@aytengul
|
Mahinur, Mukaddes Hanım’ın arkasından yüzünü buruşturup alaycı bir şekilde, “Çatlak karı!” diye mırıldandı. Sancak, bu sözü duyunca hemen kızına dönüp sert bir şekilde azarladı:
“Mahinur, yeter! Büyüklerine böyle konuşulmaz. Ne dediğinin farkında mısın?”
Ancak tam bu sırada, kapının eşiğinden güçlü ve soğuk bir kadın sesi duyuldu: “Dur oğlum… Çocuk işte, söylemiş ne var?”
Herkes başını sesin geldiği yere çevirdi. Kapının eşiğinde duran kadın, odadaki herkesi susturmuştu. Uzun dalgalı saçları omuzlarından aşağıya akıyordu ve her hareketinde adeta bir meydan okuma gizliydi. Üzerinde bordo, ince kumaştan, vücuduna tamamen oturan, göğüs dekolteli bir elbise vardı. Uzun zamandır böyle bir kadın bu eve adım atmamıştı. Bordo rujuyla dudaklarını belirginleştirmiş, uzun kirpiklerinin altından gözlerini odadakilerin üzerinde gezdiriyordu.
Bu kadın, yıllar önce tanınan Nazay Türkmen’di. Ama o Kınalı Gelin Nazay gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Hayatı boyunca çektiği acıların izlerini, şimdi güçlü ve kendinden emin bir duruşla gizliyordu. Yıllar önce bebeğini doğumdan hemen sonra kaybetmiş, acısına rağmen güçlü durmaya çalışmış ama kocası tarafından evden atılmıştı. Aile içindeki itibarını, anneliğini, her şeyini kaybetmişti. Daha sonra başka bir adamla evlenmek zorunda kalmış, ancak tam düğün günü ortadan kaybolmuştu. İnsanlar ona “Kınalı Gelin” diyordu, çünkü kaderindeki hüzün artık onun adıyla özdeşleşmişti.
Sancak, kadına baktığında tanımadığı bu yabancının kim olduğunu anlayamadı. Gözlerinde merak ve öfke karışımı bir ifade vardı. Kaşlarını çatarak sert bir şekilde konuştu:
“Sen kimsin? Bu eve böyle girmek ne demek? Kimsin ve buraya neden geldin?”
Nazay, dudaklarında hafif alaycı bir gülümsemeyle odaya adım attı. Topuklu ayakkabılarının sesi odada yankılanıyordu. Soğukkanlı bir şekilde, başını hafifçe eğerek Sancak’a baktı.
“Kim olduğumu öğrenmek istiyorsan, Mukaddes Hanım’a sor. Söyle ona, Nazay Türkmen burada. O sana kim olduğumu anlatır, oğlum.”
Bu sözler odadaki atmosferi daha da gerginleştirdi. Mukaddes Hanım, sandalyesinden kalkıp öne doğru geldi. Bastonuna tutunarak, Nazay’a şok içinde baktı. Ancak şokunun altında bir öfke de vardı.
“Sen… Sen hâlâ yaşıyor musun? Nasıl cesaret edersin bu eve gelmeye?!” diye tısladı.
Nazay, sakinliğini hiç bozmadan Mukaddes Hanım’a doğru döndü. “Yaşıyorum, Mukaddes Hanım. Hem de düşündüğünüzden daha güçlüyüm. Bu eve nasıl geldim, neden geldim… bunları zamanla öğrenirsiniz. Ama önce Sancak’a bir şey anlatmanız gerek.”
Sancak, bu sözler karşısında daha da gerildi. Annesiyle bu kadının arasında geçen gerilim dolu bakışmalar, kafasındaki soru işaretlerini artırıyordu.
“Anne, bu kadın kim? Neden onunla ilgili bu kadar gerginsin? Söyle bana!” diye sordu.
Mukaddes Hanım, Sancak’ın bu sözleri karşısında donakaldı. Yüzündeki ifade, sırlarını açığa çıkarmak istemeyen bir insanın korkusunu yansıtıyordu. Ancak Nazay, bu sessizliğin üzerine alaycı bir şekilde konuştu:
“Hadi Mukaddes Hanım. Söyle ona. Söyle ki, ben kimim. Söyle ki, o çok sevdiğin, üzerine titrediğin oğlun kimden geldi… ve kimden alındı.”
