Yeni Üyelik
33.
Bölüm

2. Bölüm - Gizli Oda

@aysenurtekkanat

Kapı ardı ardına vurulunca olduğum yerde sıçradım. Kendimi bir aksiyon filminde gibi hissedebilirdim, eğer kapının ardındaki kişi sevgili oda arkadaşım ve biricik rakibim Carmen olmasaydı. Ne yazık ki hayatım kitaplardaki kadar heyecanlı değildi. Bir klozetin üzerinde oturmuş, kapının ardından gelen Carmen'in söylediklerini dinlemek pek de aksiyon sayılmazdı. Bu bizim günlük rutinizmizdi.

"Hüma! Çık artık şuradan!"

Göz devirdim. Her gün aynı şeyi yaşıyorduk. Buraya bir hafta önce gelmiştik ve ne şanslıyım ki(!) Carmen ile oda arkadaşı olmuştum. Birbirimizden pek haz etmemekle beraber neredeyse düşmandık. Ondan erken kalkıp banyoyu kaptığım için her zaman sinir olur ve her seferinde kapıya dayanırdı. Artık bir rutin haline gelen bu durumsa, her sabah olduğu gibi, göz devirmeme yetiyordu.

"Çıkıyorum Carmen!" diye bağırdım. Gözlerimin önüne gelen karamel rengi saçlarımı omzumdan geriye ittim. Üzerimdeki sporcu atletine rağmen sucuk gibi terlemiştim çünkü Mısır'daydık. Geceleri serin ve gündüzleri cehennem kadar sıcak olan bu topraklar her zaman ilgimi çekmişti. Mitolojisi ve tarihi benim için adeta bir tutkuydu. Zaten tarih benim için her zaman ön planda olmuştu.

Annem ve babam arkeologdu. Bir kazı sırasında tanışmışlar ve birbirlerine aşık olmuşlar. Hikayelerini defalarca kez dinlemiştim ve her seferinde daha büyük bir hevesle dinlemeye devam ediyordum. Ailemin mesleği dolayısıyla çocukluğumu kazı alanlarında geçirmiştim. Elbette tarihi eser niteliği taşıyan eşyalara dokunmam yasaktı fakat oranın atmosferi bile bana yetiyordu. Çevresinde bir sürü arkeologla ve her birinin anne babasını dinlediği bir ortamda büyümek pek fazla insanın başına gelmiyordu elbette. Ben şanslı kesimdendim. Bundan dolayı tarihi hep sevmiştim. Liseye geçtiğimde tarih öğretmenimi sıkıştırmaya, ona geçmiş hakkında türlü sorular sormaya başlamıştım çünkü okula başlamam ile kazı alanlarına gitme oranım azalmıştı ve ben sorabileceğim herkesi bu konuda sıkıştırır olmuştum. Bu sorularımdan sıkılan hocam, bir tarihçiye hiç yakışmayan bir şekilde, ileride hangi mesleği yapmak istediğimi sormuştu. Cevabım netti; arkeolog olacaktım. Bunu duyduğunda burun kıvırdı ve hala daha onu kınamama sebep olan o sözleri söyledi.

"Arkeolog olup ne yapacaksın? Hiçbir vasıfları yok."

İşte o gün o kadını boğmak istemiştim. Vasıfsız dediği kişiler benim ailemdi ve o, onları küçümseme hakkını kendinde görmüştü. Üstelik bir tarihçi olarak tarihe olan tutkuma da laf etmişti. Bir daha onunla konuşmamıştım ama hedefimden de şaşmamıştım. İstanbul Teknik Üniversitesi'ni kazanmış ve yüksek bir ortalamaya sahip olmuştum. Ailemin de desteğiyle üniversite hayatımın son bir senesinde Amerika Kaliforniya'daki Stanford Üniversitesi'nde okumaya hak kazanmıştım. Mezuniyet puanımın yüksekliği, ki bu beni en yüksek puanla mezun olan öğrenci yapmıştı, sebebiyle yüksek lisans için de hak kazanmıştım. Böylece Carmen gibi bir rakip edinmiş ve iki senedir de onunla kapışır olmuştum. Kaderin cilvesi bu ya, onunla aynı odada kalma şerefine de okulun düzenlediği eğitim gezisiyle nail olmuştum.

