Hayat denilen bu kavram herkese aynı davranmıyor maalesef. Kimisi iyi bir hayat yaşarken, kimisi cehennemden farksız bir hayat yaşar ve bizim buna yapacağımız hiçbir şey yoktur. Ya elimizden bir şey gelmez ya da elimizdeki mutluluk dediğimiz küçük şeyin elimizden koparılıp alınışını bir seyirci gibi izlemekten başka bir şey yapamayız. Peki, elimizde olsa koparılıp alınmasına izin verir miyiz?
Bu soruya verecek bir cevabım yok maalesef. Bazı soruların cevaplarına ulaşamayız. Peki ya ulaşamazsak? O zaman bu problemler olur muydu? Olmazdı. Bazı sözler verilmeseydi, belki de başka bir kader yaşardık.
Peki, en büyük çaresizlik bu değil mi? Kendi hayatının kararını başkalarına bırakmak, onların isteğiyle yaşamak en büyük mutsuzluk değil mi? Bu hayatta herkes kendi yaşadığı acıyı büyük yaşar, kendini onca ağırlığın altında gibi hisseder.
Peki bu acının tarifi olur mu? Olmaz mı?
Ben Semra, annesinin küçük savunmasız, babasının büyüyüp kadın olacak kadar büyük olan kızı.
Ben Semra, yaşıtları oyuncaklarıyla oynarken evliliğe mahkum bırakılan.
Ben Semra, annesinin mecbur olduğu, babasının istemediği kız.
Ben Semra, evlenmek için küçük bedel ödemek için büyük olan bedeli ödeyen.
Ben Semra, 13 yaşına kadar lise okuyup daha sonra okulundan koparılan küçük kız.
Ben Semra, babasının sevmediği, abisinin oyununa kurban giden.
Ben Semra, 15 yaşında kendimden büyük dertler taşıyan.
Ben Semra, okumak için çabalayan ancak okuyamayan.
Ben Semra, işte bu benim hikayem.
Ben Semra, işte başlıyor kara talihim.
Her gece uyumadan önce herkesin şatafatlı odasına rağmen, bana dar, kahverengi bir penceresi dahi olmayan kasvetli odada yaşayan o kızım.
Sahi, benim suçum neydi? Ne gibi bir hata yapmıştım ki böyle bir muameleye maruz kaldım? Kız olmam mı? Yoksa güzel olmamam mı? Yoksa erkek olarak doğmamış olmam mı? Bilemiyorum.
Sahi, ben bunu hak edecek ne yapmıştım? Diye sorguluyorum. Onların sevgisini hak etmeyecek ne yapmıştım? Küçüklüğümden beri hiçbir zaman kavgacı veya utanılacak bir evlat olmamıştım. Ancak hatalı, hatasız bütün her şeyde hatalı gösterilen hep ben olmuştum. Babam, abimler bir şey yapsalar beni azarlar, beni döverdi. Beni aç bırakır, beni sevmezdi. Ben ne yaparsam yapayım hep hor görülen, sevilmeyen ben olmuştum.
Adım Semra, 15 yaşındayım. Annem, babam, abilerim ve amcalarım ve onların aileleriyle birlikte yaşıyoruz.
Evimiz büyük, amma huzuru ihtişamı kadar büyük mü diye sorarsanız eğer cevabım hayır olurdu. Babam beni sevmez çünkü kız olarak doğmuşum onun tabiriyle desek, "Erkek adamın oğlu olur, kızı değil." Babam beni hiç sevmez. Beni nerede görse azarlar, benim uğursuz olduğumu söyler.
Bu sözü her ne kadar çok duysam da, her duyduğumda gözlerim yaşarır, kalbim acır ve sonu her zaman olduğu gibi ağlamakla biter. İnsan acıyı tattıkça büyür derler, ben aksine daha da çocuklaşıyorum.
