@aytengul
|
Lutfen yorumlar bırakınız...... Sizleri çok seviyorum....
Ravza Esin Anmaz, çocukluğundan beri isminin ağırlığını taşıyan bir kadındı. "Ravza" diye seslenildiğinde, adını duyduğunda içi hep burkulurdu. Okulun ilk günlerinde, sınıftaki çocuklar onunla alay ederdi. "Ravza, bahçenin ortasında tek başına kalmış bir çiçek..." derlerdi, ve bu sözler birer diken gibi batardı Ravza’nın kalbine. Ne annesi onu korurdu ne de bu ismin onun hayatını nasıl etkilediğini anlar gibi görünürdü.
Annesi, sık sık babasına yüklerdi bu ismin sorumluluğunu: "Baban koydu o ismi, bir şey diyemedim." Ravza, annesinin gözlerine her baktığında bir soğukluk hissederdi. Hiçbir zaman onu sevdiğini gösteren o sıcak bakışı yakalayamamıştı. Küçükken bile annesinin kollarında kendini hep eksik hissetmişti. Ravza'nın içinde bir şey kırılıyordu her defasında, annesinin ilgisinin kardeşi Haldun'a kaydığını gördüğünde. Haldun’un yanaklarını okşarken, ona gülümserken, Ravza kendini gölge gibi hissederdi.
Bir gece, Haldun hastalandığında, annesi onun başucundan ayrılmamıştı. Ravza ise o sırada ateşi çıkmış, üşüyerek yatağında titriyordu. Babası gelip başını okşamıştı o zaman. "Benim küçük kızım," demişti, "her şey düzelecek." Ama o dokunuş bile, Ravza’nın içinde bir boşluğu dolduramıyordu. Babası onu seviyordu, evet, ama sanki yetmiyordu. Yetmeyen neydi? Sevgi mi? İlgi mi? Belki de yalnızca bir bakış, annesinin gözlerindeki sıcak bir parıltıydı, asla göremediği o sevgi dolu bakış...
Ravza büyüdükçe, annesinin sevgisizliğini sorgulamaktan vazgeçti. Ama bu, ona karşı içindeki öfkeyi söndürmedi. O küçük kız, annesi tarafından sevilmeyi bekleyen o çocuk hâlâ içindeydi, sessizce bağırıyordu. Bugün yine işime gidiyordum, ağır adımlarla ama kararlı. Hapishanenin demir kapıları uzaktan görünmeye başladığında, derin bir nefes aldım. Ülkenin en büyük hapishanesinde, burada, gardiyanlık yapıyordum. Bu soğuk, sert duvarların ardında geçen günlerimde, işimin zorluklarına aldırmazdım. Burada olmak bana bir anlam veriyordu, bir güç hissettiriyordu. Fakat annem... Annem bu mesleğimi hiç kabullenememişti.
"Sen kadınsın," derdi her seferinde, o soğuk sesi kulaklarımda çınlardı. "Bir alımlı ol bir kadın gibi bir iş yap! Erkeklerin dünyasında ne işin var senin? Kendini ne zannediyorsun?"
Her defasında bu sözler ruhuma ağır bir yük gibi çöküyordu. Onun gözlerinde hep bir hayal kırıklığı vardı; beni asla olduğu gibi kabul etmemişti. Onun istediği gibi bir kadın olamamıştım. Oysaki ben bu mesleği seviyordum, gurur duyuyordum. Ama annemin sözleri her zaman içimde bir yara açıyordu, onaylamadığı her şey, bana kendimi eksik hissettiren bir fırtınaya dönüşüyordu.
Babam ise farklıydı. O hep arkamdaydı. "Git kızım," derdi, "istediğin işi yap, gurur duy kendinle. Bu dünya senin, güzel kızım." Babamın sesindeki sevgi, bana her zaman güç verirdi. O, bana annemin eksikliğini hissettirmemeye çalışmıştı, ama bu da yetmiyordu. Babamın sevgisi, onun güçlü omuzları bile, annemin açtığı boşluğu dolduramıyordu.
