Yeni Üyelik
49.
Bölüm

18. Bölüm - Tanrılar Meclisi

@aysenurtekkanat

Yazar Anlatımı...

Heliopolis, Araf Ormanı'na giren ruhun haberiyle çalkalanıyordu. Geriye kalan tanrılar bu konuda büyük bir fikir ayrılığı içerisindeydi. Kimi birilerinin gidip onu oradan çıkarması gerektiğini savunurken, diğerleri kendi tercihi olduğunu söyleyip kenara çekilmeyi seçiyordu. Bu durum Heliopolis vatandaşlarının hemen hemen hepsinde geçerliydi fakat asıl kıyamet Tanrılar Meclisi'nde kopuyordu.

"Buna nasıl izin verebildin?!" diye soran aşk tanrıçası tahtından hışımla kalkmıştı. O, Set'i ordusundan vazgeçmeye ikna etmişti ve Anubis, kızın öylece ormana girmesine müsaade etmişti. Aşk tanrıçası çıldırmış durumdaydı ve tam yanında oturan kocası neden bu kadar büyük bir tepki verdiğine anlam veremiyordu. Eskiden ruhlara rehberlik etmiş ve o ormanda kötü anılar yaşamış olabilirdi ama o çok zaman önceydi. Üstelik iblislerden de kurtulmuştu. Şimdi neden bu denli büyük bir tepki veriyordu?

"Ona ne yapıp yapamayacağını söyleyemezsin Hathor!" dedi öfkeyle Nephytys. Oğluna hesap sorulması onu kesinlikle memnun etmemişti. Sarı saçları öfkesiyle diken diken olmuş, kusursuz bukleleri bir kirpinin dikenlerini andırır olmuştu. Ölüm ve yok oluş tanrıçası normalde sevimli ve sevecen sayılabilirdi fakat öfkelendiğinde karşısında kimse durmak istemezdi. İşte o öfke anlarından biri de bu andı.

"Ne yapacağını söylemiyorum Nephthys. Yalnızca yaptığı şeyin nelere sebebiyet vereceğini anlatmaya çalışıyorum."

Hathor da en az Nephthys kadar öfkeliydi. Gözleri sarının en parlak tonuna bürünmüş ve büyüsü usulca uzuvlarına yayılmıştı. Bu görüntü hem çok etkileyici hem de bir o kadar korkutucuydu.

"Senin Duat'ta bir yetkin yok Hathor!" diye gürledi Nephthys. Olay artık kızın ormana girmesinden çıkmış, bir galibiyet mücadelesine dönüşmüştü. "Oraya girmen bile yasak senin!"

Nephthys'in son sözleri alay içeriyordu ve aşk tanrıçası bu alayı kesinlikle kabul edemezdi. Pek çok tanrı gibi o da kibirliydi ve şahsına gelmiş bir laf onu çileden çıkartırdı.

"En azından ben oraya gittim ve faydalı işler yaptım. Sen ne yaptın? Kızıl sarayda, kocanın dizinin dibinde oturmayı seçtin ölüm tanrıçası."

Hathor'un iğneleme içeren sözleri Nephthys'i iyiden iyiye çıldırtmıştı. Bu yüzden yeniden ağzını açtığında söylediği sözler oldukça ağır ve kırıcıydı.

"Faydalı işlerden kastın kirpiklerini kırpıştırıp herkesi etkin altına almak ve bütün Mısır'ın yatağına girmek mi?"

İki tanrıça birbirine nefretle bakıyordu şimdi. Hathor, altın işlemeli pelerinini çıkarıp tahtına doğru fırlattığında, Nephthys bunun bir meydan okuma olduğunu biliyordu. Nitekim bunun farkında olan tek kişi o değildi, tüm tanrılar az sonra büyük bir kavga başlayacağını tahmin edebilirdi. Bu yüzden birinin olaya müdahale etmesi gerekiyordu.

"Kesin şu şamatayı!"

Horus'un öfke dolu kükremesi iki tanrıçayı da titretti. Gök tanrısı kolay sinirlenirdi ama genellikle öfkesine hakim olabilirdi fakat şimdi o öfke dalgalar halinde odaya yayılmıştı. Nephthys ve Hathor'un yaptığı bu şeye sidik yarışından başka bir isim uygun düşmezdi şüphesiz ve Horus, karısının bu tür bir olayın içinde olmasını hoş görecek bir adam değildi.

