@aytengul
|
Mükemmel bur bölüm oldu
Miklós Kovács ve Ádám Varga, Budapeşte’nin loş ışıklı bir barında birkaç içki eşliğinde oturuyorlardı. Çocukluklarından beri ayrılmazdılar, iki kardeş gibi. Aynı zamanda Macar mafyasının korkulan iki ismiydiler. Miklós her zamanki gibi etrafı göz ucuyla tararken, Ádám düşünceli bir şekilde önündeki içkiye odaklanmıştı.
"Miért nem nézel a nőkre?" diye sordu Miklós, alaycı bir bakışla kardeşine döndü. Gözleri bir an barın köşesindeki kadınlardan birine kaydı ama asıl ilgisi Ádám’daydı.
Ádám hafif bir iç çekişle cevap verdi, "Nekem nem kellenek olyan nők…" Sesinde bir ağırlık vardı, ardından ekledi: "Bana göre değil."
Miklós kaşlarını çattı, gözlerinde bir merak ışığı belirdi. "És mégis, milyen nőt keresel?" dedi, biraz alayla karışık. Ardından Türkçeye geçti, "Ne demek istiyorsun? Nasıl bir kadın senin için uygun?"
Ádám başını kaldırdı, gözleri ciddileşmişti. “Cesur olmalı,” dedi kararlılıkla. “Egy bátor nő, aki őrült módon szeret... Havada uçuşan kıvırcık saçları olan, güldüğünde yanaklarında gamzeleri beliren bir kadın.”
Miklós kaşlarını kaldırdı, kardeşine şaşkınlıkla baktı. "Yine hayal dünyasındasın, Ádám," dedi alaycı bir ses tonuyla. “Olyan nők nem léteznek. Sen gerçek dünyadan çok uzaktasın.”
Ádám, gözlerinde bir sertlikle Miklós’a döndü. "Ez a világ már eléggé kegyetlen," dedi dişlerini sıkarak. “Cesur kadınlar, Miklós... Onlar seni ayakta tutar, anladın mı? Nem tudod megérteni.” Ardından yarı Türkçe, yarı Macarca devam etti: “Yarı Macar, yarı Türk bir kadın... Beni anlayacak biri.”
Miklós alayla başını salladı. “Hayat böyle yürümez. Macar mafyasında yer yok böyle duygusal saçmalıklara.”
Ádám içkisinden bir yudum alıp derin bir nefes verdi. “Benim için her şeyin bir anlamı var, Miklós. Én már nem akarok csak a felszínen élni. Derine inmek istiyorum. Sen bunu asla anlamazsın.”
Miklós, kardeşinin gözlerindeki ciddiyeti fark edince duraksadı. Kendi dünyasında duygulara yer yoktu; soğukkanlı, hesaplı, acımasız olmak zorundaydı. Ancak Ádám’ın söyledikleri onun kafasını kurcalamaya başlamıştı. Cesurca seven bir kadın… Bu dünyada böyle bir şey mümkün müydü?
Barın karanlık köşelerinde sessizlik daha da yoğunlaştı. Miklós gözlerini barda bir köşedeki kadına dikti, istemsizce bir iç çekti. Belki de Ádám’ın hayal ettiği türden bir kadındı o. Ama Miklós, bu hayallere kapılmayı çoktan bırakmıştı. Onun için kadınlar sadece birer ayrıntıydı, asıl önemli olan işiydi. Ádám ise gözlerindeki hayal kırıklığıyla Miklós’un asla anlayamayacağı bir dünyada geziniyordu.
"Kadınlar..." diye mırıldandı Miklós, biraz bıkkınlıkla. "Minden nő ugyanaz."
Ádám, aniden sesini yükseltti. "Nem, nem ugyanaz!" Ardından sessizleşti, içindeki hayal kırıklığı derinleşmişti. Ádám derin bir nefes aldı, Miklós’un sözleri karşısında bir an duraksadı. Gözlerini hafifçe kısarak, ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
"Nem, nem ugyanaz! Kadınlar birbirinden farklıdır, Miklós. Anladın mı? Kadınların gururu olmalı, kibir değil, gerçek bir gurur. Erken ulaşılan kadınlar hiçbir zaman beni seçmedi. Çünkü ben böyle bir kadını istemem."
