Yeni Üyelik
39.
Bölüm

8. Bölüm - Astarte

@aysenurtekkanat

Ailemi Amerika'ya gittiğimden beri özlüyordum. Ailem hep burnumda tütüyordu. Fırsat buldukça, ki bu epey uzun bir zamana tekabül ediyordu, güzel memleketim Türkiye'mi ziyarete gidiyordum. Bazı ziyaretlerim berbat geçiyordu çünkü asıl amaçları farklı olan bazı insanlarla muhatap olmak zorunda kalıyordum fakat ailemin yanında olmak şüphesiz hepsinin üstesinden gelmeme yetiyordu. Ailem benim her şeyimdi ve daha dün öleceğimden, onları bir daha göremeyeceğimden eminken, şimdi açmak üzere olduğum kapının arkasında olduklarını bilmek benim için paha biçilemez bir şeydi.

"Açma!" dedi sert sesiyle Set. Hızla yanıma gelmiş, kapı koluna uzanan elimi kavrayıvermişti. Ne yaptığını sorgularcasına baktım ona fakat o susmamı işaret etti. Kaşları çatık, sürmeli gözlerindeki kum taneleri fazlasıyla hareketliydi. Gözlerine sığdırdığı çöllerde fırtınalar esiyordu.

"Ne oluyor?" diye sordum fısıltıyla. Ben neden fısıldıyordum ki?!

"Üzerini giyin hemen. Buradan gidiyoruz." diyerek beni kapıdan uzaklaştırdı. Daha ben ne olduğunu anlamadan kendimi banyoda buldum. Kurusun diye astığım kıyafetlerime baktım. Hala ıslaklardı ve onları giyersem hasta olmam muhtemeldi. Nitekim Set birkaç kez kapıyı tıklattığında bunun kaçınılmaz olduğunu anlamıştım.

O kapının arkasında ailem olduğuna çok emindim. Gelmeyin demem, iyi olduğumu söylemem onlar için hiçbir şey ifade etmeyecekti. Benim peşimden değil dünyanın, evrenin bir ucundan diğerine bile giderlerdi. Fakat Set fazla endişeliydi. Bakışları ne zaman bir fırtınayı işaret etse o zaman bir şeyler oluyordu ve bu şeyler genelde pek de hayra alamet değildi. Bu yüzden olabildiğince hızlı bir şekilde üzerimi giyinmiş, banyodan çıkmıştım. Siyah, deri ayakkabıları da ayağıma geçirdim.

"Hazır mısın?"

Başımla onu onayladım. O sırada kapı birkaç kez daha çalındı ve arkasından daha önce hiç duymadığım bir ses geldi.

"Set, orada olduğunu biliyorum. Kapıyı aç."

Bir parmağımla kapıyı işaret edip, "O kim?" diye sordum. İster istemez tedirgin olmuştum ve bir adım geriye atmıştım. Ailem zannetmiştim geleni fakat değildi. Ben bu sesi hayatımda hiç duymamıştım. Çok sakin, hatta Uzak Doğu'daki keşişlerinki kadar dingin bir ses tonu vardı. İnsanda garip bir utanç duygusu uyandırıyordu. Sanki bütün sırların açığa çıkmış, çırılçıplak kalmışsın gibi hissettiriyordu. Neydi bu ya da kimdi?

Set bir kez daha elimi kavradı. Odadaki pencereye doğru yürüdü beni de peşinden sürükleyerek. Son anda geri dönüp komodinin üzerinde duran tuşlu telefonu ve bir miktar parayı almak için vaktim oldu. Sonrasında kendimi pencere pervazında, üç kat aşağıya bakarken buldum.

"Buradan atlamayacağız değil mi?" diye sordum korkuyla. Ben yüksekten korkardım.

"Atlamalıyız. Bana güven."

"Pek güven vermiyorsun yalnız."

Kapı bir kez daha çalındı. Bu sefer daha sert ve sabırsızdı.

"Mahremiyetine saygı duyduğumdan odaya girmedim ama sabrımı sınıyorsun baba."

"Bu hangi çocuğun?" diye sorarken buldum kendimi. Anubis olmadığını biliyordum, onun sesini daha önce duymuştum ve bende bambaşka duygular uyandırmıştı. Bu başka birisiydi.

