@aytengul
|
Sevilay, Eymen’in yatağının yanına oturduğunda, küçük çocuğun masmavi gözleri yavaşça aralandı. Yüzünde önce bir şaşkınlık, sonra korkuyla karışık bir ifade belirdi. Küçük ellerini gözlerine götürüp ovuşturdu ve kısık bir sesle, “Anne?” diye fısıldadı.
Sevilay derin bir nefes aldı. Bu küçük çocuğa nasıl böyle bir gerçeği anlatabilirdi? Elini Eymen’in saçlarında gezdirdi, yumuşak bir sesle konuşmaya başladı. “Eymen, tatlım... Ben buradayım. Merak etme, artık yalnız değilsin.”
Eymen kaşlarını çatıp etrafına bakındı. “Ama... annem? Babam? Onlar nerede? Neden beni bırakıp gittiler?” dedi, sesi titreyerek.
Sevilay’ın kalbi bir anda ağırlaştı. Nasıl böyle bir şey söylenirdi? Ancak Eymen’in bu gerçeği bilmesi gerekiyordu. Gözyaşlarını içine akıtarak çocuğun minik ellerini tuttu. “Küçüğüm,” dedi, sesi kısık ama kararlı, “Sana bir şey anlatmam lazım. Annen ve baban... çok özel insanlar. Onlar seni çok seviyorlar, bunu sakın unutma.”
Eymen’in gözleri dolmuştu. “Ama neredeler? Niye gelmediler? Neden buradayım?”
Sevilay, gözyaşlarını tutmaya çalışarak küçük çocuğun gözlerine baktı. “Eymen, annen ve baban artık bizim göremediğimiz bir yerde. Onlar şimdi gökyüzünde, melek oldular. Sana yukarıdan bakıyorlar, seni koruyorlar. Hep seninleler, bunu bilmelisin.”
Eymen’in dudakları titremeye başladı. “Ama... ama ben annemi istiyorum. Babamı istiyorum. Niye melek oldular? Neden beni bıraktılar?”
Sevilay, küçük çocuğun yüzündeki acıyı görünce dayanamadı ve onu kucağına aldı. Sıkıca sarıldı, kalbinin derinliklerinde hissettiği ağırlığa rağmen sakin bir şekilde konuşmaya devam etti. “Eymen, biliyorum... Bu çok zor. Ama onlar seni asla bırakmadılar. Sadece... artık bu dünyada değil, başka bir yerde yaşıyorlar. Ve seni hep seviyorlar, hep yanında olacaklar. Ama merak etme, bundan sonra ben ve Sancak abin hep senin yanında olacağız. Biz de senin aileni olacağız.”
Eymen, Sevilay’a bakarken gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı. “Ama... ben annemi istiyorum. Babamı da. Neden melek oldular? Melek olmak istemiyorum!”
Sevilay, çocuğun ağlayan yüzünü elleriyle okşadı. “Biliyorum, canım. Biliyorum, çok zor... Ama sen güçlü bir çocuksun. Annen ve baban seni yukarıdan izliyorlar ve senin güçlü olmanı istiyorlar. Onların sevgisi hep senin kalbinde olacak. Ama ben de buradayım, Sancak abin de burada. Seni asla yalnız bırakmayacağız. Sana söz veriyorum.”
Eymen, başını Sevilay’ın göğsüne yasladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. “Onları çok özlüyorum,” diye fısıldadı.
Sevilay, onun sırtını okşayarak, “Biliyorum, meleğim. Ama senin için her zaman burada olacağım. Sen artık bizim bir parçamızsın. Hep birlikte olacağız, tamam mı?” dedi.
Eymen, başını sallayarak hıçkırıklarını yatıştırmaya çalıştı. Sevilay ise bu küçük bedene sarılmış halde, onun acısını bir nebze olsun dindirmeye çalıştı. Bu küçük çocuğun hayatında büyük bir eksiklik vardı, ama Sevilay ona bir aile olmanın, onu sevmenin, ona destek olmanın her şeyden önemli olduğunu biliyordu.
