Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@aytengul

Ambulans sirenler çalarak hızla ilerlerken, içerideki sağlık görevlileri Sancak’a müdahale etmeye devam ediyorlardı. Bir görevli, Sancak’ın kanamasını durdurmaya çalışırken diğeri de hayati değerlerini izliyor, solunumunun düzenli olmasına dikkat ediyordu.

 

Sevilay, Sancak’ın yanında diz çökmüş halde, elini bırakmadan gözlerini ondan ayırmıyordu. Kalbindeki korku ve umut arasında sıkışıp kalmıştı. Her nefesinde dua ediyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

 

Bir görevli, Sevilay’a sakin olmasını ve biraz geri çekilmesini söylese de Sevilay, Sancak’ın elini bırakmamakta kararlıydı. "Ne olur… ne olur onu kurtarın," diye mırıldandı titreyen sesiyle. Görevliler ciddi ve hızlı bir şekilde müdahalelerini sürdürüyorlardı.

 

Ambulansın hastaneye olan mesafesi azalıyordu; herkes zamanla yarıştıklarının farkındaydı.

Ambulans hastaneye hızla ilerlerken, Sevilay Sancak’ın elini bir an bile bırakmıyordu. Parmaklarını Sancak’ın soğuklaşmaya başlayan eline sımsıkı kenetlemiş, her şeyin düzeleceğine dair içinde bir umut tutmaya çalışıyordu. Sancak’ın gözleri yarı kapalıydı, ama Sevilay’ın elini hissettiği her an ona biraz daha dayanma gücü veriyordu.

 

Sevilay, ambulansın sarsıntılarına rağmen gözlerini Sancak’tan ayırmadan fısıldadı: “Lütfen dayan, Sancak… senin yanındayım, seni bırakmayacağım.” Her kelimesi kalbinin derinliklerinden gelen bir dua gibiydi, yaşadığı korku ve acının en saf haliyle ortaya dökülüyordu.

 

Görevliler ellerinden geleni yaparken, ambulansın siren sesleri hızla hastaneye yaklaştıklarının işaretini veriyordu. Sevilay, gözyaşları içinde, bu bekleyişin Sancak’ın hayatta kalması için yeterli olmasını diliyordu.

Ambulans hastanenin önüne vardığında, sağlık görevlileri hızla Sancak’ı sedyeyle aşağı indirdiler. Sevilay, Sancak’ın yanında adım adım onlarla birlikte koşarak ameliyathaneye kadar eşlik etti. Koridorda yankılanan acil adımlar, Sevilay’ın içinde bulunduğu korkunun bir yansıması gibiydi.

 

Ameliyathane kapısına geldiklerinde, görevliler onu içeriden almak için harekete geçti. Sevilay, son bir an Sancak’ın elini tutarak içeriye kadar eşlik etti; ancak kapının önüne geldiğinde elini bırakmak zorunda kaldı. Parmakları istemsizce, Sancak’ın elinden ayrılırken o anın verdiği acıyla irkildi.

 

Kapılar Sevilay’ın yüzüne kapanırken içi titriyordu. Ameliyathane önündeki bekleme koltuklarına zor adımlarla ilerledi, gözleri kapıya kilitlenmiş, kalbi ise bir haber bekliyordu. Onun için zaman durmuş gibiydi; içini kemiren korku ve çaresizlikle, ameliyathaneden çıkacak olan umudu bekliyordu.

Ameliyathane kapısı kapandığı anda, Sevilay’ın dizlerinin bağı çözüldü. İçinde birikmiş tüm korku, endişe ve suçluluk duygusu, sonunda onu yıkmıştı. Güçsüzce yere yığıldı ve derin bir hıçkırıkla ağlamaya başladı. Elleriyle yüzünü kapatıp dizlerinin üstünde otururken, her nefes alışında içindeki acı daha da derinleşiyordu.

 

Gözyaşları yanaklarından süzülürken kendi kendine fısıldadı: "Sancak, lütfen beni bırakma… Sen dayanamazsan ben nasıl dayanırım?" O anda, yalnızca Sancak’ın sağ salim çıkmasını diliyor, yaşadığı tüm pişmanlıkları yeniden hissediyordu. Onu koruyamamış olmanın ve yaşadığı tüm acılarda kendini suçlu hissetmenin ağırlığıyla eziliyordu.

