Yeni Üyelik
37.
Bölüm

6. Bölüm - Kum Canavarları

@aysenurtekkanat

Annem, hayatta bazı şeyler istediğimiz gibi gitmez, derdi hep. Çocukken bunu anlamazdım çünkü olmak istediğim yerdeydim. İstediğim şekilde yaşıyor ve bu yaşantıyı seviyordum.

Mısır'a ilk gelişim, annemin bir araştırma için bu ülkeye gelmek zorunda kalmasıyla olmuştu. Mısır'ı ilk o zaman görmüş ve piramitlere hayran kalmıştım. Çok sıcaktı ve bu, bunaltıcıydı ama buna rağmen çöl kumlarıyla kaplı bu ülkeyi sevmiştim. Nil nehrine bayılmış, firavunların saraylarına aşık olmuştum. Güçlü bir tarihi olduğunu o zaman öğrenmiştim. Hiyerogliflerle tanışmam da o zamana denk geliyordu.

Firavunlar, tanrıların soyundan geldiklerini iddia ederlerdi. Bazı duvar yazılarında buna çokça rastlanır, Gökyüzü Tanrısı Horus'un adı firavun isimleriyle anılırdı. Horus firavunların atasıydı. Bazı duvar resimlerinde ise firavunun bedeni resmedilirdi. Bir tanrının kucağında, onun sütünü içerken tasfir edilirdi. Firavunların taht üzerinde hak iddia etmesinin bir aracıydı bu resimler. En sevdiğim ve çok zeki bulduğum firavun ise bir kadındı. Adı Hatshepsut'tu. Üvey oğlu tahta geçmek için çok genç olduğundan otuz sene boyunca ülkeyi yönetmişti. Çok zeki ve kurnaz bir kadındı. Kendini bir erkek gibi tasfir ediyordu. Diğer firavunlar gibi tanrıların sütünü içtiğini iddia etmesi ise onun iktidarını güçlendirmişti.

Horus'un adıyla ilk karşılaşmam, Deyrü'l Bahri'deki Hatshepsut'un tapınağında olmuştu. Mısır'da ilk gittiğim yerlerden birisiydi. İşte o zaman bu ülkenin tarihini merak eder olmuştum. O merakım ise beni bugünlere getirmişti. Şimdi yanımda gerçek bir Mısır tanrısı vardı. Set...

"Buradan hemen gitmeliyiz." dedi Set. Yüzünde bariz bir endişe vardı ve bu beni şaşırtmıştı. Bu adam yılanlarla konuşuyor, ağır şeyleri kaldırabiliyor ve mekanizmaları hiçbir şey yapmadan çalıştırabiliyordu ama bu gelen her neyse onlara karşı koyamıyor muydu yani? İşte bu gerçek anlamda korkutucuydu.

"Onlar tam olarak ne?" diye sordum korkuyla. Hadi ama, bir tanrıyı korkutan şeyin karşısında cesur kalmamı kimse bekleyemezdi.

"Kum canavarları."

Söylediği şeyle önceki gece konuştuklarımızı hatırladım.

"Sen onları kontrol edemez misin?"

Kevin'a göz ucuyla baktığımda çoktan tabanları yağlamış olduğunu görmem göz devirmem için yeterliydi. Köle olmaya dünden razı olan bu herifin öylece kaçıp gitmesi ne kadar şerefsiz olduğunun kanıtıydı bence.

"Eskiden bunu yapabilirdim." dedi Set. "Onlara hükmederdim ama şimdi eskisi kadar güçlü değilim. Beni asla dinlemezler."

Set'in beni kucağına almasıyla, "Hey!" diye bağırdım fakat bu bir işe yaramadı. Rüzgar bizi kucakladı. Çöl kumları tenime çarptı, arkamızdaki kum canavarları bizi kovaladı. Çok uzun bir süre o şekilde koştuk, daha doğrusu Set koştu ve beni taşıdı. En azından koşmak zorunda kalmamıştım ve bu iyi bir şeydi. Elbette canımı kötü bir tanrı olduğunu bildiğim bu adama emanet etmek istemiyordum, ne yapacağı belli olmazdı ama şuan pek seçeneğim yoktu.