Depremin ardından geçen günler, herkes için sarsıcı olmuştu. Şehirde hâlâ enkazlar kaldırılıyor, kayıpların yasları tutuluyordu. Türkmen ailesi de bu süreçte derin bir nefes almak ve yeniden toparlanmak için başka bir malikaneye yerleşmişti. Sancak, güvenlik ekibinden ve uzmanlardan gelen raporlar doğrultusunda bu bölgenin daha sağlam bir zemine sahip olduğunu öğrenmiş ve ailesini buraya taşımaya karar vermişti.
Ancak yeni malikâneye taşınmış olmalarına rağmen, şehirden gelen haberler yürek burkuyordu. Sokaklarda hayatını kaybedenlerin isimleri okunuyor, kayıpların listeleri uzayıp gidiyordu. Şehirdeki birçok evde hâlâ cenazeler kaldırılıyor, yakınlarını kaybedenler gözyaşlarına boğuluyordu.
Sevilay, yeni malikânenin salonunda, yerleşimle ilgili işleri organize etmeye çalışırken bir yandan da haberleri takip ediyordu. Bir süreliğine elindeki işleri bırakarak pencerenin önüne geçti ve dışarıyı seyretti. Gözleri dolmuştu. Kendi aileleri hayatta kalmıştı, ancak şehirde onca insanı kaybetmek onu derinden etkiliyordu.
Sancak, Sevilay’ın yanına gelerek omzuna dokundu. “Sevilay, neye dalıp gittin?” diye sordu, sesi yumuşak ve endişeliydi.
Sevilay, içini çekerek ona döndü. “Sancak, hâlâ şehirde enkazdan insanlar çıkarıyorlar. Ölenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Biz güvendeyiz, ama ya diğerleri? Onca insan evsiz, onsuz, ailesiz kaldı...”
Sancak, karısının gözlerindeki hüznü gördü. Onun bu kadar üzülmesine dayanamazdı. “Haklısın,” dedi, ciddi bir ifadeyle. “Ama biz elimizden geleni yaptık ve yapmaya devam edeceğiz. Yardım kolileri hazırlanıyor, yeni barınma yerleri için çalışmalara başladık. Ama sen... senin biraz dinlenmen lazım. Mahinur’un ve Eymen’in sana ihtiyacı var.”
Sevilay başını salladı. “Evet, onların ihtiyacı var. Ama bu acıyı hissetmeden, onların yanında olmak da zor. Her gün, her dakika aklım enkaz altında kalan insanlarda. Hayatta kalan çocuklar... Eymen gibi ailesini kaybetmiş çocuklar... Onları nasıl unutabiliriz?”
Sancak, Sevilay’ın ellerini tuttu. “Kimseyi unutmuyoruz, Sevilay. Ama şunu bil ki, her yardım edebildiğimiz kişi, senin bu kalbindeki merhamet sayesinde. Sen güçlü oldukça, biz de güçlü olacağız. Hadi, biraz otur ve dinlen. Senin gücüne ihtiyacımız var.”
O sırada Mahinur ve Eymen, koridorda neşeyle koşuşturuyorlardı. Mahinur’un kahkahaları evin her köşesine yayılırken, Eymen ona yetişmeye çalışıyordu. Sevilay, çocukların bu anlık mutluluğunu gördüğünde derin bir nefes aldı. Bu sahne, yaşanan bunca acıya rağmen bir umut ışığıydı.
Ancak Sancak, gözlerinde farklı bir kararlılık taşıyordu. “Sevilay,” dedi yavaşça, “bu şehirdeki herkes bizim insanımız. Ölenleri geri getiremeyiz ama yaşayanlar için daha fazlasını yapabiliriz. Bu malikâne sadece bize değil, yardıma muhtaç olanlara da kapılarını açacak. Daha çok çalışacağız. Ve bunu birlikte başaracağız.”
Sevilay, eşine baktı ve yüzüne yavaşça bir gülümseme yayıldı. “Haklısın,” dedi. “Birlikte her şeyi başarabiliriz.”
Malikânede, akşam saatleri yeni yeni kendini hissettirirken, Mukaddes Hanım'ın sesinin yükselmesi, herkesi tedirgin etmişti. Herkes biliyordu ki onun bu öfkesinin sebebi belliydi: Eymen. Küçük çocuk, tüm masumiyetiyle eve yeni bir sıcaklık katmıştı. Ama Mukaddes Hanım için bu, kabul edilemez bir durumdu.