"Hüma!" diye bağırdı yeniden. Bir İspanyol'du. Kavruk teni burada daha koyu bir tona bürünmüştü. Benden nefret ediyordu ve bunu bana söylemekten de hiçbir zaman çekinmemişti. Sebebini sorduğumdaysa bana, ağzımda altın kaşıkla doğduğumu söylemişti. İşte o zaman onu merak etmiştim ve araştırmıştım. Sonucunda öğrenmiştim ki Carmen, ailesinin baskılarından kaçıp dişiyle tırnağıyla kazıya kazıya bu noktaya gelmişti. Evet, saygı duyulması gereken birisiydi fakat ailem beni destekledi diye de özür dileyecek değildim.

"Ben kadar başına taş düşsün Allah'ın cezası." diye söylendim Türkçe olarak. Canım ülkemin canım dili sağ olsun, pek bilinmediğinden, sevmediğim kişilere bir güzel saydırabiliyordum.

"Çıkıyorum!" diye bağırdım bir kez daha. Ayaklarımın dibinde toplanmış olan pijamamı çektim. Ellerimi güzelce sabunladım ve yüzümü yıkadım. Aynadaki aksimle göz göze geldim hemen ardından. Karamel rengi saçlarım omuzlarımın biraz aşağısındaydı. Acı kahve gözlerim ise beni sıradan bir Türk kızı yapıyordu. Ten rengim tam manasıyla esmer değildi ama beyaz da değildi. Ortada kalmış bir renkti. Kumral denebilirdi belki. Yüz hatlarım keskindi ama bu kaba durmuyordu. Yalnızca mimiklerim daha net belli oluyordu. Az önce yüzüme çarptığım sular ise gerdanıma doğru süzülüyordu. Kenarda duran havluyla su damlalarından kurtuldum. O sırada kapı bir kez daha çalındı ve Carmen'in o bet sesini duydum yeniden.

"Çık artık!"

"Yatıya kalacağım burada sanki. Çıkıyoruz işte." dedim yine kendi kendime. Sinirlendiğim zaman Türkçe konuşurdum, ki bu genelde Carmen yüzünden olurdu.

Havluyu yerine bırakıp kapıyı açtım. Carmen beni itip içeri daldı ve benim varlığımı bile umursamadan pijamasını indirdi. Bu hallerine bir haftada alışmıştım. Bu yüzden sadece başımı çevirip göz devirdim ve banyonun kapısını sertçe çektim.

Kız arkadaşlarıyla istediği gibi sevişebilirdi ama mümkünse bana bulaşmasındı.

Bir seferinde onu bu odada bir kızla yakalamıştım. Eşcinsel olmasına bir şey demiyordum elbette, homofobik değildim ama bunu gözüme gözüme sokması oldukça sinir bozucuydu. O gün öğrenmiştim cinsel eğilimini, bundan üç gün öncesiydi. O günden sonra bu bizim sırrımız olarak kalmıştı ve Carmen de beni daha az sinir eder olmuştu. Yine de gördüğüm görüntüleri zihnimden silmek pek mümkün değildi.

Odadaki küçük dolaba yürüdüm. İçindeki kıyafetlerime baktım. Biraz göz gezdirdikten sonra ve tabi bugün Keops Piramidi'ne gideceğimizi göz önünde bulundurunca, beyaz bir kargo pantolon ve beyaz bir gömlekte karar kıldım. Aynı renkteki ince şalımı da alıp hızlıca üzerimi giyindim. Şalı şimdilik boynuma sardım. O sırada banyodan çıkan sevgili(!) oda arkadaşıma bakmadım bile. Dolabımın altında duran kahverengi bel çantamı alıp taktım. Cep telefonumu, cüzdanımı ve oda anahtarını içine attım. Gerekli olabilecek diğer eşyalarımı yine kahverengi olan bir sırt çantasına doldurdum. Bir şişe su, acıkırsam diye tuzlu bisküvi, bir çakmak, çakı, güneş kremi ve not deferi, ile ne gerek var bilmesemde bir ip... Evet çantamda ip taşıyorum.

