Yeni Üyelik
55.
Bölüm

24. Bölüm - İsis

@aysenurtekkanat

Yazar Anlatımı...

Kan kırmızısı güller, sarayın bahçesini süslüyordu. Her biri sağlıklı, sımsıkı toprağa tutunmuştu çiçeklerdi. Sarayın burçları griye bulanmış bulutlarla gizlenmişti. Ölüler Diyarı, her zaman olduğu gibi soğuktu yine fakat oranın sakinleri bu soğuğu hissedemeyecek kadar alışmıştı buna.

Karamel rengi saçları, Duat'ın rüzgarlarında savrulan tanrıça sarayın bahçesindeydi. Düşünceliydi ve son derece canlıydı. Evet, o canlıydı. Duat'taki diğer bireylerin aksine İsis canlıydı ve bu canlılık bazen ona acı veriyordu çünkü İsis, tüm canlılığına rağmen ölülerin arasında sıkışıp kalmış gibi hissediyordu kendini.

Büyücü tanrıçanın zümrüt yeşili elbisesi rüzgarda savruldu. Saçları, geriye doğru tutturulmuştu ve koyu kahverengi gözleri tuhaf sayılabilecek bir ışıltıya ev sahipliği yapıyordu.

Kan kırmızısı güllerden birini, elindeki makasla kesti tanrıça. Gülün sahte kokusunu ciğerlerine çekerken, bir kez daha sancıdı yüreği. Bu yolu o seçmişti, burada kalmak onun tercihiydi lakin o bazen bu tercihi yaptığı için pişmanlık duymuyor değildi çünkü tercihi istemediği şeyler yapmasına sebep olmuştu.

"Vakti geldi." dedi fısıltıyı andıran sesiyle. Tam arkasında duran hizmetkarına uzattı gülü ve makası.

"Neyin vakti tanrıçam?" diye sordu hizmetçi kız, İsis'in uzattıklarını alırken. İsis'in aksine gülün kokusunu sevmişti ve karşısında bu tanrıça olmasaydı o gülü koklayabilirdi.

İsis gülümsedi. Mutlu değildi ama üzgün de sayılmazdı. Yalnızca göz kenarları gülüşüyle kırışmış ve kırık bir tebessüm dudaklarına peydah olmuştu.

"Yirme beş yıl önce planlananın elbette." derken neredeyse şeytani çıkan ses tonu hizmetli kızı ürkütmüştü. Zavallı ruh olduğu yerde titrerken, İsis öylece ortadan kayboldu.

*

"Anubis, uyandır onu!" diye bağırdı Osiris.

Anubis yanı başındaydı ve bedeni neredeyse şeffaflaşmış olan kıza bakıyordu. Başaramamıştı. Ormandan çıkmıştı bir şekilde ama ruhu daha fazla bu karanlığa dayanamamıştı.

Onu oraya gönderdiğine pişman oldu Anubis. Keşke bunu yapmak yerine Set'e karşı çıksaydı. Her şeye rağmen o orduyu yok etse ve kızı yaşatsaydı ama ne yazık ki işlerin bu şekilde yürümediğini o da biliyordu.

"Yapamam." dedi kısık sesiyle. Terazinin yanıp sönen ışığı yüzünü aydınlattı ve yeniden karanlığa gömdü onu.

Osiris'in, "Ne demek yapamam?!" diye öyle bir soruşu vardı ki, ruhların korkuyla geri çekildiğini fark etti Anubis.

Düz bir sırada ilerliyordu ruhlar. Hepsinin hedefinde terazi ve diğer dünya vardı. Kimi iyi bir yere gideceğinden emindi, kimiyse en karanlık kabuslarını yaşamıştı geçen yedi gün boyunca.

