Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm

@aytengul

 

Merhaba canlarım yorumlar gelsin lütfen..

 

Sezai dışarıdan bakıldığında güçlü, sert ve sarsılmaz bir adam gibi görünüyordu. Onu tanıyan herkes, onun sağlam duruşuna, keskin bakışlarına ve her durumda kontrolü elinde tutan tavrına hayran kalırdı. Ama kimse, bu sert kabuğun ardında saklanan yaralı çocuğu göremezdi. Sezai’nin yaraları derindi; çocukluğundan beri taşıdığı, her gün biraz daha büyüyen, hiç kapanmayan yaralar. Güçlü bir adam olmasının ardında, kendisini koruyacak başka bir kalkanı olmadığı için inşa ettiği sertlik yatıyordu.

 

Oysa kimse sormazdı, Sezai'nin ne yaşadığını, onu böylesine sarsılmaz bir duvarın ardına neden saklandığını. Herkes dışarıdan gördüğüne inanmak isterdi; güçlü adamın ardındaki acı, kimsenin merak konusu bile olmazdı. Ama Sezai, her gece başını yastığa koyduğunda, geçmişin hayaletleri birer birer karşısına çıkar, onu sıkıştırırdı. Her biri, ruhunda bıraktığı izleri hatırlatır, onu daha da derin bir karanlığa çekerdi.

 

En net hatırladığı şeylerden biri, o yağmurlu geceydi. Henüz beş yaşındayken, elindeki çatalı kazara düşürdüğü için babası onu dışarı atmıştı. Sezai’nin küçücük bedeni soğukla savaşırken, o yaşta bile öğrenmişti, hayatta kalmanın bedelini. İçeride oturup ısınmak bir lüks, hata yapmak ise ölümcül bir suçtu onun için. O gece, bedenini saran buz gibi havanın içinde, çocuk ruhu da soğumuştu. O günlerin üzerinden yıllar geçmesine rağmen, Sezai hâlâ soğuk havalarda içini bir ürpertinin kapladığını hissederdi. Sanki geçmişi, her nefesinde ona bir tokat gibi vururdu.

 

Ama en ağır darbeyi 15 yaşında yedi. Babasının onu 70 yaşındaki bir adama teslim etmesi, Sezai’nin hayatındaki en büyük kırılma noktası olmuştu. Adamın elinde yaşadığı o korkunç gece, Sezai'nin insanlara duyduğu güvenin son kırıntılarını da yok etmişti. Sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da istismar edilen bir çocuktu o. Sabah olduğunda, tüm şehir onun çıplak, yaralı bedenini görmüştü, ama kimse Sezai'nin içindeki çığlığı duyamamıştı. Kamçı izleriyle dolu vücudu caddede yatarken, o çocuk bir daha asla aynı olmayacaktı.

 

Rahmi Halkaç, üvey babası, onu o caddeden alıp eve götürdüğünde Sezai’nin bedenini kurtarmıştı belki ama ruhunu kurtaramamıştı. O an, Sezai'nin içinde bir şeyler sonsuza dek kırılmıştı. O gün ona yardım eden tek kişi Rahmi olmuştu, ama bu yardıma rağmen Sezai'nin içindeki boşluğu hiçbir şey dolduramıyordu. Öz babası onu sevip korumak yerine ona en büyük acıları yaşatmıştı. Peki ya üvey babası? Belki öz babası olsaydı, bu kadar merhametli davranmazdı. Rahmi ona şefkat göstermişti, ama Sezai o şefkatin bile arkasında bir beklenti arıyordu. Güven, onun için artık sadece bir yanılsamaydı.

 

Şimdi Sezai’nin hayatına bakanlar, güçlü ve sarsılmaz bir adam görüyordu. Ama kimse onun içindeki savaşları, geçmişin gölgelerini bilmiyordu. O sert bakışlarının ardında, her an paramparça olmaya hazır bir ruh saklıydı. O ruh, geceleri sessiz çığlıklarla haykırırdı. Kendi mezarını kazmaya zorlanan o küçük çocuk, hâlâ Sezai'nin içinde yaşıyor, her an onu yutmak için bekliyordu.

 

Laçin’in gözlerinde kendini gördüğünde Sezai’nin zihni karışmaya başladı. Güçlü görünmek onun için bir zırh gibiydi, ama Laçin, onun bu zırhının altına bakmayı başarmıştı. Sezai, her ne kadar kendi içindeki acılardan kaçmaya çalışsa da, Laçin’in bakışları onu tekrar o karanlığa çekiyordu. Laçin, Sezai'nin saklamaya çalıştığı her yarayı açığa çıkarmaya kararlı gibiydi.