Bugün, hapishanenin kapısından içeri adım atarken, babamın sesi yankılandı zihnimde. "Gurur duy kendinle." Bu sözler beni her defasında ayakta tutan tek şeydi. Ne kadar kırılmış olsam da, babamın bana verdiği güçle ilerlemeye devam ediyordum. Uzaktan baktığında Karakayalar Hapishanesi devasa, soğuk bir taş duvar gibiydi, her an üzerine çökecekmiş gibi karanlık ve ürkütücüydü. Burası, ülkenin en tehlikeli, en azılı suçlularının tutulduğu hapishaneydi. İçeridekilerin çıkışı imkansızdı; bu duvarların dışına adım atmaları sadece bir hayalden ibaretti. Kaçmak mı? O da imkansızın bir başka yüzüydü. Karakayalar’ın güvenliği o kadar sıkıydı ki, bir kuş bile bu göğü delinmiş beton yapıdan dışarı uçamazdı.
Üzerimde yine sade bir elbise vardı. Ne dikkat çekmek ne de saklanmak istiyordum; sadece var olmak, işimi yapıp gitmek. Saçlarımı topuz yapmıştım, tıpkı her zamanki gibi. Aynadaki solgun yansımama bakmamaya çalışarak çıkmıştım evden. Makyaj yoktu yüzümde, ihtiyacım olan son şey sahte bir parlaklıktı. Ama gözlerimin altındaki şişlikler... Onlar gizlenemezdi. Dünkü gece yine ağlamıştım, annemin sesinin kulaklarımda yankılanmasıyla.
Annem, beni bir adamla nişanlamaya zorluyordu. O adam... O adamı istemiyordum. Onunla bir gelecek hayal etmek bir tür mahkumiyetti benim için. Fakat annem, tıpkı her zaman olduğu gibi, bana hiçbir seçenek bırakmamıştı. "Eğer bu adamla nişanlanmazsan, hayatını mahvederim!" demişti, gözlerinde hiç görmediğim bir sertlikle. Sanki o sözlerle değil, gözleriyle tehdit ediyordu beni. Ben de mecburdum. Annemin tehdidinin altında ezilmek istemiyordum, ama yine de o adamla nişanlanmaya mecburdum. Annem beni hiçbir zaman sevmedi. Küçüklüğümden beri, o soğuk bakışlar hep üzerimdeydi. Özellikle bacağımdaki mavi lekeler... Doğduğumdan beri varlardı, bir hastalık değildi, bir rahatsızlık da yoktu. Ama annem için o lekeler bir kusurdu. O lekeleri gördüğünde gözlerinde beliren tiksinti, bir çocuğun asla görmek istemeyeceği bir şeydi. Annem, o mavi izlerin varlığına tahammül edemezdi. Sanki benim vücudumda her gördüğünde kendisine hakaret ediliyormuş gibi hissederdi. "Taklacı," derdi. "Bu bir kusur. Kusur sahibi bir kadınsın."
Annem için kadın olmak, her zaman kusursuz olmak demekti. "Seni bu adam beğendiği için mutlu olmalısın," derdi. "Kim seni beğenir ki başka? Kadın dediğin alımlı olacak, saçını tarayacak, güzel makyaj yapacak, hoş kokular sürecek. Sen ne yapabilirsin ki? Sana benden bir gram bir şey bile geçmemiş."
Bu sözler her defasında içimi yakardı. Bir çocuğun, annesinden en çok duymak istediği şey sevgi dolu birkaç cümle iken, benim duyduklarım hep bu sert, küçümseyici sözlerdi. Beni her zaman eksik görürdü. Annem için, hiçbir zaman yeterli olmadım. O lekeler, benim eksikliğimin bir sembolü gibiydi. Bir şekilde kusurlu, bir şekilde eksik... Ve tüm bu içimde biriken acıya, hayal kırıklığına rağmen, işime adım attığımda farklı birine dönüşüyordum. Karakayalar Hapishanesi'nde ben bir kadından daha fazlasıydım; güçlü, dominant ve korkusuz bir gardiyan. Burada, demir parmaklıklar ardında, kontrol bende olurdu. Mahkumlar benden çekinir, saygı duyardı. Burada kimse bana "yetersiz" ya da "kusurlu" demeye cesaret edemezdi.