"Çok geç kaldı." dedi Anubis. Acı çekiyormuş gibi çıkmıştı sesi. Bu kız sadece birkaç gündür hayatındaydı fakat öyle bir aurası vardı ki kendini onun akıntısına kapılmış halde bulmuştu Anubis. Belki bu akıntıydı bu kadar üzülmesine sebep olan, belki de çıkacak olan savaştı.

"Burada işte." derken aslında içten içe biliyordu Osiris bunun kifayetsiz olduğunu. Geç kalmıştı. Belki o iblis olmasa, daha erken gidebilse onu yetiştirirdi ama geç kalmıştı. Kızın, teraziden geçmesini sağlayacak olan kalbine bile erişemezlerdi artık.

"Hayır." dedi Anubis. "Değil. Zihni burada değil. Ruhu parçalanıyor, bundan geri dönüş yok. İmkansız."

İmkansız...

Bazı şeylerin imkanı olmazdı. Bazı şeyler öylece giderdi ve elden hiçbir şey gelmezdi. İmkanlar, imkansızı doğururdu ve imkansız çaresizliğe kucak açardı.

Hüma imkansızdan doğmuştu ve şimdi aynı imkansız onu çekip alıyordu. Bu kaçınılmazdı. Bu sondu. Genç kız artık bu dünyada değildi çünkü gideceği bir dünya yoktu. Artık yoktu. Artık Hüma'nın ne bedeni canlıydı ne de ruhu vardı. İmkansızdan doğan bebek, imkansıza hapsolmuştu. Nitekim bazen imkansızlar, içlerinde ufacık da olsa birer imkan barındırırdı.

İsis, Hakikat Dağı'na geldiğinde, onun gelişi herkesi şaşırtmıştı. Teraziyi bekleyen tanrılar ruhları bırakmış, tanrıçaya odaklanmıştı. Nitekim İsis tüm bunları umursamadı. Zümrüt yeşili elbisesinin eteklerini savura savura yürüdü siyah mermerden yapılmış zeminde. Ayakkabılarının sesi tüm bakışların ona dönmesine sebep oluyordu ve tanrıça bunu da umursamıyordu.

Vakti gelmişti. Yirmi beş sene beklemişti İsis bugün için, aslında bugün olmasını beklemiyordu, daha var sanıyordu ama bazen hayat bize beklentilerimizi getirmezdi, bu, bir tanrıça bile olsanız, değişmez bir kuraldı.

İsis, uzaktan gördüğü Anubis'e doğru yürüdü hızlı adımlarla. Gözlerinin seçtiği bir diğer kişi kocasıyken, neredeyse yok olmak üzere olan kız en son gözüne takılandı. Çünkü biliyordu onun orada olduğunu ama yok oluşu... İşte bunu beklememişti İsis. Telaşlı adımları bu kez daha da hızlanmıştı. Zarafeti, endişesinin gölgesinde kalmışken, tanrıça koşmaya başlamıştı. Karamel rengi saçları dağılmış, tokadan kurtulan tutamları sağa sola savrulmuştu. Yüzü bembeyaz olmuştu ve yanakları bu beyazlığın aksine kızarmıştı.

İsis, yanlarına vardığında dizlerinin üzerine çöktü hızla. Yere çarpan dizlerinin acısı şu an için önemseyeceği son şey bile değildi.

"Sen burada ne yapıyorsun?" diye sordu Osiris. Şaşkındı çünkü İsis saraydan dışarı pek adım atmazdı. Hele Hakikat Dağı'na gelmek onun için imkansız gibi bir şeydi.

İsis, Osiris'in sorusunu duymadı bile. Parmakları, adeta bir hayalete dönüşen kızın yanağına dokundu lakin sanki orada değilmiş gibi içinden geçti. "Hayır." derken ağladı ağlayacak bir ruh halindeydi. "Böyle olmamalıydı." dedi İsis. Onun neden bahsettiğini ne Osiris ne de Anubis anlamıştı.