 

İçinde taşıdığı bu korku ve acıyla, Sezai ilk kez savunmasız hissediyordu. Laçin, onu tanıyordu, belki de Sezai'nin kendisini tanıdığından daha iyi. Her adımı, her bakışı, Sezai'nin yaralarını daha derine inip keşfediyordu. Ve Sezai, bu kez kaçamayacağını biliyordu.

 

Gerilim arttıkça, Sezai’nin dünyası sallanıyordu. O sarsılmaz dediği duvarlar yıkılmaya başlıyor, altındaki kırılgan ve yaralı çocuk ortaya çıkıyordu. Laçin, bu savaşın içinde ona karşı en büyük silahını kullanıyordu: Sezai'nin zayıflıklarını. Ama bu kez her şey farklıydı. Sezai, o duvarların yıkılmasına izin verir miydi? Yoksa Laçin’le bu savaşta kaybolup gidecek miydi?

 

Gerilim ve acı, Sezai'nin her hücresinde yankı yapıyordu. Gölgeler onu sardıkça, yüzleşmekten korktuğu geçmişi adım adım ortaya çıkıyordu. Sezai, artık eskisi gibi kaçamayacağını hissediyordu. Bu kez savaş kendi içinde yaşanıyordu.

Sezai, sabahın ilk ışıklarıyla evinden sessizce çıkarken, içinde onu kemiren tanıdık bir boşluk vardı. Her zamanki gibi, yolu mezarlığa düşmüştü. Yine elinde mor menekşeler vardı, babasının en sevdiği çiçekler. Öz babası ona sevgisini hiç göstermemişti; ama Sezai, onu öz babasından çok seven adama, babasına her sabah bu menekşeleri getiriyordu. Sessizce mezarın başına vardığında, çiçekleri özenle toprağın üzerine bıraktı. Yüreği sıkışıyordu. İçinde biriken tüm acıyı, kelimelere dökmek istedi. Mezar taşının karşısına geçti ve alçak bir sesle konuşmaya başladı:

 

“Baba… Sen olmadan her şey çok zor. Beni hep sen ayakta tuttun, beni sevdiğini hissettirdin. Şimdi ben buradayım, ama sen yoksun. Beni o cehennemden sen çıkardın, bana bir hayat verdin. Ama şimdi ne yapacağımı bilemiyorum.”

 

Sezai’nin sesi titredi. Ellerini mezarın üzerine koydu, parmakları soğuk toprağı hissederken gözlerinde biriken yaşları tutmakta zorlanıyordu. "Hep güçlü olacaksın derdin, ama baba, gücüm tükeniyor. Dayanmak her geçen gün zorlaşıyor. Her sabah seninle konuşmaya geliyorum, ama seni yanımda hissedememek, beni içten içe öldürüyor."

 

Gözlerini sıkıca kapadı. Bir an için babasının yanında olduğunu hayal etti, onun güven dolu bakışlarını ve babacan tavrını yeniden hatırladı. “Bana hep, ‘Hayat acımasızdır ama sen daha güçlü olacaksın,’ derdin. Ama bazen o kadar zor ki… İçimde bir boşluk var, senin doldurduğun o yer şimdi koca bir yara gibi.”

 

Sezai, dizlerinin üzerine çöktü, elleriyle toprağı sıktı. Sanki bu şekilde babasına daha yakın olabileceğini, onun yokluğunu bir an olsun unutabileceğini düşündü. “Keşke burada olsaydın, baba. Sen hep beni korudun, kolladın. Şimdi ise sensizim. O kadar yalnızım ki… Her gün seni arıyorum, ama bulamıyorum.”

 

Rüzgar hafifçe esti, ağaçlar yapraklarını salladı, ama Sezai bu sessizlikte bile babasının sesini duymak istercesine bekledi. Gözlerini açtı ve mezar taşına baktı. Orada babasının ismi yazılıydı, ama o isim Sezai’nin içindeki boşluğu dolduramıyordu.

 

“Teşekkür ederim, baba. Hayatımı kurtardığın, beni sevdiğin için. Eğer sen olmasaydın… bilmiyorum, nasıl hayatta kalırdım.”

 

Sezai'nin sesi hafifçe kısıldı. Artık boğazına düğümlenen kelimeleri zor çıkıyordu. O mezarın başında, yine yalnızdı. Ama biliyordu ki babası, her ne kadar bu dünyada olmasa da, onu bir yerden izliyor olmalıydı.

