Yeni Üyelik
62.
Bölüm

31. Bölüm - Kaybedi̇şler (Fi̇nal)

@aysenurtekkanat

Hani olurdu ya, hayatta bazen yıkıldığını hissederdi insan. Yorulur, bıkar ve artık hiçbir şeye tahammül edemez... Öyle yılmıştır ki hayattan, bazen ölümü bile diler çünkü ölüm onun için bir kurtuluştur fakat ölmez ve tüm o yorgunluğa rağmen ayağa kalkmayı bilir. Kalkmak zorundadır çünkü hayat onun için sona ermemiştir. Kendimi o kişi gibi hissediyordum işte. Yorgun, bitkin ve yılmış... Tükendiğimi düşündüğüm ve artık daha kötüsü olamaz dediğim anda daha kötüsüyle karşılaşıyordum. Üstelik bundan kurtulamadığım gibi kendimi beyazın karanlığına çekilirken buluyordum.

Beyaz karanlık olabilir miydi?

Birkaç gün önce olsa bu soruya güler geçerdim ve hatta ne diyor bu diye dalga geçerdim ama şimdi aynı düşüncede değildim. Daha önce sorgulamadığım o gerçeği sorguluyor ve aslında beyazın ne denli karanlık olacağını keşfediyordum çünkü artık biliyordum. Yüz yıllardır dünyayı tehdit eden ve gün aşırı saldırılarla taciz eden o canavar, Apep, beyazdı. Öyle beyazdı ki normalde onu gören biri ışığına kapılır, o ışıkla kör olurdu fakat Apep'in beyazı, karanlığı gölgesinde taşıyordu. Hani hep karanlığın gölgesinde yetişen beyazları anlatmıştı ya hikayeler, şimdi beyazın gölgesinde can bulan karanlıkları yaşamak tuhaf geliyordu bana. Ben beyazın masumiyetine aşıktım. Ona inanır, adeta ona tapardım. Şimdiyse asıl karanlığın beyazda olduğunu görebiliyordum çünkü beyaz tüm renkleri içinde barındırırken, bir tanesini bile göstermeyecek kadar cimriydi. Çünkü beyaz, içindeki renklere rağmen parlayan bir inciydi ve beyaz aynı zamanda bir yalancıydı. Renklerini gizleyen koca bir yalandı beyaz ve ben artık beyazın yalanlarına kanmayacaktım.

Mağaradan çıktığımda adımlarım sarsak ve yavaştı. Kendimi sarhoş gibi hissetmem bir yana, yorgunluktan ölecekmişim gibi geliyordu. Oysa ben zaten ölmüş ve yok oluştan kıl payı kurtulmuştum. Şimdi tekrar ölebilme ihtimalim çok tuhaf ve oldukça imkansız geliyordu gözüme.

"Hüma?" diyerek ayaklandı İsis. Ben içeri girmeden önce oturduğu taştaydı hala. Oradan hiç kıpırdamadığına ve hatta sabırsızlıkla beni beklediğine adım kadar emindim.

Sarsak bir adım daha attığımda tökezledim. İsis hızla yanıma gelip beni tutmasaydı muhtemelen yere kapaklanacaktım.

"Çok yorgunum." dedim güçsüz bir sesle. O kadar yorgundum ki her an uykuya dalabilirdim ama direniyordum çünkü son iki trans durumunda da neredeyse uyku halindeydim ve ikisi de oldukça kötü deneyimlerdi. Aynısını yaşama fikri ödümü patlatıyor ve ben baygınlık geçirmemek için direniyordum.

"Ne oldu? Kahin sana ne gösterdi?"

İsis'in sorusuyla aklıma benden yardım isteyen insanlar geldi. Gözlerim anında dolarken, yardıma muhtaç bir insanı nasıl o şekilde ittiğime anlam veremedim. Ben duygusuz olmak istemiyordum çünkü duygularım yokken kötü birisiydim. Kötü birisi olma fikri beni delirtiyordu.

"Gitmek istiyorum." dedim ağlamaklı bir sesle. Yüreğimde koca bir köz vardı sanki. Canım acıyor, kalbim sıkışıyordu. Korkuyordum. Apep'e kanmaktan, ona boyun eğmekten ve onun kölesi olma fikrinden deli gibi korkuyordum.

Bana hüküm vaat ediyordu Apep. Onun yanında olursam sahip olacağım şeyler sonsuzdu. Bir kraliçe olarak sonsuz bir yaşam ve onlarca güzel şeyin yanında tüm dünyayı veriyordu fakat benden istediği şey belliydi; merhamet. Merhamet çoğu zaman küçümsenir ve güçsüz olarak nitelendirilirdi fakat bu şekilde düşünenlerin aklına gelmeyen bir şey vardı. Apep bunu biliyordu. Eğer merhameti dünya üzerinden silersem, ki şu durumda bu oldukça mümkündü, tanrıların gücü zayıflardı çünkü onlar insanlardan güç alıyordu. Ama merhamet olmazsa pek çok insan telef olacaktı ve onlara güç veren insanlar artık var olmayacaktı. Böylece kazanan otomatik olarak Apep olacaktı çünkü karşısındaki düşman zayıflayacaktı. Tüm o beyaza, cazibeye ve güzel sözlere rağmen Apep, manüpüle yeteneği son derece gelişmiş bir varlıktı. Benim karar vermem gereken şeyse onun cazibesine kapılıp kapılmamaktı.

İsis'le birlikte olabildiğince hızlı geldik saraya. Buraya gelirken yürümüştük fakat dönüş yolunu gidemeyeceğim için büyü kullanmıştı tanrıça. Sonrasında benimle ilgilenmiş ve uyumam konusunda ısrarcı olmuştu. Bedenim yoktu ve bu bile enerjimin büyük kısmını yok ediyordu. Dinlenmem en doğru seçenekti ve dinlenmenin en hızlı yolu da uykudan geçiyordu. Nitekim ben direniyor ve uyumamak için çok büyük çaba sarf ediyordum ama istediğim sonuca ulaşmam elbette ki mümkün olmadı. Kısa sürede uykuya dalmam ve neyse ki rüyasız bir uyku uyumam gecikmedi.

Sonraki günlerde inanılmaz bir tempoda çalıştım. Kılıç kullanmak da dahil olmak üzere, alabileceğim ne kadar eğitim varsa aldım. Elbette ki birkaç günde çözülecek bir şey değildi bunlar, daha çok çalışmalıydım. Neyse ki bunun bilincindeydim.

Osiris'in, işlerine yoğunlaşması, daha çok İsis'le yakınlaşmama sebep oldu. Hala ona anne diyemememin yanı sıra iyi anlaştığım gerçeğini de göz ardı edemezdim. Düşündüğümün aksine iyi birisiydi ve bana elinden geldiğince yardım ediyordu. Onun yetişemediği durumlarda ve tabi Osiris'in ayırabilecek vakti olduğunda, Osiris de bana yardımcı olmuştu. Tüm bu çalışma sürecinde fark ettiğim en büyük detay İsis'in, Osiris'in yanında gerçekten güçsüz kalmasıydı. Bunun sebebinin Osiris'in Duat'a ait olmasından geçtiğini söylemişti İsis. Osiris ölmüştü ve her ne kadar yeniden hayata dönmüş olsada bu gerçek değişmemişti. Bu yüzden Duat onu kabul ediyordu ama İsis hala yaşıyordu. Duat ise onun yaşam enerjisini çekiyordu. İsis bunun farkında olarak gelmişti buraya ve aslında beni korumaya çalıştığı şey de tam olarak buydu. Buraya hapsolmam bir yana, yaşam enerjimin Duat tarafından sömürülmesinin önüne geçmek istemişti. Ona, neden buradan gitmediğini sormuştum tüm bu öğrendiklerimden sonra. İsis ise, Osiris'i bırakmak istemediğinden söz etmişti. Hatta Osiris ve Horus buna karşı çıkmış ama İsis inatçı ve gözü kara bir tanrıça olduğunu, burada kalmayı seçerek kanıtlamış.

