Yeni Üyelik
60.
Bölüm

29. Bölüm - Kahin

@aysenurtekkanat

Şu ana kadar siyahın parlak olabileceğine inancım sıfırdı. Siyah karanlıktı. Işıksız, sönük, zifiriydi. Fakat şimdi bulunduğum yerde birer yıldız gibi parlıyordu kapkara kayalar.

Mağaranın duvarları kömürü andıran taşlardandı. İçerde ışık kaynağı yoktu ama ilginç bir şekilde aydınlıktı burası. Siyahın ışığı yutacağını düşünürdüm hep. Siyah, sonsuz bir boşluk olmalıydı bana göre. Tıpkı hayatımızı siyaha boyayan insanlar gibi yutmalıydı ışıkları ve bizi karanlıkta bırakmalıydı. Oysa şimdi görüyordum ki siyah bazen aydınlık demekti. Biz bazı olaylara kötü gözle bakarken, aslında iyi olduğunu anlardık ya bazen onun gibiydi. Siyaha olan bakış açım hep bu olmuştu ve ben beyaza aşık bir kızken, şimdi siyahın ışığına vurulmuştum. Bunu fark etmem için hayatımın alt üst olması mı gerekiyordu? Hoş, nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını, diyerek aslında bunu çok iyi anlatıyordu Şems-i Tebrizi. Bir cümleyle tüm o karanlığı ışığa boğuyordu.

Mağarada yürüdükçe daha da aydınlandı etrafım. Siyah kayalar gittikçe daha çok yıldıza benzedi. Üzerlerine yıldız tozu serpilmiş gibiydiler fakat biliyordum ki yoktu. Bu, tamamen Duat'ın büyüsünden kaynaklanıyordu.

Ne kadar daha yürüdüm bilmiyorum. Etrafım gittikçe daha da aydınlanırken, bir odacığa gelmeyi başarmıştım. Devasa odanın tavanı metrelerce yüksekteydi. Yıldızlar bu kez duvarlarda değil, gökyüzündeydi. Ve odanın tam ortasında, çanak gibi oyulmuş kayanın içinde, kocaman bir ateş yanıyordu. Ateşin yaydığı ışık, taş duvarların ışığının gölgesinde kalmıştı sanki. Gündüz yakılan bir mum gibiydi, etkisiz, kifayetsiz. Oysa ateş için hep ışık kaynağı denmişti ama şimdi anlıyordum ki ateş bazen yalnızca bir objeydi.

Ateşin hemen arkasında yerde oturan bir adam vardı. Kocaman minderler etrafına dağılmıştı. Uzun, beyaz saçları omuzlarına dökülürken, başına yuvarlak, taç benzeri bir halka geçirmişti. Halkanın ortasında yeşil bir taş vardı. Üzerine giydiği kat kat kıyafetler adamı olduğundan daha kalıplı göstermişti fakat yalnızca derisi kalmış elleri aslında o kadar da kalıplı olmadığını ispatlar nitelikteydi. Zayıftı ve bunu giysilerle gizlemeye çalışmıştı. Öte yandan koyu renk derisi bir kağıt parçası gibi kırış kırış olmuştu. Fazlasıyla yaşlıydı ve ilk bakışta ölüme hazırlanan bir adamı andırıyordu fakat biliyordum ki o ölüme meydan okuyordu.

"Kahin siz misiniz?" diye sordum çekingence. Kendimi garip bir şekilde çıplak gibi hissediyordum.

Adamın gözleri kapalıydı. Elleri ters bir şekilde dizlerinin üzerinde duruyordu. Bağdaş kurmuştu. Meditasyon yaptığı çok belliydi ve ben onu rahatsız ediyormuş gibi hissediyordum kendimi.

Usulca başını salladı. Beni şaşkına çevirecek o cümleyi sarf ederken bana bakmamıştı bile. "Ben de seni bekliyordum merhametin tanrıçası."

"Ne?" dediğimde bunun ne kadar saçma bir soru olduğunu da anlamıştım fakat bunun için artık çok geçti. Battı balık yan gider hesabı, "Merhamet tanrıçası mı?" diye sordum. "Bunu nereden biliyorsunuz?"

İşte bu son soru gerçekten rezilliğin daniskasıydı. Adam kahindi yahu, nereden biliyorsun diye sormak da neyin nesiydi?

Kahin gülümsedi. Gülümsemesi alaycı değildi ama oldukça kibirliydi. "Sence nereden biliyorum?" diye sorarken alenen benimle dalga geçmesi sinirlerimi bozmuştu.

