Yeni Üyelik
57.
Bölüm

26. Bölüm - Savaş

@aysenurtekkanat

Set'in Ağzından...

Acı genellikle somut olurdu. Ruhuna aldığın darbeler öyle yok sayılırdı ki kimse onları görmezdi. Fiziksel olarak almadığın hasarlar zarardan sayılmaz ve onları iyileştirmek için kimse çabalamazdı. Bundan dolayı ki duygularımı geri plana itmiş, yalnızca fiziksel yaralarıma ve asla sonu gelmeyen isteklerime odaklanmıştım. Şimdiyse asıl önemli olanın hisler olduğunu görebiliyordum. Ben acı çekiyordum. Göğsümde açılan yara değildi canımı acıtan, özlemdi ve derin bir pişmanlıktı. Vicdanım sızım sızım sızlıyor, gözlerim uzun zaman sonra doluyordu. Astarte'nin göğsüme sürdüğü merhem canımı çok yakıyordu fakat aklım burada değildi. Vakti neredeyse hiç kalmamış olan kızın kurtulup kurtulmadığını düşünmekten alamıyordum kendimi.

"Tahmini olarak ne kadar zamanımız var?" diye sordu Anat. Hathor'un geldiğini öğrendiği anda buraya damlamıştı. Bana bir an olsun bakmamış, yalnızca savaşa odaklanmıştı. Bunu yadırgamadım. Anat'ın ne kadar öfkeli olabileceğini tahmin ediyordum.

"Belki birkaç gün." derken çok da emin değil gibiydi Hathor. Horus'u en iyi tanıyanlardan birisiydi fakat gök tanrısı öyle tahmin edilemezdi ki onu tanıyanlar bile ne yapacağını kestirmekte zorluk çekerdi. Bu yüzden Hathor kesin konuşamıyordu.

Anat mutluluktan yoksun bir kahkaha attı. "Kaybettik." derken hala gülüyor, aklını kaçırmış gibi davranıyordu. "Kaybettik!" dedi daha öfkeli bir sesle. Sinir bozucu gülümsemesi hala yüzündeydi fakat kaşları çatıktı. Gözlerinden neredeyse alevler fışkırıyordu. "Kaybettik çünkü Set o insandan vazgeçemedi!"

Tüm bu öfkenin muhatabı olmak benim için yeni bir şey değildi. Yeni olan asıl şey bu öfkeyi üzerime çekiş sebebimdi. İlk kez sevdim diye kızıyordu birileri bana. Oysa öncekilerin sebebi sevmemiş olmamdı. Ne garipti, ne yaparsam yapayım kimseyi memnun edemiyordum.

Astarte'nin elini tutup durdurdum onu. Göğsümdeki yara cayır cayır yanarken, sanki hiç acı çekmiyormuşum gibi doğruldum yerimde. Gözlerim odadaki üç kadında gezindi usulca. Astarte hüzünlüydü ve endişeli bakışları yaramdaydı. Hathor dümdüz bir surat ifadesine sahipti. Onun öfkesi bana değildi ama öfkeli olmadığını söylemek de doğru olmazdı. Anat... İşte o en kötüsüydü. Tüm kinini gözlerine oturtmuş bana bakıyordu. Belki bir yere kadar haklıydı fakat sırf o öfkelenmesin ve savaş çıksın diye sevdiğim kadından vazgeçecek değildim. Savaş her halükarda çıkacaktı, Horus bu saatten sonra durmazdı ama Hüma bu dünyaya bir daha gelmezdi ve ben onu sonsuza dek yok etmek istemiyordum. Aklım başıma gelmişti en nihayetinde.

"Tek derdin kazanmak mı?" diye sordum.

Anat, benim yanımda olmak için yaratılmıştı. Benim kararlarıma hep saygı duymuş ve bana uymuştu. Kazanırken, kaybederken ve hatta Horus ona yanında yer teklif etmişken bana sırt çevirmemişti bu tanrıça. Şimdiyse ilk defa kararımı sorguluyor, onca şeye rağmen benim yanımda durmuşken şimdi bana karşı geliyordu. Derdi neydi? Değişen şey neydi?

"Hayır!" derken bana doğru bir adım attı. İkinci adımı atıp atmamak konusunda kararsız kaldığı kısacık bir sürenin ardından olduğu yerde kalmayı tercih etti. Bu onun için iyiydi çünkü yaptığı bu hareket bir başkaldırı niteliği taşıyordu.