Miklós, şaşkınlıkla Ádám’a baktı. Bu kadar kesin ve net konuşmasına alışkın değildi. Ádám devam etti, sesi daha da kararlı bir hale bürünmüştü:
"Kadın dediğin kendi ayakları üzerinde durmalı. Kendini koruyabilmeli. Kazanmalı. Ve sadece benim şanıma, şöhretime bağlı bir kadın istemem." Ádám gözlerini barda gezdirdi, sanki sözlerinin yankısını duyuyor gibiydi. "O kadının güçlü olması lazım, bağımsız. Benimle birlikte olmayı bir zorunluluk değil, bir seçim olarak görmeli. Eğer sadece beni ve adımı taşımak için yanımda olacaksa, o zaman ilgimi çekmez."
Miklós derin bir sessizlik içinde kardeşini dinliyordu. Onun böyle derin düşüncelere sahip olması, kafasında farklı dünyaların var olduğunu gösteriyordu. Ádám, bu dünyada işin, gücün, savaşın ötesinde bir şey arıyordu. Bir bağlılık, ama onun şartlarına uyan, gerçek bir bağ.
“Szóval te egy nőt keresel, aki nemcsak a neveddel büszkélkedik?” diye sordu Miklós, gözleri biraz şaşkınlıkla doluydu.
"Evet," diye cevap verdi Ádám, gözlerinde bir ışıltı belirerek. “Bana bağımlı olmamalı. Kendi zaferlerini kazanmalı. Eğer bir kadın kendini benim için feda ediyorsa, o zaman zaten onu hak etmiyorum demektir.”
Miklós, Ádám’ın sözlerini sindirmeye çalışırken, bu sözlerin altında yatan derinliği hissetti. Ádám, sıradan biri değildi. Onun aradığı şey, gücün ve şöhretin ötesindeydi; gerçek bir bağlılık, ama aynı zamanda özgürlüğü olan bir ilişki. Kafasındaki bu kadın, kolay ulaşılabilecek biri değildi, çünkü Ádám, zor olanı istiyordu. "Hadi dostum," dedi Miklós, aniden sessizliği bozarak. "Açık artırmaya gidelim. Orada seni oyalayacak bir şeyler buluruz."
Ádám, düşüncelerden sıyrılarak Miklós’a baktı. Başta tereddüt etti, ama Miklós’un bu ısrarı karşısında fazla direnemedi. "Nem vagyok benne biztos, Miklós. Benim böyle şeylere ilgim yok," dedi, gözlerinde hâlâ bir boşlukla.
"Boş ver, Ádám! Bu kadar ciddi olma her zaman. Hem belki de ilgini çekecek bir şey buluruz," diye cevapladı Miklós, dostça bir gülümsemeyle. "Orası senin hayalini kurduğun türde insanlarla dolu değil ama seni hayata döndürecek bir şey bulabiliriz. En azından bir şeyler satın alırsın, kafan dağılır."
Ádám istemese de bir iç çekti, sonra başını sallayarak ayağa kalktı. "İyi, hadi gidelim. Ama şimdiden söyleyeyim, benim tarzım değil."
Miklós, kardeşinin omzuna dostça bir el koyarak gülümsedi. "Bak, Ádám. Belki de tam da senin gibi düşünen biriyle karşılaşırsın. Hayat sürprizlerle doludur."
Beraberce bardan çıktılar. Şehrin sokaklarına adım atarken, Miklós’ın gözlerinde bir oyun oynamanın heyecanı, Ádám’ın gözlerinde ise hâlâ derin bir düşünce vardı. Açık artırma, bu geceyi nasıl değiştirecekti bilmiyorlardı, ama Miklós her zaman fırsatların peşindeydi. Ádám ise içten içe o fırsatların boş olduğunu düşünüyordu.
Yine de, kardeşiyle birlikte olmanın getirdiği güven hissiyle sessizce yolakoyuldular. Miklós ve Ádám'ın adımları, şehrin en büyük ihalelerinin yapıldığı gösterişli binaya yaklaştıkça hızlanıyordu. Burası, yalnızca en zenginlerin girebildiği bir dünyaydı; her köşesinde güç, servet ve nüfuz kokuyordu. Genellikle Macarlar haricinde kimse olmazdı bu tür yerlerde. Ancak bu gece farklıydı. Çok farklı. Bu sefer yalnızca parası olanların değil, idealleri ve korkusuz cesaretiyle bilinen bir kadının da dikkatleri üzerine çekeceği bir gece olacaktı.