Geçen süreçte Osiris'in yıldırma çabalarını göz ardı edemezdim. Ne zaman işleri bitse ve yanıma gelse, beni Set'ten soğutmaya çalışıyordu. Ona her seferinde Set'ten nefret ettiğimi açıklamama rağmen bana, 'Olsun, ben yine de söyleyeyim.' tarzında cevaplar veriyordu. Açıkçası bu halleri beni çok eğlendiriyordu. İsis'in de dediği gibi, Osiris oldukça kıskanç bir tanrıydı ve bu kıskançlığını kesinlikle saklamıyordu. Bana en başta Set hakkında söyledikleri havaya karışmış gibiydi. Kısaca o, döneklik yapıyordu ama bu durum benim işime geldiği için sesimi çıkarmıyordum.

Sarayın bahçesinde oturmuş İsis'in gelmesini bekliyordum. Kan kırmızısı güller hala ilk geldiğim zamanki gibiydi; capcanlı ve taze. Ama İsis onların da ölü olduğunu söylemişti bir seferinde. Burada görünen her şey aslında ölmüş ve hayaletleri burada yeniden can bulmuş. Saraydaki hizmetkarlar, tanrıların yaşam enerjisini hissedebilmek için cennetlerine gitmemeyi seçmişler. İnsan ölse bile yaşamdan kolay kolay kopamıyordu ve bu durum benim için ancak bu şekilde açıklanabilirdi.

Dakikalar geçerken İsis bir türlü gelmek bilmiyordu. Nerede kaldığını merak ediyordum ama öte yandan çok da sıkılmıştım. Oturduğum salıncağın iplerini tutup ayaklarımla ittim kendimi. Duat'ın sert rüzgarlarına alışmıştım geçen bir haftada ve artık bana o kadar da sert gelmiyordu.

Bir kez daha ittim salıncağı ayaklarımla. Kahinle olan olaydan kimseye söz etmemiştim. Gördüklerim şimdilik bana kalacaktı çünkü bunların kesinliği yoktu, en azından tanrılar böyle düşünecekti. Bense ne gördüğümü, ne yaşadığımı biliyordum. Tüm bunları görmezden gelmek aptallıktan başka bir şey olmazdı. Apep'in gücünü ve tabi yok olmak üzereyken benimle konuşmasını da unutamazdım. Tüm bunları çözmenin bir yolunu bulana ve tanrıları uyarmak için bir fikir geliştirene kadar sessizliğimi koruyacaktım.

Kendimi bir kez daha geri ittim. Sertçe esen rüzgar hızla yüzüme çarptığında gözlerimi kapattım ve anın tadını çıkardım. Anlamıştım ki İsis'in gelmesine daha çok vardı ve o gelene kadar en azından kendime vakit ayırabilirdim.

Salıncak daha da hızlandığı sırada yüzüme küçük bir tebessüm oturttum. Gülümsemem an be an genişliyordu ve ben kendimi oldukça özgür hissediyordum.

"Buraya alışmışsın."

Duyduğum sesle birlikte gözlerimi açmam ve andan sıyrılmam gecikmedi. Hala sallanıyordum ama karşımda duran Anubis'in de farkındaydım. Bir haftadır buraya uğramamıştı, muhtemelen benimle uğraşırken o da işlerini aksatmıştı.

"Sanırım." diye cevap verdim ona emin olmamakla birlikte. Omuzlarımı kısıp sallanmaya devam ettim.

Anubis'in yüzünde bir gülümseme oluştu. İşte bu beni şaşırtmış ve bir an için salıncağı durduracak gibi olmuştum.

"Sen gülümsedin?!" dedim sorarcasına. Büyük bir şaşkınlık yaşıyordum çünkü Anubis'i şu ana kadar hiç gülerken görmemiştim. Tamam, uzun bir süre çakal maskesinin altına gizlemişti gerçek yüzünü ama şimdi onu görüyor ve ne kadar yakışıklı bir tanrı olduğunu biliyordum.

"Gülümseyemez miyim?" derken eğlendiği çok belliydi. Şaşkınlığım aslında oldukça normaldi fakat Anubis'in bu tarz bir durumla çok karşılaşmadığını ve hatta beni daha çok üzgün ve yorgun gördüğünü de hesaba katarsak, şaşkın halimin onu eğlendirmesi çok normaldi.

Ayaklarımı yere koyıp salıncağı durdururken, "Öyle demek istememiştim." dedim. Çimenler mahvolmuştu ama ben yenileneceklerini bildiğim için bunu umursamadım. "Seni gülerken görmeye alışkın değilim."

Salıncaktan indim. Hafifçe ileri geri sallanan boş salıncağın gıcırtısı duyuluyordu. Rüzgar sesinin arkasında kaybolan bu tiz ses öylesine uzaktan geliyordu ki beni rahatsız etmemişti.

"Kimse değil." dedi ve omuz silkti Anubis. Yalnızdı. Duat tanrıları yalnızlaştırıyor ve yaşayanları güçsüz düşürüyordu. Anubis'in gücü aşikardı, bunu inkar edemezdim fakat yaşadığı da bir gerçekti. Muhtemelen bunun sebebi Osiris'in kanını taşıyor olmasından kaynaklanıyordu çünkü Anubis, Osiris'in ölümünden sonra ölülerin koruyucu tanrısı unvanını almıştı. Bu bilgiyi sarayın kütüphanesinden edinmiştim. Çünkü biliyordum ki yalnızca gücümü ve savaşmayı öğrenerek bir yerlere gelemezdim, tarihi de bilmem gerekiyordu. Mesleğim dolayısıyla bu konuda epey bilgiye sahip olsam da hala öğrenecek çok şeyim vardı ve neyseki artık ömrüm de buna yetecekti.

Anubis ile birlikte büyük bahçede turlarken, "Kim olduğumu biliyorum artık." dedim. Onun bu bilgiden haberdar olup olmadığını bilmiyordum ve eğer bilmiyorsa onunla paylaşmak istiyordum. Çünkü her ne kadar ormandan beni çıkartan kişi Osiris olsada, bana kurtulmam için bir şans veren kişi Anubis'ti. Yolun yarısında Set'in fikir değiştireceğini elbette kimse tahmin edemezdi.

"Evet, duydum ve hiç şaşırmadım."

Tek kaşımı kaldırıp sorgularcasına ona baktığım sırada taş bir bankın yanına gelmiştik. Eliyle bankı işaret ettiğinde başımla onayladım onu. Birlikte banka oturduk.

"Neden şaşırmadın?" diye sordum. Aslında çok mantıksız bir soru gibi görünebilirdi ama en azından, yaa, gibi bir tepki beklerdim. Oysa Anubis hiç şaşırmadığını söylüyordu.

Derin bir nefes alırken geriye yaslandı. Bu sahneyi daha önce gemide yaşamış olduğumuz gerçeği, kısa süreli bir dejavu hissine sebep olmuştu.

"Çünkü insanlar çok acımasız." dedi Anubis. Kelimeleri doğru seçmek için bir süre düşündü. O sürede kaşları çatıldı, bakışları yukarı doğru kaydı ve en nihayetinde doğru kelimeleri bulmuş olsacak ki konuşmaya devam etti. "Önceden daha çok sayıda insan teraziden geçerdi ama şimdi kalpleri tüyden ağır geliyor ve onlar Ammit'in yanına, cehennem dediğimiz yere gidiyor."

"Bu, insan sayısının artmasından kaynaklanıyor olamaz mı?"