Bu sözler, odada bir bomba etkisi yarattı. Sancak, derin bir nefes alarak annesine döndü. “Anne, ne diyor bu kadın? Ne demek istiyor? Açıkla bana!”
Mukaddes Hanım, öfkeyle bastonunu yere vurdu. “Nazay, kes sesini! Bu eve girmen zaten bir hataydı. Şimdi burada saçmalayarak huzurumuzu bozamazsın!”
Ama Nazay geri adım atmadı. “Saçmalamak mı? Mukaddes Hanım, yıllardır bu ailede herkesi kandırdınız. Ama gerçekler sonsuza kadar saklanamaz. Ben buradayım ve kim olduğumu, sizin kim olduğunuzu herkes öğrenecek!”
Sancak iyice sabırsızlanarak bağırdı: “Biri bana ne olduğunu anlatacak mı? Anne, kim bu kadın? Nazay Türkmen kim?”
Nazay, başını dik tutarak Mukaddes Hanım’a meydan okuyan bir şekilde Sancak’a döndü: “Mukaddes Hanım’a sor, oğlum. Sor ona, ben kimim. Söyle ki sana öz be öz anneni anlatsın. Anlatsın da, bugüne kadar sana nasıl bir yalanın içinde yaşadığını öğren.”
Mukaddes Hanım, bu sözler karşısında daha fazla dayanamadı. Sesi titreyerek bağırdı: “Kes sesini, Nazay! Bu eve gelip yalanlarınla herkesi zehirleyemezsin. Seni buradan kovmak benim elimde!”
Nazay, hafifçe başını yana eğip alaycı bir ifadeyle cevap verdi: “Beni kovabilir misin, Mukaddes Hanım? Kovabilirsin belki, ama gerçekleri de kovabilir misin? Artık bu evde herkes öğrenmeli. Ben, Nazay Türkmen, bu evde saklanan sırların bir yansımasıyım. Ve buraya, yıllar önce elimden alınanı almaya geldim.”
Sancak’ın yüzündeki öfke ve şaşkınlık daha da arttı. Kafasındaki sorulara cevap ararken, Nazay arkasını dönüp odadan çıktı. Arkasında bir sessizlik bıraktı, ama bu sessizlik fırtınadan önceki an gibiydi. Mukaddes Hanım’ın yüzünde hem korku hem de öfke vardı.
Sancak, derin bir nefes alarak annesine döndü. “Anne, bana gerçekleri anlat. Bu kadın kim ve ne demek istiyor? Eğer anlatmazsan, ben gidip her şeyi kendim öğrenirim.”
Mukaddes Hanım, titreyen bir sesle cevap verdi: “O kadın… o kadın tehlikeli biri, Sancak. Ona inanma. Sana zarar vermek için buraya geldi.”
Ama Sancak, bu cevaptan tatmin olmadı. Artık gerçeği öğrenmeye kararlıydı. Nazay Türkmen’in ortaya çıkışı, aile içinde gizlenen sırları gün yüzüne çıkarmak üzereydi.
Nazay Türkmen, dimdik ayakta duruyordu. Gözleri bir zamanlar ait olduğu bu eve, şimdi ise tamamen yabancı olduğu insanlara odaklanmıştı. Konakta büyüyen gerilim, adeta odanın havasını boğucu hale getirmişti. Mukaddes Hanım, sandalyesinde öfkeyle doğruldu, parmağını Nazay’a doğrultarak bağırdı:
Mukaddes Hanım: “Sen hâlâ buraday mısın? Seni kapının önüne koymadıkları için şükret! Bu evde kim olduğunu sanıyorsun? Ne utanmazsın ki böyle bir şeyle karşımıza çıkıyorsun!”
Nazay, soğukkanlılığını koruyarak Mukaddes Hanım’a döndü. Sesi sakin ama bir o kadar da keskin ve tehditkârdı:
Nazay: “Utanacak bir şeyim yok, Mukaddes Hanım. Utanması gereken biri varsa o da sizsiniz. Yıllarca benden çaldığınız her şeyin hesabını vermenin zamanı geldi.”