 

 

 

Sezai, ellerini toprağın üzerinde gezdirirken kendi kendine mırıldandı: "Bir çocuğu sevmek için illa ki biyolojik babası olmak gerekmiyordu, değil mi baba?" Gözleri buğulanmıştı. İçinde taşıdığı acıyı ve boşluğu bir kez daha hatırladı. Rahmi Alkoç, ona kan bağıyla bağlı değildi, ama Sezai’ye sevgiyi, şefkati ve korumayı öğreten tek insandı. Gerçek babası, onu sadece acıyla tanıştırmışken, Rahmi ona huzuru getirmişti.

 

"Sen bana her zaman bir baba oldun. Biyolojik bağın hiçbir önemi olmadığını seninle öğrendim. Sevgiyi kan bağı belirlemez, baba… Sen bana bir hayat verdin, beni korudun. Benim asıl babam sendin."

 

Sezai’nin boğazı düğümlendi. Yıllarca taşıdığı yükler bir kez daha omuzlarına çökmüş gibiydi. Ama bu mezarın başında hissettiği tek şey özlem ve minnetti. Bir çocuğu sevmek, ona hayat vermekti, onun yanında durmaktı, hatalarını bağışlayıp ona doğru yolu göstermeye çalışmaktı.

 

"Gerçek babamın bana verdiği acıları sen silip attın. O beni hayata küstürdü, sen ise bana hayatı yeniden öğrettin."

 

 

 

 

Sezai derin bir nefes aldı, gözlerini mezar taşından ayırmadan sessizce konuştu: "Gitmem gerekiyor, baba. İşler beni bekler… Ama sen rahat uyu olur mu?" Sesi kısık ve titrek çıkıyordu. İçindeki boşluk, babasının yokluğuyla bir kez daha büyüdü, ama biliyordu ki durup kalamazdı. Hayat, her zaman olduğu gibi onu ileriye doğru çekiyordu. Babasının mezarı başında biraz daha sessizce durdu, derin bir iç çekti.

 

"Her şey yolunda olacak. Sana söz veriyorum. Senin bana öğrettiklerini unutmam, her zaman seninle devam ederim."

 

Son bir kez mezara baktı, başını hafifçe eğip saygıyla oradan uzaklaştı. İçinde hala eksik parçalar vardı, ama babasına verdiği sözü tutmak için güçlü olmalıydı. Hayat, onun için beklemiyordu, ama babası her zaman onun yanında olacaktı, bunu biliyordu.

Sezai, adliyeye girdiğinde beşinci yılını geride bırakmanın ağırlığını hissetti. Her gün olduğu gibi, koridorlardan geçip onu selamlayanlara kısa bir baş hareketiyle karşılık verdi. Hayatının büyük bir kısmı bu binada, bu soğuk ve gri duvarlar arasında geçiyordu. Onun için normalleşmişti artık; adliye, insanın karanlık yüzünü en çıplak haliyle görmenin adresiydi.

 

Odası kapalıydı, masasının üzerinde yeni bir dosya duruyordu. Bir cinayet dosyası. Elini uzatıp dosyayı açtığında gözlerine takılan ilk şey, 14 yaşında bir çocuğun ölümüne dair bilgilerin yer aldığı raporlardı. Bir an için gözlerini kapattı. Zihninde, kendi çocukluğu hızla canlandı. Buz gibi bir soğuk ve üzerine yağan yağmur… Babasının kapı dışarı ettiği küçücük bir beden…

 

Sezai’nin yüzü kasvetle gerildi. O yaşta bir çocuk… Aynı yaşta bir çocuk… O günlerin izlerini hala üzerinde taşıyordu. 14 yaşındaki bu çocuk da, tıpkı kendisi gibi mi bir şeyler yaşamıştı? Kendi mezarını kazmaya zorlanan bir çocuk gibi mi hissetmişti?

 

Elindeki dosyayı sıkıca kapattı ve derin bir nefes aldı. Bu dosya sıradan bir iş gibi görünse de, Sezai’nin içinde bir şeyleri tetikliyordu. O çocuk onun geçmişinin hayaleti gibiydi; her sayfasında kendi acısını ve travmasını görüyordu. Ama şimdi, ona düşen görev belliydi: Adalet sağlamak. Kendi geçmişinde bulamadığı huzuru, bu çocuğun dosyasına bakarak bulmaya çalışacaktı.

 

Duvarda asılı saat tıkır tıkır ilerlerken, Sezai dosyaya yeniden göz attı. "Adalet," diye mırıldandı. Bu sefer

 

Loading...
0%