"Anubis!" dedi gök tanrısı, ölülerin koruyucu tanrısına bakarken. "Kız ne zaman ormana girdi?"

"Dün, akşam saatlerinde."

"Yani bir gün bile olmadı." dedi Horus, Anubis'in cevabına istinaden. Bu bir sorudan ziyade düşünceli bir halde söylenmiş bir cümleydi.

Horus düşünceliydi. Meclis toplandığından beri tek kelime etmemişti, ta ki Nephthys ve Hathor birbirine girme evresine gelene kadar. Gök tanrısının düşünceli olma sebebi hiç şüphesiz hissettiği garip kopukluktu. Her şeyin kontrolünü yitirdiğine yoruyordu bu hissi Horus. Tanrılar, bir adım atacakları zaman, meclise danışırdı fakat şu sıralar herkes kendi kafasına göre hareket ediyordu ve bu durum Horus'u korkutuyordu. Ya yüz yıllar önce olduğu gibi tanrıların yarısı Set'in tarafına geçerse, o zaman ne olacaktı? Peki ya Ra, yüz yıllar önce onu tahta layık görmemiş, Set'i onunla eş konuma getirmişti. Şimdi ikisi karşı karşıya gelirse kimin tarafını tutardı? Horus'un aklında çok soru vardı ve üstelik, her ne kadar bunu kontrolsüzlüğe yorsa da, aslında içten içe sebebin bu olmadığını bildiği garip histen bir türlü kurtulamıyordu.

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu Hathor yumuşak bir ses tonuyla. Kendi tahtına oturmaktansa, Horus'un tahtının koluna tünemeyi tercih etmişti.

Gök tanrısı iç çekti. Düşürdüğünü yeni fark ettiği omuzlarını dikleştirip Hathor'un, elbisesinden dolayı açıkta kalan bacağını okşadı. "Hiçbir şey." diye mırıldandı fakat ses tonu bile aslında ne çok şey düşündüğünü ele veriyordu.

"Kızı görme şansımız var mı?" diye sordu Maat. Bakışları doğrudan Hathor'un üzerindeydi.

Adalet tanrıçası kanadından kopardığı bir tüyü teraziye feda etmişti. O tüyü oraya taşıyan kişi Anubis'ti fakat Hathor, onu kızıl kumların içinden izlemelerinin bir yolunu bulmuştu. Bu şekilde tüy, teraziye giderken iki tanrıça yol boyu onu seyretmişti. Hathor'un bu gücünden sayılı tanrının haberi vardı ve Maat bunlardandı.

"Sanırım bu mümkün." dedi aşk tanrıçası. Kelimelerini doğru seçmek için kısa bir süre beklemişti. Kimse tarafından yanlış anlaşılmak ve az önce olduğu gibi aşağılanmak istemiyordu. Gençken yaptıklarının bedelini şimdi ödemesi hiç adil değildi.

Tanrılardan bazıları Hathor'un neden bahsettiğini anlamıştı, diğerleriyse tam olarak neler olduğunu sorguluyordu.

Hathor salonun ortasına kadar yürüdü. Pelerinini çıkardığı için sırtı çıplak kalmıştı ama bunu hiç önemsemedi. Salonun ortasında diz çöktü. Mücevherlerle süslenmiş olan kalın altın bilezikler takıyordu. Altın Hathor'un en sevdiği şeydi. O hem aşk hem de sanat ve eğlence tanrıçasıydı ve elbette ki lükse önem veriyordu. Sol elini dizlerine dayayıp sağ eliyle küçük daireler çizdi zeminin üzerinde. Dudakları dua eder gibi kıpırdıyor, tek bir kelimeyi fısıldıyordu: "Hüma!" Zeminde bulunmayan kızıl kumlar uçuşmaya başladı. Hathor'un koyu kahverengi saçlarını savuruyor, garip görüntüler gösteriyordu. En nihayetinde bir görüntüde durdu. Kumlar dönmeye devam ederken, görünen kişi karamel rengi saçları ve elinde siyah kana bulanmış bir kılıçla Hüma'dan başkası değildi.

"Ra aşkına!" diye şakıdı Hapi. Horus'un dört oğlundan biriydi. Nil taşkınlarının tanrısı olarak bilinirdi fakat aynı zamanda eğlence düşkünü ve yemek yemeyi seven garip bir tanrıydı. Bu yönünü annesi Hathor'dan aldığını söylemek mümkündü.