Sorduğum soruyla başını iki yana salladı Anubis. "Olamaz." derken çok emindi. "Bir oran kurduğumuzda insanların yarısından fazlasının bunu yaşadığını söyleyebilirim ama öncesinde bu oran tam tersiydi ve kalpler hafif gelirdi terazide. Bu da ruhları cennete yükseltirdi." Bir süre sustu. Yüzünden geçen ifade karmaşıktı ve anlaşılması epey zordu. Anlam vermek için ona baktığım o süre boyunca sustuk. Sessizliğimiz, rüzgarın uğultusunda kayboldu. "Hiçbir şey rastgele var olmaz evrende." diyerek, rüzgarla bölünen sessizliği tamamen yok etti. "Her olayın bir sebebi vardır ve her insan bir sebepten ötürü var olur. Ben, ölüleri koruma görevine Osiris, Duat'ı var ettiğinde gelebildim mesela. Maat, adalet dediğimiz o olgu yıkıldığında adalete öncülük etmeye başladı, Hathor, aşk ilk kez var olduğunda aşkı korudu... Böyle çok örnek sayabilirim sana. Dediğim gibi, hiçbir şey rastgele olmaz ve her insanın dünyaya geliş amacı vardır. Son zamanlarda merhamet dediğimiz o olgu neredeyse yok oldu Hüma. İnsanlar acımasızca birbirine kıyıyor, doğayı, hayvanları katlediyor. Kendilerine hak gördükleri şeyi sen benden daha iyi bilirsin çünkü yıllarca onların arasında, onlardan birisi olarak yaşadın. Kendi ailelerine bile acımıyor artık insanlar ve merhamet günden güne tükeniyor. Birisinin bu olguya öncülük etmesi gerekiyordu ve ben o kişinin geleceğini uzun zamandır biliyordum. Esasında o kişiyi bekliyordum. Yalnızca zaten geldiğini ve insanların arasında saklandığını hiç düşünmemiştim. Bu yüzden senin bir tanrıça olduğunu ilk öğrendiğimde bunu tahmin etmem zor olmadı. Sonrasında zaten bunun gerçekliği kanıtlandı ve kahin sana merhametin tanrıçası dedi. Duat'ta haberler hızlı yayılır ama bu haberler genelde Duat'ta kalır. Yani yalnızca buradakiler senin kim olduğunu biliyor."

Kaşlarım istemsizce çatılırken, "Yani diğer tanrıların bundan haberi yok, öyle mi?" diye sordum onay beklercesine.

Anubis başını bir kez eğip onayladı beni. "Yok. Duat halkı dışarıya karşı ketumdur, özellikle sakinleri söz konusu olduğunda. Bu yüzden buradaki haberler yalnızca içerde hızlı yayılır ama dışarısı, Heliopolis yani, bu haberlerden mahrum kalır."

"O zaman Set yaşadığımı bilmiyor?" dedim sorarcasına. Aslında bu bir soru değildi çünkü Anubis'in anlattıkları direkt olarak buna işaretti.

Beni yeniden başıyla onayladı. "Hayır, bilmiyor." dedi. Sonra dudakları bir kez daha iki yana kıvrıldı.

"Daha sık gülümsemelisin." dedim kendimi tutamayarak. Anubis'e gülmek yakışıyordu ve bunu gizlemesi gerçekten sinir bozucuydu.

"Gülümserim." dedi. Onun gülümsemesine aynı şekilde karşılık verdiğimde, "Set..." diyerek konuya geri döndü. "Bir haftadır beni çağırıyor. Yok olduğunu sanıyor çünkü ordu artık tamamlandı ama o, ordunun artık sana bağlı olduğunu bilmiyor."

"Neden söylemedin?"

Anubis küçük çocuklar gibi omuz silkti. Ruhlara yol gösterip onları koruyan bu güçlü ve son derece ciddi tanrının bu tarz hareketler yapması bana çok tuhaf geliyordu ama o Anubis'ti işte, en beklenmeyeni sunuyordu insana. Bana da kurtuluşu sunmamış mıydı zamanında?

"Vicdan azabı çeksin diye. Eğer hemen öğrenirse rahatlar ve yine bildiğini okur."

Küskün bir edayla omuz silkip kollarımı kavuşturdum göğsümde. "Şimdi yapmayacağının garantisini verebilir misin?"

Anubis iç çekti. Pes edercesine çöken omuzlarını göz ucuyla fark etmiştim ve, "Hayır, veremem." derken ki o ses tonu aslında her şeyi anlatır nitelikteydi. Söz konusu Set olduğunda kimse garanti veremiyordu, oğlu bile.

Onun bu hali ister istemez üzülmeme sebep olmuştu. Elimi, destek olmak istercesine omzuna koyduğumda Anubis bir kez daha gülümsedi bana. Bu gülümseme yorgundu ve neredeyse tükenmiş denebilirdi. Onu yoran şey görevi değildi, Duat'ı sevdiğini biliyordum. Onu yoran şey şu an yaşanan ve nerede son bulacağını bilmediğimiz olaylardı. Hiçbir şeyin garantisi yoktu. Ne Set'in bildiğini okumayacağının garantisini verebiliyorduk ne de tüm bunları bir sona ulaştırabiliyorduk. Koca bir çıkmazdı bu.

"Horus ile aranız nasıl?" diye soruverdim bir anda. Aslında bu soruyu sormak aklımda yoktu fakat hem kafası dağılır ve ona ait olmaması gereken bu suçluluk duygusundan kurtulur hem de ben, kardeşim olduğunu yeni öğrendiğim tanrı hakkında bilgi edinirim diye düşünmüştüm.

"İyi sanırım ama kardeş olup olmadığımızı soruyorsan, hayır değiliz. Hiçbir zaman o şekilde görmedik birbirimizi."

"Peki ben seni kardeşim olarak görsem buna itiraz eder miydin?"

Bu soruyu aslında biraz tedirgin olarak sormuştum çünkü o ikisi yüzyıllardır yaşıyor ve birbirlerini de bir o kadar uzun zamandır tanıyorlardı. Buna rağmen kardeşlik dediğimiz o bağ gelişmemişti aralarında. Aynı şeyin benim için de olmasını istemiyordum. Evet, Horus'u tanımıyordum ve henüz ona karşı kardeşlik şefkatini gösterebileceğimi sanmıyordum ama Anubis'i, kısa sürede de olsa tanımıştım. Bana olan davranışlarını, yardım etmek için çiğnediği kuralları, bana öğrettiklerini unutamazdım. Eğer Anubis bana yok olacağımı söylememiş olsaydı, Hakikat Dağı'na giden o yoldan sapmazdım ve diğer dünyaya gideceğimin hayaliyle yaşardım. Öte yandan Set, yok olacağımı bilmiyor olsaydı beni geri getirmek için çabalamazdı. Aslında her şey birbirine bağlıydı ve tüm bunları başlatan kişi bir nevi Anubis'ti, benim mezarı açtığım kısmı saymazsak tabi.

Anubis bir süre yüzüme baktı. Orada ne aradı bilmiyorum ama soru dolu bakışları gözlerimin içine, en gizli duygularımı görebiliyormuşçasına baktı bir süre. Sonra küçücük bir mimik oynadı yüzünde. Dudakları usulca yukarı doğru kıvrılırken, yüzünün sol tarafında olan o yara izi bile bu gülümsemeyi gölgeleyemedi. Başını iki yana salladı ve, "Hayır." dedi soruma istinaden. "Ben de seni kardeşim olarak görürdüm."

Ben de gülümsedim. Hem de öyle küçük bir gülümseme değildi bu, adeta ağzım kulaklarımdaydı. Sonra, normalde insanlara alışma konusunda problemler yaşayan ben, Anubis'e sarıldım. Kollarımı sımsıkı doladım boynuna. Garip bir huzur duygusu usulca sızdı benliğime Anubis de bana sarıldığında. Kardeşlik miydi bu? Daha önce hiç kardeşim olmamıştı, bu yüzden bilmiyordum ama ne kadar güzel bir his olduğunu deneyimledikçe daha fazlasını istiyordum. Öyle ki istemsizce sıkılaşıyordu kollarım ve ben daha çok sarılıyordum ona.