"Ben kahvaltıya iniyorum." dedim odadan çıkarken. Ailesi hakkında öğrendiklerimden sonra ona ılımlı yaklaşmaya çalışıyordum. Bazen sınırı aşıyordu ve beni deli ediyordu ama onun dışında birilerinin onu önemsediğini bilmeyi ister diye düşünüyordum, onu önemsediğimden değil bu arada, onun için üzüldüğümden. Fakat Carmen bu tavrımın ne kadar yanlış olduğunu her seferinde hatırlatıyordu bana, tıpkı şuan olduğu gibi.

"Bana ne? Nereye gidersen git."

"Dilini akrepler yesin!" dedim kendi kendime. Eşek arısı soksun derdim ama o Türkiye'de olurdu. Burada ise bolca akrep vardı.

"Hüma!" diye seslenen kişiye döndüm. Güzel bir İtalyan aksanıyla konuşan kişi benim danışman hocamdı. Aynı zamanda bu geziyi planlayan ve bizi buraya getiren kişi de oydu. Üniversitede en sevdiğim hocalardan birisiydi ve bu yüzden danışmanım olduğu için mutluydum. Yanıma gelen yeşil gözlü, çıtı pıtı bu kadının yanında gülümsemeden duramıyordum.

"Günaydın hocam." dedim. Kumral saçlarını at kuyruğu yapmış, benim gibi beyaz giyinmişti. Çölde tercih edilebilecek en mantıklı renkti beyaz. Güneş ışığını yansıttığı için bir nebze olsun serin tutardı insanı.

"Günaydın canım. Seninle tezin hakkında konuşacaktım."

Ah, evet, tezim. Ne yazık ki daha yarısına bile gelememiştim. Seçtiğim konu oldukça kapsamlı ve karmaşıktı. Hele konudaki ilişkiler yumağının içinden çıkılacak gibi değildi.

"Araştırmaya devam ediyorum hocam. Biliyorsunuz, konu epey kapsamlı." dedim. Başıyla beni onayladı. O da biliyordu Antik Mısır inanışlarının ne kadar karmaşık olduğunu. O dönemdeki inanışlar başlı başına bir kaostu. Tanrılar, tanrıçalar, çeşitli doğaüstü canlılar... Daha onlarcası vardı böyle ve ben içlerinden çıkamıyordum. Bazı efsaneleri incelemiştim ama o kadar çok hikaye vardı ki hepsine bakmam aylar sürecekti.

"Ben de o konuda konuşacaktım seninle." dedi Danışman Hocam Clara

"Bildiğin gibi bugün Keops'a gideceğiz. Araştırmaların neticesinde hiyeroglifler konusunda da kendini geliştirdiğini biliyorum. Bugün senden istediğim şey piramitteki hiyerogliflere bakman ve onları çözümlemeye çalışman. Evet, bazıları çoktan çözüldü ama Keops henüz tam manasıyla keşfedilmedi. Bundan dolayı piramidi keşfederken dikkatli olmalısın. Keşfedilmeyen yerlere kesinlikle gitme ve yanında mutlaka birisi olsun. Tarihe daldığında nasıl kendini kaybettiğini biliyorum, o yüzden bugün dikkatli olmanı istiyorum. Kaybolursan seni bulamayabiliriz."

Hocamın sözleri bittiğinde sorma gereği hissettim. "Neden beni uyarma gereği duydunuz? Söylediklerinizi zaten biliyorum ama hatırlatmanızın sebebini tam olarak anlayamadım." dedim. Olabildiğince nazik olmaya çalışmıştım. Hesap sorar gibi davranmak istememiştim çünkü beni uyarırken bir kötü niyeti olmadığını biliyordum. Bu kadın kadar tatlı bir hocanın kötü bir niyeti olamazdı zaten.

"Bunu soracağını söylemişlerdi." dedi gülerek.

"Kim?" diye sordum.

"Ailen." dedi hocam. "Bu sabah irtibata geçtiler benimle ve söz konusu tarih olduğunda ne kadar ele avuca sığmaz olduğundan söz ettiler. Elbette bunu biliyorum fakat sana tekrar hatırlatmamı istediler. Çok tatlı insanlar, şanslısın."

Gülümsedim. Ailem benim her şeyimdi. Onların tek çocuğuydum ve benim için çok çabalıyorlardı. Hocama kadar ulaşmışlardı, ki bu kendimi değerli hissetmeme yetiyordu. Hem yoluma çıkmıyorlar ve kendi yolumu belirlememe izin veriyorlardı hem de beni koruyorlardı. Bu yüzden onlar mükemmel ebeveynlerdi.

