Yeni Üyelik
61.
Bölüm

30. Bölüm - Seçimlerim Sonumu Hazırladı

@aysenurtekkanat

Körler ne görürdü? Simsiyah bir boşluktan mı ibaretti dünyaları yoksa renklerle mi doluydu? Peki ya renkleri hiç görmedilerse, aydınlıkla tanışmadılarsa ışık onlara ne ifade ederdi? Koca bir hiç. Oysa şimdi bulunduğum bu yer göz alabildiğine ışıkla doluydu. Kör edici bir aydınlık çepeçevre sarmalamıştı etrafımı. Ürpertici bir sessizlik ortama hakimken, acı bir tat boğazımda hüküm sürüyordu. Canım yanmıyordu ama geçmeyen bir yumru oturmuştu boğazıma. Yutkunmak işe yaramıyor, öksürmek sağır eden sessizliği yarıp geçmekten öteye gidemiyordu. Oysa tek istediğim o yumrudan ve gittikçe daha çok ağzıma yayılan acı tattan kurtulmaktı. Bunu yapamadığım gibi hissettiğim o uyuşukluk, ağzımı sıvıyla doldurmuştu.

Bir adım attım öne doğru. Ayaklarımın altında zemin yok gibiydi fakat bir yerlere basabiliyor olmalıydım ki hala dimdik durabiliyordum. Hoş, etrafımı saran sisten ayaklarımı bile görmekte zorlanıyordum ya neyse. Öte yandan üzerimdeki elbise artık turkuaz değildi. Tek bir leke dahi barındırmayan parlak bir beyazdı. Ayaklarıma sürtünen eteklerinin yanı sıra, göğsümü neredeyse açık bırakan derin bir dekoltesi vardı. Sırtımda hissettiğim soğukluk elbisenin arkasının olmadığına işaretti. Kontrol etme ihtiyacıyla dolup taşıyordum ve bu ihtiyaca daha fazla karşı koyamayarak bir elimi uzatıp sırtıma dokundum. Kuyruk sokumumdan yukarısını örten bir parça bile kumaş yoktu. Böylesi bir çıplaklığı yalnızca sahilde yaşardım, ki orada herkes bu şekilde olduğundan asla rahatsız hissetmemiştim kendimi. Oysa şimdi sislerin ve ışıkların arasındayken ve etrafımı görmek bu denli zorken, böyle bir kıyafetle olmak beni epey rahatsız ediyordu.

Sis usulca dağılmaya başladığı sırada ağzımdaki uyuşukluk kendini daha da belli etti. Dilim şişmiş ve soluk borumu tıkamış gibi hissettiğim o kısacık zamanda araladım dudaklarımı. İnce ve sıcak bir sıvı çeneme doğru akarken elimi kaldırıp ona dokundum. Nitekim elime değen sıvıya baktığımda gördüğüm şeyle ufak çaplı bir şok geçirmem gecikmedi.

Kan...

Güneş inanılmaz bir parlaklığa erişti. Sis tamamen dağıldı ve masmavi deniz sisin ardından ortaya çıktı. Çenemdeki kan usulca boynuma akarken ilginç bir rahatlık hissi vuku buldu benliğimde. Tüm duygularım bu hisle yerle bir olurken, bedenim bir kukla gibi denize doğru adımladı. Parmaklarımın arasında dalgalanan eteklerim, bacaklarımı boydan boya açık bırakmıştı. Nihayetinde vardığım denize bir adım daha attım. Ayak bileklerime kadar gelen su, dalgalarla birlikte yükselip alçalıyordu. Su serindi fakat ben üşümüyordum.

Kan göğüslerimin arasına doğru aktı. Ardında bıraktığı kırmızı iz öylesine sıradandı ki o an için, onu umursamıyordum bile. Ne önemi vardı ki? Alt tarafı kandı. Kanla dolu nehir nile görmüştüm ben, insanların nasıl öldüğüne şahit olmuştum. Onca acı, korku ve öfkenin nasıl bir arada bulunduğunu sorgulamış, en nihayetinde buna anlam verememiştim. Şimdi akan bir damla kanın bir önemi var mıydı? Yoktu.