"O halde derdin ne?"

Ses tonumun sakinliği Anat'ı şaşırtıyordu. Bağırıp çağırmamı, etrafı yıkmamı daha olası bulduğu kesindi çünkü genelde öyle yapardım fakat yorgundum. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak oldukça yorgundum ve her iki şekilde de acı çekiyordum. Belki de bu sakinliğimin sebebi acıydı.

Anat, "Kazanacağını bildiğin bir savaşı bile bile kaybetmen." dedi. Az öncekinin aksine bağırmıyordu. Buna rağmen düşüncesini dile getirmekte de çekinmemişti. Anat cesurdu ama bazen bu cesareti aptallığa dönüşebiliyordu.

"Kaybetmeyeceğim Anat çünkü Horus savaş açabilecek durumda değil."

İşte bu dile getirmediğim bir gerçekti. Horus savaşabilecek durumda değildi, ben de değildim. Bu durumda her iki taraf da bir süre daha sessizliğini korumak zorunda kalacaktı.

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Hathor. Öfkeli bile olsa kocası için endişelendiği çok belliydi. Bu beni güldürdü.

"Horus, Ra'nın yanındayken bana saldırdı ve ben de ona karşılığını verdim." dedim gayet normal bir sesle. Anlamayarak bana bakan kişiler karşısında göz devirdim. Bu huyu Hüma sayesinde edinmiştim. Tatlı çenebazım farkında olmadan bana çok şey katmıştı ve ben onun söylediği ve anlamakta zorlandığım şeyleri bile çok özlüyordum. Onu özlemekten asla vazgeçemeyecektim muhtemelen.

"Orada tam olarak ne oldu?" diye sordu Astarte. Yarayı açanın Ra olduğunu biliyordu fakat Horus'un da orada olduğunu söylememiştim ona.

"Ra bir şeyler gizliyor." dedim. Anlamamışlardı. Gerçi ben de henüz bir şey bilmiyordum ama öğrenecektim.

"Ne gibi bir şeyler?" diye sordu Hathor. Yanıma oturduğunda merakına engel olamadığı çok belliydi. Bir bacağını kıvırıp bana dönmüştü.

Anat, Hathor'un bu hareketi karşısında göz devirdi. Pencerenin kenarına kalçasını yaslayıp kollarını göğsünde kavuşturdu. O da merak etmişti ama tek kelime etmemeye kararlıydı. Anat çok inatçıydı.

Astarte ise sessizdi. Hazırladığı merhemi sıkı sıkıya tutmuş, kaçamak bakışlarla yer yer su toplamış olan göğsümü inceliyordu.

"O konuda henüz bilgi sahibi değilim ama Ra her ne planlıyorsa bu Hüma'dan geçiyor." dedim Hathor'un sorusuna hitaben. Sonra dönüp aşk tanrıçasına baktım. "Hüma'nın yok olması bir şekilde Ra'nın işine gelecek."

Uzun bir sessizlik vuku buldu odada. Astarte yeniden uzanmamı sağladı o sırada ve merhemin kalanını sürüp sardı.

"Ra bir insandan ne gibi bir çıkar sağlayabilir ki?"

Astarte'nin en nihayetinde bir şey söylemesi üzerine, bilmiyorum dercesine iki yana salladım başımı.

Anat, "Belki de istediği şey o kızda değildir." dedi. "Belki istediği şey sensindir."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Hathor. "Ra'nın Set'le ne gibi bir işi olabilir ki?"

Anat yaslandığı yerden ayrılıp bize doğru yürürken, "Ra her zaman Set'i desteklemişti." diyerek söze başladı. "Sonra işler değişti. Horus'un tahta çıkmasını istemediğini hepimiz biliyoruz ama şimdi o tahtta kalması için elinden geleni yapıyor." dedi Anat. Zaten bildiğimiz şeyleri anlatarak nereye varmaya çalıştığını anlayamıyordum. Nitekim gözlerini benimkilere kenetleyip, "Bence asıl istediği şey sensin." dediğinde bir şeyler yerine oturmaya başlamıştı. "Senin yalnız kalmanı istiyor, tıpkı onun gibi. Böylece..." dedi ve anlamamız için bize kısa bir süre verdi.

"Böylece Set'i, Apep'in karşısına koyup özgürlüğünü kazanacak." diyerek Anat'ın yarım bıraktığı cümleyi tamamladı Astarte. "Bu yüzden Apep'le savaşmana izin verdi, onu durdurup durduramayacağını görmek için."

