Yeni Üyelik
35.
Bölüm

4. Bölüm - Gözlerdeki Kumlar

@aysenurtekkanat

Hayatının en tuhaf anı ne diye sorsalar, şüphesiz şu anı söylerdim.

"Tamam Mısır'ı seviyorum ama bunu değil." diye kendi kendime söylenirken yanımda dikilen adama bakıyordum. Hayır, o sıradan bir adam değildi. O Mısır mitolojisinde bahsi geçen bir tanrıydı. Kötü, acımasız, kendi kardeşini öldürmüş olan çöl tanrısı Set'ti o. Üstelik mumyalanmış ve bin yıllarca bu piramidin gizli bir odasında uyumuştu. Benim merakım, daha doğrusu keşif aşkım sebebiyle hayata dönmüştü.

Baştan aşağı onu süzdüğümde göz devirdi. Hala nasıl olup da benim bu hallerime katlandığına ve beni öldürmediğine şaşırıyordum. Açıkçası onun hakkında okuduklarım çoktan beni öldürmesi için yeterliydi fakat o bunu yapmıyordu. Onun yerine açtığım gizli odanın çıkışına yürüyordu.

"Nereye gidiyorsun?!" diye sormaktan alamadım kendimi. Diğer adam aynı sessizliğini korurken bu soruyu sormak bana düşmüştü.

Set durdu. Az önce oğlunu buradan postalayan kendisi değilmiş gibi rahattı. Aslında aralarında bir arbede yaşanmasını beklemiştim, bunu fırsata çevirip kaçacaktım ama öyle olmadı. Set'in yılanları çıkışı kapatmaya devam etti ve Anubis, muhtemelen aralarındaki güç dengesizliğinden, ruhları alıp Duat'a yani ölüler diyarına geri döndü.

"Benimle nasıl konuşman gerektiğini unutuyorsun köle!" dedi Set. Dişlerini sıktığı çok belliydi. Onu gerçekten çileden çıkartıyordum. Nitekim aynı durum benim için de geçerliydi çünkü o bana köle dedikçe tek gözüm seğiriyordu.

"Bana. Köle. Deme!" dedim üzerine basa basa. Fakat bu bir işe yaramadı. Set burnunun dikine gitmeye ve bildiğini okumaya devam etti. Öyle ki ne ara dibime girdi, ne ara elini boynuma doladı anlamadım. Sıkmıyordu ama bu hareketi beni öfkelendirmeye yetiyordu. Hani filmlerde olurdu ya şerefsiz herifler kadınlara bu şekilde davranırdı, şuan gözümde aynı o adamlar gibiydi ve benim içimden onu öldürmek geliyordu. Ölümsüz olduğu detayını göz ardı ediyordum.

"Boynunu kırmam için sadece birkaç saniye yeterliyken benimle bu şekilde konuşma cesaretini nereden buluyorsun?"

Hani o hükmettiği yılanlar vardı ya, aynı onlar gibi tıslamıştı. Ve bu benim göz devirmeme sebep oldu. Vereceğim cevap ise hem kendimi hem de ırkımı övüyordu ve evet, delilik bence övünülecek bir şeydi.

"Türküm ben yavrum. Azıcık deli cesareti var bizde."

Çöl tanrısına da yavrum demezsin be Hüma.

Öylece yüzüme baktı. Verdiğim cevaptan bir şey anlamadığı çok belliydi. Tabi adam mumyalanmış uyurken benim atalarım koca imparatorluklar kurmuştu. Bilmemesi normaldi.

"Efendim." diyerek araya girdi sessiz adam. Set benden uzaklaştı ve o an adamla göz göze geldim. Korkuyordu. Sanırım benim ölmemden de korkmuştu çünkü böyle bir durumda sıra ona da gelebilirdi. Belki de sırf bu yüzden araya girmişti.

"Söyle."

Kaçıncı kez göz devirdim bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var; otele döndüğümde oturup ağlayacağım. Şuanki tüm o dalga geçmelerim, cesur tavırlarım aslında koca bir maske. Korkmadığımı söyleyemem, hayatımda ilk kez bir mumyayı canlandırdım ve o mumya kötü bir tanrı çıktı. Yalnızca kendimi korumak için geliştirdiğim bir mekanizma bu. Eğer şimdi kendimi bırakırsam bir daha toparlayamam ve ben bunun olmasını istemiyorum. Bundan dolayı işi şakaya vuruyor, gamsız, vurdumduymaz bir tavır sergiliyordum. Göz pınarlarımda birikmiş olan o yaşlar ise yalnız kaldığım ilk an akacaktı, bundan çok emindim.

