Yeni Üyelik
50.
Bölüm

19. Bölüm - İblis Öpücüğü

@aysenurtekkanat

İblislerin sesleri kargalarınkini andırıyordu. Onlar gibi bağırıyor, çığlık atıp birbirleriyle yarışıyorlardı. Bir av vardı ormanda ve bu av avcı olmaya yemin etmişti.

Anubis'e benzeyen o iblisi öldürdükten sonra işler epey çığırından çıkmıştı. Hızlı adımlarla oradan uzaklaşmış elimdeki sopaya sımsıkı tutunarak kaçmıştım. Peşimdeydiler. Korkunç sesleri ensemdeki tüyleri diken diken ediyordu. Kalbim atmıyor, nefes alışverişlerim sıklaşmıyordu ama korkuyordum. Korkunun ekşi tadı boğazımı yakıyordu. Kan barındırmayan damarlarım şişmiş ve kollarım da bacaklarım gibi siyaha boyanmıştı. Üzerimdeki mavi elbise artık mavi değildi ve elbise demeye bin şahit isterdi. Savaştan çıkmış gibi görünüyordum, kaldı ki savaştan çıktığımı söylemek çok da yanlış sayılmazdı.

"Şimdi olmaz." diye mırıldandım acıyla. Bacaklarım uyuşmaya başlamıştı. Hani patlayan şekerler vardı ya, ne zaman ağzımıza atsak kısa süreliğine hissizlik yaşatırdı bize o patlama anında, işte o hissizlik uzamış gibiydi. Hala uzuvlarımı kontrol edebiliyordum ama bacaklarım yoktu sanki. Hissedemiyordum ve bu yüzden adımlarım birbirine dolanıyor, hızım kesiliyordu. Elimdeki sopa olmasaydı yere kapaklanmam işten bile değildi.

Bir iblis çığlık attı. Bu bir savaş çığlığıydı ama bana karşı değildi. Sonra bir başkası bağırdı. Acı ve öfke yüklü sesleri birbirine karıştı. Kemiklerin kırılış sesi ormanda yankılandı ve ben o an anladım. Bu bir yarıştı. Artık av bir avdan ibaret değildi, bir ödüldü ve iblisler o ödül için birbirlerini öldürmekten çekinmiyorlardı. Onlar kötü değildi, kötü kelimesini bile hak etmeyecek kadar aç gözlü, öfkeli ve gaddar yaratıklardı. Bu ormana boşuna hapsedilmemişleri ve ben burada olduklarını bile bile buraya girmeyi seçmiştim.

Adımlarım birbirine dolandığında dengemi sağlayamadım. Avuç içlerim zift gibi siyah toprağa çarparken sopam bir yana savruldu ve kılıç kolumu kesti. Derim yırtıldı, kan barındırmayan damarlarım birbirinden ayrıldı ve ben muazzam bir acı hissettim. Hissizlik zaman geçtikçe varlığını sürdürdü ve ben artık his nedir hatırlayamaz oldum. Bacaklarım zaten yoktu ama bu kez görünürde de yok olmuşlardı.

İblislerin adım seslerini duyduğumda orada duramayacağımı anlamıştım. Beni nasıl buluyorlardı bilmiyordum ama en azından saklanmayı denemeliydim.

Kılıcın kabzasını tutup avucumun içinde sıktım. Sopam artık o kadar da umurumda değildi çünkü zaten ayağa kalkamıyordum. Hissizlik dehşet verici bir hale geldiği sırada, kollarımdan destek alarak, sürüne sürüne ulaştığım ağaç kovduğuna girmeyi başardım. Kendimi iyice dibe atıp beni görmemelerini diledim. Ellerimle bacaklarımı yokladığımda bir hıçkırığın boğazımdan kaçmasına mani olamadım. Anında ağzımı kapattım ve sadece beni fark etmemelerini umdum.

Bacaklarım yoktu. Onları hissedememek ayrı şeydi ama görememek apayrıydı. Ruhum silinmeye başlamıştı. Bacaklarım başlangıçtı ve ellerimle bile onların varlığını hissedemeyeceğim bir yokluğa sahiplerdi. Bu nasıl bir ızdıraptı böyle? Bir türlü bitmek bilmiyor, her geçen dakika daha da artıyordu. Yok olacağımı biliyordum ama bunun bu denli acılı olacağını hiç düşünmemiştim. Sanmıştım ki, en kötü ihtimalle, teraziye ulaşır ve oraya kalbimi bırakamadan öylece yok olurum ama öyle değildi işte. Hiçlikti bu ve ruhum bu hiçliğe yavaş yavaş karışıyordu.

