Yeni Üyelik
48.
Bölüm

17. Bölüm - Çocuk

@aysenurtekkanat

Ondan nefret ediyordum. Şu an yürüdüğüm bu grimsi toprağa basmamın ve ölü ağaçlara korku dolu gözlerle bakmamın tek sebebi o adamdı ve ben ondan nefret ediyordum.

Sessizdi her yer. Araf Ormanı'nın her yeri ölüydü. Aslında bu dünyadaki her şey ölüydü ve esen rüzgarlar haricinde ses çıkartan çok bir şey yoktu. Ruhlar çok uzakta kalmıştı ve ormanın içinde rüzgar oldukça az esiyordu. Bu benim açımdan iyiydi, bedenime çarpmayan rüzgar canımı yakamazdı ama sessizliğin ürkütücülüğü de yadsınamaz bir gerçekti.

Ensemden kuyruk sokumuma doğru bir ürperti geçti. Titredim. Korku dolu gözlerle etrafıma bakındım. Tek görebildiğim şey gri toprak ve olabildiğine ormandı. Ölü ağaçlarda tek bir yaprak bile yoktu. Dalları, kırık kemikler gibi eğilip bükülmüş, garip açılarla uzamıştı. Bazı dallar yürüdüğüm patikaya kadar sarkıyordu. Tuhaf gölgeler ne zaman tenime ulaşsa irkiliyor ve geriye kaçma ihtiyacı hissediyordum. Hayatımda ilk kez gölgelerden korkmuyordum. Öte yandan nehrin sesi uzaktan geliyordu ve ben hem oradan uzak durmaya çalışıyor hem de yanıp sönen ışığı kaybetmemek için gözümü dağdan ayırmıyordum.

Ne kadar süre yürümüştüm? Bu ormana girdiğinden beri ne kadar zaman geçmişti? Gün mü yoksa henüz saat bile değil mi?

Hafifçe esen rüzgar dalları kıpraştırdı. Birbirine çarpan kuru dallardan birkaçı kırılıp zemine düştü. İrkildim ve bir adım geriye atmaktan alamadım kendimi. Normalde böyle anlarda konuşmadan duramazdım ama neyle karşılaşacağımı bilmiyordum ve Anubis'in söz ettiği o iblislerden birisinin karşıma çıkma ihtimalini göze alamıyordum. Bu yüzden susuyor, hiç kimsenin dikkatini çekmeden bu ormandan çıkmayı temenni ediyordum.

İçimde büyük bir huzursuzluk vardı. Görünmez bir el ayak bileğime yapışmış gibi uyumuştu ayağım ve attığım her adımda sızlıyordu. Henüz hissizlik yoktu ama ben kısa süre sonra yeniden o geçici felce maruz kalacağımı biliyordum. En son tenime baktığımda durum içler acısıydı. Damarlarımın yeşili iyice belirginleşmiş ve derim, su toplamış gibi kabarmıştı. Bacaklarım felaket durumdaydı, kollarımsa kısa sürede aynı kaderi paylaşacak gibi duruyordu.

Duyduğum sesle yerimde sıçradım.

Tıpır tıpır tıpır tıpır...

Sonra ses kesildi ve ben etrafıma ne kadar bakarsam bakayım bunun kaynağını bulamadım. İçimdeki o kötü his kendini daha da belli ederken, bir ağaçtan kırdığım dala iyice yaslandım. Bir süredir onu bir baston gibi kullanıyordum. Hem dengemi sağlamamı kolaylaştırıyordu, çünkü yol bazen epey engebeli bir hale geliyordu, hem de kendimi daha güvende hissediyordum. Tamam, sağ elimde koca bir kılıç vardı ama psikolojik olarak bir sopa bana güven duygusu sağlıyordu. Belki bunun sebebi en ufak bir seste veya korku anında en yakınımızdaki oklavaya sarılmamızdan kaynaklanıyordu. Filmlerde bile beyzbol sopası alıp hırsızın karşısına dikilmiyor muydu oyuncular? Aynısı şu an benim için de geçerliydi. Tek fark benim karşıma bir hırsızın çıkmayacağıydı. Cehenneme bile kabul edilemeyecek kadar kötü olan iblislerle baş etmek durumunda kalabilirdim ve bunu kesinlikle istemiyordum.