"Thoth." dedi kısaca ve ben o an yutkunma ihtiyacı hissettim. Thoth'u severdim ama kesinlikle karşıma almak isteyeceğim birisi değildi. Gücünden dolayı değildi bu endişem, zekası yüzündendi. Thoth ay tanrısıydı fakat genellikle zeka tanrısı olarak bilinirdi çünkü çok zekiydi. Ve aklının bu kadar güçlü olması fiziksel gücünden daha tehlikeli hale getiriyordu onu.

"Konuşsak?" diye sorarken odaya dönmek için hamle yaptım. Şuan resmen üç buçuk atıyordum. Bu yükseklikten atlamak şöyle dursun burada durmak bile ödümü patlatıyordu.

Set beni tuttu ve bir hamlede kucağına aldı. Merak ettiğim şey nasıl olup da her seferinde bu adama kendimi taşıttırmayı başardığımdı. Zira Thoth odanın ortasında belirdiği sırada çoktan pencereden atlamıştı. Kucağında benimle birlikte! Büyük bir çığlık atarken boynuna sarıldım. Sert bir şekilde zemine indik fakat düşmedik. Bu benim için sevindirici bir haberdi.

"Kulaklarım acıyor Hüma. Sus."

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?! Resmen oradan atladın." diyerek pencereyi işaret ettim. Göz göze geldiğim Thoth bende pek iyi hisler uyandırmazken, bu atlayışın hesabını sormayı sonraya erteledim. Set'in omzunu pat patlayıp, "İyi yaptın iyi. Şimdi de koşsan çok iyi olacak." dedim.

Onaylamazca başını salladı ama bir şey demedi. Bu hallerime alışmıştı sanırım.

Bir yöne doğru koştu. Gittiğimiz yeri kestiremiyordum çünkü etraf çok karanlıktı. Kasabadan çıkmıştık sanırım. Thoth arkamızda değildi fakat duyduğum ibis kuşlarının sesleri kesinlikle normal değildi. Geceyi inletiyorlardı. Bu oldukça korkutucuydu. Zaten kuşgillere karşı fobisi olan ben için iki katı daha korkutucuydu.

"Onlardan nasıl kurtulacağız?!"

Korkuyla sorduğum soruya karşılık aldığım cevap koca bir sessizlikti. Set'in tek yaptığı bizi kasabadan uzaklaştırmaktı fakat bu beni daha da korkutuyordu çünkü kuşların sesi çölde daha fazlaydı. Sanki koca bir sürü varmış gibiydi. Belki de vardı.

Thoth mitolojide ibis kuşuyla anılırdı. Pek çok duvar resminde bu şekilde resmedilirdi fakat ben bu gece aslında öyle görünmediğini görmüştüm. Sıradan bir günde, Set yanımda yokken onu görseydim normal bir insan derdim fakat değildi ve peşimize koca bir kuş sürüsü takmış olma olasılığı yüksekti.

"Lütfen bir şey söyle." diye yalvardım adeta. Bundan nefret ediyordum. Kuşlardan nefret ediyordum ve ne hikmettir ki nefret ettiğim iki şey bu gece bir araya gelmişti.

"İndir beni. Kendim koşabilirim." dedim. Bunu söylerken ona sımsıkı tutunuyor olmam fazlasıyla absürttü fakat ne yaptığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Koca bir sıfırdı şuan olan şey. Nereye gidiyorduk? Ne yapacaktık? Bu lanet kuşlardan nasıl kurtulacaktık? O kadar çok soru işareti vardı ki ben artık cevapları bulmaya dair ümidimi yitirmiştim.

Set beni yere bıraktı. Etrafım fazla karanlıktı, bu yüzden ne kadar dikkatli bakarsam bakayım hiçbir şey seçemiyordum. Elimi tutan bu adamı takip ediyor, beni sürüklemesine izin veriyordum.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum bir kez daha. Adımları yavaşlamıştı ve sanki bir şey arar gibiydi. Aksi gibi kuş sesleri de artmıştı. Set'e biraz daha sokuldum. Aslında tüm bu şeylerin o serbest olduğu için yaşandığını biliyordum ama onun beni koruyacağına inanan tarafımı da susturamıyordum. İster istemez bu tarafıma uyuyor, beni karanlık bir tünele sokmasına bile izin veriyordum.

