca yarıktan yeşil renkli kan boşaldı. Ra'nın gemisinin yüzdüğü yaradılış suyuna karışan yeşil kan, Heliopolis'in merkezine akan ve bölgeyi baştan başa dolaşan nehrin suyuna karıştı. Apep gitti ve geriye omuzları çökmüş, aşkını öldürmüş acımasız ama bir o kadar da acınası bir tanrı bıraktı.

Yeniden güverteye döndüğümde artık dizlerimin üzerindeydim. Üzerimdeki giysiler yeşil renkli kana bulanmıştı ve aynı kanla yıkanan kılıç öylece yanımda duruyordu.

Ra elini omzuma koydu. Ona bakmadım, doğruca karşıya baktım. Siyah sonsuzlukta birer noktadan ibaret olan binlerce yıldıza... Sonra Ra beni umutlandıracak ve tüm bu bitik duygulardan kurtaracak olan o şeyi söyledi ve ben her şeyi yapmaya hazır bir tanrı olarak ona döndüm.

"Onu geri getirmenin bir yolu var."

***

Ay noluyo noluyo? Sjsjsjsj.

Bölüm nasıldı?

Set'in çıldırdığı anlar? 😉

Set ve Apep savaşı? Sizce bunun ilerisi gelir mi?

Ra ile olan konuşması konusunda ne düşünüyorsunuz peki?

Ra'nın bulduğu çözüm ne sizce?

Hüma geri gelebilecek mi?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek isterdiniz? 👇

Set 👉

Hüma 👉

Anubis 👉

Ra 👉

Anat 👉

Astarte 👉

Apep 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

* HATHOR: Edfu'da Horus'un eşi olarak bilinir. Teb'de ölüm tanrıçasıdır (Batının Hanımı) ama genel olarak aşk, neşe, dans ve alkol tanrıçası olarak kabul edilir.

Hathor, eşi Ra'ya kızıp Mısır'ı terk eder. Ra hemen Onu özlediğini anlar ama Hathor dişi bir aslana dönüşmüştür ve kendisine yaklaşan her insan ve tanrıyı yok eder. Bu Hathor-Sekhmet tanrıçalarının da özelliğini belirler. Daha sonrasında Thoth, Hathor'a bir şişe iksir hazırlar ve sonra tekrar Hathor'a dönüşür.

Hathor çok eşli bir kadındı kısaca.

Loading...
0%