@aytengul
|
Merhaba bir bölümle daha sizlerleyim..
Lütfen yorum bırakın ..
Annem, akşam yemeği benim hazırlamamı istemişti. Titizlikle işe koyulmuştum, çünkü hijyen konusuna her zaman aşırı dikkat eden bir annem vardı. En ufak bir hata bile büyük bir meseleye dönüşebilirdi. İçimde sürekli büyüyen bir gerginlikle her adımı dikkatle izliyordum. Tezgâhı silerken bile parmak izlerimin bile görünmediğine emin oldum. Annem, Figen, mutfağa geldiğinde, gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Bana soğuk bir ses tonuyla masayı kurmamı söyledi. Biliyordum ki bu, işin en kritik noktasıydı.
Masa düzeni, annem için sadece bir ritüelden ibaret değildi, aynı zamanda bir güç sembolüydü. Her şeyin simetrik olması gerekiyordu; çatal, kaşık ve bıçakların belirli bir açıyla yerleştirilmesi şarttı. Yavaşça her bir tabağı yerleştirirken, o sessizlik içinde sadece kendi nefes alış verişlerimi duyabiliyordum. Masayı dört kişilik hazırlamıştım. Annem, babamın hemen yanında, masanın başında oturacaktı. Ben ise kardeşimden geride, onun hemen arkasında olmalıydım. Annem her zaman “Kadınlar, erkeklerin gölgesinde kalmalı,” derdi. Ona göre bu, kadınların ‘doğal’ yeriydi.
Salonun sessizliği ürkütücü bir şekilde üzerime çöküyordu. Masadaki tabakların pürüzsüz yüzeylerinde yansıyan ışık bile beni rahatsız ediyordu. Sanki o tabaklar bile bana bakıyor, hatasız olmam gerektiğini fısıldıyordu. Sandalyelerin yerleri bile ölçülmüştü; ne bir santim eksik ne fazla. Annem, en küçük detayları bile fark edebilen bir kadındı. Halının desenleri, duvarlardaki tabloların simetrisi, hatta perdelerin kıvrımları bile onun titiz gözlerinden kaçmazdı. Ev, bir düzen takıntısının mekânı gibiydi; her şey, annemin istediği gibi, onun belirlediği sınırlar içindeydi.
Masayı bitirdiğimde, ellerim terlemişti. Ne kadar uğraşsam da, annemin beğenip beğenmeyeceğinden hiçbir zaman emin olamıyordum. O, kusursuzluğu kendi elleriyle şekillendirmiş bir kadındı ve benim çabalarım her zaman onun gözünde eksik kalıyordu.
Annem salona adımını attığında, içim titredi. Bir an göz göze geldik ama o bakışta hiçbir sıcaklık yoktu, sadece bir beklenti. Babam usulca yerine oturdu, kardeşim de ona itaat edercesine sessizce masaya yaklaştı. Annem sandalyesini yavaşça çekti, tam yerine oturmadan önce masaya bir bakış attı. Parmak uçlarıyla bir çatalı hafifçe düzeltti. “Biraz daha dikkatli olmalısın,” dedi sessizce, ama o sessizlikte o kadar çok şey saklıydı ki, o an dünyam daha da daralmış gibi hissettim.
Annemin kurallarına göre, hep bir adım geride olacaktım; sadece masada değil, hayatta da.Annem, babama derin bir itaatle bağlıydı. Hayatım boyunca onun babama karşı tek bir kez bile itiraz ettiğini ya da onun sözünün dışına çıktığını görmedim. Söylediği her şey, babamın çizdiği sınırların içinde yankılanırdı. Onun sesi evin içinde adeta silikleşir, sadece babamın varlığına göre şekillenen bir gölgeye dönüşürdü. Annem bize hep uzaktı, sanki aramızda görünmeyen bir duvar vardı ve o duvarın diğer tarafında yalnızca babamın talepleri, istekleri vardı. Babam, bizim için bir çekim merkeziydi; güçlü, güvenilir, her sorunun cevabı olan bir adam. Annem ise onun arkasında, görünmez bir sınırın ötesinde, sessizce bekleyen bir figürdü.