Denize sırtımı döndüğümde güneş daha da parladı. Adımlarım sanki nereye gideceklerini biliyormuş gibi emindi fakat benim bu konuda en ufak bir fikrim bile yoktu. Öte yandan kendime olan güvenim daha da artmış ve kumsaldan ayrılıp çöle adımlarken bir an olsun tereddüt etmemiştim. Burası benim evimmiş gibi gelmişti. Ev hissi çölle birleşmiş, kavurucu sıcak nesneleri flulaştırmıştı. Kendi bedenimi bile öylesine bulanık görüyordum ki hiçbir şeyi sorgulamıyordum. Bir robot gibi hissediyordum kendimi. Her denileni yapan, her duruma uyum sağlayan bir kuklaydım sanki. Duygularım benden çekilmişti ve geriye yalnızca bir kabuk kalmıştı. Bu kabuk Set'in öldürdüğü bedenim miydi yoksa ruhum hala bu bedende varlığını sürdürüyor muydu?

Çöle doğru adımlamaya devam ettim kavurucu güneşin altında. Dudaklarımda oluşan belli belirsiz tebessüme karşılık, kan göbek deliğime doğru akmıştı. Güneşin sıcağı bana dokunmazken, karşıma çıkan birkaç kişi neredeyse kurutulmuş üzüme benziyordu. Sıcak, onları öldürüyordu ve ben bu görüntü karşısında hiçbir şey yapmıyordum. Bir şey yapmayı geç, incecik bir sızı bile hissetmiyordum. Oysa olması gereken bu değil miydi? Onlara yardım etmeli, onlar için üzülmeliydim ben. Hani merhamet tanrıçasıydım? Nasıl bir merhamet tanrıçası birileri acı çekerken üzülmezdi?

"Lütfen tanrıçam!" diyerek ayaklarımın dibinde eğilen kadına küçümsercesine baktım. Bir çöpmüş gibi ittim ayağımın ucuyla onu. Kadının güçsüz bedeni çöl kumuna yığılırken, yüzümdeki o, duygudan yoksun gülümsemeyi silmemiştim.

Kan daha da aktı. Kasıklarıma doğru yol çizerken, beyaz elbise an be an kırmızıya boyanıyordu. Ama bu benim umurumda bile değildi.

"Benim merhametimi hak etmiyorsun." derken bir an olsun titremedi sesim. Küçümseyici bakışlarım kadının üzerindeydi. Başındaki siyah şal kaymış, simsiyah saçları şalın altından fırlamıştı. Esen rüzgarla dağıldı saçları ve benim eteklerim savruldu. Benim beyazlığıma karşılık, kadının siyahlığı vardı.

"Lütfen." dedi kadın bir kez daha. "Merhamet edin."

Ona bir daha bakmadan yoluma devam ettim. İnsanların yalvaran, suya muhtaç bakışları karşısında donuk bir tebessümle yürüdüm. Çöl kumları ayak parmaklarımın arasında gezinirken ve ayaklarım çöl sıcağında yanarken bile tepki vermedim. Yalnızca o kibirli tebessüm vardı yüzümde. Öylesine donuk, öylesine duygusuzdu ki, görünüşte kibirli olsa da aslında kibirden bir parça bile barındırmıyordu.

Kan daha da aktı ve bu kez bacaklarıma süzüldü. Elbisenin etekleri rüzgarla dans ederken bacaklarıma akan kanı silip süpürdü. Kırmızıya boyanan eteklerimi umursamadım. Çölün ortasında yükselen bembeyaz duvarlara baktım yüzümdeki donuk tebessümle ve oraya yürüdüm.

Ben beyaza aşıktım. Beyazın saflığına, iyiliğine kapılmıştım. Oysa şimdi beyazlar içindeydim ama ne saf ne de iyiydim. Çevremde bana yalvaran insanlar vardı ama ben onlara sırtımı dönüyordum.

Siyah kötüydü, karanlık ve gaddardı. Çevremdeki insanlar siyahlara bürünmüş af dileniyordu ve ben, beyazın saflığını taşıyan ben, onların yüzüne bile bakmıyordum. Tek bir merhamet kırıntısı yoktu yüreğimde. Hangimiz kötüydü? Hani ben merhamet tanrıçasıydım?