Daha hızlı ve nispeten tetikte adımlarla ilerledim yolda. Işık bir kez daha yanıp söndü, adeta göz kırpıyor, davetkar bakışlar atıyordu. Gerçi şu durumda tam da öyle olduğu söylenebilirdi, neticede oraya varamazsam yok olacaktım ve ben bunu kesinlikle istemiyordum. Bu yüzden bu tehlikeli yola girmiş ve bu yolculuğu bizzat kendim seçmiştim.

"Eğer karşıma çıkarsan suratının ortasına bir yumruk geçireceğim tanrı bozuntusu." diye söylendim sinirle. Tam o sırada yeniden o sesi duydum.

Tıpır tıpır tıpır tıpır...

Korkuyla etrafıma bakarken kılıcı yere atmış ve sopayı iki elimle kavramıştım. Şu an oldukça yanlış bir silah seçmiştim ama bunu kavrayabilecek ruh halinde değildim.

Korkuyordum. O kadar çok korkuyordum ki şuracığa oturup annemin beni bulmasını beklemek geliyordu içimden.

Ben çocukken biraz korkaktım. Geceleri karanlıktan korkar ve tuvalete bile gidemezdim. Böyle durumlarda kullanmak için bir gece lambası almıştı annem bana. Onun ışığında kalkıp odanın ışığını açar ve sonra da evin bütün ışıklarını açıp öyle giderdim gideceğim yere. Bu artık bir rutin halini aldığından annem ve babam alışmıştı.

Bir gece yine yatağımdan kalktım. Bu kez susamıştım ve mutfağa gitmem gerekiyordu. Gece lambası, prizin tam yanında takılıydı. Oraya gitmek için yalnızca iki adım atmam gerekiyordu ama kaderin cilcesi bu ya, daha bir adım atmışken bozuluverdi gece lambası. Oda bir anda karanlığa gömüldüğünde olduğum yere çöküverdim. Ne yatağıma geri dönmek ne de diğer adımı atıp ışığı açmak için cesaretim vardı. Yalnızca oraya oturdum ve dizlerimi kendime çekip onlara sımsıkı sarıldım.

Annem o gece hiç kalkmadığımı fark etmiş. Normalde defalarca kez uyanan bir çocuğun hiç uyanmaması dikkatini çekmiş ve beni kontrol etmeye gelmek istemiş.

Üzerime hep çok titrediler. Hem prematüre doğmam hem de doğum sırasında çıkan sorun yüzünden bir korku vardı içlerinde. Beni özgür bir birey olarak yetiştirmiş olsalarda aslında el altından hep korumuşlardı. O kaybetme korkusunu bir türlü atamadılar içlerinden.

O gece annem beni kontrol etmek için odama girdiğinde ve ışığı açtığında, beni yerde oturmuş ağlarken bulmuştu. İşte şimdi yapmak istediğim şey de buydu çünkü ben hala o küçük çocuktum. O geceki gibi yalnızdım ve o geceki gibi karanlıktaydım. Korkuyordum. Tek istediğim annemin beni bulması ve o zaman olduğu gibi sımsıkı sarılıp geçeceğini söylemesiydi.

Aynı sesi yeniden duydum. Adım sesleri gibiydi ve oldukça yakından geliyordu. Elimdeki sopayı bırakıp bu kez kılıca davrandım. Evet, sonunda doğru silahı bulmuştum ve ağaçların arasında bir hareketlenme fark etmiştim.

"Kim var orada?" diye sormaktan alamadım kendimi. Araf Ormanın'da, iblislerim yuvasında ne de güzel bir soruydu bu böyle(!) Gerçekten kafayı yemiş olmalıydım.

Ağaçların arasından başını öne eğmiş küçük bir çocuk çıktı. Kıyafetleri yırtıktı ve üzerinde çamur lekeleri vardı. Buraya ilk geldiğimde konuştuğum ve ona cenneti anlattığım çocuktu bu. Onun burada ne işi vardı?

"Ben, seni takip ettim." dedi bir ayağını mahçupça yere sürterken. Elleri arkasında duruyordu ve bakışları fazlasıyla mahzundu.

"Bu çok tehlikeli." derken kılıcı indirdim. Onun o boncuk boncuk bakan gözleri karşısında ne yapacağımı bilememiştim.

Bu çocuk nasıl oldu da buraya geldi ve ben bunca zaman bunu nasıl fark etmedim?