Başımı çarpmamam için dikkatle indirdi beni nereden çıktığını bilmediğim merdivenlerden. Çok karanlık ve bir o kadar da dardı burası. Hemen arkamdan gelmiyor olsaydı eğer beni buraya hapsedeceğini düşünebilirdim. İçeri girip girişi kapattı. Ay ışığı da ortadan kalkınca etrafım zifiri karanlıkla doldu. Bu hayatta korktuğum bir diğer şeyde buydu işte; karanlık. Böylesi bir karanlık ödümü patlatıyordu. Bir fener arıyordum, küçücük de olsa bir ışık kaynağı ama yoktu. Tamamen karanlıktaydık. Şarjı çok az olmasa telefonun ışığından faydalanmak isterdim fakat ne yazık ki şarja takmaya fırsatım olmamıştı ve yüzde otuzluk bir şarjla idare etmek zorundaydım, en azından bir şarj aleti ve elektrik buluncaya kadar.

"Bir süre burada kalacağız." diye fısıldadı Set. Sıcak nefesi saçlarımın içinde dolaşmıştı. Bana bu kadar yakın olması ürkütücüydü. Öte yandan burası çok soğuktu ve benin giysilerim hala ıslaktı. Kaçarken, o heyecanla, bunu fark etmemiştim fakat şimdi donuyordum. Çölün gece çöken soğuğuyla birleşen ıslak giysilerim bana pek yardımcı olmuyordu.

Kollarımı etrafıma sararken, "Üşüyorum." diye mırıldandım. Sırtımı soğuk duvara yasladım. Muhtemelen taştı ve Set burayı bildiğine göre epey uzun zaman önce yapılmıştı. Tünel ya da odacık ne kadar büyüktü kestiremiyordum. Sadece fazla dardı ve ne için yapıldığı da merak konusuydu.

"Bedevi giysilerini çıkar."

Set'in söylediği mantıklıydı. Üzerimdeki ıslaklıktan ne kadar kurtulabilirsem o kadar iyiydi. Telefonu ve parayı eline tutuşturup uzun, siyah elbisenin eteklerini kavradım. İçime giydiğim şort ve askılı tişörtüme bir kez daha şükrettim. Bedevi giysisini bir kenara bırakıp yere çöktüm. Set bu karanlıkta nasıl görüyordu bilmiyorum ama yanıma oturup bir kolunu omzuma sarması uzun sürmedi. Sıcaklığı o kadar iyi gelmişti ki onun kim olduğunu veya bana ne yapacağını şu an için unutmak istedim. Yalnızca ısınmak istiyordum. Dün geceyi saymazsak, daha önce çölde geçirmemiştim geceyi ve alışkın değildim. Elimizde hiçbir şey yoktu. Kasabada yediğimiz bir iki lokma yiyecekle ayaktaydık ve ben açlığımı unutmak için inanılmaz bir çaba sarf ediyordum. Midemin guruldamaması için dua ediyordum. Öte yandan taş duvarın ardından gelen ibis kuşlarının sesleri bir türlü kesilmek bilmiyordu. Bu da beni iyice tedirgin ediyordu. Sanki nerede olduğumuzu biliyor gibiydiler ve biliyorlarsa Thoth'a haber vermekte gecikmeyeceklerinden emindim.

Set, "Korkuyor musun?" diye sorduğunda, sanki onu görebilecekmiş gibi, başımı çevirip baktım. Tek seçebildiğim karanlıkken küçük bir mırıltıyla onayladım sorusunu. Evet, korkuyordum ve bence korktuğunu itiraf etmek büyük cesaret isterdi.

"Sen?"