"Nereye gidiyoruz?!" diye sorarken saçlarım ağzıma girmişti. Kumlar her yerdeydi ve kum canavarları tam arkamızdan geliyordu. Böyle bir durumda sohbet etmek pek mantıklı değildi fakat fırtına olarak nitelendirdiğim şey bize çok yaklaşmıştı.

"En yakın insan kentine!" dedi benim gibi bağırarak. Bu beni şaşırtmıştı çünkü cevap vermesini beklemiyordum. Öte yandan sorularımı yanıtlıyor oluşu iyiydi. Kevin yanımızdayken son derece ketum ve sessiz davranıyordu.

"Neden?!" diye sorduğumda çöl kumu ikiye yarıldı. Hayır, aslında yarılmadı. Soluncana benzeyen devasa yaratık fırladı kumların altından. Fırtına onun bir parçasıymış gibi onu takip ediyor ve doğruca üzerimize geliyordu.

Set'in boynuna doladım kollarımı refleksle. Arkamızdan gelen bu şey ödümü patlatmıştı. Bu şey bizi tek lokmada yutardı ve sanırım amacı da buydu.

"Batıya!" diye bağırdım. Bedeviler ile ilgili aklımda kalan bir bilgiydi bu. Necef Çölü ve Sina Yarımadası uzantısında yaşadıklarını hatırlıyordum. Tam olarak nerede olduğumuzu bilmiyordum ama tahminime göre bir bedevi kabilesine oldukça yakındık. Neden insanların yanına gittiğimiz ise koca bir sırdı benim için. Yine de kurtulacaksak eğer buna razıydım.

"Kum canavarına yem oluruz!"

Etrafıma bakındığımda güneşin arkamızda kaldığını fark etmiştim. Doğduğu saati bilmiyordum fakat saatin öğlene yakın olduğunu tahmin ediyordum. Bu durumda güneş güney doğu yönünde olmalıydı. Ve bizim batıya gitmemiz durumunda canavardan uzaklaşmak yerine onun çaprazında hareket etmiş olurduk. Bu riski almaya değer miydi, üstelik bilginin doğruluğu kesin değilken?

"Dediğimi yap!" diye bağırdım. Bir yandan dua ediyordum doğru hatırlamış olmaya dair çünkü eğer değilse muhtemelen biz ölmüştük. Anubis'le şuan tekrar karşılaşmak istediğimi hiç sanmıyordum.

Set söylediğim yöne doğru hareketlendi. Canavarın anlık olarak duraksadığını gördüm. Muhtemelen ne yaptığımızı anlamamıştı. Kalın kafalı bir canavardan fazlası değildi. Onun duraksaması bize epey avantaj sağladı. Bu kötü tanrının hayatımızı kurtaracak kadar hızlı koşuyor olması büyük şanstı. Öte yandan canavarla aramızda oldukça kısa bir mesafe kaldığı da yadsınamaz bir gerçekti. Metrelerle ölçülebilirdi. Saçlarım karışmıştı ve içleri kum dolmuştu. Gözlerim yanıyordu. Görüşüm artık yeterince net değildi fakat kulaklarım oldukça iyi duyuyordu.

"من هذا الاتجاه!"

[Min hadha aliaitijahi! (Bu taraftan!)]

Duyduğum bu sesi tanımıyordum ve bu haklı olduğumu kanıtlıyordu. Doğru hatırlamıştım!

Kum canavarına baktım bir kez daha. Sanki hiç orada değilmiş gibi kuma gömüldü ve gitti. Set'in bizi neden insanların olduğu bir yere getirmek istediğini de bu şekilde anlamış oldum. Bu yaratık insanlara yaklaşamıyordu ve bu bizim için büyük şanstı. Yine de hala dinmemiş olan kum fırtınası işimizi kolaylaştırmıyordu. Artık gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Burnum ve ağzım kum dolmuştu. Bu hiç de güzel bir şey değildi. Neyseki korunaklı bir yere soktu bizi Set ve fırtınadan korunabildik.

"Beni artık indirebilirsin." dedim son derece sakin bir sesle. Bu adamı boğmak isteyen Hüma gitmişti, yerine canını kurtardığı için ona minnettar olan bir Hüma gelmişti.