 

Koridorlarda yankılanan sessizlik, Sevilay’ın hıçkırıklarına eşlik ediyordu. Onu teselli edecek kimse yoktu; burada tek başına, çaresizlik içinde, sevdiklerinin hayatı için dua eden biriydi yalnızca. Sevilay, tüm gücünü kaybetmiş bir halde yere kapanırken, aklından sürekli aynı düşünce geçiyordu: "Sancak iyi olmalı. O olmadan ben ne yaparım?"

 

Zaman durmuş gibiydi, her saniye bir ömür kadar uzundu. Sevilay, titreyen elleriyle sımsıkı kollarını sararak, içindeki korku denizinde boğuluyordu.

Sevilay acı içinde yerde oturup ağlarken, hastane koridorundan ayak sesleri yükselmeye başladı. Aile üyeleri, haber alır almaz hastaneye gelmiş, koridorun sonunda toplanmaya başlamışlardı. Mukaddes Hanım da oradaydı; yüzünde pişmanlık ve derin bir acı vardı, ama artık hiçbir şey yapamayacağının farkındaydı. Oğlunun yaşadıklarına kendisinin sebep olduğunu bilmenin yükü, omuzlarına çökmüştü. "Son pişmanlık fayda etmez" sözünün ağırlığını iliklerinde hissediyordu.

 

Mukaddes Hanım, Sevilay’ın hıçkırıklarını duyunca gözleri doldu, kalbindeki gurur ve öfkenin yerini artık sadece suçluluk almıştı. Olan biten her şeyin arkasında kendi sertliği, törelere olan bağlılığı vardı ve bu bağlılık ona oğlunu kaybetme korkusuyla yüzleşmesini sağlıyordu.

 

Aileden birkaç kişi Sevilay’a yaklaşarak onu yerden kaldırmaya çalıştı, ama Sevilay, acısını kimseye anlatamayan bir insanın çaresizliğiyle kıpırdamayı bile reddediyordu. O, tüm dünyası olan Sancak’ın ameliyathanede yaşam mücadelesi verirken yalnız kalmasını istemiyordu. Mukaddes Hanım, Sevilay’a doğru bir adım atmak istedi ama adımları tereddütle doluydu; ona ne söyleyeceğini, nasıl bir teselli vereceğini bilmiyordu. Sevilay’ın perişan hali ona kendi hatalarını daha da belirgin hale getiriyordu.

 

Mukaddes Hanım’ın içinden bir ses, "Keşke tüm bu yaşananları geri alabilseydim," diyordu, ama bu ses çaresiz ve sessizdi. Çünkü artık telafi etmek için çok geç olduğunu, ne kadar dua etse de hiçbir şeyin eskiye dönmeyeceğini derinden hissediyordu.

Hastanenin ağır antiseptik kokusu Sevilay’ın ciğerlerine her solukta dolarken, zaman adeta durmuş gibiydi. Bekleme alanındaki soğuk hava ve sessizlik, içindeki korkuyu daha da büyütüyordu. Dakikalar geçmek bilmiyor, her saniye sonsuz bir azap gibi üzerine çöküyordu.

 

Her nefes alışında o keskin koku sinirlerini daha da geriyor, göğsünde bir taş gibi oturuyordu. Sancak’ın ameliyatta olduğunu bildiği her an, içinde umutla umutsuzluk arasında gidip gelen bir savaş yaşıyordu. İçini kemiren pişmanlık ve korku, her saniye biraz daha ağırlaşıyor, onu yavaş yavaş tüketiyordu.

 

Sevilay, ellerini sımsıkı birleştirip dualar mırıldanmaya başladı; belki biraz huzur bulurum, diyordu. Ama ne kadar dua etse de kalbindeki korku dinmek bilmiyordu. Sancak için umudu her geçen dakika azalıyor gibi hissetse de, içindeki sevgi onu ayakta tutmaya çalışıyordu. Zaman geçmek bilmiyordu; her dakika, sonsuz bir bekleyişin içinde kaybolmuş gibiydi.