"Teşekkür ederim hocam." dedim. Gülümseyerek başını eğdi. Sonrasında birlikte kahvaltıya indik. Buraya gelen bir avuç insan olarak bir masada toplandık ve güzelce kahvaltı ettik. Aslında farklı üniversitelerden gelen öğrenciler de vardı fakat biz kendi aramızda takılmayı tercih ediyorduk. Kahvaltıdan sonra dışarıda bizi bekleyen araca gittik ve Keops'a doğru yola koyulduk.

Danışman hocam piramit hakkında genel bir bilgi vermeye başladı. Hepimizin bildiği şeyleri tekrar etti kabataslak. Sanırım bilgilerimizi hatırlamamızı istiyordu.

"Keops Piramidi'ne, Khufu Piramidi ya da Büyük Piramit de denir. Yapımına milattan önce iki bin beş yüz seksen yılında başlandığı tahmin edilmektedir. Yapımı yaklaşık yirmi yıl sürmüştür.

Büyük Piramit'in içinde üç oda saptanabilmiştir. Bunlardan, yapının en altındaki odası, muhtemelen bitirilmemiş haldeki, piramidin üzerine inşa edildiği temel kayasının oyulmasıyla oluşturulmuş odadır. Sonradan 'Kral Odası' ve 'Kraliçe Odası' adları yakıştırılan odalar ise piramidal yapının üst kısmında yer alırlar. Büyük Piramit aslında, iki tapınaktan, bu iki tapınağı birbirlerine bağlayan bir yoldan, piramit çevresindeki mastaba adı verilen çeşitli küçük mezarlardan ve piramitlerden oluşan yapılar kompleksinin bir parçasıdır. Mısır'ın Eski İmparatorluk döneminden kaldığı sanılan bu taş eser, doğa koşullarının yıpratıcı etkilerine binlerce yıl karşı koyabilmiş olup, gizemleri bir bir ortaya çıkarılmakla birlikte, henüz tam olarak anlaşılamamış dev bir eser olarak varlığını sürdürmektedir." diyerek sustu. Hepimizde gezdirdiği yeşil gözlerini en nihayetinde benim üzerimde durdurdu. Gülümsememe sebep olacak o sözleri bir kez de grup için tekrarladı. "Bu bir eğitim gezisi ve ben sizlerden piramit hakkında olabildiğince bilgi toplamanızı istiyorum. Birbirinize sahip çıkacak ve birbirinizden ayrılmayacaksınız. Piramidin içinde henüz sırrı çözülmemiş çok şey var. Tuzaklar olduğu da düşünülüyor. Bu durumda gruptan ayrılmamanız sizin yararınıza olur. Bugünü burada geçireceğiz, vaktinizi iyi değerlendirin."

Hocanın sözlerini bitirmesinin ardından nihayetinde piramide varabilmiştik. Büyük ve oldukça heybetliydi. Çevresinin eskiden taş bloklarla kaplı olduğu sanılıyordu. Zamanla bu bloklar aşınmıştı. Şimdiki halini mükemmel buluyordum fakat eskiye gitsem kim bilir nasıl etkilenirdim.

Piramide geldiğimizde otobüsten indik. Bizi gruplara ayırdılar ve birbirimizden ayrılmamamız gerektiğini bir kez daha hatırlattılar. Sonrasında grup olarak piramide girdik. Girmeden önce çantamdan not defterimi ve kalemimi çıkarmıştım. Daha iniş dehlizinden inerken gördüklerimi not etmeye başlamıştım ki henüz hiçbir şey görmemiştim. Bundan önceki bir haftada bize burada bulunan tarihi eserleri ve kazı alanlarını göstermişlerdi. Piramide ise ilk gelişimizdi. Bu yüzden çok heyecanlıydım. Burada daha üç hafta geçirecek olmamız ise daha da heyecanlanmama yetiyordu.

İniş dehlizinde yeterince ilerlediğimizde önümüze bir taş levha çıkmıştı. Bu aslında çıkış dehlizinin başlangıcıydı fakat Al-Mamun'un adamları bu levhayı oynattıkları için yerinden düşmüştü. Bu yüzden onlar gibi sola dönmek zorundaydık biz de. Büyük Galeri'ye geldiğimizde sağda, duvara oyulmuş bacamsı bir tünel gördük. Bu kaçış tüneliydi. İşçilerin acil bir durumda kaçabilmesi için yapıldığı söyleniyordu ama kesin bir bilgi ne yazık ki yoktu.