Set beni bıraktı. Yeniden iki ayağımın üzerinde durduğumda dengemi kurmakta zorlandım ama neyseki düşmedim. Etrafıma şöyle bir baktığımda burasının bir çadır olduğunu fark ettim. Bedevilerin yaşadığı çadır benzeri konaklama yerlerindendi. Dışarıda esen rüzgar ve oradan oraya savrulan kumlardan bizi korumaya yetiyordu. Çadırın bir köşesinde genç bir kadın vardı. Kucağında henüz bir iki yaşlarında olduğunu düşündüğüm bir bebek tutuyordu. Yanındaki küçük kız da pek büyük sayılmazdı.

"İngilizce biliyor musunuz?" diye sorduğumda anlamayarak bana baktılar. Bunun üzerine bir adım geriye çekildim. Set'e dönüp, "Bu işi sana bırakıyorum. Lütfen kaba olma." dedim. Uyarma gereği hissetmiştim çünkü adam daha beni gördüğü anda köle demeye başlamıştı. Bize yardım eden bu insanlara da aynı şekilde yaklaşamazdı. Umarım beni dinlerdi.

Set, adamla konuşurken, ben, kadının yanına gittim. Küçük kızın kocaman kahverengi gözleri merakla bana çevrilmişti. Bebek ise gülücükler saçıyordu. Hiçbir derdi yoktu, tabi gülerdi.

"Merhaba." diye mırıldandım beni anlamayacaklarını bilsemde. Şerefsiz Kevin'ın, ben ve Set konuşurken ne hissettiğini şimdi daha iyi anlıyordum ama ona asla üzülmüyordum. Sadece bu kum fırtınasında, düzeltiyorum kum canavarlarına karşı, nasıl hayatta kaldığını merak ediyordum ya da hayatta kalıp kalmadığını.

Bebek, emekleyerek annesinin kucağından indi. Yanıma gelip hemen kucağıma oturdu. Yabancılara karşı cana yakın olması iyi gibi durabilirdi fakat kötü niyetli bir yabancıya aynı sıcak kanlılıkla yaklaşırsa bunun sonuçları pek de iyi olmazdı. Küçük elleri bileğimdeki bilekliği asıldı. Çıkarmak istiyor gibiydi ama buna izin veremezdim. Kopmasını istemiyordum. Bu annemin hediyesiydi.

Mısır'a ilk geldiğimde annem beni çarşıda gezdirmişti. Henüz yedi yaşımdaydım ve her şeye karşı büyük bir ilgim vardı. Bir tezgahta bu bilekliği görmüştüm ve annemden almasını istemiştim. Yedi yaşımdan beri bunu takıyordum. Çok kez kopmuştu ve ben çok kez tamir etmiştim. Bileklerim kalınlaşınca ipini değiştirmiştim. Benim için özeldi çünkü Mısır'a olan ilgimin temellerinin atıldığı zamandan kalmaydı.

"Lütfen çekiştirme." diye mırıldandım minik ellerini bilekliğimden uzak tutmaya çalışırken ama ufaklık çok inatçıydı. Öyle ki bilekliğe sıkı sıkıya yapışmış, var gücüyle asılmaya başlamıştı. Bu minicik bedende bu kadar gücün olması beni şaşırtmıştı. Üstelik onun çekiştirmeleri artık bileğimi acıtıyordu.

"Hadi, bırak onu." dedim olabildiğince ikna edici bir tonda. Nitekim bebek bırakmadı ve bilekliğimi daha çok asıldı. En nihayetinde bu çekiştirmelere dayanamayan bilekliğim koptu ve bebeğin elinde kaldı.

Kadın, küçük iniltimle bizi fark edebildi. Bileğimdeki ince, kırmızı çizgiyi bu bebeğin yapmış olması son derece saçmaydı ama olmuştu işte. Öte yandan iki saattir elinden kurtaramadığım bilekliği annesinin eline bırakıvermiş olması sinir bozucuydu.

Kadın bilekliğimi elime tutuşturdu. Bebeği küçük kıza verdi ve beni, elimden tutarak yerimden kaldırdı. Bilekliğimin mavi taşının sıcaklığını avucumda hissetmek sebepsiz bir güven duygusuna yol açmıştı. Onun peşinden gitmekte sakınca görmedim. Bana bedevi giysilerinden verdi. Uzun, siyah, çarşaf benzeri bir elbise ve ayakkabı. Açık konuşmak gerekirse ayakkabıya hasret kalmıştım ve çölün ortasında askılı tişört ve şortla kalma fikri pek de cazip değildi. Bu giysiler bedevilerin çöllerde yaşamasını kolaylaştırıyordu. Aynı şekilde beni de koruyabilirdi.