Saatler hızla geçerken, sonunda ameliyathane kapısı açıldı ve bir hemşire dışarıya çıkıp bekleyenlere doğru seslendi: "Hastanın yakınları siz misiniz? Acilen sıfır RH negatif kana ihtiyacımız var." Bu sözler bekleyen herkesin yüreğine bir çığlık gibi düştü.

 

Mukaddes Hanım, yaşadığı şoku üzerinden atamadan hızla "Evet, biziz," diyerek cevap verdi. Ama gözlerindeki tereddüt, bir an için onu hareketsiz bıraktı. O an Sevilay, bir adım öne atıldı ve hemşireye kararlı bir sesle, "Lütfen benim de kanımı kontrol edin, ben de kan vermek istiyorum," dedi. Gözlerinde kararlılık vardı; Sancak’ın hayatını kurtarabilmek için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı.

 

Hemşire başını onaylarcasına sallayarak onları kan bağış ünitesine yönlendirdi. Sevilay ve Mukaddes Hanım beraber yürüdüler, ancak Mukaddes Hanım’ın içi kaygı doluydu; geçmiş yılların yükü altında ezilmiş, sigara alışkanlığına yenik düşmüştü.

 

Kan testleri hızla yapıldı, ve kısa süre sonra sonuçlar geldi. Hemşire, Mukaddes Hanım’a dönerek üzgün bir ifadeyle, "Maalesef kanınızda sigara kaynaklı bazı maddeler bulundu. Hastanın durumu kritik olduğu için temiz kana ihtiyacımız var," dedi. Mukaddes Hanım’ın yüzü bembeyaz kesildi, o an başını öne eğdi, pişmanlık ve suçlulukla doldu. Sancak’ın yanında olabilecekken bu küçük ama sonuçları büyük alışkanlık, ona destek olmasına engel olmuştu.

 

Sevilay’ın kanı ise uygun bulunmuştu. Hemşireler onu kan alma odasına götürdü. Sevilay, içindeki korkuya ve acıya rağmen Sancak’ı kurtarmak için gereken her şeyi yapmaya hazırdı. Kan alma işlemi başlarken gözlerini kapadı ve Sancak için dua etti. Her damla, sevdiği adam için hayat anlamına geliyordu.

 

Mukaddes Hanım dışarıda, pişmanlık içinde gözyaşlarına hakim olamıyordu. Hayatı boyunca yanlış kararlar almış, oğlunun ve Sevilay’ın yaşadığı acılarda payı olmuştu. Şimdi ise onları kurtarabilecek bir adım atamıyordu; içindeki çaresizlik, daha da derinleşiyordu.

 

Sevilay’ın kanı başarılı bir şekilde alındığında, Sancak’ın ameliyatı için kritik önemdeki kan sağlanmış oldu.

Sevilay, kan vermekten her zaman korkmuştu. Küçüklüğünden beri iğne görmek bile onu huzursuz ederdi; ama Sancak için tüm korkularını bir kenara bıraktı. Onu "sidikli" diyerek aşağılayanlara inat, şimdi o, hayatında belki de ilk kez başkasına bu kadar büyük bir yardım eli uzatıyordu. Her damla kanla birlikte, içindeki korku biraz daha azalıyordu; çünkü biliyordu ki Sancak'ın yaşaması için bir şey yapabilmişti.

 

Ameliyathaneye götürülen kan torbasına gözleri dalmıştı. Bu küçücük torba, belki de Sancak’ın hayatını kurtaracaktı. "Bir işe yaradım," diye düşündü; küçücük bir umut kalbinde filizlendi. Yaşamı boyunca kendini değersiz hissettirmişlerdi, onu suçlamışlar, eksik ve güçsüz görmüşlerdi. Ama şimdi, kanıyla Sancak’ın hayatına tutunmasını sağlayan kişi oydu.

 

Sevilay içinden "Ben buradayım, sana değerim," diyerek bir dua daha etti. Hem kendine hem de ona güç veren bu küçük ama anlamlı adım, Sevilay’a içsel bir cesaret ve gurur verdi.

