Yeni Üyelik
56.
Bölüm

25. Bölüm - Tanrıça

@aysenurtekkanat

Gözler kalbin aynasıdır derler ya hani, gördüğüm o bir çift buz mavisi göz, bir kalbe ayna tutamayacak kadar mattı. Öyle mattı ki değil bir yansıma, arkası bile görünmüyordu lakin sözleri efsunlu gibiydi ve o efsun ister istemez sizi içine çekiyordu. Akıntıya kapılıyordunuz, kontrolü yitiriyordunuz ve en sonunda bir şelaleden aşağı düşüyordunuz. Peki ya ben... O akıntıya kapılıp sürüklenecek miydim, yoksa kurtulmak için çırpınacak mıydım?

Az önce o gözlerin sahibiyle aramda geçen konuşma hiç şüphesiz ona inandığım yönündeydi ama ben gözlerini bile okuyamadığım birisine inanmaz, güvenmezdim. Belki yanlış okurdum çöl tanrısında olduğu gibi ama asla bir sonuca varmadan hareket etmezdim. Bundandı ki onu onaylarken yalan söylemiş, bir nevi başımdan savmıştım. Aslında ben onu çıkarlarım için kullanmıştım çünkü eğer benim kurtuluş yolum o gözlerin sahibine yalan söylemekten geçiyorsa, işte o zaman ben intikamım uğruna başıma büyük bir bela almaya da razıydım. Madem ki iblislerle savaşmak için zalim olmak gerekiyordu, öyleyse ben de kalbimde yeşeren o merhamet fidanını koparıp atardım.

Gözlerim karanlığa gittikçe daha fazla alışırken, göğsümde bir kuş kanat çırpmış gibi hissettim. Anlıktı ama beni afallatmaya yetmişti. Sonra bir başka kuşun kanadı kıpırdandı ve kalbim düzensiz bir ritimle atmaya başladı. Önce nefesim geri gelmişti, şimdiyse kalbim beni terk etmediğini gösteriyordu. Oysa ben bu karanlığın yok oluştan ibaret olduğuna çok emindim ama şimdi karanlık dağılıyor, ufacık bir ışık hüzmesi o karanlığı yarıp geçiyordu.

Gözlerimi bir kez daha kapatıp açtığımda yanıp sönen bir ışık çekti dikkatimi. Bulanık görüşüm yavaş yavaş düzelirken, o ışık defalarca kez daha yanıp söndü. Nefeslerim ağır ağır bana geldi ve bulanıklığın ardından bana bakan bir çift kahverengi göz çekti dikkatimi. Gülümsüyordu kadın. Elleri kalbimde, gözleri gözlerimdeydi ve benimkinin eşi olan karamel rengi saçları omuzlarından kaymıştı. Dağınık bir görüntüsü vardı lakin ona rağmen insanı büyüleyen bir tarafı olduğu da yadsınamaz bir gerçekti.

"Siz..." dedim ama devamını getiremedim çünkü o kadının tam arkasında duran ikiliyi fark ettim. Anubis ve Osiris...

"Anlatacağım kızım." dedi kadın.

Tanrıların dünyası garipti. Her biri anlaşılmaz, bazen bencil ve çoğu zaman da kibirliydi. Fakat bu dünyaya dahil olduğumdan beri karşılaştığım tanrılar arasında yalnızca iki kişi bana kızım şeklinde hitap etmişti. Bu kadın onlardan birisiydi.

"Ben öldüm." derken bir elim kalbimin üzerine gitmişti. Parmak uçlarımda hissettiğim o zayıf ritim bu sözlerimin aksini ispatlar nitelikteydi. "Ölmedim mi?" diye sorarken aslında bilmediğim tonlarca şey olduğunu da hissetmiştim.

"Yaşıyorsun." dedi ismini henüz bilmediğim tanrıça. Sonra kollarımdan tuttu ve ayağa kalkmama yardım etti. Sendeledim. Yeniden yere düşmemek için onun kollarına tutundum ve o an kollarımdaki o damarlar çekti dikkatimi. Şiş değillerdi ve siyah da değillerdi. Hani bazı insanların derileri ince olurdu ve damarları görünürdü ya, öyle görünüyordu işte ama onlarınkinden daha fazlaydı. Kötü görünmüyordu ama istediğim bir görüntü olduğunu da söyleyemezdim.