"Kraliçe Odası bu tarafta bulunuyor. Kral Odası ve Büyük Galeri ise bu tarafta. Kendi aranızda konuşup hangi yöne gideceğinize karar vermelisiniz." dedi hoca. Grubumdaki kişilere döndüm. İsmi Amber olan Amerikalı bir kız ve onun erkek arkadaşı olan Mike'la aynı gruptaydım. Bu iyiydi, ikisi de tatlı insanlardı.

"Kraliçe Odası'na gidelim bence." dedi Mike. Amber onu başıyla onaylarken, ben de kabul ettim. Açıkçası Kraliçe Odası, Büyük Galeri'den daha çok ilgimi çekiyordu çünkü yapımı tamamlanmamış bir odaydı burası. Oraya açılan dehlizi geçtik ve sivri bir çatısı bulunan odaya geldik. Odanın doğu ucunda o dönemin firavunu Khufu'nun heykelinin durduğu söyleniyordu. Bazı kitaplar bunu doğrularken, bazıları heykele dair kanıt bulunmadığından söz ediyordu. Bir de metal borular vardı tabi. Bu borular yer altına uzanıyordu ve x ışınlarının geldiği Japon bilim insanları tarafından kanıtlanmıştı. Daha fazlasını araştırmak istediklerinde kumla dolu odalara rastlamışlar ve ilerleyememişler. Öte yandan Kraliçe Odası'nda iki kanal daha vardı. Başta bunların havalandırma kanalı olduğu iddia edilmiş ama piramidin dışına ulaşmadığı için bu iddia çürümüş. Yatay uzanan kanalların birindeyse ne olduğu belli olmayan iki alet bulunmuş.

"Hüma, Büyük Galeri'ye de gitmeliyiz. Bütün zamanımızı burada harcayamayız." dedi Amber. O sırada doksanlı yıllarda, güney kapısında açılan deliği inceliyordum ve arkasında bir başka kapı olması bana oldukça saçma gelmişti. Üstelik onun da arkasında başka bir kapının daha olması ve bu kapıların arka arkaya sıralanması fikri çok garipti.

"Evet." diyerek sevgilisini onayladı Mike. "Daha Kral Odası'na gideceğiz."

"Siz gidin. Eminim başka gruplar da gelir buraya, yalnız kalmam." diye cevapladım onları. Bana göre Kraliçe Odası bu piramitteki en garip odaydı. Pek çok gizemi vardı ve ben gizemlere bayılıyordum. Bu yüzden buradan çıkmak istemiyordum. Evet, diğer odalar da çok önemliydi ve tezim için bana oldukça yararlı olacaklardı fakat içimdeki maceraperest kızı da tutamıyordum işte.

"Ayrılmamamız söylendi Hüma. Hadi, gidelim. Burada görülecek bir şey olsaydı eminim bizden önce gelenler bir şeyler bulurdu." diyerek beni ikna etmeye çalıştı Amber. Bir an olsun odağımı güney duvarındaki delikten ayırmazken göz devirdim. Bunu diyenin de bir tarihçi olması komikti yani. Neredeydi tarih aşkı, merakı?

"Evet, biliyorum ama buradayım zaten. Hem nereye gidebilirim ki burada?" diye sordum. "Aşağıdaki kum odalarına mı yoksa yukardaki havalandırma deliklerine mi?"

En nihayetinde onlara baktığımda yüzlerinde hak veren bir ifade vardı. İkna olmuşlardı ve beni bir kez de onlar uyararak gittiler. Onların gidişinin ardından girişi kontrol ettim. Her ne kadar burada fotoğraf çekmek yasak olsada bunu yapacaktım. Telefonumu çıkartıp kilit ekranını açtım. Tarihi dokuya zarar verebileceğimi düşündüğümden dolayı flaşı kapattım ve deliğe iyice yaklaştım. Kalınlığı yarım metre civarında olan delikten içeri soktum telefonu ve deklanşöre bastım. Küçük bir klik sesinin ardından telefonu geri çektim. Yüzümdeki sırıtış ile fotoğrafı açtım ve incelemeye başladım. Karanlıktı ama bu hiçbir şey yok demek değildi. Zaten bazı şeyler de ışıkta görünmezdi. Emindim ki burayı araştıranlar ışıkla bakmışlardı ve benim şuan gördüğüm şeyi görememişlerdi.