"O kılıçtaki..." dedi ve sustu İmset. Horus'un bir diğer oğluydu. Aslında güneyde olması gerekiyordu fakat Set ile savaş çıkması halinde buraya gelmesi uygun görülmüştü. İmset bundan hiç hoşlanmamıştı.

İmset, duygularla ilişkilendirilirdi. Mısırlılar ona iyi kalpli derlerdi. Genellikle kırık bir kalbi olduğu söylenirdi. Bundan dolayı 'kan' kelimesini ağzına bile alamamıştı.

Tanrılar aşkına! İmset bir savaşın ortasında ne yapabilirdi ki?

Güçsüz değildi fakat hissettiği o duygular onu zayıf düşürüyordu.

"Kan." diye tamamladı İmset'in sözünü Anubis. Bunu bekliyordu. Kızın içinde gerçek bir savaşçı yatıyordu ve o henüz bunun farkında olmasa da Anubis fark etmişti. Normal şartlarda bir ruhu asla ormana göndermezdi fakat kızın sağ çıkacağına inancı tamdı. "Ona, hareket eden her şeyi öldürmesini söyledim." dedi. İşte bu her şeyi açıklıyordu.

Hüma dağılmıştı. Üzerindeki mavi elbise onlarca yerinden yırtılmıştı ve artık etekleri, anlamsız çaputlar gibi yere sürtünüyordu. Kızın saçları dağılmış, kan akmayan kolları yarılmıştı. Hali içler acısıydı fakat o elindeki sopaya sımsıkı tutunmuş, sağlam adımlar atıyordu. Kılıcın sivri ucu yerde sürünüyordu ve kız, kılıcın kabzasını bir can simidiymiş gibi yakalamıştı. Nitekim öyle olduğu da söylenebilirdi.

"Onu öylece orada bırakamayız." diyen kişi Thoth'tan başkası değildi. Horus onu, Set'i durdurması için görevlendirdiğinde bunu yapabileceğinden çok emindi fakat ne kızın ölmesini engelleyebilmişti ne de Set'in ordusuna engel olabilmişti. Ordu bir şekilde hallolurdu fakat Thoth içten içe kendini suçluyordu. Sonuç itibariyle onu kurtarması gerekiyordu ama başaramamıştı ve Hüma ölmüştü. Bu yüzden böyle bir teklifte bulunması çok da şaşırtıcı değildi.

"Ben oraya gidemem." dedi Hathor. Büyük bir yutkunuş eşliğinde söylemişti bunu. Üzerinden yüz yıllar geçmiş olmasına rağmen hala korkuyordu.

"Zaten gitmene izin vermem. Ruhları tehlikeye atamazsın."

Anubis'in sözleri kesindi. Duat'a zarar verecek kimseyi oraya sokmazdı ve gerekirse bu uğurda savaşırdı. Orada bulunan herkes bunu biliyordu.

Acı bir çığlık salonda yankılandı. Bu ses Araf Ormanı'nın, kızıl kumların içindeki yansımasından geliyordu. İblis sesiydi.

"Kızı avlıyorlar."

İmset'in sözleri acı bir inilti gibi çıkmıştı dudaklarından. Nitekim tam da bunu destekler nitelikte bir siluet girdi görüntüye. Anubis'in bire bir kopyası olan iblis usulca kıza yaklaştı ve uzun parmaklarıyla omzuna dokundu. Hüma irkildi. Çığlık atmamak için dudaklarını kemiriyordu. Daha önce duyduğu o ayak seslerini bu kez hiç duymamıştı, karşısındaki sanki bir hayaletti.

"Hareket eden her şeyden kastın seni de kapsıyor muydu?" diye sordu Maat, Anubis'e bakarak.

Ölülerin koruyucu tanrısının itiraf etmesi gereken bir şey vardı ve o bu itirafı yapmaktan kaçınmadı. "Bana benzeyerek yanına gideceklerini hiç düşünmemiştim."

Evet, Anubis bunu kesinlikle düşünmemişti çünkü iblisler genelde kişi için önemli olanların görüntüsüne bürünürdü. Önem sırası nasıldı veya neye göre belirleniyordu bilmiyordu çünkü onlarla vakit geçiren kişi kendisi değildi. Tek bildiği öldürmekten korkacağın kişi, o ormanda karşına dikilebilirdi.

"Burada ne yapıyorsun?"