İçine girdiğim ağaç kovuğuna yasladım sırtımı. Gölgedeydim ve bu gölge beni saklıyordu. Sonra onlar geldi, iblisler. Sesleri öyle yakınımdaydı ki korkuyla iyice sindim yerime. Bacaklarımdaki his yavaş yavaş geriye gelirken, iblislerin dayanılmaz çığlıkları artık dibimdeydi. Ağaç kovuğunun önünde durdu birisi. İşte o an bitti dedim, beni fark etti ve ben bu kadar güçsüzken beni öldürecek. Ona karşı savaşamam, ayağa bile kalkamam. His geri gelse bile henüz tam anlamıyla bacaklarım olduğunu algılayamıyordu beynim.

İblisin kara derisi, siyah bir inci misali parladı Duat'a vuran ay ışığında. Birer boşluktan ibaret olan gözleri etrafı taradı. Korkunçtu ve ben iki tanesini öldürmüş bile olsam bu görüntü karşısında irkilmeden edemedim.

Bacaklarım yavaş yavaş varlığa kavuşurken onları da gölgeye çektim yavaşça. Hiçlik ve varlık arasında sıkışmış olan bacaklarıma sarılmak istedim ama henüz onlara dokunabileceğim hale gelmemişlerdi. Bu yüzden yalnızca bekledim ve umut ettim.

İblis garip bir dilde konuştu. Antik Mısır dili miydi yoksa başka bir dil mi ayırt edemedim. Sonra bir başkası geldi yanına. İkisi, karşı karşıya gelen kovboylar misali birbirlerine gövde gösterisi yaptılar. Bağırdılar, pençelerini savurdular birbirlerine. Zarar vermek onlar için sorun değildi, öldürmek bir anlam ifade etmiyordu. Bu yüzden ilki, diğerine vurduğunda yalnızca bakmakla yetindi. Yere düşen iblisin ağzından siyah kan aktı. İlk gelen, yerdekinin üstüne atladı ve en beklemediğim şeyi yaptı, siyah ağzını kocaman açıp diğerinin ağzına yapıştı. Onu içiyormuş gibi çekti içine iblisi ve tüketti. İblisin derisi kemiklerine çekildi. Vakumlanıyor gibiydi. Siyah kanı çekilmiş, birer boşluktan ibaret olan gözleri boşluğa düşmüştü. Bir deri bir kemik derlerdi ya hani, iblisler zaten öyleyken, bu iblisin artık derisi bile kalmamıştı. Kapkara kemikleri, onları ancak tutan incecik bir deri parçasıyla birlikte yere serildi. Kemiklerinin çatırtısı kulaklarımda çınladı. Onu öldürmüştü.

Hayatta kalan iblis koca bir çığlık attı. Bu bir zafer çığlığıydı. Diğeri ölmüştü ve o galip olmuştu. Sonra gitti ve uzaktan duyuldu bu kez sesi. Başka kemikler ve başka çığlıklar ormanı inletmeye devam etti.

Ben iki iblis öldürmüştüm ama bunu yaparken bile tereddüte düşmüştüm. Az önce seyrettiğim şeyse canilikti. İblisler, avlarını pençeleriyle öldürmüyordu, onları adeta içiyorlardı. Bunun sebebi neydi?

Orada ne kadar oturdum, ne kadar süre o çığlıklara ve kemik seslerine maruz kaldım bilmiyorum. Karanlık beni yuttuğunda ve bacaklarım nihayetinde eski haline geldiğinde sesler de kesilmişti. Tüm o çığlıklar susmuş, iblisler savaşa ara vermişti. Ne kadar iblis öldü, diğer bir deyişle ne kadarı öpüldü? Bunu bilemezdim fakat o ağaç kovuğunda oturduğum süre boyunca kafamın içinden geçen tüm o düşüncelerden birisiydi bu soru. Acaba tüm bu olanlar benim varlığımla mı ilgiliydi? Yoksa her gün yaşanan bir katliam mıydı?

Sesler kesildiğinde orada daha fazla durmamaya karar verdim. Bacaklarıma ne zaman ne olacağı belli değildi ve iblislerin bir daha ne zaman çıldıracağı da meçhuldü. O yüzden, korkmama rağmen, çıktım ağaç kovuğundan. Etrafa bakındım sopamı bulmak umuduyla ama yoktu. Boşverdim ve kılıcımın kabzasını daha sıkı kavrayıp yola devam ettim.

Bacaklarımda hala bir uyuşukluk vardı. Hissediyordum ama varla yok arası bir histi bu. Bundan dolayı acele etmeli ve yapabildiğim kadar yol kat etmeliydim.