Annemin beni ezmeye çalıştığı tüm o yıllar, beni içten içe daha güçlü yaptı. Hapishanenin sert kurallarının arasında, benim için zaaf yoktu. Bir kadının zayıf olması gerektiğini savunan o seslere inat, Karakayalar’da ben kendimi bulmuştum. O parmaklıkların ardındaki suçlular bile benim otoritemi kabul ederdi.
Bazen, içimdeki acıyı bastırmak için bu güce daha da sarılıyordum. Dışarıda ne olursa olsun, burada ben kontrolü elinde tutan kişiydim. Gardiyan üniformamla, yaşadığım hayal kırıklıklarını, kırgınlıkları geride bırakıyordum. Hapishane benim savaş alanımdı ve burada kimse bana söz geçiremezdi. Ayağımda topuklular olmasa da, tabanlı ayakkabılarımın zemine vuruşu Karakayalar Hapishanesi’nin soğuk duvarlarında yankılanıyordu. Gardiyanlar için ayrılan özel girişten geçerken kartımı gösterdim ve ağır demir kapı yavaşça açıldı. Karakayalar'ın içindeki kasvetli hava, her zamanki gibi üzerime çökmüştü. Henüz çoğu mahkum uyanmamıştı, sessizlik hâkimdi. Ama ben buradaydım, her zaman olduğum gibi erkenden gelmiştim. Mahkumların beni sevmediğini biliyordum. Onlar için sadece bir gardiyandım, fazlası değil.
Koridorda ilerleyip soldan beşinci odaya vardım, benim giyinme odam. Üniformamı giydikten sonra aynada kendime baktım. O içeriye girmeden önceki çaresiz kadınla şimdiki halim arasında büyük fark vardı. Dışarıdaki Ravza, annesinin baskılarına boyun eğen, bir adamla nişanlanmak zorunda kalan o zayıf kadındı. Ama burada, Karakayalar’da, güçlüydüm. Mahkumlar beni "kusurlu" görse bile, burada onların üzerinde otorite bendeydi.
Saçlarımı açtım ve topuzumu daha sıkı bir şekilde topladım. Aynaya son bir kez baktım; yüzümdeki kararlılık, yılların acısını bastırıyordu. Kapıdan çıktım ve koridorda yürümeye başladım. On dakika sonra Melike Hanım’ın odasında olmam gerekiyordu. Hapishanenin başındaki bu kadınla konuşmam gereken birkaç mesele vardı. Hayatımın iki farklı tarafı vardı: dışarıdaki Ravza ve buradaki. Şimdi, Melike Hanım’la yapacağım görüşmeye hazırdım. Yavaş adımlarla Melike Hanım’ın odasına doğru ilerledim. Kapıya yaklaştıkça içimdeki gerilim artıyordu, ama bunu dışarı belli etmeyecektim. Kendimi her zamanki gibi güçlü ve kararlı göstermek zorundaydım. Kapıyı çalıp içeri girdiğimde, gözlerim yine o tanıdık bakışlarla buluştu. O bal gözlerin sahibi, karşımdaki adam... Neden her seferinde buradaydı, bunu bir türlü anlamıyordum. Her defasında onun burada olması beni daha da huzursuz ediyordu. Ondan nefret ediyordum, ama bu nefretin sebebini tam olarak çözebilmiş değildim.
Uzun boylu, kumral saçları ve kumral teniyle her zaman dikkat çekiyordu, ama asıl mesele o bal gözleriydi. Hep üzerimdeydi o gözler, beni izlerdi. Bu bakışlar, içimdeki öfkeyi körüklerdi, sinirlerimi germekten başka bir şey yapmazdı. O, 27 kişiyi öldürmüş bir katildi. 27 hayatı almıştı, ve şimdi böyle bir adamla aynı odada olmak, onu karşımda görmek, içimdeki huzursuzluğu daha da derinleştiriyordu. Her ne kadar otoritemi asla elden bırakmasam da, bu durum beni fazlasıyla rahatsız ediyordu.
