Yeni Üyelik
59.
Bölüm

28. Bölüm - Vahşet

@aysenurtekkanat

"Gözlerini kapat." dedi İsis. Tam karşımda oturmuş, benim gibi bağdaş kurmuştu. Üzerimdeki elbisenin etekleri bacaklarımı tam olarak kapattığı için kendimi oldukça rahat hissediyordum. Sanırım İsis haklıydı, benden şehvet tanrıçası falan olmazdı.

"Ellerini, avuç içlerin yukarı bakacak şekilde dizlerine koy." dediğinde tam olarak yoga pozisyonu almıştım. Tek gözümü açıp ona baktım ne yapıyor diye ancak bu kötü bir fikirdi çünkü İsis, "Gözlerini açma." diye uyardı beni. Gözü kapalıyken nasıl fark edebilmişti bunu bilmiyorum ama hafiften tırsmadığımı da söyleyemezdim.

Gözlerim kapalı, çimenlerin üzerinde oturuyordum. Etraf sessizdi. Duat'ın rüzgarları burada hafif bir meltemi andırıyordu ve soğuk gittikçe daha az etkiliyordu beni. Alışıyordum.

"İçine odaklan Hüma. Kendine, duygularına... Sen kimsin? Cevabını bulman gereken ilk soru bu. Kim olduğunu bul kızım. Derin bir nefes al ve dışarıyla olan bağını kopar."

İsis'in sözleri üzerine derin bir nefes aldım. Gözlerim kapalı olduğu için bir karanlığa bakıyordum şimdi. Tenimi usul usul okşayan rüzgar dindi ve soğuk sanki hiç var olmamış gibi kayboldu. Yalnızca düşündüm. Kendimi, hayatımı, davranışlarımı ve düşüncelerimi... Yalnızca kendime odaklandım ve sordum; ben kimdim?

Karanlık usulca dağılırken, hava ısındı. Sıcak hava tenimi okşuyor, beni mayıştırıyordu. Rahat hissediyordum kendimi.

Bir nehir kenarındaydım. Sararmış sazlıklarla doluydu etrafım. Akan suyun sesi bir müzik gibi kulaklarımı okşarken hafif bir rüzgar esti. Ilıktı ve Duat'ın soğuğundan sonra çok iyi hissettirmişti. Etrafta pek çok kuş vardı. Kimi nehirden su içiyor kimi gökyüzünde uçuyordu. Cıvıltıları sanki bir şarkının sözleri gibiydi, su sesine karışıyordu. Öylesine eşsiz, öylesine güzel bir manzara vardı ki, adeta huzurun tanımıydı burası. Tüm dertler burada yok olacakmış gibi hissediyordum.

Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Batmakta olan güneş ışığı yüzüme vuruyordu. Rüzgar usulca saçlarımı savuruyor, etrafımdaki sesler huzuru çağırıyordu. Sonra başka bir ses tüm bunları bozdu. Bir uğultu tüm sesleri sustururken, acı çığlıklar etrafı doldurdu. Az önce duyduğum o ses bir uğultu değildi, bir çeşit uyarı borusuydu. Güneş anında bulutların ardına gizlendi ve kuşlar dağıldı. Nehir bir an da kururken, sararmış sazlıklar çürüdü. Tüm bu manzara, huzurlu ortam kısacık bir sürede yok oldu ve kaos her yere yayıldı.

Nereden çıktığını bilmediğim insanlar koşarak yanımdan geçtiler. Kucağında taşıdığı çocuğuyla yanımdan geçen kadının korku dolu yüzü beni şoke etmişti. Çocuğun ağlamaları gittikçe uzaklaştı benden ama bu korku bitmedi. Akın akın koşuyordu insanlar. Bir şeyden kaçıyor, canlarını kurtarmak için benim olduğum tarafa geliyorlardı. Binlercesi vardı burada ve ben tüm bunların nedenini anlayamıyordum.

Az önce kuruyan nehir kırmızı bir sıvıyla doldu. Bu kez su değildi akan, kandı ve su sesini andıran sesi bana huzur vermiyordu. Gözlerimin dolmasına, ağlamak istememe sebep oluyordu. Bu nasıl bir kabustu böyle?

"Neler oluyor?" diye sordum yanımdan geçen bir adama. Kolunu tutmamın hiçbir anlamı yoktu. Hızla yanımdan geçip gitmişti adam.

"Ne oluyor?! Neden kaçıyorsunuz?!" diye bağırdım insanlara. Biri bile dönüp bakmadı. Sorularım öylece havada asılı kaldı ve insanlar kaçmaya devam etti.