Bu gün her zamanki gibi erken kalkmıştım. Elimi yüzümü yıkayıp aşağıya indim. Babam ve amcamlar kahve içiyor, annemler de etrafı temizliyordu.
Ben de annemlerin yanına geçtim. Genellikle erken kalkmam, babamın beni sabah sabah görüp tadının kaçmasını istemezdim. Mutfaktaki masaya oturup bir lokma bir şeyler koyacaktım ki, birden babamın gür sesini duymamla irkildim. Annem ve yengelerim, babaların yanına gittiler.
"Nasıl olur Hamza, benim oğlum nasıl Azadoğulları`nın kızını kaçırır! Hemen gelirim, oğlumun başına bir şey gelmesine asla izin vermem."
Babam, abimin düşman aşiretin kızını kaçırdığını ve heyetin kurulduğunu söyledi. Duyduğum iri adımlarla heyet bulunan yere gittiğini annemden öğrendim. Annem gözyaşlarına hakim olamamış, ağlamaya başlamıştı. Onu teskin etmeye çalıştım. Amma benim de içimde bir huzursuzluk vardı. Aradan saatler geçmişti ve halen babam, abim ve amcalarımdan bir haber alamamıştık. Biraz sonra kapı açılmıştı, kapıdan içeriye babam, abim ve amcalarım gelmişti. Sonucun halledildiğini ve abimin düğünü olacağını söylediler.
Son cümleye kadar her şey normaldi. Ancak son cümle, sanki bütün ruhumu elimden almıştı. Benim berdel olarak seçildiğimi söylediler. Babamın ayaklarına kapanıp yalvardım: "Baba, baba ne olur bunu bana yapma, ne olur." diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ona yalvardım, aralıksız ağlıyordum. Babam bana bunu yapamazdı, bu kadar zalim ve gaddar olamazdı. Amma olmuştu.
Babam üzerime ilerleyip bana yaklaştı, ben ağzımı açacaktım ki sol yanağımın uyuştuğunu hissettim. Babam bana okkalı bir tokat atmıştı. Sol yanağım uyuşmuş, kafam sağ tarafa doğru eğilmişti. Babam yeniden vurdu. Bu sefer sağ yanağımdan hissettiğim acı beni afallatmıştı. İkinci tokat daha sertti ve bana bağırarak: "Ne zamandan beri bu evde benim sözümün üzerine söz söylenir olmuş!" dedi hiddetle. Üzerime gelmeye devam etti. Boğazıma yapıştı ve soluksuz kalacağımı bilerek daha da sıkmaya başladı. Nefessiz kaldım, bir an öleceğimi düşündüm ama olmadı. Beni bıraktı ve tiksindirici bir tonda: "Sen bundan sonra Kenan`la evleneceksin." dedi.
Bu dediği adam buraların en kötü ve katı insanıydı. Babamın ayağına kapandım: "Yapma baba." dedim. Yalvardım: "Ne olur baba, ne istersen yaparım." dedim. Gözlerim yaşlardan görünmüyordu. Kendi gözyaşlarımın içinde boğuluyordum. Babam beni ite ite odaya götürdü ve saatlerce acımadan dövdü, hiç acımadan. Sanki karşısında kızı değil, en nefret ettiği düşmanı varmış gibi. Hunharca, acımadan, elindeki bütün gücü kullanarak dövdü. Kaburgalarımın kırıldığını zannettim, ölmek istedim ama ölmememe izin vermezdi. O ne isterse o olurdu! Ben kimdim ki bu konakta söz sahibi olayım? Köpek benden daha fazla saygı görüyordu. Babam hep: "Bu
Yetimhanenin karanlık pencerelerinden sızan soluk ışıklar, içerideki atmosferin kasvetini daha da derinleştiriyordu. Uykunun en derin anındayken, soğuk ve sert bir el omzuma yapıştı. Gözlerim hızla açıldı ve karanlığın içinde nöbetçi görevlinin yüzünü seçtim. Bana doğru eğilmiş, sert bakışlarıyla uyanmamı emrediyordu. Aniden beni iterek yataktan düşürdü. Zaten dün aldığım ceza yüzünden açtım ve sinirlerim iyice gerilmişti. Yattığım yerden kalkarken bedenimde hissettiğim ağrı, içeride bastırmaya çalıştığım öfkenin önüne geçemedi. Görevlinin alaycı gülüşünü gördüğümde sabrım tükendi. Saniyeler içinde ayağa kalktım, o sırada etraftaki gölgeler neredeyse donmuş gibi hissediyordu.