"İsis!" diyerek kadının kolunu tuttu Osiris. Bu vesileyle onun dikkatini çekebilmişti. "Neler oluyor? Sen burada ne yapıyorsun?"

İsis büyükçe yutkundu. Bakışları mavi gözlere kenetlenmişken, dudakları titriyordu.

"Sonra anlatacağım. Bana zaman ver." dedi olabildiğince sakin olmaya çalışarak. Sonra yeniden kıza döndü.

Hüma'nın bedeni şeffaflaşmış, adeta dumanı andırır olmuştu. Dokunulduğu anda dağılıyordu uzuvları ve sonra yeniden oluşuyordu ama ona ulaşmak imkansız gibiydi. Nitekim İsis bu kadar çaresiz değildi, yalnızca bu görüntüyü beklememişti.

"Bileklik." diye mırıldandı. Arkasını dönüp Anubis'e baktı hızla. "Onun bir bilekliği var, onu bulmalısın."

İsis'in aceleci ve endişeli sesiyle yalnızca başını salladı Anubis. Anında kızıl kahverengi dumanların içinde kaybolurken, İsis itinayla kaçıyordu Osiris'in bakışlarından.

"Neler oluyor?" diye yineledi sorusunu Osiris. Hem üzgün hem gergin hem de oldukça öfkeliydi fakat tüm bu duyguları gölgede bırakan şüphesiz ki merakıydı. İsis'in bir şeyler için bu kadar endişelendiğini görmeyeli uzun zaman oluyordu. En son bu endişeye sahip olduğunda Horus doğmuştu ve İsis, Set'in onu öldürmesinden fazlasıyla korkmuştu.

"Anlatacağım." dedi tanrıça fakat bu cevap Osiris için yeterli değildi.

"Şimdi anlat!"

İsis, kocasına baktı gergince. Ona yirmi beş sene önce olanları nasıl anlatacağının hesabını yapıyordu aklında fakat her hangi bir çözüme ulaşabilmiş değildi. Öte yandan kızın bedeni gittikçe daha da şeffaflaşıyordu ve Anubis bir türlü gelmek bilmemişti.

"Annesi benden bir bebek istedi ve ben ona istediği bebeği verdim." dedi kısaca. Aslında dahası da vardı ama İsis bunu şimdi açıklayamazdı. Osiris her şeyi öğrendiğinde kafayı yerdi ve muhtemelen ondan nefret ederdi. Tanrıçanın göze alamayacağı bir ihtimaldi bu. Osiris'i kaybetmek ihtimaller dahilinde bile olamazdı.

"Bu yüzden mi bu kadar dayanabildi?" diye sorarken cevabın bu olduğunu biliyordu Osiris. Yine de sormuştu ve cümlesinin devamı da bildiğini destekler nitelikteydi. "Onu sen koruyordun."

İsis başıyla onayladı yalnızca. Bakışları arada bir arkasına kayıyor, Anubis'in gelip gelmediğini kontrol ediyordu.

"Hadi." diye mırıldandı endişeyle. Yanaklarının iç kısmını kemiriyor, endişeyle kızın şeffaflaşmış yüzüne bakıyordu. Ödü kopuyordu İsis'in, Hüma yok olacak diye. Oysa o bileklik onun kurtuluşu olabilirdi. O şey göründüğünden daha değerliydi ve İsis bunu bilen tek kişiydi.

"Hadi." dedi bir kez daha ve tam da o sırada kızıl kahverengi dumanlar zemine yayıldı. İçinden çıkan Anubis, firuze taşından yapılmış olan bilekliği İsis'in eline bıraktı.

"Diğer tarafta işler hiç iyiye gitmiyor." dedi Anubis. Olanları az çok görmüş, hatta bu yüzden geç kalmıştı. Set'in, o bilekliği kızın yanından ayırmadığını biliyordu, bu yüzden bulması değildi uzun süren, olanlardı.