Ayten Güleroğlu.
Diyarbakır’dan çıkmış genç bir kadın. Yirmi beş yaşında, ama taşıdığı ağırlık onu yıllar öncesinden büyük göstermişti. Babasının saltanatını abilerine bırakmayan, haksızlığa asla boyun eğmeyen bir kadın. İnce fiziği, beyaz teni ve pembe yanakları, onu çekici kılarken, en dikkat çeken özelliği kıvırcık saçları ve gülümsediğinde yanaklarında beliren gamzeleriydi. O gamzelerin ardında ise yıkılmaz bir güç, otorite ve cesaret yatıyordu.
Ayten, bu dünyanın zenginlik ve güçle dolu sahnesine, yalnızca güzelliğiyle değil, adalet ve hak mücadelesiyle çıkmıştı. Otoriter duruşu, haksızlığı asla kabul etmeyen yapısıyla tanınırdı. Mazlumun yanında olan, zulmün karşısında ise dimdik duran bir liderdi. İnsanları hakka çağırırken, zalimlere karşı korkusuzca savaşan bir kadın.
Ayten'in adı, Diyarbakır'da olduğu kadar artık Budapeşte’de de yankılanıyordu. Onun bu büyük açık artırmada olması, sıradan bir olay değildi. Ne paraya ne de güç oyunlarına ihtiyacı vardı. Buraya gelişinin başka bir amacı olmalıydı. Birçoğu, onun ihale ile ilgisi olmadığını düşünse de, Ayten'in duruşu herkesi içine çeken bir çekim yaratıyordu.
Miklós, kapıdan girerken Ádám’a döndü. “Bu gece farklı olacak, Ádám,” dedi, gözleri ışıltıyla dolu. “Baksana, burada yalnızca zenginler değil, gerçek liderler de var. Kim bilir, belki senin aradığın o cesur kadın buradadır.”
Ádám, kardeşinin bu sözlerine bir şey söylemedi, sadece etrafa göz gezdirdi. Otoriter, güçlü ve bağımsız bir kadın arıyordu; kim bilir, belki de Miklós’un söylediklerinde bir doğruluk payı vardı. Bu gece, yalnızca bir ihale değil, kaderin yazılacağı bir geceolabilirdi. Ayten, üzerinde deli mavisi bir elbise ile salona adımını attığında, gözler doğal olarak ona çevrildi. Elbise, bedenine tam oturuyor, ince askıları zarif omuzlarını ortaya çıkarıyordu. Saçları tepeden sıkıca toplanmış, sade ama etkileyici bir topuz yapılmıştı. Yüzünde ise hafif bir makyaj vardı; fazlasına gerek yoktu, zaten dikkatleri üzerine çekiyordu. Diyarbakır'da bu şekilde giyinmek, hele ki Ayten gibi bir kadın için cesur bir tercihti. Diyarbakır’ın kapalı ve muhafazakâr yapısına rağmen, o her zaman kendine özgü bir duruş sergilemişti. Zira Ayten, Diyarbakır'ın ağası olan bir adamın kadını, başka şehirlerin ise hanımıydı. Böyle bir konumda, her adımı olay olur, her kıyafeti konuşulurdu.
Salonda bulunan herkesin bakışları üzerinde toplanmıştı. Kadınlar onu kıskanıyor, erkekler hayranlıkla izliyordu. Ancak Ayten’in tek bir şeye odaklanmıştı, o da birazdan açık artırmaya çıkacak olan paha biçilemez tabloydu. İlgi alanında başka hiçbir şey yoktu; ne gözler, ne fısıltılar, ne de dikkat çekmeye çalışan bakışlar... O sadece o tablonun peşindeydi. Osmanlı saltanatından kalma, yıllar boyunca gören herkesin büyülendiği, paha biçilemez bir eserdi. Ayten, bu tablonun kendisine ait olması gerektiğini hissediyordu.