"Nereye gitmeyi planlıyorsunuz?"

"Tahtıma."

Güldüm. Karnımı tutup katıla katıla güldüm buna. Tahtmış...

"Tahtı bulursan yirmi üç nisanda oturmama izin ver." demekten alamadım kendimi. Türkçe konuştuğum için ne söylediğimi anlamıyordu sessiz adam. Eğer Set dilimi bilmiyor olsaydı onlara ayak uydururdum fakat şimdi, uzun zaman sonra doya doya Türkçe konuşabileceğim birisini bulmuşken bu fırsatı değerlendirmek istiyordum.

"Tahtıma kimsenin oturamayacağı bir gerçek ama sadece merak ettiğimden soracağım. Neden yirmi üç nisanda dedin? Ayrıca o ne demek?"

Yine ve yine göz devirdim.

"Daha kullandığımız takvimi bilmiyorsun, gelmiş Mısır'ı istiyorum diyorsun." diye söylendim. Sonrasında, "Yirmi üç nisan bir tarih. Yılın dördüncü ayının yirmi üçüncü günü oluyor. Bir yıl da üç yüz altmış beş gün altı saat. O altı saat her dört yılda bir garibim şubat ayına ekleniyor. Yirmi üç nisanda Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı var. Canım atam o günü çocuklara armağan etmiş. İşte o günde yetişkinler koltuklarını çocuklara bırakır ve bir günlüğüne onların oturmasına izin verir. Ben de senin yaşının yanında bebek bile sayılmayacağım için o tarihte olmayan tahtını ver dedim." diyerek aptala anlatır gibi anlattım. Ne kadar anladığı tartışılırdı çünkü şu an suratıma sorgularcasına bakıyordu. "Rahmetli dedem okul müdürüydü. Yedi yaşımdayken bir günlüğüne okul müdürü olmama izin vermişti. Nur içinde yatsın."

"Bu kadın gerçekten deli." dedi Set, sessiz adama. Gerçi benim dilimde konuştuğu için o da anlamamıştı ve az önce Set'in bana baktığı gibi ona bakıyordu. Garip, anlamsız bir bakışma söz konusuydu. O kadar garipti ki kahkahamı tutamadım ve yeniden gülmeye başladım.

Benim gülmelerim en nihayetinde sonlandığında Set, yılanları çıktıkları yere yolladı. Gittikleri için mutluydum ama yanımdaki adamın daha tehlikeli olduğunu bilmek beni tedirgin ediyordu. Benim binbir zorlukla açtığım kapıları, hiçbir mekanizmayı çalıştırmadan kapattı. Tanrısal güçlerini kullanmıştı. Zaten fiziksel olarak da ne kadar güçlü olduğunu iki cesedi taşıdığında anlamıştım. Fakat tanrısal güçleri hakkında pek de bir fikrim yoktu.

Kraliçe Odası'ndan ve ardından da piramitten çıktığımızda derin bir nefes almıştım. İçerde yaşadıklarım bana bir yıl yeterliydi. Daha fazla macera istemiyordum ama biliyordum ki o odayı açarak başıma en büyüğünden bir bela almıştım.

İlerde bir kalabalık vardı. Aralarından tanıdığım yüzleri seçebiliyordum. İçlerinden birisi bizi işaret etti. Hemen ardından yanımıza geldiler.

"Neredeydiniz?" diye sordu panikle hocalardan birisi. Muhtemelen farklı bir üniversitenin hocasıydı. Ne kadar endişelendikleri yüzlerinden belli oluyordu.

"Biz kaybolduk." dedi sessiz adam. Beni işaret etti. "Ben onunla tanıştım Kraliçe Odası'nda. Matt ve Jonathan orada kalmak istemedi, yanımızdan ayrıldılar. Sonra piramidi keşfetmek istedik ve kaybolduk."

Tek ayak üstünde kırk yalan dedikleri bu olsa gerek.

"Peki sen kimsin?" diye sordu hoca bu kez çöl tanrısına. Tam ağzını açıp konuşacağı sırada lafa ben atladım. Tanrıyım falan derse tımarhaneye kapatmaya kalkarlardı. Sonrasıysa felaket olurdu çünkü bu adam öküz gibi güçlüydü.

"Turist o. O da bizim gibi dolaşmak istemiş içerde, karşılaşınca beraber bulduk çıkışı." dedim.