"Ben... Özür dilerim." diye mırıldandı çocuk. "Doğru yol bu sandım."

Bir elimin tersiyle alnımı sildim. Burası sıcak değildi, soğuktu, yine de korku insana soğuk terler döktürebiliyordu. Tam da o anı yaşıyordum şimdi.

"Geri dönmelisin. Eminim Anubis seni bulur ve dağa götürür." dedim. Aslında bundan çok da emin değildim. Neticede geri dönüş yolu da epey sıkıntılıydı. Ama eğer onu yanıma alırsam da sağ kalıp kalmayacağımızın bir garantisi yoktu. Bu oldukça zor ve iki ucu boklu değnek denilecek bir karardı.

"Bana kızar."

"Sana ben de kızdım!" diye çıkmıştım. "Nasıl bu şekilde tehlikeye atabiliyorsun hayatını?"

"Sen neden buradasın o zaman?" diye sordu benim çıkışıma karşılık. Ona kızmam hoşuna gitmemişti.

"Bu uzun bir hikaye ufaklık. Geri dön ve Anubis'i bul, böylesi daha iyi." diyerek arkamı döndüm ve yolda yürümeye devam ettim ama arkamdan gelen ayak seslerini net bir şekilde duyuyordum.

"Seninle gelsem olmaz mı? Hem, bir yol arkadaşın olur." diye öneride bulundu çocuk.

"Ya sabır!" dedim. Başımı karanlık gökyüzüne çevirmiştim. Bir elimde kılıç, diğerindeyse sopa vardı. Neyseki sopayı yerden almayı akıl edebilmiştim.

Arkamı dönüp çocuğa baktım. Anında durdu ve kocaman açtığı gözleriyle bana baktı. Aramızda oldukça az bir mesafe vardı.

"Geri dön çocuk! Seninle uğraşamam çünkü kendim bile buradan çıkıp çıkamayacağımı bilmiyorum. Bir de senin için endişelenemem."

Omuz silkti. "Ben kendi başımın çaresine bakarım ki."

"Sen neye bulaştığının gerçekten farkında değilsin."

Çocuk dik dik baktı bana. Bakışları öfkeli değildi ama başka bir duygu da yoktu. Sanki bütün duyguları çekilmiş gibiydi. Bu garipti.

"Sana yardım edeyim, kılıcını taşımamı ister misin?" derken kılıca doğru atıldı. Elime değen eli geriye doğru sıçramama ve korkuyla ona bakmama sebep oldu. Çocuk sıcaktı ve bu Duat'ta imkansızdı. Ölüler sıcak olmazdı.

"Sen nesin?" diye sorarken sopayı yere attım ve kılıcı ona doğru kaldırdım. Ellerim titriyordu ama kılıcın kabzasını sımsıkı kavramıştım.

Çocuk ise yeniden o masum yüzünü gösteriyordu bana. Elleri arkasındaydı yine.

"Ben bir çocuğum." dedi kısık sesle. Gözlerindeki o duygusuzluk içimi titretmişti. Garip bir ürperti dolaştı yine ensemden belime doğru.

"Biz seninle ne hakkında konuştuk?" diye sordum biraz tereddütle.

Bu çocuğu tanımıyordum ama onunla, henüz yola çıkmadan önce konuşmuştuk. Ona nerede olduğumuzu ve nereye gideceğimizi anlatmıştım ve onun içini rahatlatmıştım. Bunu çok net hatırlıyordum. Gördüğüm binlerce ruh arasından hikayesi en çok içime dokunan bu çocuğunkiydi.

"Hayattan." dedi çocuk kelimeyi uzatarak. Omuz silkti bir kez daha ama sanki omzu çıkmış gibi bir hareketti bu. Ve verdiği cevap tam manasıyla yanlış sayılmazdı, neticede onun hayatından söz etmiştik ve o bana hikayesini anlatmıştı.

"Hayat nasıldı?" diye sordum biraz tereddütle. Bu çocuk kötü bir yaşam sürmüştü. İnsanlar tarafından hor görülmüş, aşağılanmış ve yok sayılmıştı. Sonra da bir köşeye atılmıştı ölmesi için.

Çocuk bir süre düşündü ve sonra, "Güzeldi." diye cavapladı beni. "Keşke geri dönebilsem."