Sancak, bir köşede bu sözler karşısında şaşkınlık ve öfke içinde izliyordu. Mukaddes Hanım hızla ayağa kalktı, yüzü öfkeyle kıpkırmızı olmuştu:
Mukaddes Hanım: “Haddinizi bilin! Bu evde hiçbir hakkın yok. Bu ailede hiçbir bağın yok. Senden hiçbir şey çalınmadı, sen sadece bu ailenin lekesi oldun, anladın mı?!”
Nazay, kaşlarını hafifçe kaldırarak bir adım öne çıktı. Dudaklarında alaycı bir tebessümle konuştu:
Nazay: “Bu evde hiçbir hakkım yok mu? Öyle mi diyorsunuz? O zaman açıklayayım, Mukaddes Hanım. Ben Nazay Türkmen. Bu ailenin adıyla, soyuyla sizin kurallarınıza uydurulmaya çalışılan o genç kadındım. Ve yıllar önce doğumda yavrusundan koparılan, bu evden atılan o kadın da benim! Ama artık geri döndüm. Ve sadece adımı değil, haklarımı da geri almaya geldim.”
Sancak, duydukları karşısında iyice öfkelenmişti. Elleri yumruk olmuş, sesini yükseltti:
Sancak: “Yeter artık! Bu saçmalığa daha fazla tahammül etmeyeceğim. Kim olduğunu sanıyorsun sen? Annem olduğunu iddia ediyorsun, ama bu koca bir yalan! Annem burada, Mukaddes Hanım yanımda. Sen kimsin?”
Nazay, Sancak’ın gözlerinin içine bakarak bir an duraksadı. Sonra sesi titremeden ve her kelimesini vurgulayarak konuştu:
Nazay: “Sancak Türkmen, ben senin öz be öz annenim. Seneler önce yavrusundan koparılan o kadın benim. Ve şimdi burada, kendi kanım, kendi evladım karşısında hesap soruyorum. Sen de Mukaddes Hanım’a sor, o sana gerçeği söyleyecektir. Ya da söylerken yalanlara sığınacaktır, tıpkı geçmişte olduğu gibi.”
Mukaddes Hanım, bu sözler karşısında daha da hiddetlenmişti. Bastonunu yere vurarak bağırdı:
Mukaddes Hanım: “Yeter, Nazay! Bu yalanlara kimse inanmaz. Çık git bu evden, rezil kadın! Seni biz kapımızdan kovduk, hâlâ burada yüzsüz yüzsüz konuşuyorsun!”
Nazay, gözlerini kısarak Mukaddes Hanım’a döndü. Sesi bu kez daha sertti:
Nazay: “Beni susturmaya çalışmayın, Mukaddes Hanım. Çünkü bu sefer susturamayacaksınız. Sadece evladımı değil, hakkımı da çaldınız. O çok övündüğünüz şirketlerin yüzde 51 hissesi de benim. Türkmen ailesinin hissedarı benim. Artık istediğiniz kadar bağırın, istediğiniz kadar tehdit edin. Bu gerçek değişmeyecek!”
Sancak, duydukları karşısında iyice gerilmiş, yüzünü buruşturmuştu:
Sancak: “Bu doğruysa, neden şimdiye kadar sustun? Neden yıllarca bekledin? Eğer hisselerden bahsediyorsan, bu tamamen yalan!”
Nazay, başını iki yana sallayarak soğuk bir şekilde güldü:
Nazay: “Çünkü Mukaddes Hanım ve bu ailenin diğer üyeleri beni susturmak için ellerinden geleni yaptı. Yıllarca yok sayıldım, tehdit edildim, çocuğum elimden alındı. Ama artık korkmuyorum, artık susmuyorum. Sancak, sen benim oğlumsun. Bunu Mukaddes Hanım’a sor. Ona sor, bakalım ne diyecek?”