Çocukların seslerine bu kez hayvanların iniltileri karıştı. İnsanların kaçtığı yönden alevler yükseldi. İnsanların yerini bu kez hayvanlar alırken, ağaçların çatırtıları birer feryadı andırıyordu. Acı iliklerime işliyor, göz yaşlarım artık gözlerimden taşıyordu.

Hıçkırıklarımın arasında yere çöküverdim. Yanımdan geçip giden o hayvanlar beni görmedi, insanlar sesimi duymadı ve yangın asla sönmedi. Korkunç bir acı hissediyordum yüreğimde. Böylesi bir ızdırabı daha önce hiç yaşamamıştım. Sanki yanan ağaçlar değildi, bendim.

Bir elimi yere dayarken diğerini kalbime koydum. Sanki orada hissettiğim acıya son verebilirmişim gibi bastırdım göğsüme. Nitekim bu hiçbir işe yaramadı ama ateş giderek söndü. İniltlerim ateşle birlikte azalırken, kısa ve anlık sesler duydum bu kez. Nehirdeki kan oranı artarken, o seslerin silah sesleri olduğunu ayırt edebiliyordum artık. İnsanların vahşeti gittikçe bana yaklaşıyor ve ben kendimi bir savaşın ortasında buluyordum.

Vurulan bir askerin cesedi tam yanıma düştü. Bomboş bakıyordu gözleri ve alnındaki yaradan kan damlıyordu. Şok olmuştum. Korkmuştum. Öylesine bir korkuydu ki bu çığlık atarak geriye kaçarken, ellerimle kulaklarımı kapatıvermiştim. Lakin ellerim de kanlıydı ve kan artık bana da bulaşmıştı.

"Hayır!" diye bağırdım. Gözlerimden boşalan yaşların artık haddi hesabı yoktu. Yalnızca acı değildi hissettiğim, korkuydu. Üzüntü, öfke ve korku duygularıma hükmediyor, ağlamaktan başka bir çare bırakmıyordu bana. Bu bir kabustu. Yaşadığım bu şey ancak bir kabus olabilirdi. Nitekim biliyordum ki benim beş dakika katlanamadığım bu şeyi yıllarca yaşayan insanlar vardı. Onlarınki bitmeyen bir savaştı ve her gün onlarca ceset görmek zorunda kalıyorlardı. Tek duaları o cesetlerden biri olmamaktı belki.

Hiçbir zaman anlayamamıştım onları. Savaştan kaçanları yargılama hakkını kendimde bulmuş, neden ülkelerini kurtarmak için savaşmıyorlar ki, diye sormuştum. Oysa şimdi anlıyordum kulağının dibinden geçen o mermilerin ne denli korkutucu olabileceğini, her an yanına düşen cesetler karşısında soğuk kanlı olmanın zorluğunu, kaybetme korkusunu. Biz güllük gülistanlık hayatlarımızı yaşarken, dünyanın bir yerinde insanlar ölüyordu, hem de yalnızca para için. İnsanların bitmek tükenmek bilmeyen hırsları can alıyordu. Çocuklar, çocukluklarını yaşayamıyor, anneler çocuklarına temiz su bulmakta bile zorlanıyordu dünyanın başka bir yerinde. Bizim için küçücük bir miktar olan paraları veremeyecek durumda oldukları için kilometrelerce yol yürümek zorunda kalan çocuklar vardı bu dünyada mesela. Tüm bu acılar dünyanın en büyük sorunuyken, bizler hala daha siyaset, ekonomi konuşabiliyor, komşumuzun dedikodusunu yapabiliyorduk. Bizler insanlığımızı kaybedeli çok oluyordu ve merhamet bazılarımızın yüreğinde filizlenemiyordu.

Osiris demişti ki, merhamet var olan en güçlü erdemdir ama taşıyabileni öyle azdır ki, nadide bir çiçek gibidir.

Öyleydi değil mi? Merhamet çok nadir bulunurdu ama buna rağmen en güçlüsüydü çünkü merhamet affı beraberinde getirirdi ve herkes affedemezdi. Herkes bağışlayamaz, sevemez, kucak açamazdı. Herkes bir çocuğun başını okşayamazdı. Zaten bu dünyadaki kaosun sebebi de buydu. Tüm bu gördüklerim insanlar merhamet etmeyi bilmedikleri içindi.