"Evet." dedi Anat. "Ama eğer sen birini seversen ve yalnız olmazsan asla bu işi üstlenmezdin. O, senin hiçbir şeyin kalmasın istedi kralım. Sense çok şeye sahipsin ve tıpkı Ra'nın istediği gibi bunları elinin tersiyle itiyorsun. Farkında bile değilsin ama onun istediği gibi davranıyorsun. Bir insan için tüm bunlara değmez."

Anat'ın son söylediği cümleyle, "Değer!" diyerek yerinden fırlayan kişi Hathor oldu. "Aşk için değer."

Anat ve Hathor saçma sapan bir tartışmaya girmek üzereydi. Yan yana olmaları gerekirken bu şekilde taryışmaları sinirimi bozuyordu.

Anat, "Önümüzde büyük bir savaş varken hala nasıl bunu savunabiliyorsun?" diye sorduğunda güldüm. Hathor'un cevap vermesine müsaade etmeden lafa atlayan kişi bu kez bendim.

"Horus bir süre daha sarayından çıkamaz."

"Neden?" diye soran Astarte'ye göz kırptım. Nedenin benimle ilgili olduğunu anladığında güldü.

"Çünkü kanadını kopardım. İyileşmesi zaman alacak." dedim. Şaşırmışlardı ve soru sormak için hazırlanıyorlardı fakat ben soru sormalarını kesinlikle istemiyordum. Bu yüzden, "Şimdi çıkın, dinlenmek istiyorum." diyerek onları odadan kovdum.

Bu sözlerim üzerine tek kelime dahi etmeden dışarı çıktı üçü de. Kapının ardından duyulan konuşmalarını anlamlandırmaya çalışmadım. Muhtemelen az önce söylediğim konu üzerine tartışıyorlardı hala.

"Gidip başka yerde konuşun!" diye bağırdığımda sesleri kısa süreliğine kesildi. Sonra yeniden konuşmaya başladılar ama gittikçe daha uzaktan geliyordu konuşma sesleri. En nihayetinde tamamen kesildiğinde kendimle baş başa kalabildim.

Yorgundum ama vicdanım öyle çok ses çıkarıyordu ki zihnimde uyuyamıyordum. Canımın acısı duygularımın gölgesinde kalmıştı sanki. Etrafımdaki sessizlik beni kendi düşüncelerimle baş başa bırakmıştı ve vicdanım susmak bilmiyordu. Öte yandan hissettiğim duygunun özlem olduğundan da çok emindim.

Özlüyordum. Hüma'nın sesini, bana sataşmalarını, sinirimi bozsa bile ettiği küfürleri bile özlüyordum. Beni dinlediği zamanları da özlüyordum. Herkesin şeytan dediği o adamı dinlemişti o, anlamıştı ve hatta teselli bile etmişti. Belki de bu kadar merhametli olmamalıydı. Çünkü şeytanın içini gördüğünde bile onun gazabından kurtulamamıştı. Yüz yıllar sonra beni ilk kez dinleyen o kadını nasıl öldürebilmiştim ben? Tek derdim taht mıydı gerçekten? Bu kadar mı hırs bürümüştü gözümü? Bu kadar mı kinlenmiştim herkese, hiçbir suçu olmayan masum bir canı alacak kadar mı? Aşık olduğum kadını bir an bile tereddüt etmeden öldürecek kadar zalim miydim? Belki de bana şeytan demekle en doğrusunu yapıyorlardı? Apep bile benden daha merhametli olabilirdi hatta, belki de o, sevdiğinin canını almazdı.

"Anubis." dedim gözlerim yarı açık yarı kapalıyken. Hüma'nın iyi olup olmadığını öğrenmek istiyordum. "Ortaya çık."

Bir süre bekledim fakat Anubis gelmedi. Dışardan duyulan belli belirsiz sesler orduma aitti ve onlar neredeyse tamamlanmıştı. En son gördüğümde tamamen ete kemiğe bürünmüşlerdi hatta. Acaba kayıp mı etmiştim onu? Bir daha asla göremeyeceğim, sesini duyamayacağım şekilde gitmiş miydi benden Hüma? Bu yüzden mi gelmiyordu Anubis? Hüma'nın yok oluşundan dolayı beni suçladığı için bana kızgın mıydı?