"Hadi canım!" dedim heyecanlı bir sesle. İki parmağımı kullanıp fotoğrafı büyüttüm. Fotoğrafta bir takım yazıları içeren ışıklar vardı. Fosforlu yıldızlar vardı ya hani, duvarlarımıza asardık çocukken, onlar gibi parlaktı görüntü. Bir kelime ise açık seçik belli oluyordu; Mahzen.

"Büyük bir keşif yaptın Hüma, çok ünlü olacaksın." diye kendi kendimi gazladım. Biraz geri çekilip kamerayı açtım yine ve delinen kapının üzerinde gezdirdim. Bir an için arkama bakıp kimsenin olmadığından emin olduğumda yeniden ekrana döndüm. Aynı şekilde parlıyordu yazılar. Sanki bir takım kimyasal vardı bu kapıda ya da belki farklı türde bir taş kullanılmıştı. Ne olduğunu bilmiyordum ama kesinlikle bu çok önemli bir keşifti. Telefonu bir an için kenara koyup not defterime bulduğum şeyi yazdım hızlıca. Heyecandan ellerim titriyordu ve yazılarım kargacık burgacıktı ama okunmayacak kadar kötü değildi. Yazmaya son verdiğimde yeniden telefonumu aldım elime. Ekrandan yazıları inceledim. Tam olarak okuyamıyordum ama hocamın da söylediği gibi bazı kelimeleri net bir şekilde anlıyordum. Mesela bu kapıda nasıl açılacağı yazıyordu. Khufu'nun heykelinin olduğu söylenen duvarda bir kilit sistemi vardı. Kısacası orası heykel için değil, bu kapıları açmak içindi.

Telefonla birlikte o duvara yürüdüm. Bakışlarım ekranda olduğu için odanın her yerinin bu tip yazılarla dolu olduğunu görebilmiştim. Bu daha da heyecanlanmama sebep olurken yeniden Türkçe konuşmaya başladım.

"Mike ve Amber bu keşfe ortak olamadıkları için kafayı yiyecekler." dedim. "Annemle babam benimle gurur duyacak."

Kendimi öve öve duvardaki yazıları imceliyordum. Zekiydim ben ve o kadar bilim insanının akıl edemediği şeyi yapmıştım.

"Sen mi büyüksün Eski Eserler Meclisi ben mi?" diyerek güldüm. Bu meclis piramitte fotoğraf çekilmesini yasaklamıştı, bu yüzden kimse bunu yapmıyordu. Bazen kuralları çiğnemek ise çok işe yarıyordu.

Duvardaki yazıları incelediğimde küçük bir mekanizmayı hareket ettirmem gerektiğini anlamıştım. "Bismillahirrahmanirrahîm." diyerek mekanizmayı çalıştırdım. Tıkırtı sesleri odayı kaplarken, dua ediyordum. "Allah'ım ne olur güzel bir şey çıksın arkasından."

Güney kapısı büyük bir gürültüyle düşerken yerimde sıçramıştım. Diğer kapı ile arada oluşan yarım metrelik boşluğa şöyle bir baktım ve kanım dondu. Aşağısı yılan kaynıyordu. Bunca sene bu yılanlar nasıl hayatta kalmıştı düşünmek dahi istemiyordum çünkü aşağıda yalnızca yılanlar değil, insan kemikleri de vardı. Yılanları umursamamaya çalışıp diğer kapının üzerindeki yazılara odaklandım. Bunları da olabildiğince okuyup kapının nasıl açılacağını öğrendim. Bu seferki kapıyı açmak için batı duvarına ilerledim. Oradaki yazıları inceledim. Burada neredeyse bir saat geçirmiştim ve emindim ki diğerleri Büyük Galeri'den henüz çıkamamıştı. Pek çoğunun Kral Odası'na gideceğini tahmin ediyordum çünkü orası bitirilmiş ve daha özenli hazırlanmıştı. İnsanoğlu işte, bitmiş işe konmaya bayılıyordu. Orada ise çok bir şey bulabileceklerine inanmıyordum, en azından benimki gibi bir şey bulamayacakları kesindi.

