@aytengul
|
Merhaba sevgili arkadaşlar,
Bu bölümü yazarken gerçekten inanılmaz zorlandım, o kadar ki sanki kafamda binlerce düşünce birbirine çarpıp durdu. Bir senedir grip olmamıştım, ama kader bu ya, geçen sene hasta olduğum aynı dönemde yine o lanet hastalık kapımı çaldı. Şu an bu satırları, buz gibi bir otobüste yazıyorum. Şoförün nefesime karışan sigara dumanı, zaten zor toparlanan bedenime adeta bir darbe gibi. Her nefeste boğazımda yankılanan öksürük krizleriyle savaşıyorum. Durumum bu kadar dramatik, bu kadar zorlu olmasına rağmen, sizlerden gelecek oy ve yorumların her şeye değeceğini bilmek, beni biraz olsun ayakta tutuyor. Lütfen desteklerinizi esirgemeyin, çünkü sizlerin geri dönüşleri, bu yolculuğu daha katlanılır kılıyor.
Sevgiyle...
Sancak odasına girdiğinde, tüm dünyanın yükü omuzlarına binmiş gibiydi. Yatağa doğruca uzandı ve kendini cenin pozisyonuna getirdi. Bütün bu yaşananlar, karısının ölümü, kardeşinin trajedisi, zihninde dönüp duruyordu. Kalbi ağırlaşmış, nefesi düzensizleşmişti.
Odanın karanlığında, duygularına teslim olmuştu. Gözlerinden yaşlar süzülüyor, hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını biliyordu. Sıkı sıkıya sarıldığı karısını ve yeni doğan kızını düşündü. Ama hiçbir teselli bulamıyordu. Kendi içindeki fırtına dinmek bilmiyordu; acısı, sessiz bir çığlık gibi odada yankılanıyordu. Sancak, karısının kokusunu hala odasında hissettiğinde, yüreği daha da burkuldu. Karısının başını koyduğu yastığı göğsüne bastırdı, derin bir nefes aldı ve gözyaşları durmaksızın akmaya devam etti. Her solukta, kaybettiği her şeyin acısı biraz daha derinleşiyordu. Odanın sessizliğinde yalnızca kendi hıçkırıkları yankılanıyordu.
Ancak bu sessizliği, karşı odadan gelen küçük kızının çaresiz ağlaması böldü. Yeni doğan bebeğin ağlayışı, odanın her köşesine yayıldı, adeta Sancak’ın içindeki boşluğu doldurmak ister gibiydi. Çalışanlar ne yaparsa yapsın, bebek susmuyordu. Anne kokusuna, annesinin sıcaklığına hasretti. Herkesin elinden bir şey gelmiyordu; çünkü hiçbir şey bir annenin yerini tutamazdı.
Sancak, kızının ağlayışını duydukça, acısı daha da dayanılmaz hale geliyordu. Artık sadece kendi için değil, annesiz büyüyecek olan kızı için de içi yanıyordu. Ama yine de kalkıp ona sarılacak gücü bulamıyordu. Sancak’ın boğazı düğümlenmiş, gözleri şişmişti ama ağlamaları bir türlü durmuyordu. Yastığın içine gömdüğü yüzüyle, karısının kokusunu içine çekerek daha da içli bir şekilde hıçkırıyordu. Bu odanın her köşesinde karısının hatıraları vardı; her şey ona, birlikte geçirdikleri günleri hatırlatıyordu. Ama ne yastık ne de odadaki koku, onun eksikliğini doldurabilirdi.
Karşı odadan gelen kızının ağlaması ise her saniye biraz daha yükseliyordu. Küçük bebek, sanki tüm dünyaya "Anneme verin beni!" diye haykırıyordu. İnce, çaresiz bir çığlık gibi yankılanan bu ses, Sancak’ın zaten yaralı kalbini paramparça ediyordu. Her ağlayışta, bebekle birlikte o da ağlıyor gibiydi; ama bir yandan da bu ses tahammül edilemez hale gelmişti.