"İsis." dedi Osiris ve ben o an bu kadının kim olduğunu öğrenebildim. "Artık neler olduğunu anlatacak mısın?"

Osiris'in sorusuyla gerildi İsis. Beni tutan eli sıkılaştı ve koyu kahverengi gözleri Osiris dışındaki her şeyde gezindi. "Anlatacağım." derken ona bir an olsun bakmamıştı. Sonra garip bir his sardı etrafımı. Parçalanıyormuş gibi hissettim ve hatta bir elektrik süpürgesine takılan küçük bir toz zerresi gibi. Bu his kısacık bir süre daha devam etti ve en nihayetinde bittiğinde kendimi kan kırmızısı güllerle dolu büyük bir bahçede buldum. Bahçenin güllere yakın olan kısmında duran bir kızın, elindeki gülü kokladığını fark ettim. Diğer elinde tuttuğu gümüş renkli makasın kabzasında zümrütler vardı.

"Burası neresi?" diye sorarken etrafı inceliyordum. Osiris ve hemen ardından da Anubis'in bahçede belirdiğini seçebildim.

Bahçe büyüktü. Her yerde güller vardı ve gökyüzü, Duat kadar karanlık değildi. Yine karanlıktı, evet ama yağmurlu bir günü andırır gibiydi, kasvetli havası insanı boğmuyordu. Bu tip havalarda kahvemi alıp kitap okumaya bayılırdım ve belki de bu yüzden buraya karşı sempati duymuştum. Hava serindi, tenimi yakıyordu esen rüzgar. Öte yandan karanlık sarayın burçları, bulutlarla kaplı gökyüzüne kadar uzanıyordu.

Gülü koklayan kız, bizi fark ettiğinde hazır ola geçti. Elindekileri hasırdan yapılmış masaya bırakıp koşar adım yanımıza geldi.

"Tanrıçam." derken İsis'in önünde hafifçe eğmişti başını. Hemen ardından diğerlerine de aynı şekilde selam verdi.

İsis, onu es geçip hasır sandalyelerden birisine oturmama yardım etti. Bu iyi gelmişti.

Fazlasıyla yorgundum. Aslında bu çok da şaşırılacak bir şey değildi, ölümden dönmüştüm neticede. Kaç kişi bunu yaşıyordu ki? Gerçi tam olarak ölümden döndüğümü söylemek de doğru olmazdı. Ben yok oluşun eşiğinden dönmüştüm.

"Anlat artık!" derken sabrının sınırında geziniyor gibiydi Osiris. Ellerini masaya dayamış, sert bir yüz ifadesiyle İsis'e dikmişti bakışlarını. Ve İsis, Hakikat Dağı'nda kaçtığı o sorudan, artık kaçamayacağını anlamış gibi düşürdü omuzlarını.

"Gidebilirsin Mary." dedi masada duran güle kaçamak bakışlar atan kıza, İsis. Kız gittiğindeyse kendini atarcasına oturdu sandalyelerden birine. "Yirmi beş sene önceydi." diyerek söze başladı.

Bu kadar eski bir hikaye neden şimdi gün yüzüne çıkıyordu anlam verememiştim. Hoş, tanrıların yaşı hesaba katıldığında o kadar eski bile değildi ya neyse.

"Yalnızdım çünkü sen hep meşguldün." dedi ve bu kez gözlerini kaçırmadan baktı eşine.

Osiris ise kaşlarını çatmıştı. Bir şeyleri anlamaya çalıştığı çok belliydi. Öte yandan böylesi özel bir hikayenin benim yanımda konuşuluyor olması kendimi fazlalık gibi hissetmeme sebep olmuştu.

"Seni asla ihmal etmedim." diyerek itiraz etti Osiris.

İsis güldü. "Evet, etmedin ama yeteri kadar da yanımda kalmadın." dedi. Osiris bunun üzerine hiçbir şey söyleyemezken, İsis, "Ben, onun da aynı şeyi yaşamasını istemedim." diyerek bana baktı. İşte bu kesinlikle beklemediğim bir şeydi.