Bu durum, evin içinde bir düzen yaratmıştı; ama o düzenin içinde boğulduğumuzu kimse fark etmiyordu. Babama daha yakındık, çünkü o ne derse hayat o yönde akardı. Annem ise hep o akışın kenarında, kendi iç dünyasına hapsolmuş gibiydi. Her zaman mesafeli, her zaman biraz soğuk ve dokunulmazdı. Onunla aramızdaki bu uzaklık, sadece fiziksel değildi. Sanki duygusal bir uçurum vardı aramızda ve o uçurum her geçen gün daha da derinleşiyordu.Annemin gözlerinden tek bir damla bile yaş döküldüğünü hiç görmemiştim. O, hep duygularını içeriye gömmüş, taş kalpli bir kadın gibi görünürdü. Onun karşısında hissettiğim soğukluk, bazen buz gibi bir rüzgar gibi içime işlerdi. Ne sevincini ne de üzüntüsünü gösterirdi; duygular, annem için sanki sadece zayıflık işaretleriydi.
Bir keresinde, bahçede bir yavru serçe bulmuştum. Kanadı incinmiş, yere düşmüş, çırpınıyordu. O küçücük canlının acısını görünce içim parçalanmış, onu dikkatle ellerimin arasına alıp eve getirmiştim. Serçeyi, annemin titizlikle düzenlenmiş salonunda, küçük bir kutuya yerleştirmiştim. O an içimde bir umut vardı; belki annemin sert dış kabuğu biraz olsun yumuşar, o da bu savunmasız cana şefkat gösterirdi. Ama o akşam, ben uyurken annem serçeyi alıp dışarıya atmıştı. Sabah uyandığımda kutuyu boş bulduğumda ne kadar çok ağladığımı hatırlıyorum.
Annem ise bana soğuk bir sesle, "Doğanın kanununa karşı gelinmez," demişti. Sanki bu cümleyle hem serçeye hem de bana acımayı yasaklamıştı. O an, annemin sadece doğanın kanunlarına değil, kendi kalbinin kanunlarına da sıkı sıkıya bağlı olduğunu anlamıştım. Bu evde, duyguların yeri yoktu; ne serçe için, ne de bizim için... Annem, her zaman mükemmel bir bakıma özen gösteren bir kadındı. Onu bir kere olsun makyajsız görmemiştim; makyajı, onun günlük rutinlerinin vazgeçilmez bir parçasıydı. Sabahları, ayna karşısında geçirdiği saatler, onun için bir tür meditasyon gibiydi. Cilt bakım ürünleri, rujlar, farlar ve allıklar… Hepsi, onun zarif görüntüsünü oluşturmanın birer aracıydı.
Evde bile lila gibi şık giyinirdi; sanki her an bir toplantıya katılacakmış gibi hazırlanırdı. Elbiseleri, her zaman kusursuz bir şekilde, modaya uygun bir şekilde seçilmişti. Uzun elbiseleri, zarif bluzları ve yüksek topuklu ayakkabıları, evin içinde bile kendine has bir tarzı vardı. Annemin bu bakımlı hali, bazen üzerimde baskı oluşturuyordu. O kadar titiz ve özenliydi ki, benim onun yanındaki görünümüm hiç yeterli gelmiyordu.
Her zaman bir ideal sunuyordu; evin içinde bile mükemmel bir tablo gibi duruyordu. Annemin, bu titizliğinin arkasında sakladığı, duygusal bir derinlik olduğunu anlamak zordu. Görünüşü, dışarıdan güçlü ve yenilmez bir kadın imajı çiziyordu, ama içindeki kırılganlık, belki de bu mükemmeliyetin altında gizliydi. Onun bu haline hayran kalmamak elde değildi; ama bazen, o lila elbiselerin arkasında bir hüzün taşıdığını düşünmeden edemiyordum.Yaklaşık 15-20 dakika sonra babam eve geldi. Annem her gün onun gelişini bir törensel bir ritüel gibi karşılayarak kutlardı. Kapıda onu bekler, “Hoş geldin,” derken gözlerinde bir sevinç ışığı yanardı. Babamın ceketini alır, ayakkabılarını özenle yerine koyardı. O an, evin içindeki o düzenin ve disiplinin bir parçası gibiydi. Normalde temizlikçilerin yapması gereken işleri üstlenmesi bana tuhaf geliyordu, ama annem, bu görevleri yıllardır tek başına üstlenmişti. Küçüklüğünden beri böyleydi; evin her köşesine hakim, her işin sahibi olmuştu.