Bir hıçkırık daha kaçtı dudaklarımın arasından. Göz yaşlarım sel olmuştu ve nehri dolduran kan neredeyse taşmıştı. İnsanlar acı çekmeye, hayvanlar korkmaya ve ağaçlar yanmaya devam ediyordu. Cesetler birer birer yere düşerken elimden hiçbir şey gelmiyordu. İşte bu en büyük çaresizlikti ve ben kendimi hiç bu kadarı çaresiz hissetmemiştim. Araf Ormanı'nda, iblislerin arasımdayken bile bir umudum vardı fakat şimdi insanlara dair tek bir umut kırıntısı kalmamıştı içimde. İnsanlar merhamet etmeyi öğrenmedikçe, tüm bu acı asla dinmeyecekti.

Bir hıçkırık daha kaçtı dudaklarımın arasından. Etraf usulca karardı ve vahşetin sesi usulca dindi. Gözlerimdeki yaşlar kurumadı ve ben yeniden gözümü açtığımda ağlamaya devam ettim.

İsis, beni kollarının arasına alırken, "Şişşt... Geçti. Hepsi geride kaldı." dedi rahatlatıcı sesiyle.

Titreyen ellerimle ona sarıldım. Elbisesinin kumaşını avuçlarıma hapsedip omzunda ağladım. Hıçkırıklarım dakikalarca dinmedi ve göz yaşların sel olup aktı.

Acı hala yerli yerindeydi. Gitmiyor, beni rahat bırakmıyordu. İsis'in rahatlatıcı sesi hiçbir işe yaramazken, göz yaşlarım dur durak bilmiyordu.

"Ne gördün? Anlatmak ister misin?" diye sordu İsis. Hala ağladığımı biliyordu fakat sanki önemli olan bu değilmiş gibiydi tavrı. Belki de haklıydı. Tüm o gördüklerimden sonra kendimi önemseyecek değildim, ben değildim önemli olan. Dünyayı kasıp kavuran o vahşet, bitmek tükenmek bilmeyen hırslar, öfke ve önüne geçilemeyen arzulardı. Benim göz yaşlarımdan çok daha önemli şeyler vardı bu hayatta ve ben kendimi önemsemeyi bir kenara bırakmalıydım.

"Ben..." derken ondan biraz uzaklaştım. Yanaklarımı ıslatan yaşları silip burnumu çektim. "Ben çok kötü şeyler gördüm." diyerek başladığım sözün ardından hızla akmaya devam etti yaşlarım. Onlar sözlerime eşlik ederken tüm o gördüklerimi, hissettiklerimi anlattım. Çaresizliği, acımasızlığı ve merhametsizliği nasıl iliklerime kadar yaşadığımı, elimden hiçbir şeyin gelmeyişini, insanların kötülüğünü ve daha pek çok şeyi... İsis sözümü bir an olsun kesmeden beni dinledi. Anladı mı bilmiyorum ama dinledi ve bu şimdilik yeterliydi.

"Ben neden bunları gördüm?" diye sordum kendimi nispeten daha iyi hissettiğimde. Sesim karga gibi çıkıyordu ama en azından artık ağlamıyordum. Gözlerimdeki ağrıyı ise bir süreliğine görmezden gelebilirdim.

"Henüz bilmiyorum ama zamanla öğreneceğimizden eminim."

İsis, örgüden kurtulmuş olan birkaç tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Narin elleri usulca yanağıma dokundu. Gözlerinde şefkat vardı ve bu beni afallatıyordu. Bana anne şefkatiyle bakması garip geliyordu çünkü buna alışkın değildim. Benim sadece bir annem vardı şimdiye kadar, ondan başka kimse bana bu şekilde bakmamıştı. Hatta akrabalarım arasında zaman zaman dışlandığım bile olurdu. Annem ve babam bu yüzden hep en öncelikli olanlar olmuşlardı benim için. Bir de dedem vardı tabi ama ne yazık ki ben on yaşımdayken vefat etmişti. Ondan sonra da yalnızca anne babam bana bu şekilde bakar olmuştu. Şimdi hiç tanımadığım bu kadın, annem olsa da, bana bu şekilde bakıyordu ya, kendimi oldukça tuhaf hissediyordum. Birilerinin, hele ki yabancı olanların, bana bu şekilde sevgiyle sarılmasına alışkın değildim.

"Madem bilmiyorsun, nasıl en güçlü tanrıça olacağımı iddia edebiliyorsun?"

Sorum karşısında omuz silkti İsis. "Kahinler." derken oldukça rahat görünüyordu.

"Kahinler." diye mırıldandım onun gibi.

Her tanrının ve hatta firavunun kendi kahinleri vardı. Gelecekten haber almak istediklerinde onlara giderlerdi. İsis ve Osiris'in kahinleri ise hakkımda benden daha fazlasını biliyor gibi görünüyorlardı. En güçlü tanrıça olacağım gibi oldukça büyük bir laf etmeleri bana biraz fazla gelmişti ve ben bunun sebebini merak ediyordum.