“Susturun!” diye bağırmaya başladı Sancak. “Susturun şu bebeği! Dayanamıyorum! Lütfen…” Sesinde öyle bir acı vardı ki, odadaki çalışanlar bile ne yapacaklarını şaşırmıştı. Bebek, babasının iç dünyasındaki fırtınaları yansıtır gibi daha da yüksek ağlıyordu. Küçük bedeni, annesinin yokluğunu her hücresinde hissediyor gibiydi. Ne çalışanların kollarındaki ninni ne de verdikleri sıcaklık onu sakinleştirebiliyordu. Her şey, sadece annesini istiyordu.
Sancak elleriyle başını tuttu, gözlerini kapadı ve kendi sesini bastırmaya çalışarak, “Lütfen... Allah'ım, bu acıya dayanamam. Neden? Neden hem onu hem de beni böyle cezalandırıyorsun?” diye hıçkırıklarla konuştu. Kızının her çığlığında, sanki ruhuna bir bıçak saplanıyordu. “Susturun şu bebeği!” diye tekrarladı, sesi daha da titrek ve acılıydı. Sanki bebeğin her ağlaması, onu karısının ölümüne geri götürüyor, her saniyeyi tekrar tekrar yaşatıyordu.
Ama bebek susmuyordu. Sancak’ın kalbi, kızının ağlayışlarına duyarsız kalamıyordu; ama bir yandan da o sesi duymak, dayanılmaz bir işkence gibiydi. Hem kendini hem kızını kurtarmak istiyor, ama çaresizlikle boğuşuyordu. Odaya bir ağırlık çökmüş, gerilim ve acı her köşeye sinmişti. Sessizlik içinde duyulan sadece hıçkırıklar ve çaresizliğin yankılarıydı.
Zaman durmuş gibiydi. Herkes sessizce bekliyordu; çünkü kimse Sancak’ın bu acıyla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. O an, hayatındaki her şeyin bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anlamıştı. Kayıp ve Umut: Mahi’nin Ardından
Sancak yataktan kalktı, halı yoktu ama başka çaresi de kalmamıştı. Yandaki odaya girdi, kucağındaki daha bir gün bile olamayan minik bebeği salıyordu. Ancak bebek bir türlü uyuyamıyordu. Sancak, güçsüz kollarını uzattı ve bebeği kucağına aldı. Yardımcıya başıyla işaret verip odadan çıktığında, odanın sol köşesinde duran salınan sandalyeye oturdu. Bebeği rahatlatmak için gözyaşları içinde ağlayarak ninni söylemeye başladı.
“Dandini dandini danalı bebek, Elleri kınalı bebek...”
Sesi hıçkırıklarla kesiliyordu; karısının yokluğu içinde açtığı yarayı bir nebze olsun kapatmaya çalışıyordu. Her kelime, onun anılarını canlandırıyor, kalbindeki acıyı derinleştiriyordu.
“Uyusun da büyüsün, Tıpış tıpış yürüsün...”
Bebeğin yumuşak bedeni, Sancak’ın kollarında hafifçe kıpırdandı. Ama uyku bir türlü gelmiyordu. Kızının ağlaması, Sancak’ın gözyaşlarıyla birleşiyor, odada yankılanıyordu. Her ninni dizesinde, karısının gülümseyen yüzünü hayal ediyordu.
“Annesi tarlaya gitti, Babası düğüne...”
Sancak’ın sesi, içinde kopan fırtınalarla birlikte sarsılıyordu. Bebeğinin annesi olmadan büyüyeceğini düşünmek bile ona ağır geliyordu. Her salınımda, içindeki boşluğu hissediyordu.
Bebeği kucağında uyutmaya çalışırken, kendisi de kaybolmuş gibiydi. Aklında karısı Mahi vardı; o, bu anı paylaşmayı hayal ettiği tek kişiydi. Kızına huzur vermek istedikçe, karısının yokluğu kalbinde daha fazla yer kaplıyordu.