Kadının verdiklerini, çadırın arka tarafındaki küçük bölümde giydim. Bana biraz bol gelmişti ama benim kıyafetlerimden daha iyiydi. Kendi giysilerimi ise çıkartmamış, yalnızca çöl kumundan arındırıp bu giysinin içine giymiştim. Yeniden ana alana döndüğümde çadır girişinin açık olduğunu gördüm. Başıma örtmem gereken şalı omuzlarımda bırakıp çadırdan çıktım. Kum fırtınası geçmiş ve neyseki kum canavarı buraya zarar vermemişti.

"Yakışmış." dedi Set yanıma geldiğinde.

"Teşekkür ederim." derken üzerime baktım. Düz, siyah bir giysiydi bu, bir esprisi yoktu. Yakışmış olduğunu söylemesi kesinlikle ondan beklemediğim bir incelikti.

Kalabalık bir grubun yanından gelmişti ve oldukça rahattı. Kevin'ın yanında ne kadar sert ve kabaysa burada tam tersiydi. Bu durum beni şaşırtıyordu.

İlerden bir adam bize doğru seslendi. Söylediklerini anlayamadığım için yanımdaki adama döndüm. Gülüyordu. Gülüyordu!

"Bizi çağırıyorlar. Raşuf yapmışlar." dedi yalnızca. Ben öylece orada kalakalmışken, o, bedevilerin yanına yürüdü.

"Yok ben kesin hayal gördüm. Başıma güneş geçti benim. Gözlerime falan hep kumlar doldu."

Kendi kendime söylenirken peşinden gittim. Bir grup insan ve bilekliğimi kopartan küçük canavar geniş bir hasırın üzerine oturmuştu. Ortada raşuf denen yemek vardı ve son derece lezzetli görünüyordu. Daha önce adını duymuştum fakat yeme fırsatım olmamıştı. İlk kez deneyecektim.

Raşuf bir bedevi yemeğiydi. Doğranmış soğanların zeytinyağı ile kavrulmasının ardından tereyağı, mercimek, bulgur, buğday, nohut ve yoğurt eklenerek hazırlanan Raşuf, daha sonra tabakta dilimlenmiş ekmeğin üzerine dökülerek servis ediliyordu.

Beklemeden ben de oturdum. Bugün yaşadıklarımdan sonra gerçekten karnım acıkmıştı ve bu yemek son derece doyurucu ve sağlıklıydı. Bunu başka bir yerde değil de bir bedevi kabilesinde denediğim için kendimi şanslı sayıyordum.

Ben yemeğimi iştahla yerken sofrada koyu bir sohbet dönüyordu. Ne söylediklerini anlamadığım gibi, Set'in bu sohbete son derece hevesli bir şekilde katılmasına da şaşırıyordum. Biz bu adamın ağzından lafı cımbızla almıyor muyduk? Şimdi ne değişmişti? Bunu umursamayıp yemeğimi yemeye devam ettim. Sol kolum dürtülünce dönüp baktım.

"Bileklik için özür diliyor." dedi kadını göstererek. Muhtemelen ilk koptuğunda da dilemişti ama ben anlamadığım için cevap verememiştim.

"Önemli olmadığını söyleyebilirsin. Önemli ama bilmesine gerek yok." dedim. Son cümleyi ağzımda gevelemiştim ama elbette ki Set duydu. Kadına ne söyledi bilmiyorum ama kadının gülümseyerek yemeğine dönmesi iyi bir şey söylediğine işaretti.

"Neden önemli?"

"Annemin hediyesi." diye geçiştirdim onu. Öyleydi, bu bir yalan değildi ama yıllarca benimle olmuştu ve ister istemez ona bağlanmıştım. Bazen insanlar cansız nesnelere haddinden fazla değer biçebilirdi. Ben de onlardandım. Bilekliğime çok önem veriyordum. Onun özel olduğuna inanıyordum. Bir yandan da ailemin yanındaymış gibi hissediyordum kendimi. Tüm bunları Set'in bilmesiniyse istemiyordum. O beni bir amaç için kullanıyordu ve hakkımda bir şeyler bilmesi onun beni önemsemesini sağlamayacaktı. İşte bu yüzden dahasını bilmesine hiç gerek yoktu. Yalnızca annemin hediyesiydi, o kadar.