Batı duvarında başka bir mekanizma vardı. Onu açmak için bir taşı yerinden çıkarmak gerekiyordu. Buradaki taşlar ise epey büyüktü ve ben benden bile ağır olduklarına emindim fakat pes etmedim. Taşları teker teker tıklattım. Hepsinden arkasının dolu olduğunu işaret eden sesler gelirken bir tanesi daha farklı bir sesle tıklamıştı. Bir kez daha denedim. Taşın her yerine vurdum işaret parmağımın tersiyle ve o an anladım ki bu devasa bir plaka değildi. Çok iyi gizlenmiş küçük bir tuğlaydı. Çantamdan aldığım çakıyla küçük tuğlanın kenarlarını eşelerken, "Çok zekiyim ya, aklımı seveyim." dedim. "Eğer Thoth gerçek olsaydı benimle gurur duyardı."

Thoth, ay tanrısı olarak bilinirdi ama daha yaygın bilineni onun bilgelik ve zeka tanrısı olduğuydu. Oldukça zeki bir tanrıydı ve bilmediği şey olmadığı söylenirdi. Hatta bazı kaynaklarda evrenin oluşumunu izlediğinden söz ediliyordu.

Tuğla küçük bir sürtünme sesiyle yeriden oynadı. Parmaklarım ve çakı yardımıyla onu yerinden söktüm. Küçük olmasına rağmen oldukça ağırdı. Elim acımıştı ama yapacağım keşfe kesinlikle değecekti.

Elimi boşluğa sokup yeniden besmele çektim. Küçük bir çıkıntıya değdi parmaklarım. Elimin küçük olmasının avantajını kullanarak çıkıntıyı hareket ettirdim. Yeni bir mekanizma çalıştı. İkinci kapı yana doğru kaydı bu kez ve hemen ardından bir başka kapı daha göründü. İçinde yılanların olduğu yarım metrelik çukuru geçip yılanlara dil çıkardım.

"Keşfime engel olamayacaksınız iğrenç yaratıklar."

Üçüncü kapıdaki yazılara bakarken kaşlarımı çattım. Yazanlar diğerleri gibi mekanizmaya falan işaret etmiyordu, bir çeşit büyüden söz ediliyordu. Kapının açılması içinse büyünün kırılması gerektiği söyleniyordu. Okuduğum tek kelimeyle kendi kendime sordum.

"Kan mı?"

Evet, kan yazıyordu ve büyünün kanla bozulacağına işaret ediyordu. Kulağıma gelen yılanların tıslamaları beni gıcık ederken, battı balık yan gider hesabı, parmağımı kestim. Kanı, işaret edilen küçük oyuğa sürdüm ve bekledim. Yeni bir mekanizma çalışırken, yeniden yılan çukurunun üzerinden atladım. Maazallah kafama bir taş blok düşerdi. Ezilerek ölmek pek tercihim olmazdı. Bir süre bekledim ve kapı iki yana kayarak açıldığında ileri doğru adımladım. Neredeyse yılan çukuruna düşecek olduğum gerçeğini es geçersek sorunsuz bir şekilde odaya girebilmiştim.

"Oha!" nidası dudaklarımdan dökülürken, bulduğum bu odaya hayran kalmıştım. Burası muazzamdı! Ortada duran lahid ise kesinlikle görülmeye değerdi. Her yerde değerli eşyalar vardı. Çanak, çömlekler dışında pek çok mücevher de bulunuyordu. Hatta işlenmemiş elmaslar, zümrütler bile vardı. Burası resmen bir hazine odasıydı. Bütün hazineleri es geçip lahde doğru yürüdüm. Sırt çantamı ve bel çantamı çıkarıp kenara koydum. Lahdin kapağını elbette açamazdım, o kadar güçlü değildim ama üzerindeki sembolleri inceleyebilirdim. Elimle lahde dokunduğumda kanım taşa bulatı ve aşağı doğru aktı. Lahdin kapağının arasına girdiğinde çok da umursamadım. O sırada sembolleri incelemekle meşguldüm.