Ama burada, Karakayalar Hapishanesi’nde, zayıflık gösterme lüksüm yoktu. Karşımdaki adam kim olursa olsun, bu duvarların arasında ben güçlüydüm. O da bunu biliyordu. Tayfur Şahin Erdemir… Görünüşte sakin, kontrol altında olan bir adam gibi duruyordu, ama ben onun gerçekte kim olduğunu çok iyi biliyordum. 27 kişiyi öldürmüş bir katildi. İnsanın kanını donduran bir geçmişi vardı. Her seferinde onunla karşı karşıya kaldığımda, içimdeki öfke katlanıyordu. Ondan nefret ediyordum, ama bu nefretin tam olarak kaynağını bile bilmiyordum. Belki de o gözlerindeki o soğukkanlılık, belki de geçmişinde yaptığı şeyler…
Yine taleple gelmişti. Bu adam sürekli bir şeyler isterdi. Talepleri bitmezdi. Sakin görünüyor olabilirdi, ama içinde fırtınalar kopan bir adam olduğunun farkındaydım. Gözlerinin derinliklerindeki karanlığı hissedebiliyordum ve bu beni daha da huzursuz ediyordu. Ama karşısında asla zayıf görünmeyecektim, her zamanki gibi güçlü kalmak zorundaydım.
Gardiyan yine geldim işte, ama bak bu sefer gerçekten haklı bir talebim var. O koğuşa gitmem gerekiyor. Orada biri var, konuşmam lazım.”
Ravza (histerik bir gülümsemeyle): “Ne zaman gelmeyeceksin ki? Talebin mi var? Şaşırmadım. Hep bir şeyler istiyorsun, Tayfur. Ama burada kimse senin isteklerini umursamıyor.”
Gardiyan (sesini daha da yükselterek): “Bak, bu sefer farklı! Sadece beş dakika, o kadar! Sana söz veriyorum, bir sorun çıkarmayacağım.”
Ravza (gözlerini dikerek): “27 kişinin canını almışsın ve hâlâ bizden söz mü istiyorsun? Senin sözüne kim güvenir, Tayfur? Kendini gerçekten bu kadar önemsiyor musun?”
Gardiyan (öfkeyle): “Geçmişimle yargılama beni, Ravza. Burada farklı bir mesele var.”
Ravza (gülümsemesini koruyarak): “Sorun şu ki, Tayfur... Sen her zaman farklı bir meseleyle geliyorsun. Ama burası Karakayalar. Bizim kurallarımız, senin taleplerinden daha önemli. Unutma bunu.”
Tayfur (kısık bir sesle, alaycı bir gülümsemeyle): "Kurallar bozulmak için vardır, Ravza. Sen de bunu biliyorsun."
Bir adım daha yaklaştı, gözlerindeki o karanlık derinleşirken ses tonunu biraz daha yumuşattı, ama bu yumuşaklık tehlikeli bir gerilimi gizliyordu.
Tayfur (bakışlarını Ravza'nın üzerinde gezdirerek): "İlkellikten bahsetmişken... Bu hapishane de bir tür orman gibi. Güçlü olan hayatta kalır, diğerleri sürüklenir. Şimdi... Bu güçlü olanlar kim, bunu çok iyi biliyorsun. Beni burada tutmaya çalışanlar mı? Yoksa beni bu kafesin arkasına koyanlar mı? Bir gün hepsi kırılır, Ravza."
Ravza (kaşlarını çatarak, kontrolü elden bırakmadan): "Senin oyunlarına gelmeyeceğim, Tayfur. Burada hiçbir kural senin keyfin için bozulmayacak."
Tayfur (tehlikeli bir gülümsemeyle): "Benim istediğim kuralın ne olduğunu bile bilmiyorsun, Ravza. Ama öğrenmen yakındır. Sadece bekle... Zamanı geldiğinde kimlerin ne kadar güçlü olduğunu sen de göreceksin."