"Hüma!"

Duyduğum telaşlı ses sarılmamızı böldü. Bu İsis'ti.

"Ne oldu? Sen iyi misin?" diye sorarken Anubis'ten ayrılıp ayağa kalktım. Birkaç adım attım ona doğru ama o çoktan yanıma gelmişti. Saçları dağılmış, giysileri kırışmıştı. Eteklerindeki kırmızı damlalar benim de telaşa kapılmam için yeterliydi. Bu kandı...

"Horus." dedi nefes nefese kalmış bir halde. O an Horus'a zarar geldiğini düşünmekten alamadım kendimi. Bu, tuhaf bir şekilde kalbimin sıkışmasına sebep oldu. Sanki görünmez bir el göğüs kafesimden içeri girmiş ve kalbimi avucuna almıştı. Acımasızca onu sıkıyor ve benim aciz halimden zevk alıyor gibiydi.

"Ne oldu İsis? Set mi saldırdı?" diye soran kişi Anubis'ti.

Bu ihtimalle öfke iliklerime kadar işledi. Set önce beni öldürmüş, yok oluşa sürüklemişti. Sonra bundan pişman olması hiçbir şey değiştirmezdi çünkü ben ne yaşadığımı biliyordum. Şimdi, henüz tanımasan bile, kardeşime de aynı şeyi yapmış olması düşüncesi tarifi imkansız bir öfkenin benliğimi ele geçirmesine yetmişti. Birisi kalbimin altında bir ateş yakmıştı sanki. Kalbim bir kazan olmuş, içindeki kan fokur fokur kaynamaya başlamıştı. Sıcak kan bedenimin her yerinde gezinmiş, en nihayetinde son durak olarak yüzümü seçmişti. Öfkeden yanıyordu suratım ve ellerim çoktan yumruk halini almıştı.

"Hayır." dedi İsis. Bu öfkemi geçirmemişti ama o, sözlerine devam etti. "Set değil, Horus savaş açtı. Onu durdurmak istedim ama o çok güçlü, engel olamadım. Beni geri gönderdi."

"Osiris onu durduramaz mı?" diye sordum. Cevap ise İsis'ten değil, Anubis'ten geldi.

"Osiris buradan ayrılamaz."

"İyi de neden?"

Duat'ın kurallarını bilmiyordum. Son bir haftada çok şey öğrenmiştim, evet ama hala hakim olmadığım çok konu vardı. Duat başlı başına bir dünyaydı ve bu dünyanın kurallarını anlamak oldukça zordu.

"Dünyada bir savaş varsa bunun yansıması burada görülür, bu savaş tanrılar arasındaysa işler daha da karışık olur. Yani ruhlar birbirine girecek ve cennetler karışacak. Tin yeni ruhlarla dolacak ve teraziye giden yolda pek çok ruh kaybolacak. Bunu kontrol altına almalıyız. Osiris de ben de bu savaş bitene kadar burada kalmak zorundayız."

Büyükçe yutkundum.

Bu kaos demekti. Horus ve Set'in savaşı yalnızca orayı değil bu dünyayı da etkileyecekti. İşler düşündüğümden daha karışıktı ve öyle kolay çözülecek gibi değildi.

Gökyüzü yırtılırcasına bir şimşek çaktı. Zaten her an yağacakmış gibi duran bulutlar daha da karardı ve rüzgar şiddetini arttırdı. Hava giderek soğurken, garip uğultular sardı etrafı. Ben bu sesi biliyordum. Daha önce duymuştum ve bu seslerin sahiplerinden kaçmıştım. Bunlar iblislerdi ve sesleri bu kadar çok çıkıyorsa eğer, dünyadaki savaştan, Duat'ın karışıklığından faydalanıyor olmalıydılar.

"Gidin." dedi İsis. Hadi ben neyse ama Anubis'in burada yapacakları vardı. Ona gitmesini söylemek ne kadar doğruydu?

"Ne demek gidin? Ruhları kim koruyacak?"

Anubis'in sorusuyla ona döndü İsis. Koyu kahverengi gözlerinde bu kez ateşler yanıyordu. Dağınık görüntüsüne karşılık bir tanrıça olduğunu belli edercesine bakıyordu. İsis bir kraliçeydi, tanrıların kraliçesi ve sanki o günlere geri dönmüş gibi dimdik duruyordu.

"Eğer bunu yaparsan sonun Hathor gibi olur. Ruhları korumak mı istiyorsun? Öyleyse gidip savaşı durdur. Birkaç ruh iblislerle yem olabilir ama o savaş durmazsa daha fazlasını yitireceğiz. Siz ikiniz, o ikisinin ortasındasınız. İkisinin de değer verdiği kişilersiniz."

"Ben değilim." diyerek böldüm sözünü. "Anubis öyle olabilir ama ben değilim."

İsis elini omzuma koyduğunda gökyüzü bir kez daha aydınlandı ve hemen ardından derinden gelen bir gök gürültüsü yarıp geçti tüm sesleri. Bulutlar daha da ağırlaşırken, birkaç damla yaş düştü Duat'ın çorak topraklarına.

"Öylesin. Buna inan. Horus farkında bile değil ama sen öldün diye acı çekti. Hissediyor ama anlam veremiyor." İsis'in bakışları bu kez Anubis'i buldu. "Hiçbir zaman iyi anlaşamadık seninle ama burayı ne kadar sevdiğini biliyorum. Şimdi gitmezsen eğer iblislerin radarına gireceksin ve bir daha buraya ayak basamayacaksın. Ben elimden geldiğince koruyacağım ruhları, söz veriyorum ama şimdi ikinizin de gitmesi gerekiyor."

İblislerin sesleri daha da yükseldi ve bu kez çığlıklar onlara eşlik etti. Anubis'in bakışları Duat'ın üzerinde gezinirken, yutkunduğunu gördüm. Burayı bu şekilde bırakıp gitmek istemiyordu ama İsis haklıydı. Gitmek zorundaydık. Burada kaldığımız her saniye zamanımız tükeniyor ve işler daha da önüne geçilmez bir hale geliyordu.

Gökyüzü bir kez daha yıldırımlara konuk oldu ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Saniyeler içinde sırılsıklam olmuştum.

"Hadi." derken Anubis'in elini tuttum. Kararsız bakışları benim gözlerimde takılı kaldığında, "Gitmeliyiz." dedim. Başımla İsis'i işaret ettim. "Haklı olduğunu ikimiz de biliyoruz."

Anubis başıyla onayladı beni ve biz kızıl kahve dumanların arasında kaybolmadan önce İsis bana sarıldı. Sonrası ise devasa bir karmaşadan ibaretti.

Geldiğimiz yer kırmızı taşlardan yapılmış bir odaydı. Dışarıdan gelen sesler savaş naraları ve acı haykırışlardı. Gördüğüm o savaş sahnesini hatırlatmıştı bana tüm bu olanlar. Orada olmanın bana nasıl hissettirdiğini hatırlamak titremem için yeterliydi. Kontrolüm öyle zayıflamıştı ki bedenim bir duman gibi dağılmaya başlamıştı.

"Sakin ol." diyerek dumana dönen elimi tutmak istedi Anubis ama moleküllerim fazla düzensizdi, bundan dolayı eli, elimin içinden geçip gitti.

"Hüma! Kendine gel!" dedi sert bir ses tonuyla. Dışarıdaki seslere kapatmaya çalıştım kendimi ve İsis'in öğrettiği gibi odaklandım. Bedenimi bir arada tutmak için verdiğim çaba kısmen işe yaramıştı ama dışarıdaki sesler susmamıştı.

"Onları durdurmamız gerekiyor." dedim titreyen sesimle. Bedenim zangır zangır titriyordu.