İçinde tarifsiz bir arzu kabarıyordu. "Bu tablo benim olmalı," diye düşündü. Onu istiyordu, hem de her şeyden çok. Eline düşen mirasın ya da sahip olduğu zenginliğin bir kısmını harcayarak bu eseri satın almak onun için basit bir meseleydi. Sonuçta, kardeşlerinin kadınlara harcadığı paranın çok daha azıydı bu.
Ayten gözlerini tablodan ayırmadan, salona hafif bir adım daha attı. Onu çevreleyen dünya yavaş yavaş uzaklaşıyor, sadece o tablo kalıyordu zihninde. "Bu gece bu tabloyu alacağım," diye fısıldadı kendi kendine. Ve işte, açık artırma başlamak üzereydi. Açık artırma salonunda gerilim giderek artıyordu. Ayten, mavi elbisesinin içinde dimdik durarak nefesini tutmuş, sunucunun sözlerine odaklanmıştı. O tabloyu almak için gözünü karartmıştı. "Ne olursa olsun alacağım," diye fısıldadı kendi kendine, gözlerini salondaki diğer insanlardan ayırmadan. İçindeki hırs, her geçen saniye daha da büyüyordu.
Sunucu, gür sesiyle başladı: "Efendim, sıradaki eser Osmanlı saltanatından kalma bir tablo. Açılış fiyatımız... 50 bin lira."
Ayten hiç tereddüt etmeden elini kaldırdı. "50 bin!" dedi kararlı bir ses tonuyla.
Salonda kısa bir fısıltı yayıldı. Birkaç kişi dönüp Ayten’e baktı ama o, gözlerini tablodan ayırmıyordu.
Sunucu devam etti, "50 binden 55 bin var mı?"
Bir sessizlik oldu, Ayten derin bir nefes aldı. Tam rahatlamaya başlamıştı ki, salondan tanımadığı bir adamın eli aniden havaya kalktı. "55 bin!" dedi adam, sert bir şekilde.
Ayten'in gözleri anında adamı buldu. Yabancı, dikkatini çekmeyecek kadar sıradan biri gibi görünüyordu, ama bu beklenmedik hamle onu rahatsız etmişti. Adamın kararlılığı Ayten’i daha da hırslandırdı. Kaşlarını çattı, dişlerini sıktı. O tabloyu almak zorundaydı.
Sunucu hemen devam etti, "55 bin! Daha yüksek bir teklif var mı?"
Ayten tereddüt etmeden elini tekrar kaldırdı. "60 bin!" dedi, sesi soğuk ve kararlıydı.
Adam yine hiç beklemeden elini kaldırdı. "65 bin!" dedi aynı kararlılıkla.
Bu karşılıklı hamleler Ayten’in içindeki hırsı daha da körüklüyordu. Artık sadece tabloyu almak değil, bu adamı yenmek de istiyordu. "Nedir bu adamın derdi?" diye düşündü.
Ayten, derin bir nefes aldı ve tekrar elini kaldırdı. "70 bin!" dedi, sesinde meydan okuyan bir ton vardı.
Adam ise bu sefer hafif bir gülümsemeyle ona baktı. Gözleri soğuk, ifadesi kayıtsızdı. Sonra elini tekrar kaldırarak "75 bin!" dedi.
Bu durum Ayten’in kanını kaynatıyordu. Salonun atmosferi gitgide daha ağır bir hale geliyordu. Artık iş sadece bir tablo almak olmaktan çıkmış, bir onur meselesine dönüşmüştü. Ayten adamın gözlerine dik dik bakarak elini bir kez daha kaldırdı.
"80 bin!" dedi, sesi artık sabırsız ve öfkeli çıkıyordu.
Adam yine hiç vakit kaybetmeden elini kaldırdı. "85 bin!" diye tekrarladı sakin bir şekilde.
Ayten’in yüzü kızarmaya başlamıştı. Bu adamı yenmeden buradan çıkmayacaktı. "Neden bu tablo için bu kadar hırs yapıyor?" diye düşünüyordu.
Adamın yüzüne bir kez daha baktı. Onunla göz göze geldiğinde adamın sakin ve kendinden emin duruşu onu daha da öfkelendirdi.
Sonunda, Ayten kendini toparladı, derin bir nefes aldı ve elini bir kez daha kaldırarak, "90 bin!" dedi, sesi bütün salonu doldurdu.