Sorduğum soru karşısında aldığım cevap yine koca bir sessizlikti. Aslında buna alışmıştım. Set'e ne zaman bir şey sorsam genellikle sessizlikle karşılıyordu beni. O böyleydi. Bir şeyleri söylemek istemediğinde susmayı tercih ediyordu. Belki de tek istediği anlaşılmaktı. Sessizliği anlaşılsın istiyordu. Oğuz Atay, 'Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.' diyordu ya hani, belki Set'te aynını diyordu ama kimse sessizliğini anlamıyordu. Anlaşılmamak ise onu öfkelendiriyor, kötü birisi haline getiriyordu. İnsanlar zamanında ona şeytan demişti. İlk şeytan figürlerinden birisiydi Set, Antik Mısır inanışına göre. Oysa benim gördüğüm bir şeytan değildi. Evet, onu tanımadan önce yaptığı kötülüklere odaklanmıştım hep. Horus'u haklı görmüş, okuğum hikayeleri hep iyi kazandı diye yorumlamıştım ama şimdi öyle düşünmüyordum. Set gözümdeki o kötü imajını giderek düzeltiyordu ve ben onu anlamaya başlıyordum. Belki de bu yüzden artık bana adımla hitap ediyordu.

"Ne zaman gidecekler?" diye sordum sessizliği bozmak için. Sessizlik karanlıkla birleştiğinde koca bir kabusu andırıyordu bana.

"Muhtemelen hiç."

Dizlerimi kendime çekip kollarımı etrafına sardım. Aldığım cevap hiç hoşuma gitmemişti ve üşümem artık donma evresine geçiş yapmıştı. Bedenim zangır zangır titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu.

"Çok üşüyorum." dediğimde Set iyice kendine çekti beni. Onun sıcaklığı iyiydi ama bana yetmiyordu. Üzerimde bir kırgınlık vardı. Dünden beri yaşadıklarım benim için çok ağırdı ve her şeyi ne kadar şakaya vurursam vurayım arka planda bazı şeyleri kaldıramıyordum. Set'le bu şekilde oturuyor olmak korkunç değildi belki ama şaşırtıcıydı, beklenmedikti. Böyle bir yakınlık beklemiyordum. Bana bu şekilde davranacağını hiç düşünmemiştim. Benim odaklandığım nokta hep işi bitince beni öldüreceğiydi ama o beni ısıtmaya çalışıyordu. Bir elini alnıma koymuş vücut ısıma bakıyordu. Tüm bunlar çok garipti.

"Normalde oraya gitmeyecektik ama bu şekilde fazla dayanamazsın." derken neden söz ettiğini anlamamıştım. Bacaklarımın altından ve sırtımdan geçirilen bir çift kolun beni havalandırdığını hissettim. Set'in bedenine iyice sokulup sıcaklığından faydalanmaya çalıştım ama yeterli değildi. Ateşim çıkmıştı muhtemelen, kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Kolay kolay hasta olmazdım ama hastalandığımda eski bir bina gibi yıkılırdım. Beni toparlamak günler sürerdi ve genellikle o günleri yatağımda geçirirdim.

"Nereye götürüyorsun beni?" diye sordum güçsüz çıkan sesimle. Her yer karanlıktı ve biz, kuş seslerinden uzaklaşmış olsakta, hala tüneldeydik. Tünelin sonu nereye çıkıyordu bilmiyordum ama merak ediyordum. Hasta halimle bile şu merakımdan vazgeçemiyordum ya...

"Seni iyileştirecek birisine gidiyoruz Hüma. Sadece uyu, uyandığında daha iyi olacaksın."

Şuan buna itiraz etmem ve onunla kavga etmem gerekiyordu fakat üzerimdeki o ağırlık öyle bir çökmüştü ki bunların hiçbirini yapamadım. Aksine, gözlerim benden bağımsız kapandı ve koyu bir karanlık beni esareti altına aldı.

*

Garip bir uğultu duyuyordum. Kulaklarımda bir baskı, gözlerimde bir ağırlık vardı sanki. Uzaktan gelen sesler giderek netleşirken, ışık göz kapaklarımı zorluyordu.

"Uyan hadi küçük kız." dediğini duydum bir kadının. Sesi çok yumuşaktı ve eğer gerçekten uyanmak istemiyor olsaydım yeniden uyumamı sağlayabilirdi. Ninni gibiydi.

Gözlerimi kırpıştırdım. Ağrıyorlardı ve ben bu ağrı karşısında onları açmakta zorlanıyordum. Nitekim ışığa ve ağrıya meydan okuyarak kısıkça aralayabildim göz kapaklarımı. Bulanık bir görüntü vardı karşımda. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp normale dönmesini bekledim. Neyse ki çok geçmeden görüntü düzeldi ve ben eflatun rengi gözleriyle bana bakan çok tatlı bir kadınla göz göze geldim. Kocaman bir gülümsemesi vardı. Gece karası saçları ve iki yanağında da bulunan derin gamzeleriyle oldukça güzel bir kadındı.