İsis, "Bu umurumda bile değil." derken, Osiris, "Neler oluyor?" diye sormuştu.

"Savaş çıkacak." dedi kısaca Anubis. Aslında bu her şeyi açıklıyordu lakin ölülerin koruyucu tanrısı dahasını söylemekten alamadı kendini. "Eğer Hüma dönerse ordu yok olur ve ordu yok olursa babam mağlup olur."

İşte olay bu kadar basitti. Ordu ve Hüma bir ipte dengede durmaya çalışan iki cambaz gibiydi. Biri düşerse diğeri o ipte sallanmaya devam edecekti, diğeri düşerse biri kalacaktı geriye. Nitekim iki cambaz günlerdir bir ipte oynuyordu.

"Savaşı durdururuz." dedi sadece Osiris.

İsis ise, "Yesinler birbirlerini." demekle yetinmişti. O sırada tek odaklandığı yer neredeyse yok olmuş olan kızdı.

Tanrıça bilekliğin iplerini koparıp attı. Firuze taşını avucuna alıp iki elinin arasında sıkıştırdı. Firuze taşının turkuaz ışığı tanrıçanın avuçlarından taştı. Göz alıcı ışık Hakikat Dağı'nı turkuaza boyarken, kimse oraya bakamıyordu. Bu muazzam bir güçtü. Kimse, tanrılar bile, böylesini görmemişti daha önce. Belki bu güç salınmadığından görülmemişti belki de var olmadığından. Sebep her ne olursa olsun, İsis'in avuçlarında tuttuğu bu enerji büyüleyiciydi.

Tanrıça ellerini Hüma'ya doğru uzattı. Avuçlarını genç kızın göğsüne koyarken, antik dilde birkaç kelime mırıldandı. Sesi neredeyse duyulmuyordu ve sözleri de bir o kadar anlaşılmazdı. Nitekim o konuştukça turkuaz ışık artıyor, taş ısınıyordu. Firuze taşı Hüma'nın göğsüne gömüldü usulca. Kızın şeffaflaşmış bedeni aynı anda opaklaşmaya başladı. Yavaşça, beklenmedik bir şekilde geri geliyordu ruhu ve bunu, Osiris ve Anubis dahil, kimse beklemiyordu. Nitekim Hüma'nın ruhu, sanki hiç yok oluşa yaklaşmamış gibi geri geldi ve turkuaz ışık kızın göğsünde kayboldu.

Hüma, imkansızdan doğmuştu ve imkansıza hapsolmuştu. Ama şimdi o imkansız onun canına yoldaş olmuştu.

*

Hüma'nın Ağzından...

Hissizlik tüm benliğimi ele geçirmişti. Uğultuyu andıran sesler kulaklarımı tırmalıyor ama bir anlam kazanamıyordu. Uzuvlarım yok olmuştu, ben yok oluyordum. Son duyduğum ses Osiris'in sesiyken, artık o bile yoktu. Koca bir hiç... Kapkara, bomboş, sonsuzdu ama kesinlikle sessiz değildi.

"Yardım..." diye mırıldandım güçsüz bir sesle. Nefes nefeseydim.

Nefes nefeseydim!

Nasıl nefes nefese olabilirdim? Ben ölüydüm.

"Yardım..." dedim yeniden aynı ses tonuyla ve bu kez nefes aldığımın bilinciyle. Boğuluyormuş gibi hissediyordum. Sanki buz gibi bir el boğazıma sarılmış, sıkıyordu.

"Yardım mı istiyorsun?" diye sordu uzaklardan gelen bir ses. Yankılı ve boğuktu. Cinsiyetini ayırt etmek neredeyse imkansızdı fakat daha çok bir erkeğin sesini andırıyordu. Kimdi bu?

"Sana yardım etmemi ister misin?" diye sorarken eğlenirmiş gibi çıkmıştı sesi.