Mukaddes Hanım, yüzünde bir anlık tereddütle geri çekildi. Ama hemen ardından öfkeyle bağırdı:
Mukaddes Hanım: “Bu kadın yalan söylüyor! Sancak, sakın inanma! O bir düzenbaz, bir yalancı! Onunla konuşacak bir şey yok!”
Nazay, Mukaddes Hanım’ın gözlerine bakarak tehditkâr bir şekilde ilerledi:
Nazay: “Yalan mı söylüyorum? O zaman neden gözlerini kaçırıyorsun, Mukaddes Hanım? Bu evin sırlarını saklayamayacağınızı biliyorsunuz. Artık susmayacağım. Gerçekler, gün yüzüne çıkacak. Ve ne yaparsanız yapın, bunu engelleyemeyeceksiniz.”
Sancak, ne yapacağını bilemez bir halde orada duruyordu. İçinde öfke, şüphe ve karmaşa birbirine karışmıştı. Mukaddes Hanım ise çaresizce bastonuna yaslanmış, ne yapacağını düşünüyordu. Odaya ağır bir sessizlik çöktü. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Nazay Türkmen, el çantasını açtı ve deri dosyasından iki zarf çıkardı. Hareketleri yavaş, ama bir o kadar da kendinden emindi. Odanın ortasında bir anlık sessizlik hâkim oldu. Gözlerini Mukaddes Hanım’a dikerek konuşmaya başladı:
Nazay: “Madem beni yalancılıkla suçluyorsunuz, Mukaddes Hanım, o zaman buyurun, gerçeklerin ta kendisi burada.”
İlk zarfı havaya kaldırdı. Kalabalığın merak dolu bakışları arasında zarftan bir belge çıkardı ve dosyanın üzerine koyarak Sancak’a doğru uzattı.
Nazay: “Bu, şu anda içinde bulunduğunuz evin tapusu. Evin bir kısmının, çok sevdiğiniz bu konağın, benim üzerime kayıtlı olduğuna dair resmi belge. Yıllar önce, benim hakkım olan mirası zorla elimden aldırmaya çalışsanız da hukuken engelleyemediniz. Şimdi elimdeki bu belgelerle, kimsenin beni buradan çıkaramayacağını ispatlıyorum.”
Sancak, belgelere baktı ama yüzü öfkeyle gerilmişti. Tapu belgesine göz gezdirirken kaşlarını çattı. Hemen Mukaddes Hanım’a döndü:
Sancak: “Bu ne demek oluyor, anne? Nazay’ın bu evde hissesi mi var? Bu doğru mu?”
Mukaddes Hanım’ın yüzü öfke ve korkuyla karışık bir hâl aldı. Bastonuna daha sıkı sarılarak bağırdı:
Mukaddes Hanım: “Yalan söylüyor! O belge sahte! Sen bu kadına inanma, Sancak! Onun derdi sadece bizi karalamak!”
Nazay, sakin ama bir o kadar da soğuk bir tonda konuşmaya devam etti:
Nazay: “Sahte mi? Ne yazık ki değil. Ama eğer bu belgeyi görmezden gelmek isterseniz, işte burada ikinci zarf var. Ve bu zarf, her şeyin önüne geçecek.”
Nazay, ikinci zarfı havaya kaldırdı. Bu kez yüzünde alaycı bir tebessüm vardı. Zarfı dikkatlice açtı, içinden çıkan kâğıtları alıp gözlerinin hizasına kaldırdı.
Nazay: “Bu, Sancak Türkmen ile benim DNA testimin sonuçları. Sonuçlar çok açık ve net: Ben senin öz annenim, Sancak. Mukaddes Hanım’ın yalanlarına inanmak istiyorsan, devam et. Ama bu gerçekleri değiştirmeyecek.”
Sancak, duyduğu şey karşısında ne diyeceğini bilemedi. Bir adım geriledi, yüzünde şaşkınlık ve karmaşanın izleri belirdi.
Sancak: “Bu mümkün değil... Bu, saçmalık. Mukaddes Hanım, bu doğru mu?”
Mukaddes Hanım, köşeye sıkıştığını fark etmişti. Bağırarak yanıt verdi:
Mukaddes Hanım: “Hayır! Bu kadın deli! O bir yalancı! Sancak, sakın inanma ona. Bu evde ne hissesi var, ne de annelik iddiası doğru!”