Ne yapayım yani, hayatımda ilk defa bir kahinle görüşecektim, bocalamam normaldi.

Kahin gözlerini açtı. Ela renk gözlerini üzerime diktiğinde inanılmaz derecede rahatsız hissettim kendimi. Baştaki o histen daha beteriydi bu, sanki aklımı okuyor gibiydi.

Bir elini öne uzatıp karşısındaki büyük minderi işaret etti Kahin. "Otur merhametin tanrıçası." dedi.

Lafını ikiletmedim. Gösterdiği, büyük ve oldukça rahat olan mindere oturup tıpkı onun gibi bağdaş kurdum. Ayağımdaki deri sandeletler rahatsız etse de sesimi çıkarmadım ve bir kez daha üzerimdeki elbiseye şükrettim. Neyseki kısa ve dar değildi de bu tip oturuşlarda çıplaklığımı gizlememi sağlıyordu.

"Ne için geldiğini biliyorum ama istediğin şeyin bende olduğundan emin olabilecek misin? İşte bunu bilmiyorum." diyerek bilmece gibi konuştu. En başta ne sorduğunu anlayamadım fakat sonra içimdeki o şüphe duygusu gün yüzüne çıktı ve kahinin, benim bile ancak fark ettiğim bu detayı anlamış olması beni bir tık korkuttu.

"Ben birden fazla kişi olacağınızı düşünmüştüm." diyerek konuyu dağıtmak istedim. Duygularım bana özeldi ve karşımdaki bir kahin de olsa bunları bilsin istemiyordum.

Kahin ne yapmaya çalıştığımı elbette anladı ama beni bozmadı. Onun yerine, "Benim tek kişi olduğumu da nereden çıkardın?" diye sorarak bana ayak uydurdu. Lakin söylediği şey oldukça kafa karıştırıcıydı.

"Bu da ne demek?" dedim kaşlarımı çatarak. Burası iyiydi hoştu da benim fena halde aklımı bulandırıyordu. Oysa ben geleceğe ışık tutmak için gelmiştim buraya, daha da karartmak için değil. Hoş, karanlığın da aydınlık olabileceğini az önce öğrenmiştim ya neyse.

"Sen söyle merhametin tanrıçası." dedi kahin. Hafif bir gülümseme oturtmuştu dudaklarına ve göz kenarlarındaki kırışıklıklar bu hareketiyle belirginleşmişti. "Sen tek bir kişi misin?"

"Anlamıyorum." diye itiraf ettim. Konuşmaları, soruları öylesine karmaşık geliyordu ki bana, sözlerine bir anlam vermekte gerçekten çok zorlanıyordum.

"Öfkeli sen, intikam isteyen sen, masum sen, sevgi dolu ve mutlu sen, beş dakika önce şu mağara giren sen ve şimdi karşımda oturan sen. Söylesene, tüm bu senlerden hangisi sensin. Tek biri mi yoksa hepsi mi?"

Gözlerimi kırpıştırıp etrafıma baktım kısa bir süre. Sonra bakışlarımı kaçırdım kahinden ve, "Sanırım hepsi." dedim. Tüm bu saydıkları bendim değil mi? Hepsiydim ama içlerinden biri olamazdım. Oysa herkes tek kişi olduğunu sanırdı, tek bir beden ve tek bir isim ama içlerinde onlarca kişi gizliydi. Her bir duygu, her bir anı bambaşka bir insandı çünkü hepsi bir değildi, olamazdı.

"Zaman karmaşıktır çocuğum ve insanlar da öyle. Beş dakika önceki sen ve şu an ki sen bir değilsiniz. Beş dakika önce şimdi düşündüklerini kavrayacak bir algıya sahip değildin ama şimdi bunu anlayabiliyorsun. Neden tek bir insandan ibaret olamayacağını anladın ve öğrendin çünkü sen bir yerlerde, zamanlarda, hala yaşıyorsun ama şimdi ölüsün. Ölü olan mı sensin yoksa yaşayan mı? Aslında ikisi de ama farklı şekillerde ve zamanlarda. Bu yüzden kimse kaybolmaz mesela çünkü zamanın birinde, bir yerlerde yaşamaya devam ederler. Yalnızca görünmezler bize ama var olduklarını hissettirirler. İşte ben de bu yüzden bir kişi değilim. İçimde birden fazla insan var ve ben onları anlıyor, benimsiyorum. Ve şimdi sen de kendi içindeki senleri kabul ediyorsun. Merhametin tanrıçasını da insan olan Hüma'yı da... Çünkü her ikisi de sensin ve sen olmaya devam edeceksin."