"Hayır." diye mırıldandım. Nitekim dahasını söylemeye gücüm yetmedi. Gözlerim kendiliğinden kapanırken, birkaç damla yaş öylece akıp gitti göz kapaklarımın arasından. Gerisi ise derin ve sonsuz bir karanlıktı. Keşke rüya görebilseydim ve o rüyalarımı Hüma süsleseydi çünkü ben gerçeğini hak etmiyordum.

*

Bir Hafta Sonra...

Koskoca bir hafta geçmişti. Bir ruhun teraziye ulaşması için yeterli bir süreydi bu. Yaralarım bu sürede iyileşmiş ve ben kendimi toparlamıştım, en azından fiziksel olarak durum böyleydi. Ruhum ise ölmüş gibiydi.

Bir haftadır Anubis çağrılarıma geri dönmüyordu. Beni itinayla görmezden geliyor ve vicdanımla baş başa bırakıyordu. Sinir küpü gibiydim. Herkese çatıyor, kızıyor ve sürekli duvar gibi bir suratla dolaşıyordum. Ordumsa en nihayetinde tamamlanmıştı. Belki Hüma'dan önce olsaydı buna sevinir ve Heliopolis'e yürürdüm. Orayı yerle bir etmem gerekse bile alırdım ama şimdi bu, içimden gelmiyordu. Tanrılarla ise sessiz bir anlaşma imzalamışım gibiydi. Hathor, Anat ve Astarte bir haftadır yanıma yaklaşmaktan itinayla kaçıyorken, diğerlerinin sesi soluğu çıkmıyordu. Şüphesiz bu durumdan en mutlu olan kişi Anat'tı. Savaşın erken olmaması bir yana, ordunun yok olmayışı onun çok işine gelmişti. Hüma'nın bedeni ise çoktan çürüyüp gitmişti ve geride kemikleri kalmıştı.

Bunu ben istemiştim öyle değil mi? İnatla, hırsla ve öfkeyle öyle iç içe geçmiştim ki sevdiğim kadını ben bu hale getirmiştim. Geride kalan tek şey bu yüzden kemikleriydi.

Ordum ise benim sayemde bu haldeydi. Canlı ve güçlü. Onlara ne zaman baksam kendimden tiksiniyordum. Yaptığım şeyden nefret ediyordum. Öyle ki Hüma'nın elini kestiğim o gümüş bıçakla defalarca kez kanatmıştım avuçlarımı ama nafile. Bunu ne kadar yaparsam yapayım o geri gelmiyordu ve gelmeyecekti. Araf Ormanı onun sonu olmuştu. Hayır, onun asıl sonu bendim. Sonsuzluğunu bile elinden almış olan zalim bendim ve sırf bu yüzden bile kendimden nefret edebilirdim. Ve ilk kez kabulleniyordum; ben bir şeytandım.

"Set!" diyerek taht odasına dalan kişi Astarte'den başkası değildi. Bir haftadır kendimi kapattığım yer burasıydı ve onlar buraya girmeye cesaret edememişlerdi. Bu kadar zaman sonra buraya gelmesi pek de hayra alamet değildi.

"Ne var?" dedim huysuzca. Bakışlarım hala bu odada duran lahitteydi. Üzerine işlenmiş yahutlar tozlanmıştı ve artık parlamıyordu. Hüma'nın ışığı nasıl söndüyse onlarınki de sönmüştü. Ben yapmıştım.

"Geldiler Set. Savaş başlıyor."

Bir hafta sonra ilk kez sahici bir gülümseme oluştu yüzümde. "Vakit geldi ha." derken sesim bile gülümsüyordu. Bu savaşı benim başlatmamamın tek sebebi artık Heliopolis'i istemememdi. Şimdiyse bu kadar mutlu olmamın tek sebebi çektirdiklerimin cezasını çekecek olmamdı. Bu savaşa galip olmak için değil mağlup olmak için giriyordum ve bu kez ölen masum bir can olmayacaktı, ben olacaktım.

"Sen iyi misin?" diye sordu Astarte korka korka.

Arkamı dönüp ona baktım gülümseyerek. Tam arkamda duran lahid, sevdiğim kadına mezar olmuştu. Öyleyse sarayımın taşları da bana mezar olabilirdi. En azından onun yanında yatardım ve şansım varsa iblisler beni yok ederdi.

"İyiyim." dedim kapıya doğru yürürken. "Gidip savaşalım."