Ben de az yalancı değilmişim hani.

Hoca sadece başını salladı. Benim hocam Clara gelip bana sarıldı. Amber ve Mike da aynı şekilde davrandı. Öte yandan Carmen sinir bozucu bir şekilde bana bakıyordu. Sarılıyormuş izlenimi verirken kulağıma fısıldadı.

"Her şeyi olduğu gibi piramit gezisini de mahvettin."

Bu kadar nefret fazlaydı. Bir insan nefret ederek ancak kendisine zarar verirdi. İçten içe çürürdün, ruhun kararırdı. Oysa karşındaki sadece bunu bilir veya bilmeden yaşardı. Onun için değişen bir şey olmazdı ama sen içindeki o nefretten kurtulabilirsen eğer en büyük faydayı kendine sağlamış olurdun. Carmen'in anlamadığı ve büyük ihtimalle de anlamayacağı şey buydu işte. Nefretin aslında bir zehir olduğunu bilmiyordu.

İsimlerinin Matt ve Jonathan olduğunu öğrendiğim tecavüzcü şerefsizleri aramak için görevliler girecekti piramide. Biliyordum ki bulamayacaklardı çünkü o kapıları açmak için çaba sarf etmeyeceklerdi. Üstelik bulsalar bile karşılaşacakları şey birer cesetten ibaret olacaktı. Bu yüzden bu konu üzerinde çok durmadım. Hayatımda ilk defa ölüm görmüştüm. Gözlerimin önünde iki kişinin öldürüldüğü gerçeğini de sonrasında ağlamak için kendime sakladım.

*

Otele geldiğimde ne mumyayla ne de Kevin ile muhatap oldum. Kevin, Set'in sırrını bilen bir diğer kişiydi, aynı zamanda ölen o iki adamın arkadaşıydı ve ben ona oldukça büyük bir öfke besliyordum. Onları resepsiyonda bırakıp koşarak merdivenlere yöneldim. Arkamdan seslenmeleri umurumda olmadı çünkü kendimi daha fazla tutamayacaktım. Odama geldiğim gibi banyoya girdim ve kapıyı kilitledim. Gözyaşlarım anında akmaya başlarken üzerimdekileri bir çırpıda çıkardım. Buz gibi suyu açtım. Bu ülkeye geldiğimden beri soğuk suyla duş almaya alışmıştım. Bu yüzden yadırgamamış, kendimi donacak gibi hissetmemiştim. İçimde büyüyen korku zirvedeydi. Elbette her insan gibi benim de korkularım vardı ve ben bu korkulara karşı hep alaycı yaklaşmıştım. Gülüp geçmiş, umursamamış gibi yapmıştım ama hayatımda hiçbir şeyden bu kadar çok korkmamıştım. Tepkilerim Set'in söylediği gibi deliceydi ve ben bunun farkındaydım. Deli olmak korkudan bayılmaktan daha iyiydi hiç şüphesiz. Gerçi ben bayılmıştım da...

Suyun altında ne kadar durdum bilmiyorum. Çıktığımda ayaklarım buz kesmişti ve ben, Mısır'a geldiğimden beri ilk kez üşüyordum. Banyodan çıkıp odaya girdim. Üzerimdeki bornozun önünü birbirine çekerek iyice kapattım. Yatağında uzanan Carmen bana bakma gereği duymadı. Ben de onu umursamadım zaten. Dolaptan bir şort ve bir askılı tişört çıkardım. İç çamaşırlarımı da alıp banyoya döndüm. Duştayken içimdeki bütün korkuyu gözyaşlarımla akıtmıştım ve bir şeyleri kabullenmiştim. Ne yapacağımı hala bilmiyordum ama en azından neye karşı ne şekilde tepki vereceğimden emindim. Kendimi ezdirmezdim mesela, ki her şeyi dalgaya vururken de ezdirmemiştim. Karşımdakinin kim olduğu çok da önemli değildi. Bana kimse köle diye hitap edemez, emir veremezdi. Üstelik zaten ona veya yalakasına yaklaşmayı da düşünmüyordum. Ne halleri varsa görebilirlerdi. Ben bu işte yoktum.

"Hüma!" diye seslendi Carmen.

"Başına balkon düştü herhalde." diye söylendim kendi kendime. Daha aşağısı kurtarmazdı çünkü.

"Efendim!"

Cevabını beklerken askılı tişörtümü geçirdim üzerime.