Usulca başımı salladım kahinin sözlerine karşı. Ne diyebilirdim ki, her şeyi bilen bir kahine kafa mı tutacaktım? Bu aptallıktan başka bir şey olmaz mıydı?

"Neden en güçlü tanrıça olduğumu söylediniz?" diye sordum en nihayetinde. Bu var olma muhabbeti oldukça kafa karıştırıcıydı ve ilginç bir şekilde kahinin söylediklerini kabul etmiştim. O yüzden sormak istediklerimi sormalı ve her şey daha fazla kafamı karıştırmadan buradan çıkmalıydım.

Kahin, oturduğu minderin altından bir havan çıkardığında, sorularımın cevaplarını bana kolay kolay vermeyeceğini anlamıştım. Havana attığı birkaç bitkiyi ezmeye başladı. Ezilen bitkilere yenileri eklendi ve hatta kahin, kavanozdan çıkardığı canlı bir böceği de o karışıma attı. Zavallı hayvanın çığlıkları içimi acıtırken, kulaklarımı kapatma ihtiyacı hissettim. Yüzüm istemsizce buruşmuştu.

"Bir böcek." dedi kahin. Böceğin sesi artık çıkmıyordu ama orada olduğunu bilmek gittikçe midemi bulandırıyordu. "İnsanlar tarafından sevilmez, hor görülür ve öldürülür. Çok nadiren o böceğin de bir canı olduğu hatırlanır ve böceğin canı bağışlanır. Bağışlamak ise en zor olan şeydir."

Kahin havana bu kez de kırmızı renkli bir toz attı. Bibere benziyordu ama sanki değil gibiydi. Tam olarak ne olduğunu anlamasam bile kahinin havanadakini karıştırmaya devam etmesini büyük bir mide bulantısıyla seyrediyordum.

"Sen kaç böcek öldürdün?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda. Oysa ben işine odaklandığını ve beni unuttuğunu düşünmeye başlayacaktım neredeyse.

"Bilmiyorum." dedim kısık sesimle. İşin aslı yolda gördüğüm karınca yuvasının bile etrafından dolanmamdı. Bazen, gerçekten rahatsız edici olduğunda, öldürmüşlüğüm vardı, yalan söyleyemem ama elimden geldiğince her cana saygı duymaya çalışmıştım. Bir karınca, insan veya bitki fark etmiyordu.

"Çoğu insan bilmez zaten, sadece yapar. Seninse elinden geldiğince bunu yapmamaya özen gösterdiğini biliyorum. Rahat olabilirsin." dedi. Az önce bir böceği havanda ezerek öldüren kişi zaten beni yargılayamazdı ama yine de kötü birisi olmak düşüncesi beni çok rahatsız etmişti.

"Merhamet her şeyi değiştirebilir tanrıça." diyerek yeniden konuşmaya başladı kahin. "Merhamet bir kalbi yeniden çiçeklendirir. Affetmeyi bilmek büyük bir erdemdir ama bunun yanında en zorudur da çünkü herkes affedemez. Oysa bağışladığında yüreğinden kalkacak olan o yük en çok sana yarar. Merhamet bu dünyayı kurtarabilir verildiğinde ama alınırsa o zaman dünyanın sonunu getirir. Sen ne yapacaksın tanrıça? Merhametini çekip sonu mu hazırlayacaksın yoksa merhamet edip yeni bir başlangıç mı yapacaksın? Bağışlayacak mısın?"

"Kimi?" diye sordum çekingence.

"Katilini." dedi kahin. O an buz kestim sanki. Set'i bağışlamak nasıl bir başlangıç doğurabilirdi bilmiyordum.

"Öğretecek misin bağışlamayı?" diye sordu bu kez de kahin. Ve ben bir kez daha, 'Kim?' sorusunu sorarken buldum kendimi. Kime öğretecektim?

"Katiline." dedi kahin.

İşte o an anladım ki yollarım bir şekilde Set'e çıkıyordu ve kararım pek çok şeyi değiştirecekti. Kahin, beni affetmeye yönlendiriyordu. Diyordu ki, affedersen en çok sen rahatlayacaksın. Peki ya Araf Ormanı'nda geçen onca zaman ne olacaktı? İblislerle yaşanan kabus gibi anıların bedelini kim ödeyecekti? Bu hikayede bedel ödeyen tek kişi ben mi olacaktım yani? Benim kaderim bu muydu?