Adımlarımı olabildiğince hızlandırdım. Etrafıma bakıyor, her hangi bir kıpırtı arıyordum. Yoktu ve bu iyiydi. Sonra bir iblisin sesini duydum. Arkamdan geliyordu. Acı bir çığlıktı bu ve benim çok yakınımdaydı. Hemen ardından kemik sesleri geldi. Adımlarım artık koşma evresine geçmişti ve bu oldukça zordu. Uyuşukluk bana hiç yardımcı olmazken, iblis sesine zerre benzemeyen başka bir ses daha duydum. Bir kadının ince sesiydi bu ve hınçla çınlıyordu.

Adımlarım benden izinsiz durdu. İstemsizce arkamı döndüm. Ne bekliyordum bilmiyorum. Benim gibi birinin varlığını burada bulmak imkansızdı çünkü Anubis başka bir ruhun bunu yapmasına müsaade etmezdi ama bir umut vardı içimde. O kadın sesi bana tanıdık gelmişti.

"Kim var orada?" diye sorarken tereddüt etmiştim. Ses çıkarmam iblislerin dikkatini çekmeme sebep olabilirdi ama bu soruyu sormazsam da asla emin olamazdım başka bir ruhun varlığından. Bu yüzden kısık ama duyulabilir bir sesle sormuştum.

Ağaçların arasından gelen ayak seslerini işittim önce. Sonra kısık bir inilti duydum ve onu gördüm. Baştan aşağı siyah kana bulanmıştı bedeni. Kollarında ve bacaklarında yırtıklar vardı. Giysileri, giysi sıfatını yitirmiş, çıplaklığını örten bir parça kumaştan ibaret kalmıştı ama gözleri bir parça olsun yeşil kaybetmemişti. Aynıydı o yeşilleri. Parlak ve canlıydı. Adeta bir zümrüt parçasıydı. Onu tanımam bir yana burada olması beni daha çok şaşırtmıştı. "Anne?" derken tereddüt etmem bu yüzdendi. "Sen burada ne yapıyorsun? Buraya nasıl geldin?"

Annem kocaman gülümsedi. "Seni arıyordum." dedi ve benimkine benzeyen kılıcını yere bıraktı. Bana doğru birkaç adım attı, kollarını sarılmak için açmıştı fakat ben buna engel oldum. Birkaç adım geriye kaçıp kılıcı ona doğrulttum.

"Sen burada olmamalıydın." derken sesim titriyordu. Ağlamak istemiyordum ama gözlerim çoktan dolmuştu. Annem, yaşadığını sandığım annem, ölmüş müydü?

"Burada olmamalıydın." diye tekrarladım bir kez daha. "Sen bir iblissin."

"Hayır, değilim." dedi annem sıcak bir ses tonuyla. Yeniden bana gelmek istedi ama geri kaçıp bir kez daha engel oldum ona. Başımı iki yana salladım olumsuzca.

"Öylesin. Ölmüş olamazsın!" derken çaresiz çıkmıştı sesim. Olamazdı. Benim annem ölemezdi. O yaşamalıydı, babamın yanında olmalıydı. Benim yüzümden buraya gelmiş olamazdı. Bir hıçkırık kaçtı boğazımdan.

Annem buruk bir tebessüm oturttu yüzüne. Karamel rengi saçlarını örmüştü ama birkaç tutam saç, örgüden kurtulmuştu. Saçlarında dahi siyah kan vardı. Yine de o yeşilleri aynı anneminkiler gibiydi ve ben buna inanmak istiyordum. Burada olduğuna inanmak, ona sımsıkı sarılmak istiyordum ama yapamazdım. Buna inanmak intihar olurdu.

"Kızım." dedi hasretle. Ses tonu öyle annemdi ki sol gözümden bir damla yaş düşüverdi. "Seni çok özledim. Seni kurtarmaya geldim bebeğim."

"Anne." dedim. "Sen ölemezsin. Sen yaşamalısın anne. Burada olmamalısın, olamazsın! Ölseydin bile Anubis buraya gelmene izin vermezdi."

"Hüma, anneciğim, inan bana bir tanem. Senin için geldim." dedi annem. "Anubis beni anladı. Peşinden gelmeme, seni kurtarmama izin verdi. Ne olur inan bana." Buna muhtaçmış gibi bakıyordu bana. Yeşilleri buğulanmış, göz yaşları birikmişti orada. Üzerindeki tişörtün eteklerini tutup biraz yukarı çekti ve o an onu gördüm. Tam göbek deliğini yanında duran, her zaman bir kalbe benzettiğim fakat annemin ısrarla çilek dediği doğum lekesi... Sonra sordum kendime; iblisler bu kadarını kopyalayamazdı değil mi? Üstelik annemi hiç görmemişlerdi çünkü annem buraya gelmemişti. O ölmemişti ki, nasıl buraya gelecekti? Peki ya şimdi nasıl karşımda duruyordu?