Sevilay, yaşadığı o içsel gurur ve umutla biraz sakinleşmişken, koridorun diğer ucundan Mukaddes Hanım’ın sert adımları duyuldu. Adeta ateş püskürerek yaklaştı ve soğuk, küçümseyen bakışlarını Sevilay’a dikti. Dudaklarının kenarındaki alaycı bir ifadeyle konuşmaya başladı: “Bir kan verdin diye kendini önemli sanma, Sevilay! Bu, senin gibi bir kızın yapması gereken en küçük şey. Sanki çok büyük bir iyilik yapmış gibi hava atıyorsun.”

 

Sevilay, bu sözlerle bir kez daha sarsıldı, ancak bu kez başını öne eğip susmak yerine Mukaddes Hanım’ın yüzüne baktı. Gözlerinde kırgınlık ve inatla karışık bir kararlılık vardı. O an Mukaddes Hanım'ın söylediği sözlerin eskisi kadar canını yakmadığını fark etti. Çünkü içinde, Sancak için verdiği kanın anlamını bilmenin verdiği bir güç vardı.

 

Mukaddes Hanım ise Sevilay’ın bu tepkisiz duruşuna daha da öfkelendi. “Sen olmasan da oğlum yaşardı, senin bu yaptığın her şeyi değiştirmiyor!” diye çıkıştı. Ancak Sevilay, bu kez sessiz ama kararlı bir ses tonuyla cevap verdi: “Belki sizin gözünüzde küçük bir şey, ama Sancak’ın yaşaması için gerekiyordu. Bunu yaptığım için pişman değilim.”

 

Mukaddes Hanım bu sözler karşısında bir an için afalladı. Sevilay, eskisi gibi sinip susmuyordu. Mukaddes Hanım’ın sözüne karşı gelmek belki de ilk kez yaptığı bir şeydi. O an, Sevilay’ın içindeki cesareti fark etti ama bu fark ediş öfkesini daha da körükledi. Koridorun sonuna doğru hızlı adımlarla uzaklaşırken arkasından bakakalan Sevilay, içindeki gururun ve gücün bir nebze daha büyüdüğünü hissetti.

Saatler geçmek bilmiyordu. Minik Mahinur babasını özlemiş, huzursuz bir şekilde onun yolunu gözlüyordu. Küçücük elleriyle bir ona bir etrafına bakıyor, gözleri dolu dolu babasını bekliyordu. Saatlerdir ağlamaktan burnu kıpkırmızı olmuştu, ama Sevilay içeri girip de ona sarılınca, Sevilay'dan annesinin kokusunu alır almaz sustu. Küçük kız sakinleşmiş, minik yüzünde tatlı bir gülümseme belirmişti. O an Sevilay’a bakışı, sanki bütün dertleri unutmuş gibiydi.

 

Sevilay, Mahinur’u kucağına aldığında küçük kızın huzur dolu gülümsemesi Sevilay’ın içindeki tüm sıkıntıları bir an olsun unutturdu. Mahinur, ona cennetten gelen bir parça gibiydi. Sevilay, küçüğün yüzüne bakarken içinden, “Sana söz veriyorum, bundan sonra seni her şeyden koruyacağım,” diye fısıldadı.

Mukaddes Hanım, Sevilay'ı sert bir tavırla eve göndermişti. "Sen burada sadece ayak bağı olursun!" diye söylenmişti, sesinde küçümseyici bir tonla. Sevilay, tüm endişesi ve üzüntüsüyle hastaneden ayrılmak zorunda kalmıştı, ama içi Sancak için kaygıyla doluydu. Kalmak, onun yanında olmak istiyordu; belki ona bir destek, bir teselli olabilirdi. Ancak Mukaddes Hanım, Sevilay'ı her fırsatta uzaklaştırmayı seçiyordu, sanki orada olup Sancak’a destek olması bile fazlaymış gibi.