“Dandini dandini danalı bebek,” diyerek ninnisine devam etti, ama sesi her seferinde biraz daha boğuklaşıyordu. Odadaki havayı ağırlaştıran hüzün, Sancak’ın içine işliyordu. Her notada, bebek annesinin kollarında olmayı özlüyordu. Bunu biliyordu; ama ne yapabilirdi ki? Tek başına bir hayatı devam ettirmek zorundaydı.
Salınan sandalyede, bebeği kucağında tutarken, Sancak’ın gözyaşları yavaşça yere damladı. Zaman geçiyor ama acı asla geçmiyordu. Gözlerinde beliren yaşlar, kaybettiği aşkın ağırlığını taşıyor; içindeki umut ışığı, karısının anısıyla yanmaya devam ediyordu. Cenaze evi olduğu için, bütün şehrin sayılan ve seçilen aileleri taziye için eve geliyordu. Herkes, Mahi’nin kaybının ardından Sancak’ın içinde bulunduğu derin acıyı hissedebiliyordu. Ama kimse, Sevilay ve Sancak arasında yaşanacak değişimlerin, düğünle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı hakkında bir şey söylemiyordu.
Sancak, acısını içinde taşıyarak kapıda taziyeleri kabul ediyordu. Ziyaretçiler, baş sağlığı dilekleriyle doluydu ama kimse içindeki derin boşluğu hissedemiyordu. Her gelen, Mahi’nin anısını yaşatmak adına güzel sözler söylese de, Sancak’ın kalbinde bir yara açılmıştı.
Misafirler arasında Mahi’nin ailesinden bazıları da vardı. Onların bakışlarında bir tuhaflık vardı; acı, kaygı ve bir nebze de olsa geleceğe dair bir endişe. Sevilay, odanın köşesinde sessizce oturuyor, yaşadığı durumdan dolayı derin bir yalnızlık hissediyordu. Kendi hayatının kararlarının başkaları tarafından alındığını düşünmek onu daha da çaresiz hissettiriyordu.
Gelenekler gereği, taziyeye gelenlerin arasında bu zor günlerin ardından Sevilay ve Sancak’ın evlenmesi gerektiğini düşünenler de olacaktı. Ama o an için kimse bunu yüksek sesle dile getirmiyordu. Sevilay ve Sancak, birbirlerine bir güven duyma ya da gelecekteki bir evlilik düşüncesine girecek durumda değildiler. Her ikisi de yaşadıkları kaybın derin acısıyla baş etmeye çalışıyorlardı.
Sancak, aklındaki düşüncelerle baş etmeye çalışırken, Mahi’nin hatıraları ve yüzünü sürekli canlandırmaya çalıştığı anılar arasında kayboluyordu. Kalbindeki acı, gitgide büyüyen bir ağırlığa dönüşmüştü.
Taziye evi olduğu için gelenlere helva ikram ediliyordu; Yasinler okunuyor, dualar ediliyordu. Evdeki kalabalık, acının ağırlığını paylaşmak için toplanmıştı ama herkesin içinde hissettiği sessiz bir ağıt vardı. Mukaddes Hanım, oğlu Demirhan’ın kaybı nedeniyle kendini dövmekten bitap düşerken, Sancak minik kızını kucağından bir an olsun bırakmıyordu. Kızının, Mahi’den kalan son armağanı olarak kollarında durması, ona hem bir teselli hem de derin bir hüzün veriyordu.
Doktor, bebekte herhangi bir sağlık sorunu olmadığını belirtmişti, bu yüzden kuvezde kalmasına gerek olmadığını söylemişti. Sancak, o an minik meleğine bakarken gözlerinde bir umut ışığı parlıyordu. Bu küçük bebek, yaşadığı kaybın ardından kalbinde bir nebze olsun huzur bulmasına neden oluyordu.
"Senin adın ne olacak, bilemiyorum," diye fısıldadı Sancak, gözyaşları içinde kızına bakarak. "Ama her zaman anneni hatırlaman için seninle olacağım."