"Evet ama önce bedenini almalıyız." diyerek henüz yeni fark ettiğim lahde doğru yürüdü. Kızıl renkli bir tahtın arkasında duruyordu lahid ve ben burayı tanıyordum. Burası Set'in sarayıydı. Beni öldürdüğü yerdi burası ve bu taht ulaşmak için beni yok etmeyi göze aldığı o tahttı.

Öfke bir kez daha hislerimi ekarte ederken, en nihayetinde bedenim tamamlandı. Dumansı bir formda olmamak iyiydi ve öfke, kontrolü sağlamamda büyük oranda yardımcıydı bana.

Anubis, lahdin kapağını iterek açtı. Koca kapak tok bir sesle yere düştüğünde parçalara ayrıldı. Üzerine işlenmiş olan yakutlardan bir parça ayaklarımın dibine kadar geldi. Başımı hafifçe sola yatırıp baktım o taşa. Parlak kırmızı rengi göz alıcıydı ama bana öfkeden fazlasını vermiyordu. Bakışlarımda hayranlık yoktu, öfke vardı ve bu küçücük taş bile öfkemden nasibini almayı hak ediyordu. Öfkem gücüme güç katıyordu ve gücüm öyle bir toplandı ki avuçlarımda, yere eğilip aldığım taşı toza çevirmem uzun sürmedi. Avuçlarımdan akan kırmızı yakut tozu öfkemi harladı çünkü bunlardan daha çok vardı ve hepsi de Set'e aitti.

"Hüma!" diye bana seslenen Anubis ile kendime geldim. Bakışlarında tuhaf bir şey vardı ve ben bunu çözememiştim. Yine de yanına gittim. Lahdin içine, ne halde olduğunu bilmediğim bedenime baktım ama keşke bakmasaydım.

"Onu nasıl toparlayacağız?"

Soruma karşılık, "Büyüyle." dedi. Sanki cevap çok barizmiş gibi konuşmuştu. Nitekim sonradan anladım ki aslında cevap o kadar basitti. Çünkü Anubis, kızıl kahve dumanları bedenimin üzerine yolladığında saniyeler içinde damar, kas ve deri tabakası kapladı kemiklerimi. Bedenim yeniden oluştu ama hala ölüydü çünkü bir ruhu yoktu.

"Gel." derken bana elini uzattı Anubis. Tereddüt etmeden tuttum elini. Bedenim yeniden dumansı bir hale bürünürken, bu kez buna direnmedim ve Anubis'in beni, ruhumu, bedenime yönlendirmesine izin verdim. Gittikçe somutlaştım ve ağırlaştım. Bedenime çekilirken hissettiğim o garip hisle yirmi dört yıl yaşadığım gerçeği tuhaf gelmişti. Bir beden gerçekten bu kadar ağır mıydı?

Bedenime döndüğüm ilk an nefes alamadım. Ciğerlerim ağırlaştı ve ilk nefesimde yandı. Oksijen canımı öyle acıttı ki ona olan muhtaçlığıma anlam veremedim. Sonra yüzümü saran sargılar usulca açıldı. Mumya bezi çekilince nefes almam biraz daha kolaylaştı ama acı bir süre daha kalıcı oldu. Öte yandan gözlerimi açmak, nefes almak kadar kolay olmadı. Yumuk yumuk kaldı bir süre gözlerim ve uzuvlarımın kontrolünü sağlayamadım. Hani yeni doğmuş bebekler yavaş yavaş alışırdı ya dünyaya, ben de öyleydim işte. Gözlerimden sızan yaşlar tenimde sıcak izler bırakırken biraz daha kendime geldim ve alıştım. Mumya bezine sarılıydım hala, Anubis henüz beni bundan kurtarmamıştı. Muhtemelen mahremiyetime özen gösteriyordu.

"Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sorduğunda hala titriyordum fakat bu kez öfkeden değil, soğuktan. Dışarısı cayır cayır yanarken ben üşüyordum. Yeni doğmuş bir bebek gibi tepkiler veriyordum ve bu bana oldukça garip geliyordu.

"Sanırım iyiyim." dedim. Sesim tarazlı ve kısık çıkmıştı. Boğazım kupkuruydu, bu yüzden de konuşurken canım yanmıştı. Uzuvlarım ise hala tam olarak normale dönmemişti.

Birkaç kez öksürüp yutkundum boğazımdaki yanma hissinden kurtulmak için. Dışarıdaki savaş gittikçe çığırından çıkıyordu ve bunun farkındaydım. Bu yüzden hızlıca toparlanmam ve buradan kalkmam gerekiyordu. Neyse ki bunun bilincindeydim ve bu yüzden çabam sonuç verdi. Sargılardan kurtuldum önce ve Anubis'in benim için bıraktığı turkuaz renkli elbiseyi giydim üzerime. Elbisenin etekleri yerleri süpürecek kadar uzundu. Göğüs kısmındaki işlemeler gerdanımı kapatıyordu ama sırtım açıktaydı. Kolları ise uzundu ama boydan boya kesik olduğu için kollarımı kapatmıyordu. Kumaşın hafifliği ipek olma ihtimalini yükseltiyordu.

Lahidden tek başıma çıkmayacağımı biliyordum ve burasının ne kadar kötü olduğunun da farkındaydım. Yanımda duran kanopik kavanozlarda iç organlarım vardı, Anubis onları çıkarmamıştı. Onun yerine bana yepyeni bir beden vermişti ve eski bedenimden geriye kalanlar bu kaplarda bırakılmıştı. Yalnızca kemiklerim bana aitti.

"Anubis!" diye seslendim ona. Etrafımdaki değerli eşyalara iğrenerek baktım. Bunlar benim içindi, Set, vicdanını bu şekilde susturmaya çalışmıştı ama benim gözümü bu şekilde boyayamazdı. Tüm bunlar midemin bulanmasından başka bir şeye yaramıyordu. İçimden değil onu affetmek, bu lahde tıkıp Araf Ormanı'nın derinlerine fırlatmak geliyordu. Ona olan öfkem hayata dönünce azalmamıştı, aksine daha da artmıştı çünkü bana yaptığı şey bu kez gözümün önündeydi. Bu odaya ilk gelişimiz, bana zarar vermeyeceğini söyleyerek beni kandırması ve hiç acımadan avucuma açtığı o kesik... Tüm bunları unutmamıştım ben. Avucumda o kesiğin izi dururken ve yok oluşun izleri olan yeşil renkli damarlar kollarımı ve bacaklarımı kaplamışken nasıl unutabilirdim ki zaten? Ondan nefret ediyordum!

"Hazır mısın?" diye sordu Anubis yanıma geldiğinde. Beni düşüncelerimden bir nebze olsun uzaklaştırmıştı ama bu oda bana hiçbir zaman iyi gelmeyecekti ve o da bunun farkındaydı. Bu yüzden başımı salladığımda belimden tutup çıkardı beni lahidden. Birlikte pencerenin önüne gittik.

Manzara berbattı. Tam bir kaos ortamı vardı dışarıda. Her yer ceset kaynıyordu ve savaşanların üstü kan içinde kalmıştı. Tanrısal bir yeti miydi bu bilmiyorum ama bu kadar uzaktan bile seçebildiğim Set'in, düşmanlarını nasıl acımasızca ortadan ikiye böldüğünü görebiliyordum. Ve Astarte, iyiliği ve eğlenceli tavırlarıyla kendini bana sevdiren o tanrıçanın çatık kaşlarına şahit olabiliyordum. Öldürdüğü her düşmanla yüzüne bir parça daha kan sıçrıyordu tanrıçanın. Savaş en masumu, en sıcak olanı bile bir katile çevirebiliyordu.

Midem bulanıyordu. Yere düşen her bir cesetle daha çok üzülüyor, daha çok kızıyordum bu savaşın mimarlarına. Aslında savaşı başlatan, saldırıyı yapan Horus'tu ama tek suçlu o değildi. Set ve Horus'un bitmek tükenmek bilmeyen düşmanlığı onları ve beraberindekileri bu noktaya sürüklemişti.