 

Eve geri dönmek zorunda kalan Sevilay, bu zor anlarda bile kendini yalnız ve dışlanmış hissetti. Kapıdan içeri adım atarken derin bir nefes aldı ve minik Mahinur’un yüzündeki masumiyete baktı. Belki burada olmak, onun yanında bulunmak da bir anlam taşıyordu; belki en azından Mahinur’a bir teselli, bir güven verebilirdi.

“Ay ışığım, babayı görmeye gidelim mi?” dedi Sevilay, Mahinur’u kucaklayarak. “Güzelim, baba seni görünce hemen uyanır.” Sevilay, hastaneden ayrıldıkları yaklaşık beş saatin ardından, Sancak’ı düşündükçe merak içinde çatlıyordu. İçindeki endişe, Sancak’ın sağlık durumu hakkında bilgi alamamanın verdiği kaygıyla artıyordu.

 

Hava soğuk olmasına rağmen, Sevilay minik Mahinur’u sıcacık giydirip evden çıkmaya karar verdi. Mukaddes Hanım’ın söylediklerine aldırış etmeden, Sancak’ın yanına gitmek istiyordu. İçinde, Mahinur’un babasını görmek için ne kadar istekli olduğunu bildiği için ona cesaret vermek, babasının sesini duymasının belki de Sancak’ı uyandırabileceğini düşünüyordu.

 

Minik kızın cılız sesi, Sevilay’ın kalbinde bir umut ateşi yakıyordu. “Hadi, güzelim, gidelim,” dedi Sevilay, Mahinur’un ellerini tutarak. “Baba seni görünce çok mutlu olacak.”

Sevilay, Mahinur’u hazırlayıp evden çıkmaya karar verdiğinde, minik kızın üzerinde mor bir tulum vardı. Tulum, Mor rengin zarif tonlarıyla bezenmişti; Sevilay, onu giydirirken gözleri parlayan Mahinur’un neşesiyle içi ısınıyordu. Minik kız, mor tulumunun içindeki beyaz çiçek desenleriyle adeta bir peri gibi görünüyordu. Üzerinde ince bir palto da vardı, bu soğuk havada onu sıcak tutuyordu.

 

Hastaneye geldiklerinde, Sevilay’ın yüreği heyecanla çarpmaya başladı. Kapıda durup derin bir nefes aldı. “Hadi, güzelim, babana gidelim,” dedi. Mahinur, Sevilay’ın kollarında güvenle otururken, gözleri hastane kapısına odaklandı.

 

Ancak hastanenin kapısından içeri girmeleriyle birlikte Mukaddes Hanım hemen ortaya fırladı. “El kadar bebenin buralarda ne işi var?” diyerek sesini yükseltti. Sevilay, bu duruma hazır değildi. İçinde biriken öfke ve hayal kırıklığı, Mukaddes Hanım’ın alaycı tavrıyla birleşince bir anda patladı.

 

“Mukaddes Hanım, Mahinur burada olmak zorunda!” diye yanıtladı Sevilay, sesindeki titremeyi bastırmaya çalışarak. “Baba onu görmek istiyor, onu duyunca uyanır.”

 

Mukaddes Hanım, Sevilay’a soğuk bir bakış attı. “Bu kızı burada ne yapacaksın? Daha fazla rezil olmaya gerek yok,” dedi. “Hastane, oyun alanı değil.”

 

Sevilay, Mahinur’un gözlerinin içindeki ışığı gördüğünde, kalbindeki tüm korkuları bir kenara attı. “Mahinur babasına çok düşkün, onu görmeye geliyoruz. Onun yanında olmalıyız!”

 

Mukaddes Hanım, Sevilay’ın kararlılığını görünce çiğ bir gülümseme ile yanıt verdi. “Ne yaparsan yap, ama bu hastanede bir bebeğin yeri yok. Uzak dur ondan.”

 

Sevilay, Mukaddes Hanım’ın tavırlarından bıkkınlık duyarken, içindeki sabırsızlık ve endişe ile hastane koridoruna doğru yöneldi. Mahinur’un başını kaldırarak ona baktığını görünce, Sevilay’ın kalbi bir nebze rahatladı. “Gel, güzelim. Baban seni bekliyor,” diyerek Mahinur’u sıkı sıkı kucakladı ve Sancak’ın odasına doğru yürümeye devam etti.