*

Bedevilerle bir süre vakit geçirmiştik. Bizi çok güzel ağırlamışlardı. Fakat ayrılma vakti de gelip çatmıştı. Onlar başka bir yere gitmek için yola koyulduğunda biz de yola koyulmuştuk. Bedevilerden öğrendiğimiz kadarıyla yakınlarda bir kasaba varmış. Küçükmüş ama gerekli malzemeleri almamız için yeterli olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden oraya gidiyorduk. Belki bir bilgisayar bulup aileme mail atabilirdim. Eğer kaçırıldığımı duydularsa, ki bunu öğrenmeme gibi bir ihtimalleri yoktu, deliye dönmüş olmalıydılar. Hatta ilk uçağa atlayıp bu ülkeye bile gelmiş olabilirlerdi. Onları bu kargaşaya sokmak istemiyordum, bu yüzden iyi olduğuma dair bir elektronik posta göndermem iyi olacaktı.

"Bedevilerle iyi anlaştın." dedim. Nedenini merak etmiştim.

"Evet."

Tek kelimelik cevaplara bu şekilde geri dönmüştük işte. Kabilenin yanında konuşmadan duramamıştı ve şimdi yalnızca bir kelime etmişti. Üstelik biz yola çıkalı neredeyse bir saat oluyordu. Muhtemelen ben konuşmasam gideceğimiz yere kadar susmaya devam edecekti.

"Neden?"

Dönüp bana baktı. Çöl kumlarının savrulduğu gözleri yine duygusuzdu. Bedevi kabilesinin geri dönme ihtimali neydi acaba? İnsan yanında bir betonla ne kadar süre yaşayabilirdi ki?

"Neden soruyorsun?"

Güldüm.

"Bedevilerin yanından ayrıldığımızdan beri tek kelime etmedin de o yüzden." dedim. Sinirleniyordum. Tamam, hayatımı kurtarmıştı ama bu ne yazık ki duygularımı kontrol etmemi sağlamıyordu.

Yeniden ona baktım. Susmuş ve önüne dönmüştü. Yürümeye devam ediyordu. Bu da beni iyice gıcık ediyordu.

"Sormadım say." dedim. Mantıksızdı fakat kırıldığımı hissetmiştim. Neden kırılıyordum? Ben bu adamdan kurtulmak istiyordum, ondan nefret ediyordum. Onun yaptığına üzülmem çok mantıksızdı.

Yol boyunca hiç konuşmadık. Nihayetinde kasabaya vardığımızda ilk işim bir bilgisayar bulmak oldu. Şansıma kasabanın okulundaki bilgisayarı kullanma fırsatım olmuştu. Belki bunda Set'in etkisi büyüktü çünkü en başta iletişimi onun sayesinde kurmuştum. Sonrasında okulda öğretmenlik yapan bir adamın İngilizce bilmesi işimi kolaylaştırmıştı. Bilgisayarı kullanmama da o yardımcı olmuştu. Biraz eskiydi ama internete bağlanması benim için yeterliydi. Öyle de oldu. Set, yanımdaki sandalyede oturmuş çatık kaşlarla ekranı izlerken, ben aileme yazdım. Elektronik postayı gönderdiğimde büyük bir oh çekmiştim. En azından hayatta ve iyi olduğumu biliyorlardı. Bu işin sonunda bana ne olacaktı bilmiyordum ama şuan için iyiydim.

Omar bir kupa bıraktı önüme. İçinde çay vardı. Bu iyiydi ama bu sıcakta pek gitmiyordu. Yine de teşekkür edip bir yudum içtim.

"Nereden geliyorsunuz?" diye sordu Omar.

"Kahire'den."

"Buraya uzak." dedi. Çenesini kaşıdı. Muhtemelen burada ne yaptığımızı sorguluyordu. Haklıydı, ben olsam ben de merak ederdim. Gerçi başıma ne geldiyse meraktan gelmişti orası da ayrı konuydu ama neyse.

"Öyle. Biraz uzaklaşmak istedik."

İşte bu tamamıyla bir yalandı. Uzaklaşmak falan istememiştim, kaçırılmıştım. Benim tek derdim tezimi bitirmekken çılgın bir maceraya atılmış, deli bir tanrının peşine takılmıştım. Elbette ki bunları Omar'a açıklamam mümkün değildi, bu yüzden yalan söylemek durumundaydım.