"Kahinlerle görüşmek istiyorum." dedim anlık bir kararla. Sesim karga gibiyken ve yüzüm ağlamaktan şişmişken verdiğim bu karar ne kadar sağlıklıydı tartışılır. Neticede az önce gördüğüm o vahşeti henüz atlatabilmiş değildim ve aklıma geldikçe ağlamak istiyordum. Orada olan şey korkunçtu ama son değildi. Daha yaşanacak ve görülecek çok şey vardı ve ne yazık ki bu şekilde giderse pek çoğu kötü şeyler olacaktı.

"Emin misin?" diye sordu İsis. "Bu biraz zor bir deneyim çünkü."

Kararlılıkla salladım başımı. "Eminim. Kahinlerle görüşmek istiyorum."

"Gel benimle." diyerek yerden kalktı. Elini bana uzattığında tereddüt etmeden tutundum ona. Ayağa kalkmış olmama rağmen elimi bırakmayan tanrıçaya ayak uydurdum. Her an kaçacakmışım gibi davranması ve beni bu kadar sahiplenmesini hala garipsiyordum ama artık buna alışmış gibiydim. Bu yüzden ses çıkarmıyor ve itiraf edemesem de bu sevgi ve ilgiden hoşlanmaya başlıyordum.

İsis'le birlikte saraydan çıktık. Sarayın burçları gökyüzündeki bulutlara kadar uzanırken, bulutlar gittikçe daha fazla kararıyordu.

"Yağmur mu yapacak?" diye sordum kendimi tutamayarak. Henüz bir gündür buradaydım ama yağmur falan görmemiştim. Buna rağmen bulutlar hep yağacak gibi görünüyordu ve şu an iyiden iyiye kararmış, birbirlerine sokulmuşlardı.

İsis gökyüzüne baktı kısaca ve bana döndü. "Yağmur yağacağı için değil, Osiris'in öfkesinden öyleler." diyerek kısaca açıkladı durumu. "Muhtemelen birileri kurallara uymamıştır ve bu Osiris'i delirtmiştir. Hep olan bir şey, çok önemli değil."

Umursamazca omuz silkmesi üzerine güldüm. Bu duruma alıştığı o kadar belliydi ki kimse ona neden endişelenmediğini soramazdı. Sonuçta kocasını en iyi tanıyan kişi oydu ve tabi burada yüz yıllardır yaşayan kişi de.

İsis'le birlikte Duat'ın karanlık yollarında yürüdük. Her geçtiğimiz sapakta mağarayı andıran kapılar vardı fakat arkaları görünmüyordu. Her hangi bir çıkıntısı yoktu bu kapıların ve içinden geçtiğinde diğer taraftan çıkacakmışsın gibi geliyordu.

İsis'in söylediğine göre onlar ruhların cennetleriydi. Kapıların ardında her bir ruhun kendine ait dünyası vardı. Kim nasıl hayal ediyorsa cennetini onu yaşıyordu ve mutluydu. Osiris bununla ilgileniyordu burada. Teraziden geçip cennete gelmeyi hak eden ruhları bu cennetlere yerleştiriyor ve mutluluklarını sağlıyordu. Böylece cennet kavramı mükemmel oluyordu çünkü her ruh kendi mutluluğunu kendisi seçiyordu. Sistem oldukça güzeldi ve Duat gittikçe daha ilginç bir hale geliyordu gözümde.

"Dedem de burada mıdır?" diye sordum çekingence.

İsis kısa bir duraksama yaşadı. Yürümeye devam ederken, "Onu ben değil terazi belirler. Osiris'e sorarsan eğer sana burada olup olmadığını söyleyebilir." dedi. O sırada yanından geçtiğimiz bir kapının ardından kahkaha sesleri duyuldu. Orada kim cennetini yaşıyorsa çok mutlu olmalıydı.

Uzun bir süre daha yürüdük Duat'ın karanlığında. Pek çok cennetin yanından geçtik. Araf Ormanı'ndaki gibi ölü olan ağaçlar bu kez korkutucu değildi. Yalnızca kurumuş ve yanacak odun olmak için çok hazır olan ağaçlardı. Öte yandan bulutlar biraz olsun dağılmıştı. Muhtemelen Osiris, sorun her neyse onu çözmüş ve öfkesinden arınmıştı. Şimdi bulunduğumuz yerse oldukça karanlıktı. Bulutlar değildi etrafı karartan, uzaklarda kalan güneşin buraya ulaşamayan ışıklarıydı. Devasa bir mağara vardı karşımızda. Tek bir ağaç bile yoktu burada. Siyah toprak, hafifçe esen rüzgarın etkisiyle sürükleniyordu yerde. Daha kötüsünü görmüştüm, teraziye ulaşmak için gittiğim yoldaki rüzgar ve Set'le çölde karşılaştığımız o fırtına çok daha kötüydü. Bu yüzden koluma çarpan kum taneleri canımı acıtmıyordu.