Hayır, bu çocuk o çocuk değildi. Bu kadar cesur, bu kadar kendinden emin ve hayatı özleyecek birisi değildi o. Bu çocuk yalancıydı ve muhtemelen Anubis'in söz ettiği gibi beni kandırmaya çalışıyordu.

Hiç düşünmedim. Tereddüt dahi etmeden kılıcın sivri ucunu sapladım karnına. Acı ve çığlık olarak adlandırılamayacak bir haykırış kopardı. Hani filmlerdeki canavarlar yaralandığında nasıl bağırırdı, aynen öyleydi sesi. Tiz ve oldukça kulak tırmalayıcıydı. Sonra yüzü değişti ve bedeni genişleyip uzadı. Simsiyah bir derisi ve kapkara gözleri vardı. Gözlerinin akı yoktu ama göz çukurları yerli yerindeydi. Kılıca bulaşan kan siyahtı ve bir çamuru andırıyordu. İblisin kolları inceydi. Kemiğe yapışan deri gibi uzun ve oldukça ince bir bedeni vardı. Bir iskeleti andırıyordu.

"Sen!" diye haykırdı. Az önceki nahif ses gitmiş, yerine oldukça tiz ve tarazlı bir ses gelmişti. Yüksekti ve kulak tırmalıyordu. Pençeyi andıran elini bana doğru attığında ondan kaçmadım ve kılıcı biraz daha sapladım. Karşılığında onun pençeleri etimi kesti ve kan akmayan damarlarımı kopardı. Kolumda kocaman bir yarık vardı.

Kılıcı çıkardım karnından ve bu kez göğsüne sapladım. Hiç beklemediği anda yaptığım ilk hamlem onu epey zayıflatmıştı. Attığı tiz çığlık bütün ormandan duyulmuştu, bundan emindim ve birazdan burası iblis dolacaktı. Bu yüzden hızlı olmalıydım. Bu canavarı öldürüp bir an önce buradan gitmeliydim.

Kılıcı çıkardım yeniden ve bir balta tutar gibi tuttum onu. İblisin kafası hafif sağa yatmıştı ve kemikli, ince boynu açıktaydı. Pençeyi andıran ellerini bana doğru savurmaya çalışıyor ama bunu başaramıyordu çünkü acı çekiyordu. Bir iblis bile olsa daha fazla acı çekmesini istemedim ve kılıcı tek hamlede boğazına geçirdim.

İblisin çığlıkları kesildi ve orman yeniden sessizliğe gömüldü. Kafası bir top gibi ileri doğru yuvarlandı, bir ağacın köküne çarpıp durdu. Yalnızca göz çukurlarına sahip olan suratı bana dönüktü ve sanki suçlar gibi bakıyordu. Kanı, gri toprağı siyaha buluyordu.

Kusmamak için zor tuttum kendimi. Yere attığım sopayı kavrayıp koşar adım uzaklaştım oradan. Ormanda yankılanan çığlıklar artık bir oyunun başladığına işaretti. Ormanda bir ruh vardı ve iblisler onun peşindeydi. Ben bir avdım ve onlar ise avcıydı. Bu durumda teraziye ulaşmak daha zor olacaktı. Ve ben koşarak o bölgeden uzaklaşırken anlamıştım ki bu daha başlangıçtı. Anubis haklıydı, bu ormanda hiçbir şeye güvenemezdin ve hareket eden hiç kimseye inanamazdın. Bu yüzden bana öldürmekten çekinmememi söylemişti ve ben ilk kez birisini öldürmüştüm. Bunun ağırlığı omzularıma bir kaya gibi çöktü. Kendimi berbat hissediyordum.

"Ben yapmasaydım o yapacaktı." diye avutmaya çalıştım kendimi ama bu, suçluluk duygusunu alıp götürmedi. Ve o an aklıma bambaşka bir soru düştü. Acaba Set de, beni öldürdüğü için böyle mi hissediyordu?

***

Selam! Nabersiniz?

Hüma'nın Araf Ormanı'nda neler yaptığını gördük. Ne düşünüyorsunuz?

İblislerin nasıl yalanlar söylediğine bizzat şahit olduk, siz olsanız kanar mıydınız?

Peki kızımızın bir iblis öldürmesi?

Hüma av oldu. Sizce iblislerden kurtulabilir mi?

Sonraki bölümde neler olacak?

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%