"Misafirlerin var!"

"Ne misafiri lan?"

Banyodan çıktım. Kapıda duran kişileri gördüğümde ufaktan şaşırmadım desem yalan olur.

Omuzlarımı dikleştirip kapıya doğru yürüdüm. Başıma sarılı duran havlumla kendimi sadrazam gibi hissediyordum. Havlu pembeydi ama bu çok ufak bir detaydı, önemsizdi.

"Ne var? Ne istiyorsunuz?" diye sordum kabaca. Onlara kibar davranasım gelmiyordu, hele ki Kevin denen sapığa.

"Ne kadar kabasın Hüma."

Carmen'in ayıplarcasına söylediği sözler karşısında göz devirdim. Alışmıştım bu hallerine. Bana nefretini kusmaktan çekinmezdi ama başkalarının yanında bu nefreti gizlerdi. Böylece iyi kız olurdu ve ben gereksiz abartan ve hatta yalan söyleyen kişi pozisyonuna düşerdim. Rol yapamadığım içindi bu şüphesiz, içi dışı bir insanlardandım.

Kevin tek kelime etmezken, Set, "Gel benimle." dedi Carmen'i umursamadan. Benim dilimi konuşmuştu yine. Bu durum yanımdaki kızın saçlarını savurup odaya dönmesine sebep oldu. Görmezden gelinmekten hoşlanmıyordu ve Set tam da bunu yapmıştı. Aslında sadece ona karşı değil Kevin'a karşı da bu tepkiyi gösteriyordu. Az önce gelmemi söylerken onu hesaba katmamış ve yalnızca kendisi için konuşmuştu. Kevin denen yakala ise onun peşinden ayrılmıyordu.

"Hiçbir yere gelmiyorum." diye diklendim. "Bana emir veremezsin!"

Bir adım attı. Kapının eşiğindeydi şimdi ve bana oldukça yakındı. Bu yakınlık ister istemez geri adım atma isteği uyandırmıştı bende ama yapmadım. Ayaklarımı birer çivi misali yere sabitlerken ona bakmaya devam ediyordum.

Güzel, koyu kahverengi gözleri vardı. Esmer tene ve oldukça yapılı bir vücuda sahipti. Boyu epey uzundu. Hatta bizim devrimize bakıldığında bir basketbolcuyla yarışabilirdi boy konusunda, galip bile gelebilirdi. Acaba iki metreyi geçiyor muydu? Gözlerindeki sürmeler ona egzotik bir hava katmıştı. Bu zamanda böyle gezinen yoktu ortalıkta ama itiraf edeyim yakışmıştı. Zaten adam fazlasıyla yakışıklıydı ve her hangi bir kadını mest edebilirdi. Nitekim ben onun kim olduğunu biliyordum. Ondan etkilenmek şöyle dursun yan yana bile gelmemeliydim fakat o her seferinde burnumun dibinde bitiyordu.

"Sen benim hizmetkarımsın!"

Bir adım daha attı. Aramızdaki mesafe bu adımla kısaldığında çoktan inadım tutmuştu. Ben de ona doğru bir adım attım. Bebek mezarı diye nitelendireceğimiz devasa ayaklarına çarptı ayaklarım. Başımı yukarı doğru kaldırıp kaşlarımı çattığımda, yer çekimi sağ olsun, başımdaki havlu açıldı ve arkaya doğru düştü. Islak saçlarım çıplak omuzlarıma temas etti.

"Ben senin hiçbir şeyin değilim tanrı bozuntusu." diyerek arkasında duran Kevin'ı işaret ettim gözlerimle. "Senin kölen olmaya meraklı olan o."

Set hırsla kolumu kavradı. Bu vesileyle aramızdaki mesafe sıfıra indi ve bedenim onunkine çarptı. Yüzlerimiz arasındaki mesafe oldukça azdı ve ben onun birer kara deliği andıran kahverengi gözlerinde takılı kalmıştım. Harelerinde gezinen çöl kumlarını fark ettim hemen sonra. Bu beni şaşırtmadı diyemem ama şok geçirdiğimde söylenemezdi. Set'in gözleri çok güzeldi.

Konudan sapma Hüma, diye uyardım kendimi içten içe. Yakışıklı adamlara karşı zaafım vardı benim ve bu adam hayatımda gördüğüm en yakışıklı adamdı. Belki bunda tanrısal bir güzelliğinin olması da etkiliydi ama bu gerçeği değiştirmiyordu.