Mukaddes Hanım, kaybının acısıyla baş edemeyerek bir kenarda ağlıyordu. Oğlunun ölümünü kabullenememişti. İçindeki derin acı, zamanla dinmek yerine daha da büyüyordu. Sancak’ın annesine olan bakışı, bir yandan acıyı paylaşırken, diğer yandan kendi acısına odaklanmasına engel oluyordu.
Sancak, gözlerinde biriken yaşları silerken, minik kızını daha da sıkı sarıldı. "Seninle birlikte bu dünyada kalacağız," dedi. "Anneni hep hatırlayacağız. O, bizim için çok özel biri."
Zaman geçtikçe, evdeki atmosfer karamsar bir hal almıştı. Taziye için gelenlerin sesleri arasında hüzünlü bir melodi gibi yükselen dualar, Sancak’ın kalbindeki acının sesine karışıyordu. Herkesin içinde bulunduğu derin hüzün, bir arada durmanın anlamını sorgulatıyordu.
Sonunda, küçük kızına tekrar baktı. "Hayat devam ediyor, benim güzel meleğim. Annenin hatıralarını yaşatmak için buradayız. Sen bizim umudumuz olacaksın."
Bu düşüncelerle Sancak, acısını bir nebze olsun hafifletmek için minik kızına sarıldı. Her şey zor olsa da, umut her zaman vardı; hayat, yeniden başlamayı bekliyordu. Boşluğun İçinde
Sabah olmuştu. Sancak, tüm gece boyunca kızı Mahinur'un başında bir an olsun ayrılmamıştı. Minik bebeği her ağladığında, içindeki acı ile dolu kalbi bir nebze olsun hafifliyordu. Süt vermek, altını temizlemek gibi basit ama önemli eylemler, onu tekrar hayata bağlıyordu. Böylece, ağlayarak geçen bir gününü tamamlamıştı.
Yaklaşık iki gündür evde ne ses ne de gürültü vardı; sadece derin bir boşluk hüküm sürüyordu. Mahinur'un ağlamaları, Sancak’ın içinde bir parça huzur bulmasına neden olsa da, evdeki hüzün asla dinmiyordu. Her köşe, kaybedilen Mahi'nin anılarıyla doluydu ve her anı, evin içinde yankılanan bir sessizlikle birleşiyordu.
Sancak, yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Mahinur’un minik parmaklarını avuçlarında sıkıca tutarak, onun masum yüzüne dikkatle bakmaya başladı. "Seni büyüteceğim, canım kızım," dedi. "Annenin sevgisiyle büyüyeceksin." Ama bu sözler, kaybedilen annenin yokluğunu bir nebze olsun hafifletmiyordu.
Gözleri doldu, bir yudum su içerek tekrar kendini toparlamaya çalıştı. "Mahi, senin için her şeyimizi yapacağız," dedi içinden. "Mahinur, annesinin sevgi dolu anılarını yaşatacak. Senin ışığın her zaman bizimle olacak."
Evin her köşesinde yankılanan anıların sesi, zamanla Sancak’ın kalbindeki boşluğa bir nebze de olsa teselli sağlamıştı. Mahinur, bu acının yükünü hafifletecek bir umut ışığıydı; ama Sancak, her yeni günde bu umutla birlikte kaybını da hatırlayacaktı. Bu akşam her şey değişecekti. Mukaddes Hanım'ın içindeki gerginlik doruktaydı. Kapılar birer birer açılıyor, konağa şehrin sayılan seçilen ağaları giriyordu. Her biri taziyelerini sunarak başsağlığı diliyor, fakat esas mesele henüz konuşulmamıştı.
Birinci Ağa: "Başınız sağ olsun, Mukaddes Hanım. Allah sabırlar versin. Demirhan gibi yiğit evladın acısı kolay değil, ama hayat devam ediyor."
Mukaddes Hanım (zoraki bir tebessümle): "Sağ olun, ağa. Başımız büyük bir dertte, Allah’tan gelen baş üstüne."
İkinci Ağa (Sancak’a bakarak): "Sancak Ağa, zor zamanlar geçiriyorsun biliyorum. Ama ailenin reisi sensin artık. Bu konak senin sorumluluğunda. Törelerin gereğini de unutmayalım."