Salona öfkeyle giren Mukaddes Hanım, elindeki bastonunu sertçe yere vurdu. Gözleri öfkeyle parlıyor, sesi evin her köşesinde yankılanıyordu.
“Bu ne demek oluyor, Sancak?! Bu eve benim kanımdan olmayan bir çocuk nasıl girer? O çocuk buradan gidecek! Derhal!” diye bağırdı, sesi çatlak ve keskin bir tonla.
Sancak, annesinin bu tavrını bekliyordu. Ama yine de bu sözleri duymak, onun sabrını taşırmaya yetmişti. Derin bir nefes alarak yerinden kalktı. Sesini yükseltmeden, ama kararlı bir şekilde cevap verdi:
“Bu evde kimse kimseyi kovamaz, anne. O çocuk buraya geldi ve kalacak. Artık o bizim ailemizden biri.”
Mukaddes Hanım, bu cevaba daha da öfkelendi. Bastonunu daha da sert vurdu yere. “Aile mi? Hangi aile? O çocuk bizim soyumuzdan mı? Bizim kanımızdan mı? Böyle bir şey asla kabul edilemez! Ben yaşadığım sürece bu eve yabancı biri adımını atamaz!”
Sancak’ın sabrı tükenmişti. Sesini kontrol etmeye çalışsa da kelimeleri sertleşmişti. “Anne, yeter! Bir kez daha söylüyorum: Bu evde kimseye ayrım yapılmayacak. Hele ki masum bir çocuğa! Eymen’in ailesi yok artık. O bir yetim. Bu kadar zalim olamazsın! İnsan olamazsın!”
Sevilay, araya girmeye çalıştı, ama Sancak bir el hareketiyle onu durdurdu. Gözleri, annesinin gözlerine dikilmişti. “Sen benim annemsin, benim büyüğümsün. Bu yüzden bugüne kadar sana hep saygı duydum. Ama bu konuda hiçbir şey dememe izin verme! O çocuk buraya geldi ve bu evin sıcaklığını hissetti. Artık onu bu evden kimse gönderemez!”
Mukaddes Hanım, oğlunun kararlı duruşu karşısında afalladı ama pes etmeye niyeti yoktu. “Bu benim evim! Benim kurallarım geçerli! O çocuk buradan gidecek, Sancak. Yoksa ben giderim!” dedi tehditkâr bir şekilde.
Sancak, bir adım öne çıkarak annesinin karşısında dikildi. Ses tonu buz gibiydi. “Anne, eğer bu kadar ağırına gidiyorsa, yol açık. Ama bil ki bu ev, Eymen’in de evi. Onun masumiyetine dokunacak tek bir kelime bile duymak istemiyorum!”
Mukaddes Hanım, bu kadar net bir cevap beklemiyordu. Gözleri dolmuş, ama gururu buna izin vermiyordu. “Sen... Sen bana böyle mi karşı geliyorsun, Sancak? Ben senin annenim! Senin bu konakta oturman benim sayemde!”
Sancak, hafifçe başını eğdi, ama geri adım atmadı. “Sen benim annemsin, evet. Ama bir annenin evladına sevgiyi, merhameti, adaleti öğretmesi gerekir. O çocuk buraya Allah’ın bir emaneti olarak geldi. Ona sırtımı dönemem. Ne yaparsan yap, bunu değiştiremezsin.”
Mukaddes Hanım’ın yüzü asıldı. Bastonuna tutunarak arkasını döndü ve ağır adımlarla odasına doğru yürümeye başladı. Ama son bir kez dönüp bağırdı:
“Göreceğiz, Sancak! Göreceğiz! O çocuk yüzünden bir gün herkesin huzuru kaçacak!”
Sancak, annesinin ardından uzun süre baktı. Derin bir nefes aldı ve sessizce oturduğu yere döndü. Yanına gelen Sevilay, ellerini onun omuzlarına koyarak usulca konuştu:
“Sancak, belki zamanla alışır. Bu kadar öfkeyle yaşamaz. Belki de Eymen ona da bir iyilik getirecek.”
Sancak, karısına baktı. Gözlerinde yorgunluk, ama aynı zamanda bir kararlılık vardı. “Alışmasa da olur, Sevilay. Biz buradayız. O çocuğa bizim sevgimiz yeter.”