Zırhımı kuşandım. Kabzasına yakutlar işlenmiş kılıcımı aldım ve ordumun önünde, en ön safta yerimi aldım. Beklediğim an gelmişti ve ben bu ana çok hazırdım.

Savaş her zaman kanlı olmuştu. Meydana girdiğin anda o kana alışman gerekirdi. Zırhım çoktan kızıl kana bulanmıştı ve hatta saçlarımdan bile kan damlıyordu. Savaşıyordum. En iyi yaptığım şeydi savaşmak ve ben savaşıyordum ama bu savaşı kazanmak için değil kaybetmek için veriyordum. Yalnızca kimin elinde can vereceğim konusu vardı ve ben o kişiye ulaşmak için canla başla savaşıyordum.

Bir askerin kafasını gövdesinden ayırdım kabzasına yakutlar işlenmiş kılcımla. Boğazından sıçrayan kanlar yüzüme bulaştı. Elimin tersiyle sildim onları fakat ellerimin de çoktan kana bulandığını unutmuştum. Öte yandan hedefim tam karşımdaydı ve askerlerimden birinin göğsüne kılıcını saplamıştı. Sırtında yumruyu andıran bir kambur vardı. Yalnız sol tarafındaydı çünkü tam da o kanadı kopmuştu. Tam olarak iyileşmemişti elbette ama intikam almak için ancak bir hafta sabredebilmişti. Hoş, benim yaralarım da tam manasıyla iyileşmiş sayılmazdı.

Horus ile göz göze geldiğimde elimde çevirdim kılıcımı. Zırhımın altın yüzeyinden damlayan kan usulca toprağa düştü. Çevredeki tüm sesler sustu o an ve yalnızca biz kaldık. İki düşman, amca ve yeğen, bir zamanlar eşit haklara sahip olan iki firavun, iki tanrı, intikam isteyen bir adam ve ölüme hazırlanan diğer adam... Bizi tanımlayacak çok sıfat vardı lakin bu son söylediğim şüphesiz en beklenmedik olandı.

Ben hayatım boyunca savaşmıştım. Çok savaş görmüş, çok can almış, kan dökmüştüm. Savaşın tanrısıydım ben, şeytandım, bir firavun ve bir katildim. Şimdiyse bir aşıktım. Ölüme hazır, her şeyden, hırslarından vazgeçmiş bir aşık...

"Bu kez yaşamana izin vermeyeceğim!" dedi Horus öfkeyle.

Güldüm. "Bu kez yaşamaya çalışmayacağım." dedim onun aksine kısık bir ses tonuyla. Horus bunu duymamıştı, duymasını da beklememiştim zaten.

Horus kılıcını sımsıkı kavrayıp bana doğru atıldı.

Olduğum yerde kaldım, kılımı bile kıpırdatmadım. Hatta değil kıpırdamak, kılıcımı bile yere bırakmıştım.

Horus, kılıcını göğsüme saplamak üzere kaldırdı. Sadece birkaç santim ve sonra ölecektim. Nitekim hiçbir şey istediğim gibi olmadı. Savaş meydanını ortadan ikiye bölen bir güç ikimizi zıt yönlere savurdu. Ra'nın güçlü sesi savaş meydanında yankılandı.

"Bu kadar yeter! Dünyamı daha fazla kanla yıkayamazsınız!"

Yerden kalktığımda gördüm onu. Ra'nın tam arkasındaydı. Dimdik duruyordu ama yüzünü buruşturmuştu. O, savaşa alışkın değildi. Hayatında bir kez olsun savaş görmemişti emindim ki ve şimdi onlarca cesedin süslediği bu savaş meydanının tam ortasında duruyordu.

Onun ismi dudaklarımdan bir fısıltı gibi dökülürken, onu gördüğüne şaşıran tek kişi ben değildim.

"Hüma."

***

Selam! Nabersiniz?

Nasıl buldunuz?

Set'in pes edişi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hüma'yı çok özlemesi ve bir hafta boyunca kendini taht odasına kilitlemesi peki?

Bizim tanrı bozuntusu abayı fena yakmış sjjsjs.

Sizce o bir haftada Hüma neredeydi? Neden gelmek için bu kadar bekledi?

Ra nasıl oldu da bu işe karışmayı kabul etti?

Hüma kızımız sahalara döndü, gelişi nasıldı peki?

Sonraki bölümde neler olacak dersiniz?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Set 👉

Hüma 👉

Astarte 👉

Hathor 👉

Horus 👉

Anat 👉

Ra 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%