Kan diz kapaklarıma ulaştığı sırada beyaz duvarlara varabilmiştim. Siyahın karanlığına sığınmış insanları ardımda bırakırken dönüp bir kez olsun bakmadım yüzlerine. Susuz, aç ve sefil hallerini umursamadım ve beyaz kireç taşından yapılmış olan saraya girdim.

Geçtiğim her bir koridorla içimdeki boşluk büyüdü. Kan diz kapaklarımı aştı. Işık beni boğdu ve beyaz saflığını yitirdi. Kan her geçen saniye daha da aktı ve ağzımdaki uyuşukluk arttı. Dilim ağzımı dolduracak kadar şiştiği sırada bir odanın önünde durdum. Yumruk yaptığım elimi kaldırıp iki kez vurdum beyaz kapıya. Çift kanatlı kapı iki yana savrularak açıldı. Çöl kumuna bulanmış ayaklarımla girdim içeri.

Sarayın her yeri gibi bembeyazdı burası da. Dört direkli büyük bir yatak vardı. Ahşabı, tülleri ve örtüleri beyazdı. Odanın duvarları beyazla ışıldıyor, mobilyalar duvarların önünde neredeyse görünmez oluyordu. Yerden tavana kadar uzanan pencerelerin ardında, kireç taşından yapılmış piramitler yükseliyordu. Beyaz yüzeyleri ışığı yansıtıyordu. Göz alıcı birer elmas gibiydiler ama şeffaf değil, beyazdılar. Her şey gibi beyaz olan perdeler esen rüzgarla savruluyordu. Pencerenin hemen önünde duran büyük boy aynası, beyaz bir çerçeveyle çevrelenmişti. Çerçevenin üzerindeki kabartmalar çiçek desenleriydi. Bazı kabartmaların altından kızıl renk belli oluyordu ve bu renk, tüm bu beyazlık karşısında fazlasıyla sırırıyordu. Sanki ayna bir şey anlatıyor gibiydi. Sanki bir hikayesi vardı ama dile gelip de konuşamıyordu.

Aynaya doğru adımladım ama bu kez adımlarım tereddütlüydü. Bu kez boşluk yoktu içimde, garip bir sızı vardı. Duygular, aynaya attığım her adımla geri gelirken, adımlarım daha da yavaşladı ve ufacık, küçücük bir parça saç tutamım aynadan yansıdığında, bıçakla kesilir gibi duruverdi adımlarım. Kalbim dakikalar sonra ritmini bozdu ve nefesim kesildi. Boğazım düğüm düğüm olurken, yumru daha da büyüdü.

Tereddütle bir adım daha attım aynaya doğru. Sonra bir adım daha... Attığım her adımla gözlerim doldu. Gördüğüm her bir parçamla nefesim kesildi.

Bu ben miydim?

Karamel rengi saçlarım neredeydi? Ya koyu renk gözlerim? Nasıl bu kadar beyazın esiri olmuştum? Saçlarım neden beyazdı? Gözlerim neden bu kadar açık bir maviydi? Bana ne olmuştu? Renklerim nereye gitmişti?

Gözümden bir damla yaş kopuverdi. Sanki o yaş tonlarca ağırlığı tek başına sırtlanmış gibi düştü yere. O tek damlanın sesi kulaklarımı tıkama ihtiyacı hissettirdi bana.

Arkamda hissettiğim hareketlilikle yeniden kayboldu hislerim. Duygusuz, donuk bir tebessümle etrafta dolanan Hüma, artık Hüma olmayan Hüma geri geldi. Göz yaşım koca bir hiç olurken, tebessümüm her şeyi sahiplendi. Tam arkamda beliren genç ve oldukça yakışıklı adam, başıma beyaz çiçeklerden yapılma bir taç bıraktı ve soğuk elleri usulca karnıma sarıldı ve kan daha çok aktı. Artık ayaklarımın dibinde küçük bir göl oluşturmuştu kan.

"Tanrıçam." derken çenesini beyaz saçlarıma yasladı adam. Elleri daha da sıkılaştı. Beyaz renk saçları benimkilerin eşi gibiydi ve gözleri... Ben bu gözleri daha önce görmüştüm. Bu mavi gözler bana dostum olduğunu söyleyen kişiye aitti. Bu oydu!

