@aytengul
|
Sancak kadının acı ve çaresiz halini görür görmez tereddüt etmeden yanına koştu. Kadını nazikçe kucaklayıp kaldırdı; üstünden ağır bir koku yayılsa da Sancak bu durumu umursamadan arabasına doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kadının saçları darmadağındı, kıyafetleri yırtılmış ve toz içindeydi. Sancak onu arabasının arka koltuğuna dikkatlice yerleştirdi. Yanlarına yetişen muhtar da arabaya bindi, gözlerinde şaşkınlık ve biraz da hüzün vardı.
Sancak direksiyona geçti ve hızla hastaneye doğru sürdü. Yol boyunca içindeki endişe giderek büyüyordu. Kadının sessizliği, sanki arkasında anlatılmamış hikayeler saklıyordu. Hızla ilerlerken telefonuna iki arama geldi; ekranda Sevilay’ın adı yazıyordu. Sancak hızlıca geri aradı.
“Sevilay,” dedi Sancak, sesi biraz telaşlıydı.
“Sancak, neredesin? Gün boyu ulaşamıyorum. Bir sorun mu var?” diye endişeyle sordu Sevilay.
Bir an sessiz kaldı Sancak, ardından derin bir nefes aldı. “Bir tarlayı kontrol etmek için çıkmıştım ama… burada beklenmedik bir durumla karşılaştım. Bir kadın… Eskiden ‘Kınalı Gelin’ derlermiş ona. Uzun süre ortadan kaybolmuş, şimdi perişan bir halde buldum. Hemen hastaneye götürüyorum.”
Sevilay’ın sesi daha da ciddileşti. “Kınalı Gelin mi? O kadının hikayesini duymuştum. Çok acı çekmiş, sonra da ortadan kaybolmuş diye anlatırlardı… Yanında kimse yok mu?”
Sancak, gözlerini yoldan ayırmadan devam etti. “Muhtar yanımda. Kadın çok bitkin, konuşacak hali bile yok. Ama gözlerinden acısını okuyabiliyorsun. Hastaneye varınca durumu öğreniriz.”
Sevilay derin bir nefes aldı, sesi yumuşak ve destekleyiciydi. “Yanında olmak isterdim, ama her şeyin yolunda gittiğinden eminim. Kadına yardım etmek için elinden geleni yap, Sancak. Seni bekliyor olacağım.”
“Teşekkür ederim, Sevilay. Beni anladığın için…” dedi Sancak, içindeki minnettarlığı hissettirerek.
Telefonu kapattıktan sonra hastaneye doğru sürmeye devam etti. Sancak içindeki karmaşık duygularla yol alırken, göz ucuyla arka koltuktaki kadına baktı. Bu kadının kaderinde neler yaşandığını anlamak için sabırsızlanıyordu; belki de bu durum, hayatında başka kapıların açılmasına neden olacaktı.
Sancak aceleyle hastanenin kapısından içeri girerken, kucağındaki kadının hafif ağırlığını hissediyordu. Acil servise ulaşır ulaşmaz seslendi, “Hemşire! Yardım edin, bu kadının durumu kötü!” Birkaç sağlık görevlisi koşarak yanına geldi ve kadını hemen bir sedyeye yatırdılar. Sancak, kadının yavaşça kapalı gözleriyle bile ifade ettiği yorgunluğa bakarken içini bir acı kapladı.
Sedyeye yerleştirilen kadını gözleriyle takip etti, yavaşça uzaklaşırken arkasından fısıldar gibi bir şeyler söyledi: "Sana yardım edeceğim. Yalnız değilsin." Kadının gözlerinde çaresizce parlayan o son bakış, yılların birikmiş acısını anlatıyordu.
Hastane koridorunda, sedyenin arkasından bakarken, içindeki endişe ve merak birbirine karıştı. Kimdi bu kadın, ne yaşamıştı, onu böyle perişan eden neydi? Sancak, bir an derin bir nefes aldı. Öfkesini, merhametini ve sorularını birleştirip kenara çekildi; gözleriyle kapıdan kaybolan kadını izledi.