"Günaydın." dedi yumuşak sesiyle. Ses tonu yumuşaktı ama kısık veya silik değildi. Aksine capcanlıydı. Thoth nasıl gizlin kalmamış gibi hissettiriyorsa, bu kadın bir o kadar canlı hissettiriyordu. Yeniden doğmuş gibi geliyordu insana.

"Günaydın." dedim biraz tereddütle. Nerede olduğumu anlamak için etrafıma bakındım. Bir mağaraydı burası fakat tavanı camdandı. Her yerde bitkiler vardı. Sarmaşıklar cam tavana kadar uzanmış, gölgeleri yere vurmuştu. Mağaranın bir köşesindeki ahşap bir yatakta yatıyordum. Üzerimde siyah bir elbise vardı, belki de gecelikti. Hemen yanıbaşımda duran birkaç şişeden kötü kokular geliyordu. Aynı kokuların benim üzerimden de geliyor oluşu pek iyi hissetmemi sağlamamıştı.

"Burası tam olarak neresi?" diye sordum. Ardından, "Siz kimsiniz?" diye de ekledim.

Kadın yine gülümsedi bana. Yerimde doğrulmama yardım ederken, "Ben Astarte." dedi. "Sen zaten kim olduğumu biliyorsundur. Set hakkımızda çok şey bildiğini söyleyip homurdandı. Üniversiteyi hiç sevmemiş, öyle söyledi."

Astarte kıkırdarken, "Homurdandı mı?" diye soruverdim. Aslında bu çok da şaşırtıcı bir şey değildi.

"Evet." dedi ve geçiştirircesine elini savurdu. "Hep homurdanır zaten."

Astarte genel olarak bereket, cinsellik ve savaşla bağdaştırılırdı. Ay'ın hareketlerini, bütün bitki ve hayvanların yaşamını ve büyümelerini denetlediğine inanılırdı. İnsanlar onun, yeni ekinlerin yetişmesine, insanların ve hayvanların doğumlarına yardım ettiğini düşünürlerdi. Ayrıca Astarte, Horus ve Set'in çatışmasında, Set'in tarafında durmak üzere Ra tarafından yaratılan iki tanrıçadan birisiydi.

Astarte yanımdan kalkıp mağaranın diğer ucuna doğru yürüdü. Etrafa bir kez daha göz gezdirdim. Set yoktu.

"O nerede?" diye sordum. Elbette kimden söz ettiğimi anlamıştı.

"Kuzuları besliyor." dediğinde bir süre durdum ve doğru duyup duymadığımı düşündüm. Emin olmak için sordum.

"Kuzuları mı besliyor?"

Astarte'nin melodik kıkırtısını duydum.

"Pek bağdaştıramadın değil mi?"

"Hayır."

Bir kez daha güldü.

"Bir çeşit takas bu. Ben sana bakıyorum ve o da yeni doğmuş kuzularımı besliyor."

Astarte'nin omuz silkerek söyledikleri beni epey şaşırtmıştı. Set gibi bir adam, kötülükle anılan, şeytan denilen o adam gerçekten yeni doğmuş kuzulara bakıyordu. Bu inanılmazdı.

"Nerede? Bunu kesinlikle görmeliyim." diyerek ayaklandım. Astarte bir kez daha güldü ve, "Ben de ne zaman soracaksın diye merak ediyordum." dedi. Birlikte mağaradan çıktık. Bir vahadaydık. Hemen sağ tarafta bir göl vardı ve küçük bir orman etrafımızı çevrelemişti. Sol tarafta bir ağıl vardı. Birkaç koyun ve keçi içinde duruyordu. Bu görüntüde sırıtan tek şey ağılda duran ve küçük bir kuzuyu kucağına almış olan Set'ti. Bu adamın daha kaç farklı halini görecektim acaba?

"Set!" diye seslendi Astarte. Set bize doğru döndü. Hiç istifini bozmadan ve kucağındaki kuzuyu bırakmadan ağıldan çıktı.