Sevilay, hastane odasına girdiğinde üzerinde steril bir elbise vardı. Kucağındaki Mahinur, mor tulumuyla parlıyordu. Sancak’ın yanına oturduğunda, kalbindeki endişe biraz olsun azaldı. Yavaşça Sancak’ın elini öptü, sıcaklığına duyduğu özlem içini doldurdu.

 

Mahinur’u dikkatlice Sancak’ın yanındaki kurşun geçirmez kısmın üzerine yerleştirdi. Minik kız, babasının yanında olmak için sabırsızlanıyordu. Sevilay, Mahinur’un başını tutarak onu babasının yanına yerleştirdi. Mahinur, minik elini babasının sakalına doğru uzatıp hafifçe parmaklarıyla kavramaya çalıştı.

 

Sancak, Mahinur’un elini hissettiğinde bir an için gözlerini açtı. Sevilay, bu anın kıymetini biliyordu. “Bak, Sancak, Mahinur burada,” dedi. Sancak’ın yüzünde bir gülümseme belirdi, sevgi dolu bir bakışla kızına bakarken, Sevilay’ın kalbi umutla doldu.

 

Bebek, henüz konuşamazdı ama orada, babasının yanında olmanın verdiği güvenle huzurlu bir şekilde mırıldanıyordu. Sevilay, Mahinur’un babasına olan bu bağı görmenin mutluluğuyla, “Seninle burada olmak, birlikte dayanmak zorundayız,” diyerek Sancak’a fısıldadı. O an, minik kızın varlığıyla odadaki tüm gerilim bir nebze olsun hafiflemişti.

Sevilay, Sancak’a olan duygularını ifade ederken içindeki tüm cesareti topladı. “Sancak,” dedi, sesi kararlı ve duygusal bir tonla, “Evin direği her ne kadar beni karın olarak görmesen de ben sana saygı duyuyorum. Uyanıp yeniden bizimle birlikte olmanı istiyorum. Birlikte adım atmayı, hayatı paylaşmayı ve Mahinur’un yanında durmayı arzuluyorum.”

Sancak, derin bir uykunun ardından yavaş yavaş gözlerini araladı. Odanın ağır kokusu ve acının yoğunluğu etrafını sararken, bilincinin uyanmasıyla birlikte Sevilay’ın yüzündeki endişeli ifadeyi fark etti. Yavaşça başını kaldırdı, etrafına baktı ve Mahinur’un minik bedeninin yanında olduğunu gördü.

 

“Sevilay...” diye mırıldandı, sesi hala zayıf ama belirgindi. “Nasılsın?”

 

Sevilay, gözlerinin içindeki sevgiyle karışık korkuyu gizlemeye çalışarak, “Buradayım, Sancak. Ben buradayım,” diye yanıtladı. “Yavaş yavaş uyanıyorsun. İyileşmek için mücadele etmen gerekiyor. Biz senin yanındayız.”

 

Sancak, başını biraz daha yukarı kaldırarak, Sevilay’a derin bir bakışla bakmaya çalıştı. “Mahinur...” dedi, sesi titrek ve kaygılıydı. “O nerede?”

 

Sevilay, kucağındaki minik kızı göstererek, “Burada, yanında. Onu hissettiğinde her şeyin daha iyi olacağını biliyorum,” dedi. Mahinur, babasının sesini duyduğunda, minik parmaklarıyla Sancak’ın sakalını kavramaya çalıştı.

 

Sancak, yüzünde bir gülümseme belirdi. “Kızım... Beni duyabiliyor musun?” diye sordu, içindeki umut ve sevgi dolu bir ses tonuyla. Mahinur, babasının sesini duyduğunda rahatladı ve gülümsemeye başladı.

 

Sevilay, “Evet, Mahinur seni çok seviyor. Senin sesini duyduğu için mutlu,” dedi. O an, Sancak’ın içindeki güç bir nebze daha artmıştı. Uyanmak, hem onun hem de ailesinin hayatında yeni bir sayfa açma umudunu getiriyordu.

 

Loading...
0%