Sevilay eve adımını atar atmaz, içeri yayılan tatlı kahkahalarla karşılandı. Mahinur, bütün gün Elay’la oyunlar oynamış, neşeyle vakit geçirmişti. Ama gözleri sürekli kapıya takılı kalıyor, babasını göremedikçe yüzündeki gülümseme yerini hafif bir hüzne bırakıyordu. Annesinin gelişine sevinse de, içindeki o küçük hayal kırıklığı gözlerinden okunuyordu.
Sevilay, kızının bu halini fark edip hemen yanına yaklaştı, onu kollarının arasına alarak, "Ne oldu minik hanım? Babana mı küstün yoksa?" diye sordu, gülümseyerek. Mahinur, dudağını büzüp masum bir sesle, “Babam nerede anne? Neden gelmedi?” diye sordu, gözleri merakla dolmuştu.
Sevilay, başını okşayarak yumuşak bir sesle cevap verdi. "Baban işten sonra bir yere uğraması gerekti, ama merak etme minik hanım, birazdan o da burada olur. Hem bugünkü maceralarını bana anlatmadın daha." Mahinur, babasından uzakta olduğu için üzgün olsa da, annesinin sıcak ilgisiyle biraz neşelendi.
Kollarını annesine dolayarak, "Elay ablayla çok eğlendik bugün! Saklambaç oynadık, sonra bana çok güzel bir hikaye anlattı," dedi heyecanla. Ardından bir an duraksayıp yine sordu, "Ama babam ne zaman gelir, anne?"
Sevilay gülerek, "Ah, senin şu babana düşkünlüğün yok mu Mahinur... Yakında gelir, güzel kızım. Ama o gelene kadar bize anlatacak daha çok hikayen var, değil mi?" Mahinur, annesinin sözlerini duyar duymaz biraz rahatlamıştı ve tekrar heyecanla anlatmaya koyuldu. Eve yayılan sıcaklık, tüm günün yorgunluğunu unutturmuştu.
Sancak, hastanenin soğuk koridorlarında yürürken kalbi deli gibi çarpıyordu. Kadını kurtarmak için elinden geleni yapmıştı, ama doktorun karşısına geçtiğinde yüzündeki ciddiyetin farkına varınca içini bir ürperti sardı.
Doktor gözlüklerini düzelterek dosyasına bir kez daha göz attı ve ciddiyetle konuşmaya başladı. "Sancak Bey, hastayı kontrol ettiğimizde vücuduna birçok farklı ilaç enjekte edildiğini tespit ettik. Bunlar sıradan ilaçlar değil, yüksek dozda ve çoğunluğu bilinçli bir şekilde verilmiş. Maalesef bu ilaçlar, özellikle aç karnına ve az suyla alınmışsa çok daha tehlikeli hale geliyor."
Sancak’ın yüzünde bir gölge belirdi. "Ne demek istiyorsunuz, doktor? Bu ilaçlar ne tür etkiler yapmış olabilir?"
Doktor derin bir nefes alarak başını salladı. "Açık konuşmak gerekirse, bu kadar yüksek dozda enjekte edilen ilaçlar hastanın sinir sistemini ve genel organ fonksiyonlarını büyük ölçüde yıpratır. Özellikle kalp, karaciğer ve böbreklerde kalıcı hasarlar bırakabilir. Kadının kanında bu kadar yüksek düzeyde ilaç bulmak endişe verici."
Sancak’ın yüzü solgun bir hal aldı. "Bu durumda nasıl bir tedavi uygulanacak? Onu kurtarmak mümkün mü?" diye sordu, sesi titreyerek.
Doktor, bir anlık duraksamadan sonra devam etti. "Şu an elimizden geleni yapıyoruz. Ancak tüm bu ilaçların vücutta yaptığı tahribatı onarmak çok zor. İyileşme süreci uzun olacak ve bazı etkiler kalıcı olabilir. Kendine gelip gelmeyeceği ya da hafızasında boşluklar olup olmayacağı bile kesin değil."
Sancak derin bir nefes alarak öfkesini bastırmaya çalıştı, yumruklarını sıkarak, "Kim neden böyle bir şey yapar? Kime bu kadar zarar vermek ister ki? Onu tanımasam da bunu hak etmediğini biliyorum..." dedi.