Sancak (kederli bir sesle): "Teşekkür ederim ağa. Bu evin yükü omuzlarıma bindi. Elbette ki törelerin gereğini yapacağız, ama…"
Üçüncü Ağa (daha direkt bir tonda): "Elbette ki yapacaksınız, Sancak. Demirhan’ın geride bıraktığı emaneti, töremiz gereği senin nikâhına alman lazım. Aile birliğini devam ettirmek için bu şart."
Sancak (yavaşça başını eğerek): "Sevilay… Evet, biliyorum. Ama bu karar kolay değil ağa. O da istemiyor, ben de… Zor bir durum."
Birinci Ağa: "Kolay değil, ama töreler kolay mı hiç? Hepimiz törelerle büyüdük, törelerle yaşarız. Eğer bu akşam bir karar verilmezse, laf yayılır. Hem ailenin itibarı, hem de Sevilay’ın geleceği için en doğru karar budur."
Mukaddes Hanım (söz almak için sessizliği bozarak): "Ağalar, bu iş gönül işidir diyemem. Töreye boyun eğmemiz gerekse de, Sevilay’ın bu eve getirdiği uğursuzluk ortada. Ancak… sizin kararınız neyse, biz de baş üstüne diyerek kabul edeceğiz."
İkinci Ağa (Sancak'a dönerek): "Bak evlat, herkesin gözü sende. Bu aileyi toparlayacak kişi sensin. Sevilay seninle nikâhlandığında, herkesin gönlü ferah olur. Kadının hatası ne olursa olsun, evini, adını kurtarmak senin işin."
Sancak (derin bir nefes alarak, içsel bir mücadeleyle): "Anlıyorum. Bu akşam bir karar verilecek. Allah yardımcımız olsun."
Salon sessizliğe bürünmüş, karar anının yaklaşmakta olduğu her birinin yüzünden okunuyordu. Sancak’ın zihni sürekli gidip geliyordu, yüreği sıkışıyor, gözleri odaya giren her ağayla daha da kararıyordu. Ağaların sözleri kafasında yankılanırken, elleri yumruk olmuş, sinirden terlemişti. İçinde fırtınalar kopuyordu. Bir tarafta töreler, diğer tarafta karısının yokluğu, minik bebeği ve Sevilay’a dair karmaşık hisleri. Derin bir nefes aldı, fakat içindeki gerilim onu her an patlayacak bir volkan gibi tutuyordu.
Mukaddes Hanım (keskin bir sesle, kendini kaybetmiş bir şekilde): "Ne karar vereceksen ver, Sancak! Bu uğursuz kızı bu eve almayı gerçekten düşünüyor musun? Oğlumun katilini karım diye kucağına alacak mısın? Demirhan’ı nasıl unutursun?"
Sancak (ani bir patlama ile): "Yeter anne! Demirhan kendi elleriyle bu felaketi getirdi! Sevilay’ın suçu ne? Uğursuz diye onu suçlamak kolay! Ama töreler böyle, değil mi? Töreler diyor ki, birinin felaketi diğerinin kaderi olacak! Töreler diyor ki, istemesem de, kalbim kanasa da onu alacağım!"
Birinci Ağa (daha otoriter bir sesle): "Sakin ol, Sancak! Bu senin vereceğin şahsi bir karar değil. Aile, töre, haysiyet, namus... Bunların hepsi senden bir adım bekliyor. Eğer bu adımı atmazsan, ailenin ismi lekelenecek."
Sancak (gerilimi daha da artarak, başını ellerinin arasına alır): "Lekelenmiş zaten! Karımın mezar toprağı daha kurumadan, Demirhan’ın kanı hâlâ evdeyken, hangi haysiyetten bahsediyorsunuz? Nasıl olur da Sevilay’a bu kadar kolay hükmedebilirim? Onu hayatımın içine nasıl bu kadar ani sokabilirim?"