Korkuyordum. Bu sesin sahibi tüylerimi diken diken ediyordu. Uzaklardan gelen sesine inat nefesini ensemde hissediyordum.

İrkildim ve o an ilk kez hissettim bedenimi. Bacaklarım karanlıkta savruldu sanki.

"Kim..." dedim sadece. Devamını getiremeyecek kadar yorgundum. Oysa ses ne sormak istediğimi anlamış gibi kahkaha atmıştı.

"Ben." derken sesi bile gülümsüyordu. Peki o neredeydi? Bana bu kadar yakın olup aynı zamanda da uzak olmayı nasıl başarıyordu?

"Sen?" dedim sorarcasına. Derin bir nefes aldım. Karanlık yeniden bütün benliğimi ele geçirirken, yeniden duydum onun sesini. Bu kez eğlenmiyordu, son derece ciddiydi.

"Ben senin dostunum ama herkesin düşmanıyım." dedi o ses. Derinden gelmişti. Sonra kalbimin üzerinde yakıcı bir acı hissettim. Feryadım karanlığı yırtıp geçerken yeniden duydum onun sesini. Bu kez daha netti ve kulaklarımı acıtacak kadar yüksek.

"Yardım mı istiyorsun?!" diye sordu yeniden. Başım istemsizce sallanırken güldü. "Sana yardım edeceğim ama karşılığında sen de bana yardım edeceksin!"

Yüksek sesi kulaklarımı çınlatmıştı. Fakat bu ses aynı zamanda beni uyandırmış ve gözlerimi karanlığa açmama vesile olmuştu. Nitekim görebildiğim şey buz mavisi bir çift gözden başkası değildi ve o gözler de bulutların ardında kaybolmuştu.

"Ne istiyorsun?" diye sordum. Bu kez düzgün bir cümle kurabilmiş olmanın haklı gururunu yaşarken, buz mavisi gözler yeniden belirdi önümde. Neredeyse burun burunaydım onunla, o her kimse, ve nefesi dudaklarıma çarpıyordu usulca.

"Vakti geldiğinde." dedi fısıldar gibi. Gözleri benimkilere kenetlenmişti. Işıl ışıldı ama derinlerinde bir karanlık saklanmıştı. İlk bakışta buz mavisi olarak yorumladığım gözleri, eflatun rengini de içinde barındırıyordu. Muazzamdı. Çok güzeldi. Gün batımına benziyordu ama sanki güneş batmakla batmamak arasında kalmış gibiydi.

"Vakti geldiğinde?" diye tekrarladım onu. Sorum karşısında yeniden kıkırdadı ve gülüşüyle ferah nefesi yüzümü yalayıp geçti. Nasıl bir koku olduğunu tahmin etmek çok zordu, dünya dışı gibiydi fakat bu koku inanılmaz güzeldi. Hani olurdu ya bir çiçeği koklarken gözlerini kapatırdı insan, bu kişi her kimse burnuma dolan kokusu gözlerimin kapanması için yeterliydi.

"Vakti geldiğinde seni bulacağım." dedi. Sesi ve nefesi uzaklaşırken, "O zamana kadar bekle ve güçlü kal. Sana ihtiyacım olacak." diyerek devam ettirdi sözlerini.

Gözlerimi yeniden açtığımda ne o vardı ne de kokusundan geriye kalan bir kırıntı. Yalnızca hiçlik ve sonsuz karanlık...

***

Merhaba.

Bölüm nasıldı sizce?

İpuçlarını yakalayabildiniz mi?

İsis'in Hüma için bu kadar çabalamasına ne diyorsunuz?

Sizce sakladığı daha ne var?

Firuze taşında saklanan o güç neyin işareti?

Hüma'nın karanlıkta gördüğü mavi gözlerin sahibi sizce kim?

Hüma'dan ne isteyecek?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

İsis 👉

Osiris 👉

Anubis 👉

Buz Mavisi Gözlü Anonim Şahıs 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%