"Bunu biz durduramayız." derken devasa bir farkındalık yaşıyordum. Ben orduyu geri çeksem bile Horus durmayacaktı, savaşmaya devam ettiklerindeyse hem bu dünya hem de Duat büyük tehlike altına girecekti. "Orduyu geri çekemem, bu yalnızca Set'i durdurur, Horus'u değil."

"Doğru." diyerek beni onayladı Anubis. Bakışları savaş meydanındaydı. Birbirlerine ulaşmak için aradaki bütün engelleri yerle bir eden Set ve Horus şüphesiz bu savaşın yıldızlarıydı. Kopardıkları her kafayla birbirlerine daha da yaklaşıyorlardı. Devasa bir alanda birbirini bulmaya çalışan iki aşık gibiydiler ama aslında kana susamış iki düşmandı onlar.

"Başka bir yol bulmalıyız." dedi Anubis. Ses tonu düşünceliydi ve ben de en az onun kadar gergindim.

"Nasıl bir yol?" diye sormaktan alamadım kendimi. Midem o kadar çok bulanıyordu ki artık dışarı bakamıyordum. Odanın bir köşesine kusmamak için kendimle savaşıyordum.

"Ra onları durdurabilir ama asla yapmaz bunu."

"Neden?"

En nihayetinde bakışları beni buldu. Koyu renk gözlerinde bariz bir çaresizlik vardı. Sessiz kalıyordu.

"Neden?" diye yineledim sorumu. Anubis'in sessizliği beni korkutuyordu. Ra'nın her şeye karşı bu kadar kayıtsız kalmasına anlam veremiyordum. Hani o tanrıların babasıydı? Benim bildiğim baba figürü çocuklarını koruyan, onları yanlıştan döndürmek için elinden geleni yapandı ama Ra hiçbir şey yapmıyordu. Etliye sütlüye karışmayıp kendi köşesinde oturmayı tercih etmesine anlam veremiyordum.

"Neden Anubis? Neden Ra bize yardım etmez?" dedim hiddetle. Zaman daralırken ve savaş gittikçe daha da alevlenirken bu sessizliğe anlam veremiyordum. Bir an önce bir şeyler yapmalıydık, sessiz kalarak hiçbir yere varamazdık.

"Çünkü onun tek görevi Apep'i zapt etmek. Dünyaya inmez."

"O zaman ikna ederiz." dedim kararlılıkla. Onun bilmediklerini biliyordum ve eminim Ra buna karşı kayıtsız kalamazdı. Elbette cevap verecekti ve buraya gelip bu saçma sapan savaşa bir son verecekti!

"Edemeyiz." diyen Anubis'in gözlerine baktım kararlılıkla. Hatta gözlerimi kocaman açıp bir adım attım ona doğru. Burnumdan soluyordum ve o, benim bu halime daha önce hiç şahit olmamıştı.

"Ederiz ve edeceğiz!" dedim tüm öfkemle. "Şimdi, şu mağlup psikolojisinden çık ve beni ona götür! En baştan kaybedeceğine inanırsan zaten kazanamazsın."

"Onu tanımıyorsun Hüma." diyerek bana itiraz eden Anubis'e, "İyi ya, tanışırız biz de." dedim. "Nasıl olsa bir şekilde tanışacaktık."

Pes etti. Beni ikna edemeyeceğini anlamıştı. Haklıydı da çünkü ben inadım inat diyenlerdendim. Bir kere bir şey için inat edersem, beni o kararımdan kimse kolay kolay döndüremezdi. Bundan dolayı doğru kararı vermişti Anubis.

Kısa süre sonra etrafımızı yeniden kızıl kahve dumanlar kapladı. Savaşın iç acıtan sesi gittikçe boğuklaşırken, sessizlik etrafımızı sarıp sarmaladı. Karanlığın içinde, parlak zeminli bir gemide bulduk hemen ardından kendimizi ve dumanlar dağılırken, savaş çığlıkları da sustu.

Burası bir gemiydi, en azından bir gemiye benziyordu. Zemini, belvedere granit adıyla bilinen ve içinde altın rengi çizgiler bulunan siyah mermere benziyordu. Annem evimizi yenilerken bu mermer çeşidine kafayı takmıştı, ben de oradan biliyordum adını. Gemi uzayda yüzüyordu. Kenardan gördüğüm kadarıyla şeffaf ama yoğun bir tabaka akıyordu altta. Bir nehre benziyordu. Muhtemelen mitlerde adı geçen Yaratılış Nehri'ydi bu. Bu nehrin suyundan bir damlası bile devasa alevleri söndürebilirdi söylenene göre.

Geminin güvertesi iki bölümden oluşuyordu. Ön tarafta, normalde arkada bulunan, kamara ve balkon vardı. Balkona çıkan merdivenler camdandı. Arkası ise alabildiğine mermer kaplıydı. Sırtıma vuran güneş ışığı normal şartlarda beni küle çevirebilirdi fakat tanrı olmanın avantajlarından birisi de güneşten etkilenmemekti. Yine de üşüyen bedenimin biraz olsun ısındığını reddedemezdim.

Balkonun en üstünde güneş ışığına bulanmış yaşlıca bir adam vardı. Elindeki kılıcı, onu hayata bağlayan tek şey oymuş gibi sımsıkı tutuyordu. Ve gözleri bir an olsun başka yere kaymıyordu. Uzayın derinliklerine bakıyor, Apep'i bekliyordu. Üzerindeki beyaz cüppenin kumaşı bile kıpırdamıyordu. O Ra'ydı.

"Ra!" diye seslendi Anubis. Şimdilik bir adım geride durmayı tercih ettim. Eğer Ra bizimle gelmemek için direnirse olaya müdahale edecektim.

"Gidin!" dedi Ra. Yüzümüze bile bakmamış, hatta yerinden kıpırdamamıştı. Yalnızca gitmemizi istiyordu ama her an savaşmaya hazır bir şekilde tetikteydi.

"Ama Ra-" demişti ki Anubis, Ra'nın gür sesi bir kez daha, "Gidin!" diye inletti ortalığı. Bomboş uzayda bile yankı yapmıştı sesi. Ra'nın kudreti bu olsa gerekti.

"Yok değil mi?" diye sordum dayanamayarak. Bir adım öne çıkmıştım ve her ne kadar bana bakmıyor da olsa ona meydan okuyordum.

Ra yerinde kıpırdandığında doğru soruyu sorduğumu anlamıştım. Apep yoktu ve anladığım kadarıyla bir süredir de gelmemişti. Bu yüzden Ra bu kadar tedirgindi. Bu yüzden tetikte bekliyordu.

"Apep, seni savaşmaya değer görmüyor mu yoksa?"

Dalga geçercesine söylediğim şey üzerine Ra hışımla yerini terk etti. İnanılmaz bir hızla yanıma kadar gelip kılıcını boğazıma dayadı. Bir adım dahi kıpırdamadan baktım alev alev yanan gözlerine. İşte istediğim buydu çünkü onun dikkatini başka türlü çekemezdik.

Öte yandan Anubis, "Ra, dur!" diyerek kifayetsiz bir çabayla aramıza girmeye çalıştı. Ra, onu orantısız bir güçle ittiğinde birkaç metre savruldu Anubis. Bense buna karşı inanılmaz bir öfke hissettim.

"Kimse kardeşime böyle davranmaz!" dedim hiddetle. Sonrasında Ra'nın kılıcını, elimi kesmesini ve yakmasını umursamadan, tutup çektim elinden. Bir kenara savrulan kılıcın üzerinde benim kanım vardı ve elimdeki kesikten sızan kan parmaklarıma akıp yere damlıyordu ama bu hiç umurumda değildi. Daha önce de elim kesilmişti ve ölmüştüm, bu sefer de en fazla ölürdüm.