Hüma'nın sorusu tanrıların dikkatinin yeniden kızıl kumlara dönmesine yetmişti. Olan şeye buradan müdahale edemezlerdi ve zaten müdahale etmek gibi de bir niyetleri yoktu. Bu yüzden yalnızca izliyorlardı.

"Sana yardım etmeye geldim." dedi iblis-Anubis. Ağaçların iyice sıklaştığı bir bölgedeydiler ve ağaç dalları neredeyse başlarına değecek kadar sarkmıştı.

Hüma kılıcı indirecek gibi oldu. Eğer ölü olmasaydı kalbinin çok hızlı atacağından emindi. Kılıcını tam önünde tutarken sopayı çoktan yere bırakmıştı. Kahretsin ki bacaklarındaki uyuşukluk zaman geçtikçe daha da belirginleşiyordu.

"Yalan söylüyorsun." dedi genç kız fakat bundan kendisi bile emin değildi. Eğer gerçek Anubis'in tanrıların yanında olduğunu bilseydi, karşısındakinin kafasını koparmakta tereddüt etmezdi.

"Neden buna ihtiyacım olsun ki?" diyerek omuz silkti Anubis görünümlü iblis. Ve Hüma'nın gözünde o an bambaşka bir görüntü canlandı, ellerini ceplerine sokmuş, havalı olmaya çalışan bir adamın görüntüsü ama Anubis böyle birisi değildi. Onun değil bir mimiğini görmek, karşısında dimdik durmaktan başka bir şey yaptığına şahit olmamıştı Hüma. Bu yüzden hiç tereddütsüz kılıcı savurdu karşısındakine ama bu seferki iblis ilki kadar kolay lokma değildi. Geriye doğru kaçtı ve kılıç darbesinden kurtuldu.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu iblis.

Hüma bir kez daha ona doğru atağa geçerken, "İblis avlıyorum." dedi. "Hep siz mi beni avlayacaksınız?"

İşte bu sözler iblisin afallaması için yeterliydi. Oysa o rolünü çok iyi oynamıştı ama karşısında kandırılması son derece güç bir ruh vardı.

Hüma, iblisin afallamasını fırsat bilip kılıcın sivri ucunu göğsüne sapladı. İblis acı bir feryat kopardı. Elleriyle kılıcı itmeye çalıştı fakat Hüma buna izin vermedi. Kılıcı ona doğru daha çok itti ve Anubis'in suretini alan iblise iyice yaklaştı. Sonra tek hamlede kılıcı çekti. İblisin kanı sıçradı ve kızın yüzünü lekeledi fakat Hüma kanı silme gereği duymadı. Can çekişen ve artık kendi görüntüsüyle Anubis'inki arasında gidip gelen suretine tiksintiyle baktı iblisin. Attığı çığlıklar diğerlerinin sesiyle karşılık buluyordu ve bu hiç iyi değildi. Buna bir son vermek adına Kılıcını dik bir şekilde canavarın göz çukuruna sapladı kız ve iblis oracıkta öldü.

Titrek bir nefes aldı Hüma. İblisin boş gözlerine korkuyla baktı. Az önceki o cesur kızın kalbi yeniden bir vicdan muhasebesiyle dolup taşmıştı ve o bir kez daha, "Ben yapmasaydım o yapacaktı." diye sayıkladı. Yere bıraktığı sopasını alıp, uyuşan bacaklarına inat, hızla uzaklaştı oradan. Arada geri dönüp iblisin cesedini kontrol ediyordu ve aynı kelimeleri tekrarlıyordu. "Ben yapmasaydım o yapacaktı." Hüma, pes etmiyordu ama daha ne kadar bu şekilde devam edeceğini de bilmiyordu.

Öte yandan tanrılar az önce izledikleri şey karşısında ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Onun öleceğine inanan kesim bile artık bir şansı olduğunu düşünüyordu. Anubis'in kopyası son derece başarılıydı ve belki içlerinden bazıları bu ayrımı bile yapamayabilirdi.

Anubis'in bakışlarında bariz bir gurur vardı. Onun kurtulacağına inanmıştı ve hala daha inanıyordu.

Hathor'sa rahatlamış görünüyordu. "Bir an için onun sen olduğuna inanacak sandım." dedi Anubis'e bakarak. Aşk tanrıçasısının elleri titriyordu.

Kızıl kumlar geldikleri gibi giderken, Hüma'nın görüntüsü de kayboldu.