"Evli misiniz?" diye sorduğunda refleksle Set'e döndüm. Aynı şekilde bana bakıyor oluşu durumu iyiden iyiye garip yaparken, "Hayır." dedim. "Değiliz."

Biz mi evli olacaktık? Hadi oradan. Eğer Nephytys'in yerinde olsaydım bu adamı bir kaşık suda boğardım. İyi dayanmıştı kadın ama tanrıça da olsa bir dayanma sınırı vardı işte. Adamın yaptıklarına dayanamayıp karşı tarafa geçmişti.

"Buna sevindim." dedi Omar ve beklemediğim bir şekilde Set'in tepkisini çekti.

"Neden?"

Tek kaşımı kaldırmış ona bakıyordum. Kaşları çatıktı ve normalde gözlerinde usulca süzülen kum taneleri, bir fırtınanın etkisinde gibi oradan oraya savruluyordu. Öfkelenmişti.

Bilgisayardan gelen bildirim sesiyle az önce olan şeyi unutup ekrana döndüm. Mailime yeni bir posta düşmüştü ve babamdandı. Mesajı hızlıca okudum. Nerede olduğumu, iyi olup olmadığımı, Mısır'a geldiklerini ve daha nicesini içeren uzun yazı karşısında kafamı kuma gömmek istemiştim. Onları endişelendirmek en son isteyeceğim şey bile değildi.

İyi olduğuma ve yanıma gelmemeleri gerektiğine dair bir mesaj yazdım hızlıca. Anında cevap geldi. Bu kısaydı ama son derece netti.

'Neredesin?!'

Cümlenin sonundaki o ünlem kesinlikle bir uyarıydı. Bu mesajı yazanın annem olduğuna kalıbımı basardım. Eğer cevap vermezsem canıma okuyacağına ise emindim.

Kafamda kısa bir hesap yaptım. Biz fırtınaya yakalandığımızda sabah saatleriydi ve öğlene doğru bedevilerle karşılaşmıştık. Onlarla yaklaşık üç saat vakit geçirmiş ve iki saatlik yolculuğun ardından burada olmuştuk. Tüm bu süre boyunca yürüdüğümüz hesaba katılırsa ve ailemin de buraya bir araçla geleceği düşünülürse muhtemelen bu gece burada olurlardı. Peki ya ben onların buraya gelmesini istiyor muydum? Onları bu saçma sapan işe bulaştırmak istemiyordum. Sonunun ne olacağını bilmediğim bu şeye dahil olmalarını istemiyordum. Ben ailemi korumalıydım çünkü kendimi koruyamıyordum. Bu yüzden yeniden ekrana dönerken ellerim titriyordu. Gözlerimdeki doluluk bana pek yardımcı olmazken klavyede gezdirdim parmaklarımı.

'Gelmeyin. Ben iyi olacağım.'

İyi olmak mı? İşte bu, şu durumda pek mümkün değildi. Açıkçası bundan sonra iyi şeyler olacağına olan inancım giderek azalıyordu. Bugün peşimize kum canavarlarını takan tantılar, bunun sebebinin onlar olduğunu anlamam için dahi olmama gerek yoktu, bundan sonra bizi asla rahat bırakmayacaklardı. İşte bu yüzden hiçbir şey normale dönmeyecek ve ben, yanımda Set olduğu sürece, hiçbir zaman güvende olmayacaktım. İyi olmak artık benim için çok uzak bir kavramdı.

***

Selam canımlar! Nabersiniz?

Bölümü nasıl buldunuz?

Kum canavarlarını Dune Çöl Gezegeni isimli filmden esinlendim. Filmi izlemeyenler kesinlikle izlesin derim. Muhteşemdi, tabi yarım kaldı orası ayrı konu.

Bedeviler ve Set'in neden iyi anlaştığı hakkında fikri olan var mı?

Hüma'nın bilekliği peki?

Set, bizim kızı kıskandı diyenler doğru yoldalar ama bunu henüz kendisi de bilmiyor. 😈

Hüma'nın ailesi sizce ne yapacak?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? (Bu bölümde ben aradan çekileceğim ve tamamen onlarla baş başa kalacaksınız. Bir nevi mesajlaşacaksınız.) 👇

Hüma 👉

Set 👉

Omar 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%