Kan daha da aktı ve bu renksiz görüntüyü kızıla boyadı.

Adam bundan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Ellerinin soğuğu, elbisenin kumaşından içeri sızıyordu. Beni üşütüyordu ama titretmiyordu. Onun soğuğuna bağışıklık kazanmış gibiydim sanki.

"Yanımda ol." dedi adam. Sol elini omzuma koydu, diğeri hala belimdeydi. "Benimle ol." derken omzumdaki eli çenemi buldu. Başımı sola doğru çevirirken gözüm aynaya kaydı kısacık bir an ve o zaman fark ettim. Aynanın çerçevesindeki bir boya, yara kabuğu gibi kalkmıştı. Altından görünen kızıl renk yeniden gözlerimin dolmasına yeterken, adam buna izin vermedi. "Benim ol." diye fısıldadığı sırada daha da çevirdi başımı kendisine. Artık gözlerim gözlerindeydi ve ağzımdan akan kan miktarı da artmıştı. "Sen hep benim ol." dedi adam. Bu kez sesi fısıltıdan bile daha kısık çıkmıştı ama ne dediğini anlamıştım. Dolgun, soluk pembe renkli dudaklarını benimkilere bastırdı duygusuzca. İçim acıdı. Hiç acımadığı kadar çok acıdı ama tepki veremedim. Göz pınarlarıma hücum eden yaşlar akmak için inanılmaz bir çaba sarf etti ama akamadı. Ellerim karıncalandı yumruk şeklini almak için, alamadı. Ben, çaresizliği en dibine kadar hissederken, merhamet dilenmek istedim ama benim vermediğim merhameti dileyemedim.

Adamın soğuk parmakları elbiseyi, elbisenin kumaşını yırtarcasına, üzerimden söküp atarken hiçbir şey yapmadım. Karşısında çırılçıplak kaldım, bana dokunmasına ses etmedim ve benimle olmasına izin verdim. Beyazı kirleten bu adamın koynuna kendi rızamla girdim. Acı çektim, ağlamak istedim, bağırmak, onu itmek istedim ama hiçbirini yapamadım. Onun yerine put gibi kaldım orada ve defalarca kez olduğu gibi yine onun kadını oldum. Ve o an anladım; ben bunu kendim yapmıştım. Kendi ellerimle kendimi bu konuma getirmiş, kötü, gaddar bir tanrıça olup çıkmıştım. Bu adam tüm bunların mimarı değildi, bu adam yalnızca yardımcıydı. Oysa beni buraya getiren yine benim seçimlerimdi. Bu sonu kendi ellerimle inşaa etmiş, sonra da kendimi o inşaattın tepesinden aşağı atmıştım. Benim sonum buydu. Duygusuz bir tanrıça olarak bu adamın yanında durmaktı. Sonsuza dek...

*

Derin bir nefes eşliğinde kendime geldiğimde yanaklarımdaki ıslaklıkla afalladım. Sonra o ıslaklığa yenilerini ekledim. Hıçkıra hıçkıra, az önce olan şeyin hıncını çıkartmak istercesine ağladım. Kollarımı bacaklarıma dolayıp başımı dizlerime gömdüm. İçim sökülüyordu sanki. Acı çekiyordum. O beyaz renkli duvarları hatırladıkça beyaza düşman kesiliyordum. Oysa rengin ne suçu vardı? Onu kötü yapan bizdik.

"Merhametin ne kadar güçlü olduğunu anladın mı?" diye sordu kahin. Elindeki havanla yine bir şeyler eziyordu. Bu kez içinde böcek olmamasını umdum ama bu adamdan her şeyi beklerdim.

Yutkundum. Kırık çıkan sesimle, "Ne gördüğümü biliyor musun?" diye sordum. Korkuyordum. Delicesine korkuyordum çünkü o siyahlara bürünmüş insanların acı çekmesinin sebebi bendim. Ben kötü birisiydim. Bir insana bir damla suyu bile çok görmüştüm.

Kahin usulca başını salladı. Havanı yanına bıraktı. Hareketleri öylesine yavaştı ki sabrımı sınıyordu.