"Hele sen hiç!" derken dibine girdim yaşlı tanrının. Ra'yı severdim. Mitolojide en sevdiğim tanrılardan birisiydi tüm bunlar olmadan önce ama şimdi karşımda duran bu adama çok öfkeliydim. Az önce güneşi etrafına saran adamın bana inanamayarak bakması beni eğlendiriyordu ama bu öfkemi silip götürmüyordu.

İsis ne demişti, Ra'dan beri böylesine yoğun bir enerji barındırmadı kimse. Ra, o gücü tüketmişti yüz yıllardır. Harcamış ve geriye çok da bir şey kalmamıştı ama benim gücüm yeniydi, el değmemişti ve ilk kez kullanılıyordu. Bu durumda aslında neyin tanrıçası olduğum değildi önemli olan, ne kadar enerji barındırdığım ve ne kadarını kullandığımdı. Duat'ta okuduğum kitaplar bana çok şey öğretmişti ve öğrendiklerimden birisi de buydu. Ben Ra'dan daha güçlüydüm ve o bile benim karşımda çaresizdi.

"Apep gelmiyor ve gelmeyecek." dedim kendimden emin bir şekilde. Ne gördüğümü ve ne yaşayacağımı biliyordum. Apep'in planını az çok tahmin edebiliyordum ama bunları henüz kimseye anlatmamıştım. Anubis'in dediği gibi Duat'ta haberler çabuk yayılıyordu ama kahin o kadar da boş boğaz birisi değildi. Benim gördüklerim hala bana özeldi ve ben söylemediğim sürece kimse bilmeyecekti, Ra bile.

"Ne demek bu?" diye sordu. Az önce alev alan gözleri bu kez soğuktu ve uzay boşluğunda geziniyordu.

"Ne kadar zamandır gelmiyor?" diye sordum sorusunu es geçerek. Muhtemelen ben ölümden döndüğümden beriydi, ki cevabın, "Bir haftadır." olması beni şaşırtmamıştı.

Ra ise sorguluyordu. Soruma cevap vermiş olmasına karşılık, Apep'in gelmediğini nereden bildiğimi soruyordu kendi kendine ama bana sormuyordu çünkü cevap vermeyeceğimi biliyordu.

"Gelmeyecek." dedim bir kez daha. Bu kez sakindim ve elimdeki yara da çoktan kapanmıştı. Anubis yerden kalkmış ve yanımıza gelmişti. Onun da bakışlarında şüphe vardı fakat az önce olan şeye rağmen bir elini omzuma atıp beni korumaya çalışması oldukça hoşuma gitmişti. Tam bir abi gibi davranıyordu. Sormuyordu çünkü bir gün ona anlatacağımı biliyordu, sabırla o günü bekliyordu Anubis. Tanrıların arasında şüphesiz en çok güvendiğim oydu.

"Neden?"

"Doğru anı bekliyor Ra ve o an geldiğinde hepimizi bitirecek."

Cümlenin tercümesi, onun tarafına geçip insanları sizden uzaklaştırmamı bekliyor olacaktı ama elbette ki bunu ona söylemedim. Onun yerine, "Horus, Set'e savaş açtı." demekle yetindim. "Onları durdurman gerekiyor."

"Dünyaya gelemem, Apep her an yeniden saldırabilir."

"Gelmeyecek diyorum, anlamıyor musun?" diye sordum sinirle. Neden bütün tanrılar böyleydi?

"Ya beklediği doğru an benim buradan ayrılacağım ansa?" dedi sorarcasına. Tek kaşını kaldırmış bana bakıyordu. O doğru anın her an olabileceğine inandırmıştı kendisini iki dakikada. Bu resmen aptallıktı çünkü bu dünya hepimize aitti. Üstelik ben orada büyümüş, orada yaşayan iki insana anne baba demiştim. Acaba onları tehlikeye atacak bir şeye izin vereceğime nasıl inanmıştı?

"Değil!" diye çıkıştım. Fakat bu Ra'nın umurunda olmadı. Onun yerine kılıcını aldı fırlattığım yerden ve yeniden merdivenleri çıkarken, "İsis'e de söyledim size de söylüyorum, asla buradan ayrılmam."

"İsis buraya mı geldi?" diye sordu Anubis.

Bu beni de şaşırtmıştı. İsis'in, Horus'un yanına gittiğini biliyorduk ama Ra'ya gelmesi sürpriz olmuştu.

"Oğlu düşünmeden savaş açınca bana geldi." derken çok öfkeliydi Ra. "Onu durdurmamı istedi çünkü Set'in, Horus'u öldüreceğini düşünüyor." Alaycı bir gülüş savurdu güneş tanrısı. Merdivenlerin sonuna geldiğinde yeniden güneş ışığına büründü ve bu kez yüzüme vuran güneş daha da rahatlattı beni. "Eğer bu kızdan önce olsaydı savaş, ben de öyle düşünürdüm ama Set bu kez öldürmek için değil, ölmek için savaşacaktır."

İşte bu son söyledikleri beni şaşırtmıştı. Set'in, bir savaşı, kaybetmek için vereceğini düşünmemiştim. Neticede o savaş tanrısıydı, şeytanlığıyla bilinen kötü bir tanrıydı ve emelleri için her şeyi ve herkesi feda edebilirdi. Oysa Ra diyordu ki, Set ölmek istiyor. Hem de benim yüzümden.

Anlamsız bir hisle kasıldı yüreğim. Bu vicdanım mıydı? Bir şeytana bile merhamet mi ediyordum ben? Merhamet tanrıçası denmişti bana, katiline merhamet et ve ona merhameti öğret. Olay buydu değil mi? Benim olayım affetmekti. Katilimi... Beni öldüren o şeytanı affedip ona iyiliği öğretmek. Oysa ona bu kadar sinirliyken ve elimde olsa bir kaşık suda boğacakken nasıl affedecektim ki onu? O zaman neden böyle hissediyordum kendimi? Üzgün, pişman ve çaresiz... Pişman olması gereken ben değildim ki. Çaresiz kalması gereken ve üzülmesi gereken de ben değildim çünkü Set, tam da istediğim gibi ölecekti. Neden o zaman, neden kendimi berbat hissediyordum? Neden kalbimin sesini susturamıyordum? Kalbimin sesi susunca ne olacağını gördüm diye miydi?

"Ona değer verdiğini sanıyordum." derken sesim hüzünlü çıkmıştı. Ölmesini dilediğim tanrı ölmesin diye onu savunuyordum. Bu delilikti! "Horus ve Set taht için mücadele ederken Set'in tarafındaydın. Madem ölmesine göz yumacaktın, neden savaşmasına en başta izin verdin?"

Ra usulca başını eğdi. Etrafını saran güneş ışığı soluklaştı ve benim kanıma bulanmış olan kılıcının sivri ucu yere dayandı.

"Çünkü..." derken ses tonunda hüzün saklıydı onun da. "Çünkü onun iyi bir yönetici olacağını biliyordum ama şimdi ona dünyada değil, burada ihtiyacım var."

"Ne demek bu?" diye sordum dayanmayarak.

Ra'nın güneşi daha da söndü ve artık görünmez oldu. Kılıcı kaldırma gereği duymadan bize döndüğü sırada zemini çizmişti kılıç.

"Tek yok olan sen değilsin." dedi Ra, doğrudan gözlerime bakarak. "Gücüm sonsuz değil ve tükeniyor. Ölüyorum." Ra cam merdivene çöküverdi. Öyle bitkindi ki az önceki o güçlü duruşundan eser kalmamıştı. Omzuları çökmüş, göz altlarına morluklar yuva yapmıştı. O çok yaşlanmıştı. "Öldüğümde Apep'i zapt edecek, dünyayı koruyacak birisine ihtiyacım var. Bu Set olmalı, olmalıydı ama bunu istemiyor."

"Ölmesine izin verme o zaman Ra. Ölmesin ki senin bu niyetinden haberi olsun. Bilmediği bir şeyi isteyemez."