"O derken benden mi söz ediyor?" diye sordum yanımda oturan Anubis'e. O bile buna şaşırmış görünüyordu ve evet, bu kez çakal başlığını takmamıştı. İsis, Mary denen kızı gönderdiği anda o maskeden kurtulmuş ve gerçek görünümüne bürünmüştü.

Anubis, esmer, oldukça uzun boylu, kemikli yüz hatlarına sahip olan yakışıklı bir adamdı. Neredeyse siyah denecek kadar koyu olan gözleri dolayısıyla göz bebeklerini seçmek mümkün değildi. Öte yandan yüzünün sol tarafında bir ısırık izi vardı ve bu ona karakteristik bir hava katmıştı. Zaten ne kadar kalıplı biri olduğu da aşikarken, eğer onu hayal etmem istenseydi tam da bu şekilde görüneceğini düşüneceğimden çok emindim.

Anubis, sorumu başıyla onayladı. Yanlış anlama ihtimalim bu vesileyle ortadan kaybolurken, gittikçe daha enerjik hissediyor olmam yerimden kalkmam için yeterliydi.

"Oldu o zaman." derken geri geri yürümeye başlamıştım bile. "Siz konuşun, sonra gideriz biz." dedim onlara el sallayarak. Sonra arkamı dönüp ellerimle kulaklarımı kapattım.

Ben bu hikayeye dahil olmak istemiyordum. Mitolojiyi seviyordum ve hatta bu konu üzerine tez yazmaktan da memnundun lakin buna dahil olmak gibi bir düşünce aklımın ucundan dahi geçmemişti. Ben sadece okurdum, yaşamazdım ki.

"Hüma." dedi İsis. Kolumu tutup durmamı sağladı. Bundan kaçamazdım, biliyordum ama umut etmeye de son veremiyordum işte. Oysa ben o piramide, işlerin buraya geleceğini bilmeden girmiştim. Yalnızca dünyayı sarsacak bir keşif yapacak ve adımı duyuracaktım. Ünlü bir arkeolog olmaktı hayalim ama şimdi araştırdığım tarihin içinde bulmuştum kendimi.

"İstemiyorum." diye sızlandım. Nitekim İsis'in bakışları anlatmadan bırakmayacağını haykırır nitelikteydi. Öyle de oldu. İsis, kolumu tutup beni geri yürüttü ve az önce kalktığım sandalyeye oturtana kadar da bırakmadı. Sandalyede, yok olmak istercesine aşağı doğru kaydım. Yok olmak... Dakikalar önce olsaydı şayet hiç de cazip gelmezdi fakat şimdi o karanlığa geri dönme fikri beni cezbediyordu.

İsis, "Bir bebeğimiz olacaktı." dedi ama sözlerinin muhatabı Osiris olmasına rağmen bana bakıyordu.

Anlamıştım. İsis'in sözünü ettiği o bebek bendim. Tek problem bunun nasıl mümkün olduğuyken, İsis'in tüm bunları bunca yıl Osiris'ten nasıl sakladığını da merak etmiyor değildim. Öte yandan İsis'in kızı olduğum gerçeği, ikimiz yan yana geldiğimiz anda kabak gibi ortaya çıkıyordu ve ben, anneme bile bu kadına benzediğim kadar benzemiyordum. Nereden geldiğini bilmediğimiz karamel rengi saçlarımın kaynağını, daha onu ilk gördüğüm anda anlamalıydım.

"İstemiyorum." diye mırıldandım yeniden ama kimse beni duymadı. Gerçi duymaları için de söylememiştim, yalnızca inkar aşamasındaydım. Bir şeyi kabullenmek, üstelik de bunca yıl inandığın şeyin zıttıyken, oldukça zor oluyordu. Bunun ilk aşaması da ne yazık ki inkardı.

"Bunu benden sakladın mı?" dedi en nihayetinde Osiris. Dudaklarından histerik bir kahkaha kaçıverdi. Haklıydı aslında. Yirmi beş yıldan söz ediyordu İsis ve Osiris bunca sene bir gerçekten bir haber yaşamıştı. Onunla ortak noktalarımız günden güne artıyordu.

"Saklamasaydım eğer Hüma'nın gitmesine izin vermezdin ve o bu saray dışında bir dünya olduğunu bile bilmezdi." diye çıkıştı İsis. Onun bu çıkışı Osiris'e karşı olan bakış açımda derin bir çatlak oluşmasına sebep olmuştu. Osiris, göründüğünün aksine, diktatör olabilir miydi?