İkinci Ağa (sinirlenmiş halde): "Bu işin gecesi olmaz, Sancak! Ya şimdi evlenirsin, ya da her şeyin altüst olur. Bekleyemezsin! Bu işin ağırlığı var, ama bu ağırlık omzunda değilse adamsın!"
Sancak (aniden ayağa kalkarak, ağalara sert bakışlar atarak): "Peki ya Sevilay? Onun kaderine ben mi karar vereceğim? Onun ruhu paramparça, benim ruhum parçalanmış… Ne zaman yaşamaya başlayacağız?!"
Mukaddes Hanım (öfkeyle bağırarak): "O uğursuz kızı bu eve karı olarak sokarsan, Demirhan’ın mezarını açıp beni de içine göm! Ben böyle bir rezilliği kabul etmem, Sancak! Senin de ailenin de lanetini alırsın!"
Sancak (bir anda donakalarak): "Belki de bu lanet zaten bizimleydi, anne. Belki de bu evin kaderi bu lanetti… Ve bu gece, her şey sona erecek."
Salonun havası ağırlaşıyor, gerilim neredeyse keskin bir bıçak gibi herkesin üzerine çöküyordu. Sancak, ani bir kararın eşiğinde, hayatını tamamen değiştirecek o cümleleri ağzından dökecekti. Sancak (öfkeyle bakarak): "Ben ona bacım diyorum! İnsan bacım dediği kadını nasıl karısı yapabilir ki? Bir insan nasıl böyle bir yükü taşır, nasıl böyle bir şeyi kabul eder?"
Birinci Ağa (soğuk bir ifadeyle, otoriter bir ses tonuyla): "Kabulden başka şansın yok, Sancak. Bunu töre gereği yapacaksın. Namusun için, ailen için. İstesen de istemesen de bu yük senin omzuna yüklendi. Yoksa Demirhan’ın kanı yerde kalacak, biliyorsun."
Sancak (gözlerinde öfke ve çaresizlikle): "Bu karar kolay mı sanıyorsunuz? O kadın benim kardeşim gibiydi! Demirhan ona nasıl davrandıysa, bu evde herkes ona öyle davrandı! Şimdi nasıl olur da onu karım olarak kabul edebilirim?"
İkinci Ağa (keskin ve tavizsiz bir sesle): "Bu mesele artık duygusal değil, Sancak! Ailene sahip çıkmak zorundasın. Ya Sevilay’ı karın olarak alırsın, ya da bu ailenin haysiyeti iki kardeşle birlikte gömülür. Şimdi namusun için bir adım atacaksın, gerisi zamanla düzelecek."
Sancak (dişlerini sıkarak, gözlerini ağalara dikerek): "Ben bu yüke nasıl dayanırım, peki? Sevilay’a bu kaderi nasıl yüklerim? Kardeşimin hatası için bedeli ikimiz de mi ödeyeceğiz?"
Üçüncü Ağa (sert bir tonla): "Bu işten kaçış yok, Sancak. Düğüm çözülmezse, iki aile de bu kara lekeyle yaşar. İki gün sonra bu iş bitecek. İster gönüllü ol, ister isteme, ama töre bunu gerektiriyor."
Mukaddes Hanım (acı bir feryatla, Sancak’a yalvarırcasına): "Evladım, yapma! O uğursuz kadını alırsan, bu eve bir daha girmem. Demirhan’ın ruhu huzur bulmaz! Karını daha toprağa yeni koyduk, oğlum! O kız bu eve gelirse, felaketimiz olur!"
Sancak (gözleri dolu, içinden kopan bir fırtına ile, fısıldar gibi): "Felaket zaten içimizde, anne… O eve kim girerse girsin, değişen bir şey olmayacak. Bunu kabul etmek zorundayım. Ne kadar zor olursa olsun."
Sancak’ın içinde büyük bir çatışma yaşanıyordu. Ağaların baskısı, Mukaddes Hanım’ın feryatları ve törelerin ağırlığı altında eziliyor, ruhu darmadağın oluyordu. Karar vermek zorundaydı, ama her karar bir felaketti.
|
0% |