Ravza (dudaklarını sıkıca kapatarak, soğuk bir ifadeyle): "Seninle bir anlaşma yapmayacağım, Tayfur. Burada sözler değil, kurallar konuşur. Ve kuralları bozanlar da bunun bedelini ağır öder."
Tayfur (gözlerini kısarak, sesi iyice alçalarak): "Bedel mi? Ben 27 bedel ödedim zaten, Ravza. Sen daha o kadarını göremedin."
Bu son cümle odaya bir anda soğuk bir hava estirdi. Melike Hanım (odanın kapısını açarak içeri girer): "Ravza, seninle bir konu hakkında konuşmamız gerekiyor."
Ravza (içten içe gerilerek): “Melike Hanım, selamlar. Nasılsınız?”
Melike Hanım (gözlerini dikerek): "İyiyim, teşekkürler. Ama işinle ilgili bir durum var. Tayfur, bundan sonra senin gözetiminde olacak."
Ravza (şokla bakarak): “Ne? Bu adamı bana veremezsiniz! Onun geçmişi...”
Tayfur (sırıtmayı sürdürerek): "Anlaşılan bir anlaşma yapacağız, değil mi, Ravza?"
Melike Hanım (sert bir ifadeyle): “Tayfur'u senden başkasına veremem. Bu benim kararım. Herkesin geçmişi var, ama sen onunla başa çıkabilecek tek kişisin.”
Ravza (itiraz ederek): “Bu riskli, Melike Hanım. Onunla yalnız başa çıkmam beklenemez. Sakin görünse bile içindeki karanlık tehlikeli!”
Melike Hanım (sabırla): “Biliyorum, ama kurallar böyle işliyor. Bu durumu kontrol edebilecek tek kişi sensin. Onu gözetim altında tutmalısın.”
Tayfur (gözlerinde alaycı bir parıltıyla): "Demek ki, beni hiç bırakmayacaksın, Ravza. Bu işte eğlenceli bir yan var."
Ravza (sıkıca dişlerini gıcırdatarak): “Bunu kabul etmiyorum, Melike Hanım. Bu adamla yalnız kalamam. Onun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsunuz.”
Melike Hanım (kararlı bir sesle): “Bu konu kapandı. Tayfur senin sorumluluğunda olacak. Otoriteni burada kullanmak zorundasın.”
Tayfur (gülümseyerek): “Görüyorsun, Ravza. Otoriteni kullanmak zorundasın, ama benimle bu yolda gitmek zorunda kalacaksın.”
Ravza, içindeki öfkeyi bastırarak bu durumu kabullenmek zorunda kaldığını biliyordu. Ravza, Tayfur’un kolundan tutarak koğuşuna doğru ilerlemeye başladı. Eliyle kolunu sıkarken, içindeki öfke ve tedirginlik iyice artıyordu.
Ravza (sert bir şekilde): “Koğuşuna gideceksin, Tayfur. Başka bir seçeneğin yok.”
Tayfur, rahat bir şekilde yürürken derin bir nefes aldı ve gülümsemeye devam etti.
Tayfur: “Parfümünü mü değiştirdin, sevgili gardiyan? Bu kadar keskin bir koku seni yansıtıyor.”
Ravza, bu sözleri duyduğunda içindeki öfkeyi kontrol etmekte zorlandı.
Ravza (soğukkanlılığını koruyarak): “Dikkat et, Tayfur. Şu an burada benim kontrolümde olduğun için yanımda olmanın bedelini unutma.”
Tayfur (alaycı bir ifadeyle): “Kontrol? Bu çok ilginç. Ama senin kontrolünde olmak bana pek cazip gelmiyor. Gördüğün gibi, bana bu hapishanede istediğim her şeyi yapma özgürlüğü tanınıyor.”
Ravza, bu sözlere karşı kendini tutamadı ve kolunu sıkarken Tayfur’a biraz daha yaklaştı.