"Vay vay vay!" diyen sesle arkamı döndüm. Bunlar, bizimle birlikte gelen diğer bir üniversitenin öğrencileriydi. Arkadaş oldukları çok belliydi ve yüzlerindeki ifade hiç de hoşuma gitmemişti.

"Ne istiyorsunuz?" diye sordum sert bir ses tonuyla. Kendi aralarında gülüştüler. Ortadaki öne çıktı.

"Bu keşfi bizimle paylaşmanı ya da şöyle söyleyeyim, bize bırakmanı."

"Avcunu yalarsın piç kurusu!" dedim sinirle. O an Türkçe konuştuğumun farkında bile değildim. El hareketi çekmem ise karşımdakilerin şaşkınlıkla bana bakmasına yetmişti.

"Ne dedi şimdi bu?" diye sordu soldaki. Diğerleri omuz silkerken, ben göz devirdim.

"Diyorum ki, cehenneme kadar yolunuz var!"

Sesimi yükselterek söylediğim sözler üzerine, "Sen çok oldun ama." diyerek bana geldi soldaki. Diğerleri ona karışmamış, hatta kollarını kavuşturup sırıtmışlardı.

Üzerime gelen adam koluma uzandı. Hızla kendimi geri çektim. Belim, lahde çarparken, bacaklarının arasına bir tekme savurdum. Adam kıvranarak yere düşerken bu kez diğerleri üzerime yürümüştü. Ailem bana kendimi korumayı elbette öğretmişti ama bu kadar çok erkeğe karşı pek de bir şansım olmazdı. Mantığım kaç git, diyordu, egom ise kal bu senin keşfin diye bas bas bağırıyordu. İkisi arasında kaldığım bu sürede üzerime gelen iki erkek kollarımı yakalamıştı. Birisinin diz kapağına tekme atmış, diğerinin ise yüzüne tükürmüştüm. Bu onları daha da sinir ederken, cep telefonum elimden kayıp yere düştü.

"Bırakın beni!" diye bağırmak istediğimde bir el sıkıca ağzımı kapattı. Sırtım yerle buluşurken içlerinden birisi karnıma oturmuştu. Ne kadar debelenirsem debeleneyim bundan kurtulamıyordu. Öyle sıkı tutuyordu ki beni, kıskacından bırak kurtulmayı, ellerini bile gevşetememiştim.

"Yılanlar seni yemeden önce biraz eğlenelim." dedi iğrenç gülüşüyle. Tam bir orospu çocuğuydu ve eğer bir mucize olmazsa bana tecavüz edecekti. Öldüreceğini de alenen söylemişken, bunu yapacağından şüphem yoktu. Çığlıklarım, ağzımdaki elin altında kaybolurken, tek yapabildiğim onlardan kurtulmaya çalışmaktı. Gömleğimin düğmeleri açılırken daha çok debelendim. Elimden hiçbir şey gelmezken gözyaşlarım zemine damlıyordu. O sırada duyduğum sürtünme sesi ise şuan için önem sıralamasında sonda bile değildi.

Anlayamadığım bir kelime odada yankılandı. O tok ve güçlü ses kime aitti bilmiyordum, daha önce hiç duymamıştım ama üzerimdeki adamın karnımdan kalkmasına yettiği için minnetardım. Bakışlarımı odada gezdirdiğimde gördüğüm şeyse gözlerimin sonuna kadar açılmasına yetti. Mumya bezine sarılmış bir beden, lahdin içinde ayakta duruyordu!

***

Selam! Nasılsınız bakalım?

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'mız hakkında ne düşünüyorsunuz? Azıcık çatlak bir karakter sksjsk.

Keops hakkındaki bütün bilgileri Wikipedia'dan aldım. Hatta güney duvarındaki o delik bile gerçekten var ve onun arkasındaki kapılar da gerçek. Sadece açmak için uğraşmamışlar, bizim kız açtı sjsjsj.

En son gelen üç adama burada küfür edebilirsiniz. Çağımızın sorunu erkeklerin zapt edemedikleri arzuları ne yazık ki ama elbette bunun bedelini ödeyecekler. En azından kitaplarda kızlarımız rahata ersin değil mi?

Son olarak mumyamız uyandı. Ne hissediyorsunuz?

Hüma 👉

Carmen 👉

Clara 👉

Amber ve Mike 👉

Üçlü 👉

Mumya 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%