Nazay, elindeki kâğıtları masaya koydu ve Sancak’ın tam karşısına dikildi. Sesi artık bir meydan okuma gibiydi:
Nazay: “Gerçeklerden kaçamazsınız, Mukaddes Hanım. Sancak benim oğlum. Ve artık kimse beni susturamaz. Yıllar önce elimden aldığınız evladımı geri almak için buradayım. Bu konağın hissedarı olduğumu inkâr edebilirsiniz, ama bu test sonuçlarını inkâr edemezsiniz!”
Sancak, belgeleri masadan aldı ve titreyen elleriyle inceledi. Gerçekler birer birer yüzüne vuruyordu. Gözlerini Nazay’a çevirdi:
Sancak: “Eğer bu doğruysa… neden şimdiye kadar sustun? Neden beni bırakıp gittin?”
Nazay’ın gözleri doldu, ama kendini toparladı. Sesindeki kırılganlık, içindeki öfkeyle karışıyordu:
Nazay: “Seni bırakmadım, Sancak! Beni bu evden atan, yavrumu elimden alan Mukaddes Hanım’dı. Doğumdan sonra beni bu kapıdan dışarı attılar. Seni göğsüme bile bastıramadan benden kopardılar. Şimdi, yıllar sonra buraya geldim çünkü artık korkacak hiçbir şeyim kalmadı. Sen benim oğlumsun, bunu Mukaddes Hanım’a sor!”
Mukaddes Hanım, çaresizce bir sandalye bulup oturdu. Bastonunu yere vurarak hiddetle bağırdı:
Mukaddes Hanım: “Sana ne desem inanmazsın, Sancak! Bu kadın, yıllar önce bu aileye leke sürdü! Onu kapımızdan kovduk, çünkü hak etti. Şimdi geri gelip hayatımızı altüst etmek istiyor! Sakın bu oyuna gelme!”
Nazay, Mukaddes Hanım’ın sözlerini soğukkanlılıkla dinledi ve bir kez daha Sancak’a döndü:
Nazay: “Evet, Sancak. Şimdi karar senin. İster Mukaddes Hanım’ın oyunlarına inan, ister gerçekleri gör. Ama bil ki, ben artık hiçbir yere gitmiyorum. Hakkım olan her şeyi geri alacağım: Hem seni, hem bu konağı, hem de adımı.”
Sancak, hem öfkeyle hem de şüpheyle Nazay’a bakarken derin bir sessizlik odada yankılandı. Mukaddes Hanım, çaresizce bastonuna yaslanmış, bu durumun içinden nasıl çıkacağını düşünüyordu. Ama bir şey kesindi: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Nazay, bir adım ileri çıkarak Sancak’a baktı. Gözlerinde hem derin bir hüzün hem de ateşli bir kararlılık vardı. Yüzündeki ifadeyle, yılların ona yüklediği tüm acıları ve haklı öfkeyi anlatıyordu. Ses tonunu biraz daha alçaltarak ama bir o kadar da vurucu bir şekilde konuşmaya başladı:
Nazay: "Ben, Nazay Türkmen... Senin tarlada bulduğun, orada düşen o kadınım. Hatırlıyor musun, Sancak? Gördün beni. Ne halde olduğumu gördün. O an fark etmedin belki, ama karşında öz annen vardı."
Sancak, derin bir nefes alarak birkaç adım geriledi. Gözleri Nazay’ın yüzünde dolaşıyor, ama bir türlü geçmişle bu anı bağdaştıramıyordu.
Sancak: "O gün... o kadın... Sen miydin?"
Nazay’ın yüzü acıyla kıvrıldı. Yutkundu ve sesini güçlükle toparlayarak devam etti:
Nazay: "Evet, bendim. Senden bir damla su isteyecek hâlim bile yoktu. Sefil, yorgun, yaralı bir kadın olarak karşındaydım. Ama sen beni tanımadın, çünkü Mukaddes Hanım yıllarca seni bana karşı kör etti. Evladımı göremeden benden kopardılar. Sen ise bana yabancı bir gözle baktın."