Ravza: “Seninle bu özgürlüğü tartışacak değilim. Burada benim kurallarım geçerli. Herhangi bir hata yapma lüksün yok.”
Tayfur (sırtını duvara yaslayarak, soğuk bir gülümsemeyle): “Göreceğiz, sevgili gardiyan. Her şey senin kontrolünde olsa bile, ben yine de buradayım.”
Ravza, her adımda içindeki gerilimi daha da hissederek Tayfur'u koğuşa götürmeye devam etti. Tayfur (alaycı bir gülümsemeyle): “Bu arada, eski parfümüne geri dönmelisin. Ya da istersen, sana birkaç parfüm markası öneririm. Bu parfüm sana hiç yakışmadı.”
Ravza (öfkeyle): “Bu ne haddine, Tayfur? Benim parfümümle oynamaya nasıl cüret edersin?”
Tayfur (gözlerini kısarak): “Biliyorsun, seni sevdiğim için söylüyorum. İyi görünmek senin için de önemli olmalı.”
Ravza (sert bir sesle): “Kesmenin bir haddine. Sevgim batsın! Seni kimse sevmez, bunu bilmelisin.”
Tayfur (alaycı bir şekilde gülerek): “Biliyorum, ama bu senin için önemli değil mi? Birileri seni seviyor olmalı. Yoksa bu kadar öfkeli olamazdın.”
Ravza (sinirle bakarak): “Seninle tartışacak vaktim yok. Bu senin için sadece bir oyun, ama benim için değil. Beni tanıdığını sanıyorsan, yanılıyorsun.”
Tayfur (özgüvenle): “Tanımak mı? Belki de seni daha iyi tanıyabilmek için buradayım. İçindeki öfke, seni daha çekici kılıyor.”
Ravza (duygularını bastırarak): “Çekici falan değilim. Beni sadece bir hedef olarak görüyorsun. Ve seni durduracak olan tek kişi benim.”
Tayfur (sakin bir sesle): “Bu konuyu çok uzatıyorsun. Sonuçta, ne olursa olsun, ben buradayım. Ve seninle daha çok zaman geçireceğiz.”
Ravza, içindeki gerilimi hissederek bu tartışmanın sonunu getirmek istedi. Ama Tayfur’un sözcükleri, her seferinde daha fazla sinirlenmesine neden oluyordu. Koğuşa geldiklerinde, Ravza içindeki öfkeyi kontrol edemeyerek Tayfur’u itekledi.
Ravza (sinirle): “İçeri gir ve burada kal!”
Tayfur (soğukkanlılığını koruyarak): “Eğer benden soğumamı bekliyorsan, yanılıyorsun. Beni daha da çekici hale getiriyorsun, biliyor musun?”
Ravza, bu sözler karşısında daha da öfkelendi.
Ravza: “Çekici olmak benim amacım değil, Tayfur. Burada benim kurallarım geçerli.”
Tayfur (gözlerini kısarak, alaycı bir gülümsemeyle): “Kurallar? Bunlar sadece seni daha da gerginleştiriyor. Seninle oynamak benim için çok eğlenceli.”
Ravza (kararlı bir şekilde): “Eğlence falan yok. Bu hapishanede senin için bir yer yok. Zaten bunu sen de biliyorsun.”
Tayfur (sakin bir sesle): “Bunu söylemek kolay, ama seninle her karşılaşmamızda bu çekişmeyi yaşamak zorundasın. Kendine dikkat et, Ravza. Her an beni daha da çekici bulabilirsin.”
Ravza, içindeki öfkeyi bastırmaya çalışarak koğuşun kapısını kapattı ve Tayfur’a dönerek:
Ravza: “Burada bir şey olursa, bunun bedelini ödeyeceksin. Unutma, ben buranın gardiyanıyım.”
Tayfur, gülümseyerek içeri adım attı, ama Ravza’nın gözlerindeki kararlılığı gördüğünde, bir an duraksadı. Bu savaşın daha bitmediğini biliyordu.
|
0% |