Doktor da acı bir ifadeyle başını salladı. "Bu tür olaylar insanın içini sızlatıyor. Hastanın yakınları kimse, durumun ciddiyetini bilmeli. Bir an önce kim olduğunu ve neden bu durumda olduğunu öğrenmemiz lazım."
Bu sırada korumalar içeri girdiler, yüzlerinde endişeli bir ifade vardı. Sancak korumalara dönerek, "Bu işin arkasında kimin olduğunu bulun. Bu kadına bunu kim yaptıysa, hesabını verecek," dedi. Sesindeki öfke kararlılığıyla birleşmişti. Kadının bu duruma nasıl düştüğünü öğrenmeye kararlıydı. Sancak eve dönerken kafasında bin bir soru dönüyordu. Kadına yapılan eziyetin boyutlarını öğrendikten sonra, etrafındaki korumalara sıkı talimatlar vermişti. “Bu kadının odasına giren her kim olursa, önce güvenlik kartını gösterecek, sonra içeri girecek. Doktorlar bile titizlikle denetlenecek. Bir an bile dikkatsizlik istemiyorum,” demişti kararlılıkla. Sancak için bu iş, düşündüğünden çok daha derin ve karanlık bir hale geliyordu. Kim neden bu kadar zalim olurdu? Kadının başına ne gelmişti? Bütün bu sorular zihnini meşgul ederken, artık eve dönerken alışılageldiği gibi, arabayı yavaşça evin önüne park etti. Aklındaki sorularla dolu ve yorgundu, ancak ailesinin yanında huzur bulmayı umuyordu.
Kapıyı açıp içeri girdiğinde, evde bir sessizlik hakimdi. Normalde ona ilk koşan Mahinur olurdu; ama o akşam her şey sakin ve sessizdi. Koridordan salona doğru ilerlerken içeride hafif bir lamba ışığı yandığını fark etti. Salona girdiğinde, Sevilay’ı yemek masasında, masaya başını yaslamış uyur halde buldu. Gözleri hafifçe kapalı, yüzünde hafif bir gülümseme vardı, ama belli ki onu beklerken yorgun düşüp uyuyakalmıştı. Sancak bir an durup onu izledi, yüzündeki masum ifadeye bakarak, içinde beliren derin sevgiyi hissetti. Sevilay onun için yıllarca yanında olmuş, ona destek olmuştu. İçinde büyüyen karmaşayı bir an için yatıştıran bu görüntü, Sancak’ın kalbine dokundu.
Yavaşça Sevilay’a yaklaştı, elini nazikçe omzuna koydu. Sevilay uykusunun derinliğinden hafifçe sıyrıldı ve başını kaldırarak gözlerini ovuşturdu. Gözlerini açar açmaz Sancak’ı görünce yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi. “Gelmişsin… Seni beklerken uyuyakalmışım,” dedi, sesi yorgun ama sevgi doluydu.
Sancak, onun elini usulca tutarak, “Beklemeni istemezdim, ama burada, bu şekilde bulmak… Bu kadar güzel bir sahne görmek beni mutlu etti. Bugün zordu, ama senin burada olduğunu bilmek…” derken sözleri kesildi.
Sevilay hafifçe başını eğerek ona baktı, gözlerinde onun yaşadığı zor günleri görebiliyordu. “Sen gelmeden nasıl uyuyabilirim ki? Sen yanımda olmadığında içim hep tedirgin,” dedi usulca.
Sancak derin bir nefes aldı ve başını eğerek, “Bu meseleyi sana anlatmak zorundayım, ama başkası duymamalı. Sadece sen bilmelisin,” dedi ciddi bir ifadeyle.
Sevilay, onun bu durgun halini görünce, masadaki su dolu bardaklardan birini Sancak’a uzattı, “Sana ne anlatmam gerekiyor, neyin peşindesin bilmiyorum ama yanındayım. Yeter ki bunu bil,” diyerek ona güven verdi.
Sancak bardağı alıp bir yudum su içti. Ardından derin bir nefes aldı ve içindeki karmaşayı bir kenara bırakıp, elini nazikçe Sevilay’ın yüzüne doğru uzattı. “Seni burada bulmak, bütün karmaşayı biraz olsun dağıttı. Bu evde, senin yanında her şey daha net,” dedi ve gözlerinin içine sevgi dolu bir bakışla baktı.