Mukaddes Hanım, birden bastonunu yere vurarak bağırmaya başladı:
Mukaddes Hanım: "Yeter artık! Bu kadının saçmalıklarını dinlemek zorunda mıyız? Sancak, bu kadın seni kandırıyor. O gün tarlada bulduğun kadının kim olduğunu bilmeden sahip çıktın. Ama o kadın, işte bu kadın, yalan söylemekten başka bir şey bilmez!"
Nazay, Mukaddes Hanım’a doğru döndü. Gözleri sertleşmiş, ses tonu ise keskinleşmişti:
Nazay: "Korkuyorsun, değil mi Mukaddes Hanım? O gün, beni bu evden kovarken nasıl bir hata yaptığınızı biliyorsunuz. Ama artık susmayacağım. Oğlum benim kim olduğumu bilecek! O gün tarlada sadece bir kadın değildim; senin yıllar önce ellerinden aldığın Nazay Türkmen’dim. Ve o gün benim bu hâle gelmemin tek sebebi sendin!"
Sancak, arada kalmış bir hâlde, annesi olarak bildiği Mukaddes Hanım’a döndü. Sesindeki ton şaşkınlık ve öfkeyle karışıktı: Nazay, derin bir nefes alarak Sancak’a doğru bir adım daha yaklaştı. Gözlerinin içine bakarak konuştu:
Nazay: "Beni kurtarmadılar, Sancak. Onlar beni yok ettiler. Evladımı elimden aldılar, beni kapı dışarı ettiler. Ve sen, tarlada gördüğün o kadını... aslında kendi anneni gördüğünü bilemedin."
Sancak, bir anlığına sessiz kaldı. Gözleri belgelere, sonra Nazay’ın yüzüne, ardından da Mukaddes Hanım’a kayıyordu. Her şey bir kâbus gibi geliyordu.
Sancak: "Bu... bu nasıl olabilir? O gün gördüğüm kadının benim annem olduğunu nasıl bilemedim? Mukaddes Hanım, sen... neden bana hiçbir şey söylemedin?"
Mukaddes Hanım, bu kez daha çaresiz bir ses tonuyla konuştu:
Mukaddes Hanım: "Seni korumak için! Sancak, o kadın bizi mahvetmeye gelmişti. Onun yüzünden ailemiz dağıldı, onun yüzünden... O kadını bu eve sokmak istemedim, seni korumak istedim!"
Nazay, acıyla gülümsedi. Gözleri dolmuştu, ama sesindeki kararlılık azalmamıştı:
Nazay: "Beni yok sayarak mı korudun onu? Oğlumun gözlerine bakıp bir kere bile anne diyemedim. Şimdi buradayım ve artık gerçekleri gizleyemezsin, Mukaddes Hanım. Ben senin oğluna söyleyemediklerini söylemeye geldim. Bu kadın, senin annenim, Sancak. Ve bu ev, bu soyad, benim hakkım."
Oda buz gibi bir sessizliğe gömüldü. Sancak, ne diyeceğini bilemeden elindeki belgeleri yere bırakıp arkasını döndü. Baştan aşağı sarsılmıştı. Mukaddes Hanım ise çaresizce sandalyesine çökmüştü. Nazay, zafer kazanan bir savaşçı gibi başını dik tutarak yerinde duruyordu. Ama gözlerinde, yılların acısını yansıtan bir hüzün parıltısı vardı. Nazay'ın sözleri odada yankılanırken Sancak derin bir nefes aldı. Kafası karışık, gözleri bulanıktı. Elindeki belgelerden birini yere düşürdü ve ellerini saçlarının arasına götürerek kendini toparlamaya çalıştı. Çaresizce başını kaldırdı ve titrek bir sesle konuştu:
Sancak: "Ben... bilmiyorum. Bu kadar yıl boyunca annem olarak bildiğim kişi başka, şimdi karşıma çıkıp öz annem olduğunu söylüyorsun. Nazay Türkmen... bu doğruysa bile, ben ne yapacağımı bilmiyorum. Bu, bir insanın kaldırabileceği bir şey değil."