Görevlinin saçlarından sertçe yakaladım ve tüm gücümle onu duvara savurdum. Başını çarpan görevlinin sendeleyip yere yığılmasını izlerken içimdeki öfkenin bir nebze de olsa tatmin olduğunu hissettim. Ancak bu yetmedi. Şimdi, daha fazlasını istemeyen bir yanım vardı. Hızla müdürenin odasına doğru ilerledim. Koridorların boşluğunda yankılanan adımlarımın sesi, içerideki herkesin kulaklarında çınlayacak kadar keskin ve tehditkardı.
Odaya vardığımda kapıyı tekmeleyerek açtım. İçeride birkaç kişi vardı. Müdürenin yanı başında iki adam oturuyordu. Onların arasındaki kadınsa sert bir ifadeyle bana bakıyordu. O an, orada olmamam gerektiğini, ama bir şekilde her şeyin tam da buradan başladığını hissettim.
Adamın birisi sakin bir şekilde dudaklarını araladı ve gözlerini bana dikerek konuştu: "Sonunda Alfa’yı bulduk... Seneler sonra." Sesindeki soğukkanlılık, beni hiç olmadığı kadar tetikte olmaya zorladı. Gözlerim kısıldı, ne demek istediklerini anlamaya çalışıyordum. Ama bir şeyler çoktan değişmeye başlamıştı.
Odaya yayılan gergin hava, sanki duvarları bile sıkıştırıyor, içimdeki ürpertiyi derinleştiriyordu. Müdürenin odasındaki ışık bile sanki üzerimde ağır bir yük gibi hissediliyordu. Artık sıradan bir yetimhane çocuğu olmadığımı, içimde taşıdığım karanlığın farkına vardıklarını anlamıştım. Fakat bu durum, olayların seyrini tamamen değiştirecekti.
“Alfa,” diye fısıldadı diğer adam, neredeyse alay edercesine. Odanın kapısı, dışarıdaki sessizliğe inat, ağır bir şekilde kapandı. Buradan çıkamayacağımı biliyordum. Ama onların da burada kalamayacağını… İçimde bir fırtına kopuyordu ve bu fırtına herkesi sürükleyecekti.
Vehbi ağır adımlarla odaya girdi. Sessizlik, ayak seslerinin yankısıyla bozuldu. Kapı aralandığında odadaki soğuk hava daha da ağırlaştı. Zümrüt Hanım, hâlâ genç kadının saçlarından tutmuş, yüzünde zafer dolu bir ifadeyle kocasını izliyordu. Vehbi, bakışlarını genç kadının kanlı dudaklarına kaydırdı, ardından gözleri karanlık ve soğuktu. O an, ne bir acıma ne de bir pişmanlık izi vardı yüzünde.
Kadın titreyerek gözlerini yerden kaldırdı, Vehbi’nin acımasız gözlerine baktı. Kalbindeki son umut kırıntısı da o bakışla beraber sönmeye başlamıştı. Vehbi`nin adımları odanın içinde yankılandı. Sanki her adımı kadının kalbine çakılan bir çivi gibiydi. Bir an duraksadı, nefes aldı, ve hiçbir duygu göstermeyen bir sesle üç kelimeyi arka arkaya söyledi:
“Boş ol. Boş ol. Boş ol.”