"Uyanmışsın." dedi bana bakarak. "Daha iyi misin?"

"Evet, iyiyim. Hala biraz yorgunum ama iyiyim."

"Buna sevindim."

Bakışlarım Set'in kucağındaki küçük kuzuya takıldı. Zaten küçük olan hayvan, Set'in kucağında iyice minicik kalmıştı. Tanrılar uzun boylu olurdu. Astarte'nin yanında kısa kalıyordum ben mesela, ki boyum bir metre yetmiş iki santimetreydi. Ortalamanın üzerindeydim. Astarte ve Set hemen hemen aynı boydaydılar. Onlara bakarken başımı epey kaldırmam gerekiyordu. Muhtemelen ikisinin boyu da iki metreyi aşıyordu ve ben diğer tanrıların da aynı boylarda olduğundan emindim.

"Sevebilir miyim?" diye sordum Astarte'ye. Küçük kuzunun melül melül bakışlarına dayanamamıştım. Kuşgillere karşı ne kadar ürkeksem, kuzu, kedi, köpek gibi canlılara karşı bir o kadar sevecendim. Annemin titizliği engel olmasaydı evimizi on tane kediyle doldurmam işten bile değildi ama ne yazık ki ben bir tanesine bile ikna edememiştim onu. Zamanla benim de titizliğim tutar olmuş, başak burcu olmanın bütün getirilerini üzerimde taşımaya başlamıştım. Bu vesileyle de evde hayvan besleme sevdamdan vazgeçmiştim. Yine de sokakta gördüğüm kedi veya köpeği sever, onlar için su ve biraz yiyecek bırakmayı ihmal etmezdim.

Set kucağındaki kuzuyu elime tutuşturdu. Astarte'nin cevabını bile beklememişti. Gerçi onun da pek umurunda değildi bu. Çoktan başka bir şeye yönelmişti ilgisi. Bir yere odaklanmakta problem yaşıyordu anlaşılan. Dikkat eksikliği olan bir tanrıça? Garipti.

"Sen çok güzelsin ama." diyerek küçük kuzunun başını sevdim. Başını elime sürttü, parmaklarımı yaladı. Bu hareketi kıkırdamama sebep olmuştu. Yorgunluğum bu minnacık şeyle uçup gitti. O kadar sevimliydi ki içime sokasım gelmişti. Üstelik yeni doğmuştu. Tam olarak ne zaman doğduğunu bilmesemde henüz birkaç günlük olduğunu tahmin ediyordum. Her canlının yavrusu güzeldi. İnsanlar gibi bazı türler büyükçe içlerindeki çirkinliği etraflarına bulaştırıyorlardı.

"Astarte!"

Bereket tanrıçası bana döndü. Dikkatini yeniden bana verebilmişti. Eflatun rengi gözleri ışıldıyordu.

"Bu kuzunun bir adı var mı?"

"Hayır, yok. İstersen sen koyabilirsin."

Yaptığı bu minik jest beni oldukça mutlu etmişti. Biraz düşününce aklıma bir çizgi film geldi. Orada bir kuzunun türlü hikayelerini anlatıyordu. Onun ismi ufaklığa çok yakışırdı.

"Kuzucuk olsun mu?"

"Çok yaratıcısın." diye dalga geçti Set. Suratına okkalı bir tokat yapıştırmak vardı ama gücüm ona yetmezdi. O yüzden göz devirmekle yetindim.

Astarte omuz silkti ve kuzuyu aldı. "Hadi gel Kuzucuk, seni annene götürelim." diyerek ağıla girdi.

"Bak, o sevdi." diyerek Astarte'yi işaret ettim ve, "Sen sevme." dedim Set'e.

"O her şeyi sever zaten." diye söylendi.

"İnsanlara göre sevmez."

Set bana dönüp, "O ne demek öyle?" diye sordu. İç çektim.

Akrep Kral serisinin ikinci filminde kötü karakterdi Astarte. Yer altına hapsedilmiş, ölülerle yaşayan deli bir tanrıçaydı. O filmi izledikten sonra bir tık önyargı oluşmuştu içimde ona karşı ama sonra, hakkında daha çok şey öğrendikçe, onu sevmeye başlamıştım.