Adam bu kez hafifçe başını salladı, sanki beklediği an gelmiş gibiydi. Fakat, Ayten tam rahatlayacakken adam bir kez daha elini kaldırdı ve sakin bir şekilde, "100 bin!" dedi.
Ayten’in içindeki öfke patlama noktasına gelmişti. Bu adam kesinlikle onu kışkırtıyordu. Gözlerini adamdan ayırmadan elini kaldırdı ve "110 bin!" diye bağırdı.
Salonda herkes nefesini tutmuştu. Açık artırmanın tansiyonu iyice yükselmişti, herkes bu iki kişinin arasındaki gerilimi hissedebiliyordu. Ayten, bu tablodan vazgeçmeyecekti, ne pahasına olursa olsun! Adam, Ayten’in üzerine diktiği gözlerle bir an duraksadı, sonra büyük bir özgüvenle elini tekrar kaldırdı. "1 milyon!" dedi, sesi tüm salonda yankılandı. Herkes donup kalmıştı. Bu, sadece büyük bir teklif değil, adeta meydan okuma gibi görünüyordu.
Ayten, bu ani ve yüksek teklif karşısında şok oldu. Dudakları aralandı ama kelimeler çıkamadı. Bir an ne yapacağını bilemedi. Sonra adam, Ayten’e dönerek hafifçe eğildi ve sakin bir şekilde, "Ve bu tablo, bu güzel hanımefendiye hediyem olsun," dedi.
Salondaki fısıltılar anında yükseldi. Herkes bu cömert ama beklenmedik hareketi konuşmaya başlamıştı. O an, Ayten sadece tablonun fiyatından değil, adamın bu cüretkar jestinden de etkilenmişti. Daha önce hiç kimse ona böyle bir hediye vermemişti, hele ki böylesine değerli bir şey.
Yanındaki arkadaşı ise adamın bu kadar büyük bir jest yapmasına şaşkınlıkla tanıklık ediyordu. "İlk defa onu bir kadına böyle bir hediye verirken görüyorum," diye fısıldadı kendi kendine. Adam, normalde kimseye böyle bir ilgi göstermezdi, hele ki bir kadına. Ama bugün her şey farklıydı.
Ayten, yavaşça derin bir nefes aldı. Bu teklif, onun gururuna dokunmuştu ama bir yandan da etkilenmişti. Adamın gözlerine baktığında orada bir meydan okuma, bir oyun vardı ama aynı zamanda derin bir ilgi de hissediliyordu. Teklifini kabul etmeli miydi, yoksa bu oyunu devam ettirmeli miydi?
Salondaki herkes onların bir sonraki hamlesini beklerken, Ayten derin bir sessizlik içinde ne yapacağını düşünüyordu. Adam, Ayten’e doğru bir adım daha yaklaştı. Salondaki herkesin bakışları üzerlerindeydi. Bir an duraksadı, derin bir nefes aldı ve Macarca konuşmaya başladı, sesi alçak ama kararlıydı:
"Ez a gyönyörű hölgy, őrizze meg az emlékemet egy életen át." (Bu güzel bayan, benim hatıramı bir ömür boyu saklayın.)
Ayten, ne dediğini anlamasa da adamın tonundaki ciddiyet ve zarafet ona dokunmuştu. Sözlerinin anlamını bilmeden bile kalbinin hızlandığını hissetti. Adam, gözlerini Ayten'den ayırmadan devam etti:
"Az emlékek elhalványulnak, mint az emberek." (Hatıralar, insanlar gibi unutulur.)
Bu sözler salonda yankılanırken, Ayten adamın gözlerine bakarak bir an durdu. İçinde bir şeyler kıpırdandı. Bu sözler, sadece bir hediye değildi; daha derin bir anlam, belki de geçmişe dair bir acı taşıyordu. Adamın kendine özgü havası, Ayten’in tüm dikkatini üzerine çekmişti.
Kelimelerin gücüyle salon bir anda sessizleşmişti. Herkes bu anın ne kadar özel olduğunu fark etmişti, ama en çok da Ayten. Bir tablodan çok daha fazlası vardı bu anda—belki bir başlangıç, belki de bir son. Ama adamın söyledikleri zihnine kazınmıştı: "Hatıralar unutulur, insanlar gibi."
|
0% |