Sözler odanın içinde yankılandı, her biri bir tokat gibi kadının yüzüne çarptı. Zaman donmuş gibiydi. Kalbinin ritmi hızlandı, başı döndü. Bu üç kelime, yılların acısını, hayal kırıklığını ve korkuyu taşımıştı. O anda Vehbi`nin sözleriyle sadece bir evlilik değil, kadının hayatı da paramparça olmuştu. Artık geriye kalan tek şey, bir yıkıntıydı.
Zümrüt Hanım, zaferle dolu bir gülümsemeyle saçlarını bıraktı. “İşte bu kadar,” diye fısıldadı, sanki zaferini ilan ediyormuş gibi. Genç kadın gözyaşlarına boğuldu. Her şey bitmişti. Ama bu bitiş, sadece bir evliliğin sonu değil, tüm umutlarının tükenişiydi. Yavrusunun yokluğu, kocasının ilgisizliği, kaynanasının acımasızlığı... Hepsi birleşmişti. Şimdi ise ortada sadece kırık dökük bir hayat kalmıştı.
Vehbi, arkasına bile bakmadan kapıya yöneldi. "Bu kadarı yeter," dedi, soğuk ve duygusuz bir sesle. Sanki hiçbir şey olmamış gibi odadan çıkıp gitti. Korumalar kapıda bekliyordu. Zümrüt Hanım onlara bir işaret etti, genç kadına yaklaşarak kollarından tutup onu ayağa kaldırdılar. O, ne direnebildi ne de konuşabildi. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, sessizce kaderine razı gelmekten başka bir şey yapamıyordu.
Ama kalbinin derinlerinde, bir yerlerde bir isyan filizleniyordu. Bu sadece bir son değil, bir başlangıç olmalıydı.
Şanlıurfa`nın Sessiz Çığlığı: Zerda`nın Karanlık Günleri
Şanlıurfa, öğle güneşinin altında Batman Ağa`nın kurkremesiyle yankılanıyordu. Ağa, kasabanın her köşesine hâkim olan gücüyle bilinir, en ufak ses bile onun izni olmadan çıkmazdı. İnsanlar, onun adını fısıldarken bile nefeslerini tutar, başlarını öne eğerlerdi. Ancak bugün, kurkremenin yankısından daha derin ve uğursuz bir ses vardı: Feryat ve korkunun boğuk uğultusu.
Olay, öğle saatlerinde patlak verdi. Kasabanın çeperinde, tozlu yolların birinde, çöplerin oluşturduğu dağınık bir yığının kenarında, Zerda`nın yaralı bedeni bulundu. Kızın yüzü gözleri yara bere içindeydi. Derisi morarmış, gözlerinin altında derin kesikler, kan izleri vardı. En çok dikkat çeken ise, bacağının iç kısmından süzülen kanın yere karışarak oluşturduğu kırmızı gölcüktü. Bu kan izi, hem kızın yaşadığı dehşetin sessiz bir tanığı hem de kasabaya yayılan korkunun kaynağıydı.
Zerda, Batman Ağa`nın kızıydı. Güzelliği ve masumiyetiyle bilinen Zerda, kasabanın gençlerinin hayallerini süslerdi. Ancak, şimdi o hayaller korkuyla karışmıştı. Zerda’nın gözlerinde, yaşadığı korkunun gölgesi hala titriyordu. Kızcağız, kıpırdayacak hali kalmamış, o solgun bedeniyle yerde yatıyordu. Kimse ona ne olduğunu anlamıyordu, ama herkes hissetti: Bu, bir intikam hikâyesiydi.