Anubis'in sözleri üzerine ikna olmuş gibiydi fakat yine de tereddüt ediyordu.

"Kız var olduğu sürece Apep'e karşı savaşmayı kabul etmez. Onunla olmak ister." derken çenesiyle beni işaret etti. Benim varlığımdı sorun olan.

"Bu durumda ölmesi daha mı iyi? Ölümüne öylece göz mü yumacaksın Ra?"

Sorum üzerine tereddütle başını salladı iki yana. O da emin olamıyordu. Bir yanı gelip o savaşı durdurmak istiyor, diğer yanıysa burada kalıp Apep'i beklemeye devam etmeyi doğru buluyordu. Öyle ki, "Ya Apep gelirse?" diye sorması da bu yüzdendi.

"Gelmeyecek." diyerek ona güvence verdim. "Beklediği bir şey var ama bu şey senin buradan ayrılman değil."

Bir süre düşündü. Az önce alevlere ev sahipliği yapan siyah gözleri uzay boşluğunda dolandı. Sonra bana ve Anubis'e baktı. Cam merdivenden kalkarken, başıyla onayladı bizi ve bu kez itiraz etmedi. "O zaman gidelim ve şu savaşı durduralım."

*

Savaş... Yalnızca beş harften oluşan bu kelime koca bir acı yumağından ibaretti. Her zaman kitleler savaşmazdı, yalnızca iki kişinin savaşı olurdu bazen ve o bazenlerde bile bir taraf illa acı çekerdi. Öte yandan söz konusu büyük kitleler olduğunda karşımda gördüğüm bu manzara vuku bulurdu. Kan, her yeri kızıla boyardı. Toprak kanla yıkanır, insanlar kana bulanır, cesetler birbiri ardına yere yığılırdı. Amaç yalnızca hayatta kalmak olurdu bazen ama şimdi değildi. Burada amaç ölmek ve öldürmekti. Set ölmek istiyordu ve Horus ise onu öldürmeye dünden razıydı. İkisini takip edenler ise bu gerçekten bir haberdi.

"Bu kez yaşamana izin vermeyeceğim!" dedi Horus öfkeyle.

Set güldü. "Bu kez yaşamaya çalışmayacağım." dedi, Horus'un aksine kısık bir ses tonuyla.

Horus bunu duymamıştı, tek derdi ona ulaşmak ve kılıcını kalbine saplamaktı. Sırtındaki yumru nedendi bilmiyorum ama oraya bakmak bile garip bir sızının kalbimde kol gezmesine yetiyordu. Muhtemelen İsis'in söz ettiği bağ buydu ve benim şu an hissettiğimi, Horus da hissetmişti ben öldüğümde. Yalnızca varlığımdan haberdar olmadığı için bu hisse anlam verememiş, en derinlerine gömmüştü.

Horus kılıcını sımsıkı kavrayıp Set'e doğru atıldı. Set'se öylece durdu ve bekledi. Kalbimin teklediği o kısacık anda, Set'in yere düşen kılıcı çığlık atarcasına çınladı savaş meydanında. Aralarındaki mesafe gittikçe azalırken, Horus kılıcını kaldırıp Set'in göğsüne hedef aldı ve ben o an buna bakamadım. Başımı medet umarcasına Ra'ya çevirdim ve bekledim. Artık turkuazla uzaktan yakından alakası olmayan kana bulanmış elbisemle buraya asla uymuyordum. Kaldı ki ben merhametimle buraya ait değildim zaten.

Orantısız bir güç, savaş meydanını ikiye böldü.

"Bu kadar yeter! Dünyamı daha fazla kanla yıkayamazsınız!" diye bağırdı Ra ve savaş o an durdu. Savaş meydanını ortadan ikiye bölen güç dalgasını o yaratmıştı, bu inanılmazdı ama beni korkutmuştu da. Ra'nın bu denli güçlü olması ve benim ondan daha da güçlü olduğum gerçeği ürkütücüydü.

Ra'nın açtığı savaş meydanının tam ortasındaydık. Set ve Horus iki yana savrulmuşken, askerler ve tanrılar şaşırmış yüzleriyle bize bakıyordu. Savaşın yıldızı olan iki tanrı ayağa kalktığında ikisinin bakışları da bizi buldu ama benim dikkatimi çeken şey, günler önce, o beni öldürmeden önce, hayranlıkla seyrettiğim, çöl kumlarına ev sahipliği yapan o bakışlardı.

Doğruca bana bakıyordu Set. İnanamıyor gibiydi, ki bu oldukça normaldi çünkü Anubis; onun, benim yok olduğuma inanmasına izin vermişti. Çünkü o ordusunu tamamlarken beni yok ettiğini düşünmüştü ve şimdi anlamıştım ki Set gerçekten de bana aşık olmuştu.

"Hüma." dedi kısık sesiyle. Onu duymadım bile ama dudaklarının hareketi ne söylediğini ele veriyordu.

Tek kelime etmedim. Ra'nın bir adım arkasında, Anubis'in yanında durdum ve yalnızca baktım ona. Bitmiş ve artık pes etmeye hazır hali iliklerime kadar titrememe yetti. Oysa ona öfkeli olmalıydım, öyleydim de zaten ama gözlerini görmek o öfkeyi alıp götürmüştü.

Bana bir adım attığında kıpırdayamadım. Elim benden bağımsız Anubis'inkini kavrarken olduğum yerde durmaya devam ettim ve yalnızca baktım. Tek kelime etmeden, tepki vermeden, bir zamanlar hayranı olduğum o çöl kumlarını taşıyan gözlerinin en derinlerine baktım ve gördüm. Onun aşkı gerçekti, sevgisi gerçekti ama o aynı zamanda acımasızdı da. Ben merhametsem, o acımasızlıktı. Ben beyazsam, o siyahtı. Ben gündüzsem, o geceydi. Biz birbirimize öyle zıttık ki bir mıknatısın iki kutbu gibi birbirimizi çekmeye mahkumduk. İşte bu yüzden Osiris bu kadar çok çabalamıştı ondan soğuyayım diye İsis bu kadar emindi ona aşık olacağımdan. Kahin söyledi diye değildi bunlar, bizim zıtlığımız yüzündendi. Ve Set bir kaybedendi. Horus gibi kaybetmişti savaşı. Aslında herkes kaybetmişti çünkü bu kazananların değil kaybedenlerin hikayesiydi. Ben bile kaybetmiştim bir şeyleri. İnandığım gerçekler beni terk etmiş, hayatım aslında yalanlarla dolup taşmıştı. Kimse kazanmamıştı, hepimiz kaybetmiştik bir şeyleri ve henüz savaş daha bitmemişti çünkü bu kaybedişlerimizin finali olsa da, kazanmamız gereken bir savaşımız daha vardı. Ve her son yepyeni bir başlangıçtı.

***

SON...

Bitti! Vallahi bitti. Kendimi inanılmaz garip hissediyorum. Arkadaşım, çocuğunu evlendiren anne gibi diye yorumladı bunu. 😅

Nasılsınız bakalım bu bölümden sonra?

Bölümü nasıl buldunuz?

Final gibi bir final miydi?

Hüma'nın kimseye gördüklerini anlatmaması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Anubis ile olan konuşmaları ve gerçekten kardeş olmalarına ne diyorsunuz?

Set ve Horus'un savaşının Duat'ı karıştırmasını beklemiş miydiniz?

Peki İsis'in, Anubis'i iblislerden koruması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hüma'nın bedenine geri dönmesi? SONUNDA!

Kızımızın Set'e olan o öfkesine ne diyorsunuz?

Ra ile olanlar hakkında?

Set ve Hüma karşılaşması peki?

Kızımız, Set'in aşkını gördü. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Sizce ikinci kitapta neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Anubis 👉

Ra 👉

Horus 👉

İsis 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%