"Onu burada doğuramazdım." dedi tanrıça nispeten daha sakin bir ses tonuyla. "Onu buraya hapsedemezdim. Bu yüzden hiç burada var olmadan başka bir yerde dünyaya gelmesi gerekiyordu."

İsis'in anlattıkları gittikçe daha çok dolduruyordu gözlerimi. Ben bu kadar sulu göz değildim. Dalga geçerdim, alay ederdim ve hatta küfür ederdim ama insanların yanında ağlamazdım. Set'e bunca zaman kafa tutmamın sebebi de karakterimdi zaten ama şimdi o karakter çatırdıyordu. Öldüğümden beri ağlıyordum. Anubis'in yanında, iblislerle karşılaşınca, şimdi... Sürekli ağlıyordum ve bunun çözümünü bir türlü bulamıyordum. Ben böyle olmasını istememiştim ki.

"Annem biliyor mu?" diye sordum güçlü tutmaya çalıştığım sesimle. İsis ve Osiris benim anne babam değildi. Ben, beni büyüten kişilere ailem demiştim. Benim için her şeyi yapmışlar, bana pek çok güzel erdem katmışlardı. Onlara öylece sırt dönemezdim ve dönmeyecektim de. Benim ailem onlardı. Bu iki tanrıysa var oluşumda katkı sağlayan kişilerden ibaretti.

"Hayır." dedi İsis. "Onlar Mısır'a geldiklerinde fark ettim Dilek'i. Geceleri uyuyamayışını, üzüntüsünü... Sonra ona bir şans gönderdim. Dilek, o şansı kullandı ve seni diledi. Normal şartlarda asla sahip olamayacağı bebeği istedi ve ben de ona o bebeği verdim. Aslında amacım senin normal ve mutlu bir ailede büyümendi. İnsan olmanın tadına varacak ve hayatını mutlu bir şekilde sürdürecektin. Büyüyecek, öğrenecek ve hatta bir aile kuracaktın. Sonra hayatın sona erecekti ve sen yaşlı bir kadın olarak gelecektin bana. İşte o zaman bir tanrıça olarak yeniden doğacaktın Hüma ama olmadı. Ben, Set'le yolunun kesişeceğini hiç düşünmemiştim ve sonra da seni koruyamadım. Vaktinden erken geldin bana kızım."

"İstemiyorum." dedim bir kez daha. "Ben tanrıça falan olmak istemiyorum. Eski hayatımı istiyorum ben."

İsis başını iki yana salladı. Biliyordum, bu mümkün değildi. Hatta şundan da emindim; eğer İsis'in büyüsü olmasaydı şu an hayatta olamazdım. Belki de bunun için ona minnettar olmalıydım ama yapamıyordum işte. Gözlerimden dökülen o yaşları engelleyemediğim gibi, insan olmayı da beceremiyordum.

Tanrıların işine akıl sır ermezdi. Bazen sadece yapmak isterlerdi ve yaparlardı. Enini, sonunu, sonucunu asla düşünmezlerdi. Yalnızca canları isterdi ve bazen de geçerli sebepleri olurdu. İsis'in sebebi geçerliydi fakat bana ağırdı. Bana beş beden büyüktü tanrıça olmak ama şimdi karşıma geçmiş bunu söylüyordu tanrıça. Bana benzeyen, daha doğrusu benim benzediğim tanrıça ya da annem, işte onun sebebi geçerliydi lakin yine de düşünmemişti işte. Benim nasıl hissedeceğimden çok nasıl bir hayata sahip olacağım önemliydi onun için. Bu yüzden yalnızca yapmıştı ve şimdi karşıma geçip her şeyi anlatırken, gözlerimden dökülen yaşların da yaratıcısı konumundaydı.

"İnsan olarak var olamayacağın manasına gelmiyor bu kızım." dedi İsis usulca koluma dokunurken. Bana dokunduğunda irkildim ama elini itmedim ve yaşlı gözlerle ona bakmakla yetindim. "Yaşayabilirsin ve yine o hayata dönebilirsin. Sadece daha fazlası olursun ama artık normal bir insan olamazsın."

"Geri al bu gücü." dedim bir umut. Kollarımı ona doğru uzatmıştım.