O an, evin karanlık ve sessiz hali içinde, sadece ikisinin nefes alışları duyuluyordu. Aralarındaki bu sessiz ama derin bağ, onları birbirine daha da yaklaştırıyordu.
Sevilay, Sancak’ın yorgun ve düşünceli halini görünce, nazikçe, “Yemek yememişsindir… Gel, sana yemek koyayım,” dedi. Sancak gülümseyerek ona baktı ve “Tamam, sağ ol,” diyerek kabul etti. Sevilay hemen mutfağa gidip yemeği ısıttı ve sofrayı hazırladı. Bu akşam et kavurma vardı, yanına da bulgurlu pilav koymuştu. Sancak, pilavı pek sevmese de bunu Sevilay’a söylemeyi hiç düşünmedi. Onun hazırladığı yemeği sessizce, sevgiyle yemeye karar verdi.
Sevilay, tabağını doldururken göz ucuyla Sancak’a baktı. “Beğenecek misin acaba? Umarım severek yersin,” dedi.
Sancak, hafif bir tebessümle karşılık verdi. “Senin elinden gelen her şey güzeldir,” diyerek ona güven verdi. Kaşığını alıp pilavdan bir lokma aldı ve hemen ardından etten bir parça kesip ağzına attı. Pilavı pek sevmese de belli etmeden yemeğe devam etti.
Sevilay, onun yüzünü inceliyordu. “Gerçekten beğendin mi? Biraz fazla bulgurlu mu oldu acaba?” diye endişeli bir bakış attı.
Sancak, kaşığını bırakıp ona ciddi bir ifadeyle baktı. “Sevilay, senin yaptığın her şey kıymetli benim için. Pilavı değil, senin emeğini yiyorum burada,” dedi ve gözlerinde sevgi dolu bir bakış vardı.
Sevilay bu sözlere gülümseyerek karşılık verdi, ancak merakını da gizleyemedi. “Ama bulgurla pek aran yok galiba, öyle mi?” diye sordu utangaç bir ifadeyle.
Sancak, hafifçe omuz silkti ve ona daha da sevgi dolu baktı. “Evet, belki alışkanlık değil, ama bu akşamın özel bir anlamı var. Sen varsın, emek verdin… Bu yüzden her lokma ayrı güzel,” dedi.
Sevilay gözlerinde bir ışıltıyla, “Öyleyse bundan sonra senin en sevdiğin yemekleri yaparım. Belki bir gün sadece bulgur değil, her şeyi birlikte severiz,” diye fısıldadı.
Sancak, bu sözler üzerine gülümseyerek Sevilay’ın elini tuttu. “Benim için en sevdiğim şey, seninle bu sofrayı paylaşmak. Pilav değil, beraber olmak önemli,” dedi. O akşam yemeği, aralarındaki bağı daha da güçlendiren bir anıya dönüşüyordu. Sancak yemeğini bitirip masadan kalktı. Sevilay, onun yorgun ama huzurlu yüzüne bakarken, masayı toplamak için ayağa kalktı. Sancak, Sevilay’ın arkasından seslendi, “Minik hanım nerede? Gün boyu beni beklemiştir.”
Sevilay, ona dönüp hafif bir tebessümle karşılık verdi. “Evet, seni bekledi ama geciktiğin için uyuması gerekti. O kadar çok seni soruyordu ki… Anlatırız sabah.”
Sancak derin bir nefes alıp oturma odasına geçerken, Sevilay da yanına geldi. Onu sessizce dinleyeceğini bilerek yanına oturdu. Sancak, düşüncelerine dalmıştı; gözleri bir noktaya sabitlenmiş haldeydi. Gün boyunca yaşadıklarını anlatmak istiyordu ama nereden başlayacağını bilmiyordu. Derin bir iç geçirdi ve kelimeler yavaşça dilinden dökülmeye başladı.
“Bugün bir tarlaya gittim. Oradaki işleri kontrol ederken… Gözüm bir kadına takıldı. Saçı başı dağılmış, üstü başı perişan haldeydi. Adımları bile güçlükle atıyordu. Kadın birden üzerime doğru koşmaya başladı, ‘Yardım edin,’ diyerek,” dedi, sesi titreyerek. “Kollarıma düştü… Zor durumda olduğunu görebiliyordum. Hemen hastaneye götürdüm onu. Yolda adını sormak istedim ama o kadar bitkin ve tükenmişti ki… Tek kelime bile edemedi.”