"Kız vaktinde varamayacak." diyerek bir gerçeği dile getirdi Horus. "Henüz ormanın yarısında bile değil ve Set'in ordusu neredeyse tamamlanmış durumda. Savaş kaçınılmaz, yakında buraya saldıracak."

Horus'un sözleri doğruydu. Hüma, iblislerle her karşılaşmasında daha fazla vakit kaybediyordu ve zamanı daralıyordu. Tüm umudu ona bağlamak doğru değildi çünkü gök tanrısı onun başaramayacağına inanmış durumdaydı. Ormandan çıksa bile teraziye yetişemeyecekti ve onca çaba boşuna gidecekti.

"Set saldırmayacak!" diyerek bir başka gerçeği dile getirdi Hathor. Yerden kalktı. Onun neden bahsettiğini kimse anlamamıştı.

Nephthys, "Set asla vazgeçmez." dedi. "Eninde sonunda buraya gelecek ve ordusunu üstümüze salacak. Sen nasıl bundan bu kadar emin olabiliyorsun?"

Hathor tanrıların karşısında dimdik durdu. "Çünkü onun yanına gittim." dedi. "Ordusundan vazgeçiyor, yalnızca kızı istiyor."

"Bu imkansız!" diye çıkıştı Thoth. "Oradaydım ve ona yapma dedim ama Set, kızı kendi elleriyle öldürdü. Eğer onu istiyor olsaydı öldürmezdi."

"Çünkü bilmiyordu!" diye bağırdı Hathor. "Onun ruhuna zarar geleceğini bilmiyordu."

"Ve sen de ona bunu mu söyledin?!" diye sorarken, sinirden kıpkırmızı olmuştu Horus. Hathor'un ihanet ettiğini ve hatta Set'e çalıştığını düşünecek kadar paranoyak davranıyordu. Elleri birer yumruk halini almıştı ve etrafa zarar vermemek için kendini zor tutuyordu.

"Evet. Gidip onunla konuştum ve ona Hüma'nın geri gelebilmesi için yapılacak şeyi söyledim. Kabul etti. Ordusundan feragat ediyor."

"Bana ihanet ettin!" dedi Horus. Hathor'un söylediği onca şeyi duymamıştı bile. Cümlenin başındaki o evette takılı kalmıştı gök tanrısı ve bunu bir ihanet olarak algılaması çok normaldi.

Hathor, "Ne?! Sana ihanet etmedim. Sadece var oluş amacımı-" demişti ki Horus tarafından kesildi sözü.

"Baha ihanet ettin!" diye gürledi gök tanrısı. Sesi duvarları aştı ve hatta Heliopolis'in sokaklarında yankılandı.

"Ben aşk tanrıçasıyım!" diyerek ona meydan okudu Hathor. Artık ok yaydan çıkmıştı. "Eğer ona yardım etmeseydim bunun ne önemi kalırdı ki?"

"Sen bir hainsin!"

Horus peşin hüküm veriyordu ve bu tavrı Hathor'un büyük bir hayal kırıklığına uğraması için yeterliydi.

"Ben hain değilim!" dedi üzerine basa basa ama bu hiçbir işe yaramadı. Bunun yerine Horus'u daha çok kızdırdı.

"Haini yakalayın!"

Hathor kendisine doğru hareketlenen tanrılara devasa bir hayal kırıklığıyla baktı. Dostları ve her şeyden çok sevdiği adam onu bu kadar kolay gözden çıkartmıştı işte.

"Ben hain değilim, sadece var oluş amacımı gerçekleştirdim ama eğer istediğin buysa, öyle olsun." dedi aşk tanrıçası. Altın rengi kanatlarını iki yana açtı ve tek kanat çırpışta havalandı. Salonun büyük, vitray camını kırıp geçti. Cam, Heliopolis'teki her şey gibi, yeniden eski halini alırken, Hathor artık bir firariydi.

***

Eyvah eyvah! İşler iyice karıştı ve ben tutamıyorum. Buradan sonrası çok fena olacak canımlar, kendinizi hazırlayın.

Nasılsınız bakalım?

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'nın Heliopolis'e bile nam salması konusunda ne söylemek istersiniz?

Tanrılar peki?

Hüma ve Anubis görünümlü iblis karşılaşması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hathor'un hain ilan edilmesi?

Sizce sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Hathor 👉

Horus 👉

Anubis 👉

Nephthys 👉

Maat 👉

Thoth 👉

İmset 👉

Hapi 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%