İsis bir kez daha iki yana salladı başını. Uzattığım kollarımı tutup yeşil damarların üzerinde gezdirdi parmaklarını usulca. Bakışlarında hüzün vardı. Belki bunun sebebi bana olan bu şeydi belki de yüz yıllar önce Osiris'e olanı hatırlamasıydı. Her ne olursa olsun hüznünün sebebi yok oluşa bir kalan adımlardı.

"Yapamam." dedi mırıldanır gibi. Baş parmağıyla okşadı bileklerimi. Tenime değen elleri, benimkilerin aksine sıcacıktı. Bunun sebebi de ne yazık ki ölümden dönüştü. Ölüm soğukluğunu henüz atamamıştım üzerimden.

"Neden?"

"Çünkü artık büyüdün." dedi derin bir nefes alırken. Dudaklarını yaladı. "Sen beş yaşındayken Mısır'a gelmiştin. Kahire'de, çarşıdaki bir tezgahtan bir bileklik satın aldın. Firuze taşından yapılmış basit bir bileklikti o ama aslında sıradan değildi. O bileklikte senin gücün saklıydı kızım. Onu ancak beş yıl kadar muhafaza edebildim ama sonra o, sahibini istedi. Tutamadım, bu yüzden sana getirdim. Firuze taşının içine sakladım. Normal şartlarda yine durmazdı orada ama sana yakındı, bu yüzden nispeten daha sakindi. Şimdi o gücü alırsam eğer büyük bir yıkıma sebep olurum çünkü onu zapt edecek o güce sahip değilim. Bu yüzden yapamam."

"Ama sen bir tanrıçasın." derken aslında bu dünyaya ne kadar uzak olduğumu itiraf etmiş sayılırdım. Bir tanrıçanın gücü her şeye yeter sanıyordum ama İsis'in yüzüne baktığımda bunun doğru olmadığını anlıyordum.

"Bu doğru ama eksik." dedi. Bir elimi bırakıp kalbime koydu elini. "Ben bir tanrıçayım ama sen yalnızca bir tanrıça değilsin. İçinde sadece sana itaat eden bir güç var Hüma. Sadece sana biat ediyor ve sadece seninle yaşıyor. Aslında hepimizin gücü böyle çalışıyor ama seninki normalden biraz fazla."

"Bu ne demek oluyor?"

"Bu senin, şimdiye kadar var olmuş en güçlü tanrıça olduğun anlamına geliyor kızım. Üstelik yalnız değilsin çünkü sen, farkında bile olmadan, bu dünyada var olan en güçlü orduyu da ele geçirdin."

Uzun zamandır sesi çıkmayan Anubis, İsis'in son sözleriyle, "Set'in ordusu." deyiverdi hayretle. Osiris de bir o kadar şaşkındı.

Gözlerim fal taşı gibi açılırken hızla ona baktım. "Set'in ordusu mu?"

Karma diye bir şey gerçekten vardı. Set, beni öldürmüş, o çok istediği ordusunu hayata döndürmüştü. Bana, iblislerin hüküm sürdüğü bir ormanda acılar çektirmişti çöl tanrısı, intikam yeminleri ettirmişti. Amacım teraziye ulaşıp o çok sevdiği ordusunu elinden almakken, şimdi o ordunun kumandanı oluvermiştim.

Karma diye bir şey gerçekten vardı ve karma bu kez Set'in aleyhine işliyordu. Çöl tanrısı, henüz neyi kaybettiğini bilmiyordu.

***

Selam! Nabersiniz?

Eee bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'nın merhametini söküp atacağını söylemesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bunu başarabilir mi?

İsis'in büyüsü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Osiris'in hiçbir şey bilmemesi ve İsis'in ondan bir diktatör gibi bahsetmesi peki?

Hüma'nın var olan en güçlü tanrıça olması hakkında ne söylemek istersiniz?

Kızımızın Set'in ordusunu ele geçirmesi peki?

Sizce Hüma, Set'e ne yapacak? 😈

Bizim kız savaşa damgasını vurur mu dersiniz?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

İsis 👉

Osiris 👉

Anubis 👉

Ve hiçbir şeyden haberi olmayan Set 👉

Şuraya da bir Horus bırakayım 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%