Sevilay’ın gözleri dolmuştu. Sessizce Sancak’ın elini tuttu. “Peki, ne dedi doktorlar? Kadının durumu nasıl?”
Sancak, derin bir nefes aldı, gözlerinde karamsar bir ifade belirdi. “Doktorlar... Vücudunda ciddi miktarda ilaç bulduklarını söylediler. Onca zamandır o ilaçlarla hayatta kalmaya çalışmış. Bir bedenin bu kadar yükü kaldırması mucize gibi bir şey. Kim bilir kaç zamandır acı çekiyordu. Onu bu hale kim getirdi, kim böyle bir işkenceye maruz bıraktı, bilmiyorum. Ama…” dedi, sesi daha da kısıklaştı, “O kadının gözlerinde öyle bir hüzün vardı ki, o gözler beni gün boyu takip etti.”
Sevilay, ona daha da yaklaşıp sarıldı. “Sancak, o kadına yardım ettiğin için şanslı. Belki de yaşadığı en güvenli yer senin kollarındaydı bugün. Eminim, ona elini uzattığın için bir umut bulmuştur.”
Sancak, Sevilay’a sevgi dolu gözlerle bakıp, “İnşallah,” dedi. “Ama şu an tek isteğim, bu meseleyi bizim aramızda tutmak. Gereksiz yere başkalarını telaşlandırmak istemiyorum. Yarın küçük hanım uyanınca onu sarılarak karşılamak, ona babasının her zaman yanında olduğunu hissettirmek istiyorum. Zaten hayatımızda gereğinden fazla eksik var… Bir de bu acıyı onun kalbine taşımak istemem.”
Sevilay başını Sancak’ın omzuna yaslayarak, “Biz yanındayız, Sancak. Bu evde seninle beraberiz. Üç kişilik bir aileyiz artık,” dedi.
Telefonun diğer ucundaki ses, sessizliği bıçak gibi kesti. Kısa bir duraksamanın ardından kadının sesi bir anda öfkeyle patladı. Çığlıkları, yalnızca kulaklarda değil, derinlerde bir yerlerde yankılanıyordu, acı ve hayal kırıklığıyla dolu.
"Ondan nasıl kaçarsın? Nasıl?!" Sesi öfke doluydu, her kelimesinde kızgınlığın keskin izleri vardı. "Sana onu öldürmeni söylemedim mi? Açık açık söyledim! Neden onu orada bıraktın? Nefes alacak bir an bile bırakmaman gerekiyordu!"
Kelime kelime, tıpkı bir zehir gibi telefonu dolduruyordu sesi. "Ne düşündüğün umurumda değil. Korkmuş olman umurumda değil. Sana bir iş verdim," dedi, her heceyi bile isteye sertleştirerek. "Sana güvenmiştim... ama sen beceremedin. Bana hayal kırıklığı yaşattın! Şimdi bunun bedelini sen ödeyeceksin!"Kadının sesindeki öfke, adeta ateş gibi yükseliyordu. Her kelime, diğerine göre daha ağır ve keskinleşiyordu.
"Sana ne yapman gerektiğini tek tek anlattım, adım adım söyledim," diye devam etti. "Her detayı verdim sana! Kaçman gerekiyorduysa bile, en azından işini bitirip gitmeliydin. Ama sen ne yaptın? Bırakıp kaçtın. Beni ne hale soktuğunun farkında mısın? Bu oyunu benim üzerime yıktın!"
Diğer tarafta, sessizliğe gömülmüş adam, kadının haykırışları arasında kendini kaybolmuş hissediyordu. Kadın, nefes almadan devam etti. "Sana bir sorumluluk verdim, ama sen bunu taşımayı bile beceremedin. Şimdi, herkesin gözü üzerimde. Beni nasıl bir duruma düşürdüğünü anlıyor musun?"
Bir an durdu, ancak nefesi kesildiği için değil, konuşacak daha sert cümleler seçtiği için... Sonra tekrar aynı öfkeyle devam etti. "Senin yüzünden her şey mahvoldu! Şimdi bana bir şeyler yapmamı söyleme sakın. Bu işin sorumluluğunu alacaksın. Yoksa ben seni de, her şeyi de yerle bir ederim!"