Nazay, adım adım Sancak’a yaklaştı. Gözlerinde hem hüzün hem de annelik şefkati vardı. Sesini yumuşatmaya çalıştı ama kelimeleri hâlâ keskin bir gerçeği dile getiriyordu:
Nazay: "Biliyorum, Sancak. Bu kolay değil. Ama senin bu noktaya gelmen için ne bedeller ödediğimi bir bilsen... Evladım diye sarılmak istediğimde seni benden aldılar. Bugün buradayım, çünkü artık daha fazla bekleyemem. Seni ne kadar sevdiğimi bilmeni istiyorum. Ama bu gerçekleri öğrenmeden karar verme. Mukaddes Hanım’a sor, kendi vicdanına sor."
Bu sırada Sevilay, sessizce olan biteni izlemiş, kocasının yaşadığı karmaşayı hissederek hemen yanına geldi. Hafifçe Sancak’ın omzuna dokundu, gözleri dolmuştu ama sesi güçlüydü:
Sevilay: "Sancak, ne karar verirsen ver, ben hep yanındayım. Bu zor bir durum. Ama ne yaşarsak yaşayalım, birlikte üstesinden geliriz. Sadece bir süre kendine izin ver. Her şeyi bir anda anlamak zorunda değilsin."
Sancak, karısının gözlerine baktı. Sevilay’ın sakin ve destekleyici bakışı, içine bir nebze olsun su serpmişti. Derin bir nefes aldı ama hâlâ konuşacak cesareti bulamıyordu.
Bu sırada Mukaddes Hanım, iyice köşeye sıkışmış, bastonunu yere vurarak sert bir şekilde konuşmaya başladı:
Mukaddes Hanım: "Sakın Sancak, sakın bu kadının sözlerine kanma! Bu kadın yıllar önce bizi mahvetmek için her şeyi yaptı. Onu bu eve sokmak demek, ailemizin huzurunu yok etmek demek! Unutma, seni büyüten benim! Seni bu noktaya getiren benim sevgim, benim emeğim! Bu kadının hayatında seni bir gün düşündüğünü mü sanıyorsun?"
Nazay, gözlerini Mukaddes Hanım’a çevirdi. Bu kez sesi sakin ama bir o kadar da güçlüydü:
Nazay: "Sana cevap vermekten yoruldum, Mukaddes Hanım. Hangi anne evladını bırakır? Elimden aldığınız çocuğumun hayaliyle yaşadım ben. Bugün buradaysam, bu benim ne kadar güçlü olduğumu gösterir. Sana bir şey kanıtlamak zorunda değilim. Ben buraya Sancak’la konuşmaya geldim, senin karalamalarına değil."
Mukaddes Hanım ayağa kalkmak için çabaladı ama bastonuna yaslanarak yerinde kaldı. Sancak, hem annesi bildiği Mukaddes Hanım’a hem de karşısında duran Nazay’a baktı. Gözleri dolmuştu ama hâlâ kararsızdı.
Sancak: "Ben... biraz düşünmem lazım. Bu kadar şeyi bir anda öğrenmek kolay değil. Sevilay, gel."
Sevilay, Sancak’ın elinden tuttu. Onun bu kadar karmaşa içinde oluşu kalbini acıtsa da şefkatle yanındaydı. İkisi yavaş adımlarla odadan çıkarken, Nazay’ın gözleri doldu ama başını dik tuttu.
Mukaddes Hanım ise hırsla bastonunu yere vurdu:
Mukaddes Hanım: "Sancak! Bu kadına inanırsan, beni yok sayarsın! Seni kim büyüttü, kim bugünlere getirdi, unutma!"
Nazay, derin bir nefes alarak arkasını döndü. Mukaddes Hanım’ın son sözlerini duymazdan gelerek kendi kendine mırıldandı:
Nazay: "Gerçekler eninde sonunda ortaya çıkar. Bu kadar yıl bekledim, biraz daha beklerim."
Ve odada ağır bir sessizlik hâkim oldu. Herkesin hayatı o an tamamen değişmişti, ama Nazay Türkmen için bu, daha başlangıçtı.
|
0% |