O sırada koridordan Mahinur’un ve Eymen’in neşeli kahkahaları duyuldu. Sancak, gülümseyerek kafasını eğdi ve fısıldadı: “Bu evin gerçek huzuru, onların mutluluğunda.” O gün, malikânenin avlusunda Mahinur, Eymen ile koşturup oynarken Mukaddes Hanım, bastonuyla yanlarından geçti. Her zamanki gibi surat asık, kaşlar çatık… Çocuklar koşup kahkahalar atarken Mukaddes Hanım, homurdanarak bir köşeye oturdu. Mahinur, onun asık suratını görünce duraksadı. Elindeki oyuncağı yere bıraktı, kollarını göğsünde bağladı ve Mukaddes Hanım’a doğru eğilip, alaycı bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Babaanne! Neden hep böyle cadı gibi bakıyorsun? Hiç mi gülümsemezsin? Yine kim kızdırdı seni, Şam Şeytanı?”
Mukaddes Hanım, bu sözlere sinirlenerek kaşlarını daha da çattı. “Ne dedin sen, küçük hanım? Kime Şam Şeytanı diyorsun?”
Mahinur, korkmadan yerinden kıpırdayarak ellerini beline koydu. “Sana diyorum tabii ki! Çünkü hep böyle kaşlarını çatarak dolaşıyorsun. Hem de bağırıp duruyorsun. O yüzden cadı gibi görünüyorsun.”
Eymen bu konuşmayı duyunca kahkahalarla gülmeye başladı. Mukaddes Hanım’ın suratına şaşkın bir bakış attı. “Mahinur, durmadan konuşuyorsun! O kadın babaanne, korkmaz mısın?”
Mahinur bir adım daha ileri gitti. Parmağını havaya kaldırarak konuşmaya devam etti: “Neden korkacakmışım? Babam bile ona ‘yeter!’ diyor. Ben niye korkayım ki? Hem babam haklı. Babaanne hep böyle bağırıp duruyor. Hem de o kadar bağırıyor ki, sesini duyunca kediler bile kaçıyor!”
Mukaddes Hanım, bu sözlere daha fazla dayanamadı. Bastonunu yere sertçe vurdu ve sinirle bağırdı: “Terbiyesiz çocuk! Küçücük yaşında böyle konuşmayı nereden öğrendin? Kim öğretti sana bunları?”
Mahinur, aldırış etmeden omuz silkti. “Kimse öğretmedi. Gözlerim var, görüyorum. Kulaklarım var, duyuyorum. Sen hep sinirlisin. Annem hep sabrediyor, babam da susuyor. Ama ben susmam! Çünkü sen çok cadı gibi davranıyorsun.”
Mukaddes Hanım, sinirden kıpkırmızı olmuştu. Tam bir şey söylemek için ağzını açacakken Eymen, Mahinur’un kolundan tutup gülerek konuştu: “Mahinur, hadi kaçalım! Şimdi bizi sihirle kurbağa yapar!”
İkisi de gülerek koşmaya başladılar. Mukaddes Hanım ise bastonuna tutunup arkasından bağırdı: “Git bakalım! Ama o cadı dediğin kadın, bu evin hanımı! Gün gelir de göreceğiz bakalım, kurbağalar mı oluyorsunuz, yoksa küstah mı çıkıyorsunuz!”
Mahinur, kapının arkasından başını çıkarıp yine alaycı bir şekilde konuştu: “Babaanne, cadılar böyle bağırmaz. Daha korkutucu olman lazım!”
Bu söz üzerine Eymen tekrar kahkahalarla gülmeye başladı. Mukaddes Hanım ise derin bir nefes alıp kendi kendine mırıldandı: “Allah sabır versin. Bu çocuklar bir gün beni mezara sokacak!”
Mahinur, Mukaddes Hanım'ın öfkeyle mırıldandığını duyunca alaycı bir şekilde durduğu yerden kafasını uzattı ve kollarını göğsünde bağladı. Küçük ama kararlı bir sesle, "İnşallah, babaanne!" dedi. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu. "İnşallah tez zamanda ölüm haberini duyarız. Çünkü artık herkes rahat eder!"