"Burası Duat'ın ilk var olduğu yer." dedi İsis. "Alan gittikçe büyüyor ve her geçen gün daha çok ruh burayı evi belliyor ama çıkış noktası burası." Mağaraya doğru yürümeye başladığında onu takip ettim. Bir yandan da söylediklerini dinliyordum. Sesi hüzünlü gibiydi. "Osiris, anlattığına göre, bu mağaraya gelmiş ilk olarak. Ra, onu buraya göndermiş var olabilsin diye ama unuttuğu şey var olmak ve yaşamanın aynı şey olmadığı. Osiris burada hiç yaşamadı, yalnızca hayatta kaldı ve sonra da hayatta tuttu. Belki de bu yüzden Duat'ı asla evim olarak göremeyeceğim ama burada yaşıyorum işte. Hayat seçimlerimizden ibarettir sadece ve benim seçimim de buydu." diyerek omuz silkti. Nefeslenmek için durdu mağaranın önünde.

Kendimi yorgun hissetmiyordum. Araf Ormanı'nda olduğu gibi değildi bu yolculuk, yorucu veya yıpratıcı değildi. Daha çok uzun bir yürüyüşten ibaretti ve şimdi de varacağımız o noktaya gelmiştik işte. Fakat İsis içeri girmek için her hangi bir hamle yapmıyordu.

"İçeri girecek miyiz?" diye sordum bir elimle mağarayı işaret ederek.

İsis gülümsedi. Sağ elini yanağıma koyup, "Ben değil, sen gireceksin." dedi.

"Neden?"

"Çünkü kahinler ancak bir kişiyle görüşürler. Daha önce buraya geldiğimde ve Osiris de geldiğinde senin hakkında olabildiğince çok şey öğrenmekti amacımız. Fakat söz konusu bir başkası olduğunda kahinler oldukça ketum davranabiliyorlar. Bu yüzden bize sadece imgelerden söz ettiler ama asıl kehaneti şimdi sana söyleyecekler."

Derin bir nefes alıp mağaraya baktım. Karanlıktı ve dipsiz bir kuyuyu andırıyordu. Mecazi de olsa son birkaç gündür zaten bir kuyuda gibiydim, bu yüzden bu karanlık beni korkutmuyordu. Aksine, içine çekiyor, davetkar aurası beni çağırıyordu. Orada ne göreceğimi bilmiyordum ya da kahinlerle ne yaşayacağımı ama şu ana kadar hep cesur olmuştum. İblislerin arasına dalmış, onlarla savaşmıştım. Sonu kötü bitse de çöl tanrısına küfürler yağdırmıştım. Hep delicesine bir cesaretle hareket etmiştim çünkü o cesaret olmasaydı asla bu işin altından kalkamayacağımı biliyordum. İşte bu yüzden şimdi de cesur olmalıydım çünkü ben, İsis'in söylediğine göre, en güçlü tanrıça olmak gibi bir unvana sahiptim ve bunun hakkını vermeliydim. Her şey bittiğinde yine arkeolog olup tarih aşkımla yaşayabilirdim ama şimdi olmam gereken kişi bir tanrıçayken, tereddüt edemez, korkamazdım. İçten içe biliyordum ki her şey aslında yeni başlıyordu çünkü o mavi gözlerin sahibinin benden istediği şey gücümden daha fazlasıydı.

"Tamam." dedim mağaraya doğru bir adım atarken. "Gidip kehanetimi öğreneceğim."

***

Selam! Nabersiniz aşkolar? 😁

Bu kelimeyi dilime dolayan Marul Aileme teşekkür ederim. Sjsjsjs

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'nın gördüğü o hayal - rüya karışımı şey sizce neydi?

Hüma'nın gücü ne olacak dersiniz?

İsis'in ona bu kadar yardım etmesine ne diyorsunuz?

İsis düşmanları hala orada mısınız? 😂

Duat'ın bilmediğimiz yönlerini keşfediyoruz. Seviyor musunuz bunu?

Hüma'nın kehaneti sizce ne olacak?

O mağarada ne yaşanacak?

Kahinler sizce nasıl tipler?

Karakterlere neler söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

İsis 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%