"Her şeyi bilen birisine neden güveneyim ki?" deyip omuz silktim. "Her şeyi biliyorsan eğer, beni kendi çıkarların dorğultusunda yönlendirmediğini nereden bileceğim?"

Kahin bir kez daha güldü. "Ben cennetimde mutluyum, daha fazlasına ihtiyacım yok." dedi. Elindeki havana akışkan ama sudan daha yoğun bir sıvı ekledi. Onu biraz daha karıştırdı ve sonra metal bir bardağa koydu. Bardağı bana uzattığında dehşete kapılmış bir ifadeyle bakakaldım ona. "İç." dedi kahin.

"O şeyin içinde böcek olduğunun farkındasın değil mi?" diye sorarken öğürdüm. Onu bana içirmemesini umuyordum ama kahin çok kararlıydı. İstemeye istemeye bardağı aldım elinden ama içmedim. Buruşmuş bir suratla içindeki koyu kıvamlı sıvıya baktım. Üzerinde böceğin bacağı yüzüyordu. Bir kez daha öğürdüm.

"Son sorunu sor tanrıça ve iç onu. Sonra sormak için vaktin olmayacak."

"Rüyamda gördüğüm o mavi gözler kime aitti?" diye sordum.

Kahin bir kez daha gülümsedi. Sürekli gülümsemesi artık sinirimi bozmaya başlamıştı.

"Herkesin düşmanı ama senin dostun." dedi kısaca.

"İyi de o da bunu söyledi. Ben sana onun kim olduğunu sordum."

"Cevabı zaten vermiş tanrıça, daha ne öğrenmek istiyorsun?"

"İsmini!" diye patladım en sonunda. Elimdeki sıvı üzerime dökülmesin diye büyük bir çaba sarf ediyordum.

"Zaten biliyorsun." dedi kahin dalga geçercesine.

"Bilsem sana sormazdım."

"İç hadi." dediğinde cevap alamayacağımdan emin olmuştum. Bu yüzden istemeye istemeye dudaklarıma götürdüm bardağı. Sümüksü sıvı boğazımdan kayarken midem kalkmıştı. Kaç kez öğürdüğümü saymamıştım. Gözlerim yaşla dolmuş ve midem sancımaya başlamıştı. Sanki bir alev topu yutmuşum gibi bir his içimi kavuruyordu. Neyse ki bardaktaki sıvı en nihayetinde bitti ve ben nefes nefese kalmış bir şekilde iki büklüm oldum.

"Tanrıların düşmanı kim?" diye sordu kahin.

Gözlerim kararıyor görüşüm bulanıklaşıyordu. Ardı ardına dökülen yaşlar değildi görüşümü bulanıklaştıran, başka bir şeydi. İçimdeki ateş gittikçe daha yakıcı bir hale geliyordu ve artık midem bulanmıyordu. Öte yandan aklım kahinin sorusunun cevabını çoktan bulmuştu. Bedenim sağa doğru devrilirken ve artık hiçbir şey göremezken dudaklarımın arasından kısık sesli bir, "Apep." çıktı. Sonrası devasa bir karanlığın ardında gizlenen loş bir ışıktan ibaretti.

***

Heyoo! Nabersiniz aşk kuşlarım?

Bölümü nasıl buldunuz?

Kahin hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hüma'nın merhamet tanrıçası olması fikri sizden çıktı bu arada. Aklımda tanrıça olacağı vardı ama neyin tanrıçası olacağını bilmiyordum. Siz o kadar çok merhametinden söz ettiniz ki neden olmasın diye düşündüm. Biraz üzerinde durunca da merhametin aslında ne kadar güçlü olduğunu kavradım ve en güçlü erdemi bizim kıza verdim. Bu hikayeye kattığınız şey buydu ve ben bundan çok memnunum. Teorilerinize de bayılıyorum vallahi. ☺️

Kahin ile olan konuşmaları nasıl buldunuz? Biraz kafa karıştırıcıydı sanki.

Hüma'nın içtiği o şeyi içer miydiniz?

Mavi gözlerin sahibini de öğrendiğimize göre rahatlamışızdır diye düşünüyorum.

Son kısımda Hüma'ya ne olduğu hakkında bir fikriniz var mı?

Sizce sonraki bölümde ne olacak?

Karakterlere neler söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Kahin 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%