"Gördüm." dedi bana bakarak. Utançla başımı eğdiğimde sözlerine devam ediyordu. "Onun tanrıçası mı olmak istersin yoksa merhametin tanrıçası mı?" diye sordu.

Ateş gibi olmuş olan yanaklarıma rağmen başımı kaldırıp ona baktım kirpiklerimin arasından. Kahinin dikkati tamamen bendeydi ve vereceğim yanıtı bekliyordu.

"Bu gördüklerim gerçek miydi?"

Çekinerek sorduğum soru karşısında gülümsedi kahin. Yine o bilmiş gülümsemelerinden birisiydi bu. "Seninle zamanı konuştuk tanrıça." diyerek konuştuklarımızı hatırlattı bana. "Her bir zaman, ayrı bir sensin ve her bir anı ayrı bir zaman. Bu gördüklerin ileri bir zamandan geldiler ama bu değişemeyeceği anlamına gelmez. Çünkü henüz, her ne kadar bir zamanlarda yaşanıyor olsada, şu anki sen için gerçekleşmedi. Bu bir olasılıktı ama gerçek olmadığını söylemek de doğru olmaz."

"Bunu sen mi gösterdin?"

Kahin başını iki yana sallayıp, "Hayır." dedi. "Ben sana geleceğini görme fırsatı sundum ve sen bunu görmek istedin." diyerek açıkladı.

Gözlerimden akan yaşlar hala yerli yerindeydi. Sorulacak çok şey olabilirdi ama öyle tükenmiş hissediyordum ki kendimi, sormak istemiyordum. O yüzden sustum ama kahinin susmak gibi bir niyeti yoktu.

"Sonuçtan memnun musun tanrıça?" diye sordu önce.

"Hayır." dedim başımı iki yana sallarken. "Değilim."

Kahin yine güldü. "Öyleyse ilk soruya dönelim." dedi. "Onun tanrıçası mı olmak istersin yoksa merhametin tanrıçası mı?"

Bu kez düşünmedim ve tek seferde, "Merhametin tanrıçası." diye yanıtladım.

Ben merhametimden vazgeçmek istemiştim. Kazanmak, intikam almak istemiştim. Hep zalimler kazanır sanıyordum, en azından Araf Ormanı'nda durum bundan ibaretti ama anlamıştım ki zalimler kazanırken, pek çok şeyi de feda ediyorlardı. Zalimler merhameti yok ediyordu ve merhamet beraberinde masum canları götürüyordu. Kahin bana, merhamet bu dünyayı kurtarabilir verildiğinde ama alınırsa dünyanın sonunu getirir, demişti. Şimdi anlıyordum ne demek istediğini çünkü ben dünyanın sonunu görmüştüm. Dünyanın sonu yer yüzünün yok olması demek değildi, insanlığın bitmesiydi ve insanlık ancak merhamet giderse biterdi. Oysa bir çocuğun başını okşayan tek bir kişi dahi kalsa son gelmezdi.

Ben merhamet tanrıçasıydım. Her zaman iyiliğin tarafında olmuş, kötü olmamak için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Belki hatalarım vardı ama kimse kusursuz değildi. Ben hatalarımla vardım ve ben doğrularımla var olacaktım.

Seçimlerim sonumu hazırlamıştı ama ben bu sona razı gelmeyecektim. Bambaşka bir son için savaşmam gerekiyorsa şayet, ben savaşmaya dünden hazırdım.

***

Selam! Nabersiniz?

Bölümü nasıl buldunuz?

En başta ne oluyor ya, diye sordunuz mu?

Hüma'nın duygusuz halini nasıl buldunuz?

Kadını ittiği zaman peki?

Beyaza boyanmış olmasına ne diyorsunuz?

Beyazın karanlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunu spoilerını İnstagrama attığım reelste vermiştim bu arada.

Hüma'nın, Apep ile olan ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Peki bu olasılığı yaşar mı sizce?

Sonraki bölüm ilk kitabın finali olacak ve oldukça da uzun olacak. Sizce nasıl bir son yazıyorum?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Apep 👉

Kahin 👉

Bölümde olmasa bile Set 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%