Kılıcın sivri ucu yere doğru eğimlendi. Öyle bir kararsızlık vardı ki içimde, kılıcı indirip indirmemenin hesabını yapıyordum.

"Bak." dedi doğum lekesini göstererek. "Benim."

Eğer annem ölmüşse karşımdaki pekala bir iblis olabilirdi çünkü onu görebilme, en azından varlığını hissedebilme ihtimalleri vardı. Bundan önceki iki seferde de zaten Duat'ta olan iki kişiyi kopyalamışlardı. Ama diğer yandan annem ölmediyse onu kopyalama ihtimalleri yoktu. Üstelik annemin doğum lekesini de bilemezlerdi.

"Benim." dedi bir kez daha. "Senin için geldim."

Kılıcın ucu yere dayandı önce. Sonra kabzasını tutan parmaklarım çözüldü ve kılıç, bir metal sesiyle yere düştü. Birkaç adımda anneme vardım ve sımsıkı sardım kollarımı ona. Gözlerimden boşaldı yaşlarım.

"Anne." dedim bir kez daha. Bu kez inanarak söylemiştim bunu. Sesim kırıktı ve acı doluydu. Yorgundum. Pes etmesem bile çok yorgundum ve annemin kolları tüm bu yorgunluğu almak ister gibi etrafıma dolanmıştı. Burnu saçlarıma gömülmüş, dudakları saçlarıma küçük öpücükler bırakır olmuştu. Koklaya koklaya öpüyordu beni.

Yanaklarıma koydu ellerini ve benden biraz uzaklaştı. Alnımdan öptü, yanaklarımı sevdi. O sıcak gülümsemesini sundu bana. Gözlerinde biriken yaşlardan bir tanesi usulca aktı yanağına ve o an yüzümdeki o gülümseme donuverdi. Annemin gözünden akan yaş siyahtı.

"Sen annem değilsin." dediğimde aslında bu farkındalık için çok geç kaldığımın farkındaydım. Ne geriye çekilmek için vaktim oldu ne de onu itmek için. Yanaklarımdaki elleri hızla sırtıma indi ve pençeleri derimi yırtıp geçti.

"Seni izledim." derken biraz daha batırdı pençelerini. "Gözlemledim. Akıllıydın ve o aptalları öldürecek kadar da cesurdun. Ama duygusaldın. Duygusuz bir varlığa merhamet ettin. İşte o zaman asla öldüremeyeceğin birisi olmam gerektiğini anladım. Sen, annene kıyamazsın ki."

İblisin pençeleri iyice gömüldü etime. Büzdüğü dudaklarıyla annem gibi görünüyordu ama o değildi, bunu artık biliyordum.

Hiçbir şey diyemedim. Acı çekiyordum. Onun aksine kan yoktu damarlarımda ama acı hat safhadaydı.

İblis biraz daha batırdı pençelerini. Sonra suratı değişti ve annemin o güzel yüzü silinip gitti. Yeşil gözlerinin yerini kapkara birer boşluk aldı. Dudakları olmayan ağız usulca bana yaklaştı. O ağaç kovuğunda gördüğüm iblis gibi yapıştı dudaklarıma.

İçim çekiliyormuş gibi hissediyordum. Elektrik süpürgesine yakalanmış bir toz zerresinden halliceydim. Parmaklarım uyuşuyor, hislerim öylece kayboluyordu. Gözlerimden akan yaşlar bile durmuştu çünkü akabilecek yaş kalmamıştı bedenimde. İblis beni adeta içiyordu. Ayaklarım gitti önce. Ağaç kovuğuna saklandığımda olduğu gibi kayboldular. Sonra ellerim ve kollarım gitti. Hissizlik usulca bütün uzuvlarıma yayıldı. Atmayan kalbim son kez çırpındı sanki ve bir defa olsun atmak istedi ama yapamadı. Gözlerim kapanırken ve iblisin karanlığı benliğimi ele geçirirken hiçbir şey yapamadım. Nefesim çoktan kesilmişti ve kalbim durmuştu ama artık hislerimde yoktu. İblisin öpücüğü benim yok oluşumdu.

***

Selam! Neşeli olmam normal mi bilmiyorum ama sadist bir yazarınız olduğunu artık kabullenmişsinizdir diye düşünüyorum.

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'nın kaybolan uzuvlarına ne diyeceksiniz?

İblislerin birbirleriyle yarışmaları ve birbirlerini öldürmekte tereddüt etmemelerine ne diyorsunuz? Onların kötülüğün en saf halini gördük.

Hüma'nın annesinin gelişi peki? Onu gerçekten annesi sandınız mı yoksa en başından tahmin etmiş miydiniz o olmadığını?

Sizce Hüma'ya ne olacak?

Sonraki bölümde neler olacak dersiniz?

Hüma'ya ne söylemek isterdiniz?

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%