Ağanın kendisi de olay yerine geldiğinde, yüzündeki öfke ve utanç bir arada görünüyor, gözleri adeta ateş saçıyordu. Kasaba halkı, Ağanın güçlü iradesinin böyle kırıldığını ilk defa görüyordu. Gözlerinde, hem kızı için duyduğu endişe hem de ona bu kötülüğü yapanlara duyduğu kin vardı. Hemen emirler yağdırdı; etrafta ne kadar adamı varsa, Zerda’ya bunu yapanı bulmak için harekete geçti.
Zerda`nın etrafında toplanan kalabalık, bir fısıltıyla kaynıyordu. Herkesin aklında tek bir soru vardı: Kim? Ve neden? Dedikodular, olayın vahşiliğiyle birlikte kasabanın her köşesine yayıldı. Kimileri, bunun Batman Ağa`ya karşı bir meydan okuma olduğunu söylüyordu; kimileri ise Zerda’nın bir yasak aşkın kurbanı olabileceğini... Ama gerçek, bu dedikoduların ötesinde, derinlerde bir yerde gizleniyordu.
Bu olay, Şanlıurfa`nın derinlerinde kök salan eski yaraları yeniden kanatmıştı. Kasaba, artık eskisi gibi olmayacaktı. Herkes, Ağanın yapacağı hamleyi bekliyordu. Zerda`nın yaralı hali, adeta kasabanın ruhunda açılan bir yara gibiydi. Ve herkes biliyordu ki, bu yara kapanmayacak, aksine daha da derinleşecekti.
Ağ
Ayten Güleroğlu, Diyarbakır`ın bilinen Ayten Ağası olarak anılır; İstanbul`da ise ona Ayten Hanım derler. Kendi topraklarında fırtınalar estiren, zeki ve cesur bir kadındır. Onun sertliği, memleketinin kültürü kadar yerleşiktir, ama nerede olursa olsun, asaletinden asla ödün vermeyen bir duruş sergiler. Henüz beş yaşındayken, kaderini çizmişti; cesur, kararlı, ve idealleri olan bir kadındı. Babası, aşiretin sıkı kurallarına bağlı bir kadıydı, ancak o kurallara rağmen Ayten, eğitim almayı başardı. Diplomasını gururla eline aldığında, bir kadının neler yapabileceğini herkese göstermişti.
Ayten’in hayatı, babasının ölümünden sonra bir kez daha değişti. Ağalığı devralmak, erkeklerin dünyasında pek de hoş karşılanan bir şey değildi. Özellikle ağabeyleri tarafından... Onlar, Ayten’in bu rolü üstlenemeyeceğini düşündüler. Ama Ayten, onlara yanıldıklarını kanıtladı. Kendi hakkını kimseye vermeyecek kadar güçlüydü. "Yapamazsınız," dedikleri an, o bir adım öne çıktı ve ağalığın tüm yükünü omuzladı.
Güzelliği, adı gibi dillere destandı. Kahverengi gözleri, onun bakışlarına derin bir anlam katardı. Kaşları mükemmel bir yay gibi durur, belirgin elmacık kemikleri ve dolgun dudakları yüzüne başka bir zarafet katardı. Boynu ince ve zarifti, ve hafif gamzeleri, kıvırcık saçlarıyla güzelliği adeta taçlanırdı. Ona "ince" diyenler de vardı, ama Ayten Güleroğlu, zarafetin ve inceliğin bedende değil, insanın taşıdığı kalitede olduğunu bilirdi.
Hayatı kadar düzenliydi. Dışarıdan soğuk ve uzak görülebilirdi; dramatikti belki de. Ama içten içe duygularla dolu bir kadındı. Onun bu düzeni, disiplinli ve profesyonel yapısıyla birleşince, Ayten Güleroğlu, yalnızca bir kadın değil, bir lider, bir güç, ve kendi kaderini elleriyle şekillendiren bir efsane olmuştu.
Bir hikayeden daha fazlası ablasının düğünden kaçması ile evlenmek mecburunda kalan Sevilay bir kaç gün sonra kocası ölür ve kayını ile evlenmek mecburunda kalır