Bu sözlerle bir anda ortalık buz kesti. Mukaddes Hanım, duyduğu cümleyi anlamlandırmakta zorlanarak gözlerini iri iri açtı. Bastonuna tutunarak ayağa kalktı. "Ne dedin sen?" diye bağırdı. "Bu dilini kim uzattı böyle? Bu nasıl bir söz? Bu nasıl bir terbiyesizlik?"
Mahinur ise aldırmadan, omuzlarını silkerek devam etti: "Terbiyesizlik değil, babaanne. Doğruyu söylüyorum. Sen herkesi üzüyorsun, herkesi sıkıyorsun. Annemi ağlatıyorsun, babamı sinirlendiriyorsun. Evin içinde hep bir gerginlik var, hep bir kavga. Sen gidince herkes mutlu olacak. İyi bir şey söylüyorum yani."
Mukaddes Hanım, öfkeden kıpkırmızı oldu. Bastonuyla yere vurdu. "Küçük cadı! Ne biçim konuşuyorsun? Kim öğretiyor sana böyle lafları? Ben senin yaşındayken büyüklerime böyle saygısızlık etmeyi aklımdan bile geçirmezdim!"
Eymen de bu sırada kenarda durmuş, Mahinur'un söylediklerine şaşkınlıkla bakıyordu. Ama bir yandan da korkmuştu, çünkü Mukaddes Hanım'ın bu kadar sinirli olabileceğini daha önce hiç görmemişti. Mahinur, onun sessizliğini fark etti ve arkasını dönüp ona seslendi: "Eymen, korkma. Babaanne sadece bağırır. Bir şey yapamaz!"
Mukaddes Hanım, bu sözlere iyice çileden çıktı. Bastonunu havaya kaldırıp "Görürsün sen!" diye bağırdı. "Bu eve geldiğin güne lanet olsun! Böyle torun istemezdim! Annen seni iyi terbiye etmemiş!"
Mahinur ise bu sözlerden hiç etkilenmemiş gibi başını yukarı kaldırdı ve bir yetişkin edasıyla cevap verdi: "Ama biz de böyle bir babaanne istemezdik. Şimdi bir arzum var, babaanne. Ölüm haberini duyduğumda hepimiz için bir pasta yaptıracağım. Çikolatalı olsun mu, yoksa vanilyalı mı?"
Mukaddes Hanım’ın artık dili tutulmuştu. Nefes alıp verirken bile öfkesini kontrol edemiyor, bastonuna sıkıca tutunuyordu. Sancak tam bu sırada içeri girdi ve gördükleri karşısında kaşlarını çattı. "Ne oluyor burada? Bu bağırışlar da ne?"
Mahinur, babasının sesini duyunca bir adım geri çekildi ama hala dimdik duruyordu. "Babaanneyle konuşuyorduk, baba. O yine bağırıyordu da."
Mukaddes Hanım, Sancak’a dönüp bağırdı: "Görüyor musun? Bu çocuk ne kadar saygısız! Benim ölümümü istiyor. Sen de buna bir şey demeyecek misin?"
Sancak derin bir nefes alıp Mahinur’a baktı. "Mahinur, bu nasıl bir konuşma? Büyüklerinle böyle konuşamazsın!" dedi ama sonra Mukaddes Hanım’a döndü ve ciddi bir ses tonuyla ekledi: "Ama ana, sen de sürekli herkese bağırıp hakaret ederek bu çocuklara iyi bir örnek olmuyorsun. Onlar da senden gördüklerini yapıyorlar."
Mukaddes Hanım, Sancak’ın bu sözleri üzerine sustu. O sırada Mahinur, babasına bakarak küçük bir sesle mırıldandı: "Ama baba, doğruyu söylüyorum…"
Sancak, kızını yanına çekip ona sevgiyle sarıldı. "Kızım, doğruyu söylemek önemli ama bunu nasıl söylediğin de önemli. Büyüklerine karşı biraz daha nazik olmayı öğrenmen gerekiyor. Tamam mı?"
Mahinur başını salladı ama Mukaddes Hanım’ın bakışlarından hala bir korku hissetmiyordu. Mukaddes Hanım ise bastonuna tutunarak sessizce odadan çıkarken kendi kendine mırıldandı: "Allah beni bu çocuklardan korusun! Şu yaşımda bana gelen şu laflara bak!"
|
0% |