"Bazı filmlerde Astarte'yi kötü karakter olarak anlatıyorlar." dedim kısaca. Dahasını söylemedim, zaten anlatsam da anlamayacaktı.

Bir süre hiçbir şey söylemedi Set. Astarte ağıldan çıkıp yanımıza geldiği sırada, "Film ne?" diye sordu yalnızca.

Elimi hızla alnıma çarparken, "Daha bilmediğin çok şey var. Bir de kalkmış taht diyorsun." diye söylendim.

Astarte yine güldü. Bu kadın ne çok gülüyordu böyle? Atışmalarımız ona komik geliyordu sanırım. Dışarıdan baksaydım muhtemelen ben de gülerdim ama işin içinde olunca sinir olmaktan fazlasını yapamıyordum. Set tam manasıyla gıcıklığın vücut bulmuş haliydi. Bir kaşık suda boğasım geliyordu bazen onu.

"Bir şey sorabilir miyim?" dedim. İkisinin de soru dolu bakışları bana dönerken, ben cümleyi toparlamaya çalışıyordum. Hala üzerimde olan kırgınlık yüzünden uzun süre ayakta durmak beni yormuştu ve bir an önce bir yere oturmak istiyordum ama aklımdaki soruyu sormadan bunu yapamazdım.

"Sorabilirsin." dedi Set.

"Bütün tanrılar karşında gibi." diyerek ona döndüm. Cümlenin devamını merak ediyordu. "Astarte nasıl karşında durmuyor." Bu kez Astarte'ye baktım.

Astarte omuz silkip, "Çünkü ben Set'in yanında durmak için doğdum." diye cevapladı sorumu. Fakat bu cevap benim için yeterli değildi, bunu zaten biliyordum ama şimdi durum değişmişti. Bunu dile getirdim.

"Ama o uzun zaman önceydi. Şimdi durum farklı."

Astarte bir kez daha omuz silkerken, Set kaşlarını çatmıştı.

"Kimin umurunda?" dedi Astarte. "Biz iyi arkadaşız ve arkadaşlar birbirini satmaz."

Astarte'nin cevabı işte şimdi benim için yeterli olmuştu. O arkadaşlık için Set'e yardım ediyordu ve tanrı bozuntusu muhtemelen bu tarz hareketlerle fazla karşılaşamıyordu. Öyle ki bana dönüp, "Sen benim karşımda mısın köle?" diye sorma gafletine düşmüştü. Bir gün sürmemişti bana iyi davrandığı süre. Birkaç saatliğine yalnızca Hüma olmuştum ve şimdi yine bir köleydim onun nazarında. Dudaklarım dümdüz bir çizgi halini aldığında ağzıma geleni saymamak için zor tuttum kendimi.

"Tanrı bozuntusu." dedim öfkeyle. Bana bu şekilde hitap etmesinden nefret ediyordum. Fakat öfkeyle sarf ettiğim bu iki cümle onun için hiçbir şey ifade etmiyordu fakat benim için çok şey ifade ediyordu. Birkaç saat, yalnızca birkaç saat önce bu adamla dertleşmiş, gerçekte kim olduğunu bilmek istemiştim. Şimdiyse düşündüğüm tek şey belki de gerçeğinin bu olduğuydu. Çünkü dönüp dolaşıp bu noktaya gelmeyi başarıyorduk ve o sürekli beni çileden çıkartıyordu. Her şeyin başında ben onun için bir köleydim ve o benim için tanrı bozuntusundan fazlası değildi. Kısa süreliğine Hüma ve Set olmuştuk. Şimdiyse köle ve tanrı geri dönmüştü.

***

Selam!

Bölümü nasıl buldunuz?

Hepimiz Hüma'nın ailesinin geldiği konusunda hemfikirdik, aslında başta öyleydi ama sonra Thoth geldi. Şaşırdınız mı?

İbis kuşlarının bizimkileri takip etmesine ne diyorsunuz?

Hüma ve Set'in antik çağdan kalmış bir tünele saklanması?

Bizim tatlı ikilimizin atışmaları? 😁

Astarte hakkında ne düşünüyorsunuz?

Set'in kucağında kuzuyu görünce Hüma gibi şaşırdınız mı?

Sizce sonraki bölümde neler olacak?

Son olarak karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Thoth 👉

Astarte 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%