"O harcanabilir." dedi Set. Tek kaşım havaya kalkarken sözlerine devam etti. "Sense beni hayata döndüren kişisin. Bana hizmet etmek, beni uyandırmak için doğdun ve vakti geldiğinde tahtıma çıkmak için kullanacağım bir basamak olacaksın. O vakte kadar o bir kukla ama sen benim için en değerli şeysin." Sustu. Bir süre tepkimi ölçtü ve tek gözümün seğirmesine sebep olacak o kelimeyi söyledi. "Köle..."

"Siktir oradan lan!" diyerek ittim onu. Yerinden kıpırdamadı. Bense geriye doğru savruldum. Şaka gibiydi ama gerçekti ve bu gerçeklik beni deli ediyordu. Artık beni öldürmeyeceğinden, en azından bir süreliğine, emin olduğum için açtım ağzımı yumdum gözümü. Allah ne verdiyse saydırdım küfürlerimi.

"... Bana köle diyen ağzını siksinler senin orospunun evladı. Şerefsize bak ya gelmiş ne diyor? Senin soyuna sopuna tüm sülalene..." diye devam ediyordum ki kendimi omzunda buluverdim. Küçük bir çığlık atmıştım. Tepetaklak olmuş olan bedenim sırtına çarpmıştı. Hani filmlerde olurdu ya, ne romantik diye seyrederdik, hayır kesinlikle değildi. Midem ağzıma gelmiş, beynim burnumdan akacakmış gibi hissediyordum. Dahası gözlerimin önünde hareket eden bir popo vardı. Kabul ediyorum oldukça iyiydi ama ben bunu görmek zorunda mıydım? Neyle sınanıyordum ben böyle?

"Çok konuşuyorsun. Sus ve söylediğimi yap, belki tahta çıktığımda da yaşarsın."

"Tahtını al, sok götüne!" diye bağırdım. Şurada bir iki delikanlı olacaktı da kurtaracaktı beni ama nerede?

Benim bağırışlarım, Set'in umursamazlığı ve Kevin'ın annesini takip eden yavru ördek gibi peşimizden gelmesiyle çıktık otelden. Cehennem sıcağı vardı resmen dışarda. Akşam saatleriydi ama henüz güneş batmamıştı ve sarı çöl kumunun sıcağı hala hissediliyordu.

"Nereye gidiyoruz efendim?" diye sordu Kevin. Koca bir çanta taşıyordu sırtında. Başındaki şapka ise biraz yamulmuştu. Onu düzeltti, bir elini gözlerine siper edip Set'e baktı. Tanrı bozuntusu ona bakma gereği bile duymuyordu. Bakışları ufukta, batan güneşe gülümsemekle meşguldü.

"Tahtıma." dedi Set.

"Taht kadar başına taş düşsün ayı!" diye söylendim yeniden. Hala Türkçe konuşuyordum. Set ile muhatap olurken başka bir dil kullanasım gelmiyordu çünkü o zaman istediğim gibi saydıramazdım ona. En azından bu şekilde güzel ülkemin güzel dilinin yaratıcı küfür ve hakaretlerini sıralayabiliyordum. Zaten başıma bu belayı almıştım, daha ne kadar batabilirdim ki?

Batıya doğru yürüdü güçlü adımlarla. Sırtında olduğumdan mütevellit epey sarsılıyordum ve olmayan ayakkabılarım yüzünden yere inmeye de cesaret edemiyordum. Pes ettim. Dirseklerimi sırtına yaslayıp çenemi ellerime dayadım. Bu bir nevi kaderime razı olmaktı ve ben önümde ne olduğunu bilmeden bu kadere razı gelmiştim. Başa gelen çekilirdi. Ben de paşa paşa çekecektim ama bu çektirmeyeceğim anlamına da gelmiyordu. Beni yanına aldığına bin pişman olacaktı, bunun garantisini verebilirdim.

***

Selam! Nasılsınız bakalım? Hayat nasıl gidiyor ya da gidiyor mu?

Bölümü nasıl buldunuz?

Sizce bu kurgunun sonu nereye varacak?

Diğer bölümde çöllere düşüyoruz. Bedeviler gibi takılacağız bir süre. Sizce başlarına ne gelecek?

Hüma'nın tepkileri?

Set'in gıcıklığı?

Kevin'ın yalakalığı?

Peki sizce tanrılar ne alemde? Bunları başı boş mu bıraktılar?

Sonraki bölümde neler yaşanacak?

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%