Telefonun diğer ucundaki adam sadece sessizce dinleyebildi. Kadının çığlıkları, kulaklarında yankılanıyordu; her kelime, beyninde bir kurşun gibi patlıyordu. Kadının sesi giderek daha da karanlık bir hal aldı.
"Kaçış yok," dedi son bir kez, sesi şimdi daha soğuk ve kararlıydı. "Ya benim yolumdan gidersin, ya da bu dünyada senin yerin kalmaz. Anladın mı? Şimdi, ne yapacağını iyi düşün."
Gecenin karanlığında, hastanede solgun ışıklar altında gözlerini zorlukla açan Nazay Türkmen, diğer adıyla "Kınalı Gelin," derin bir uykudan uyanmıştı. Vücudu sanki yılların ağırlığını taşıyor gibiydi, ama bir şekilde uyanmak zorunda hissediyordu. Gözleri bulanık, dudakları ise ince bir çizgi halini almıştı, bu çizgi sanki tüm yaşadığı acıların izlerini taşıyor gibiydi.
Odanın sessizliğinde, gözleri bir süre tavana odaklandı. Zihni, yaşadığı olayların karmaşasında bir türlü netleşemediği bir yol arıyordu. Birkaç saniye sonra, zayıf bir sesle dudaklarını araladı, sanki sesini bulmak bile ona zor geliyordu.
"Ne… Ne oldu?" dedi, sesi titrek ve boğuk çıkıyordu. "Neredeyim…?"
Odada kimse yoktu. Yalnızdı. Tüm bedenini saran ağrılarla birlikte, geçmişi tekrar canlanmaya başlamıştı. Bir an için, her şeyin bir kabus olduğunu düşündü. Ancak hissettiği ağrılar, gerçeğin ta kendisiydi.
Başını yavaşça çevirdiğinde, odada hiçbir şeyin farkında olmayan soğuk beyaz ışıkların dışında, içindeki korku ve belirsizlikle baş başa kalmıştı. Gözlerini yeniden kapadı, ama dışarıdaki karanlık onu uyandırmaya devam etti. İçindeki korku ve umutsuzluk, geçmişin yükleri gibi kalbini sıkıştırıyordu.
Bir süre daha odanın sessizliğinde kaybolan Nazay, nihayet tekrar konuştu, ama bu kez sesi daha derindi, daha kesikti.
"Bir tek başıma bırakıldım," dedi. "Hiçbir şeyin farkında değiller. Ama ben biliyorum, her şeyin sonu burada olacak."
Hastanenin sessizliğine karşı, bu cümle, adeta odanın dört bir yanına yankılandı.
Nazay, gözleri öfke ve hüzünle dolarak bir süre sessiz kaldıktan sonra derin bir nefes aldı. Ardından, düşüncelerini toparlamaya çalışarak, duvarlara yaslanıp derin bir iç çekti.
"Evladım... Yavrum... Gitti," diye fısıldadı, ama bu fısıldama sanki bir çığlık gibi kulağında yankılandı. İçindeki acı, onu bir yanda büsbütün tüketirken, diğer yanda kinini daha da büyütüyordu.
"Öksüz kaldım, yalnız kaldım... Şimdi bir tek yolum var, o da intikam," dedi, elleri titreyerek. Gözlerinde karanlık bir parıltı belirdi. "Kimse, benim gibi acı çeken birinin neler yapabileceğini bilemez. Herkes bir gün neyin ne olduğunu anlayacak."
O sırada odadaki ışıkların soluk ışıkları ona yalnızlık hissini daha da derinleştiriyordu. Nazay, geçmişin gölgeleriyle mücadele ederken, bir yandan da intikamının tohumlarını ekmeye başlamıştı.
Gözlerinde bir kararlılık vardı; bu kararlılık, yaşadığı acıların, haksızlıkların ve kayıpların bir sonucu olarak onu dönüştürmüştü. Artık kaybedecek hiçbir şey yoktu. Bomba gibi bir bölüm hadi bolca yorum yazon bakam yorumsuz bırakmayın beni
|
0% |