Bir keresinde, annemin eteğinin altında bacağının biraz yukarısında koyu renkte bir morluk gördüm. O an kalbim hızla çarpmaya başladı. Annemin beyaz tenindeki o morluk, sanki bir taşla ezilmiş gibi görünüyordu. Morluk o kadar belirgindi ki, onun üzerine düşünmek istemedim. Annem, genellikle dışarı çıkmaktan kaçınan, evin içinde var olan bir kadındı. Bu morluğun kaynağını öğrenmek için onu sorduğumda ne olacağını düşünmek bile beni korkutuyordu.
Gözlerim o morluğa takılı kaldı; ama annemin o soğuk, kayıtsız tavrı karşısında içimde bir cesaret bulamadım. Onun duygularını, acılarını sorgulamak, belki de evdeki düzeni alt üst etmek anlamına geliyordu. Bu nedenle, sorumu hep içimde bastırdım. Annemin gizemli tavırları ve bedenindeki o morluk, aklımda hep bir soru işareti olarak kalmıştı. Evin içinde her şeyin mükemmel görünmesi gerekiyordu; ama altında yatan acı, belki de bu düzenin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyordu.Masada tatlılar servis edildiğinde, annem aniden yüzünü bize döndü ve soğuk bir sesle konuşmaya başladı.
“Ravza, gelecek hafta sonu nişanın olacak. Hazırlıklar nasıl gidiyor?” dedi, sesi yumuşak ama içindeki gerginlik hemen hissediliyordu.
Ben, çatalımı düşürmüş, bu ani çıkış karşısında ne yapacağımı bilemez halde kalmıştım. “Anne, ben onu istemiyorum,” dedim, sesim titreyerek.
Annem, gözlerini kıstı ve yüzündeki ifadesi birden sertleşti. “Ne demek istemiyorsun? Kızım, böyle şeyler sıradan olamaz. Neden istemiyorsun?” dedi, sesi bir fırtına gibi yükselerek.
Babam, o an kafasını kaldırarak “Figen, biraz sabırlı ol. Belki Ravza’nın düşünmesi gerekiyor,” dedi. Onun sesi sakin ama kararlıydı.
Annem, buna aldırış etmeden, gözlerini benden ayırmadan devam etti. “Sabırlı olmakla iş bitmiyor. Bir evlilik, bir kadının hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biridir. Bunu anlamalısın,” dedi, sanki kelimeleri üzerimde bir baskı kuruyordu.
Babam, yine devreye girdi: “Figen, kızımızın hislerini de göz önünde bulundurmalıyız. O da bu durumu istemiyor. Kendi hayatını yaşayacak,” dedi ama bu sefer annem ona dönerek, “Sen ne biliyorsun ki? Bu işler öyle lafta olmuyor! İyi bir koca bulmak, onunla mutlu olmak lazım. Aksi takdirde hayatın boyunca sorun yaşarsın,” diye yanıtladı, sesi daha da sertleşerek.
Ben, artık bu diyalogda boğulmuş gibi hissediyordum. Annemin söyledikleri içimde bir kıvılcım gibi yanarken, ona karşı çıkmanın getireceği tepkiden korkuyordum. “Anne, ama ben mutlu olmak istemiyorum. Bunu istemiyorum,” dedim, sesim titrek bir fısıldama halindeydi.
Annem, bir an duraksadı, gözleri gözlerimde kilitlenmişti. “Ravza, sen daha gençsin. Ne biliyorsun? Hayatın her aşamasında, bir kadının kendi yerini bulması gerekir. Bunu başarman için bazen isteklerini bir kenara bırakmalısın. Hayat sana asla cömert davranmaz,” dedi, ama bu sözler, bana bir baskı değil, bir tecrit gibi geliyordu.
Babam, annemin bu sert yaklaşımına karşı sessiz kaldı. O an, evin içinde bir güç dengesi olduğunu hissettim. Annem, beni aşağılamaya çalışırken, babamın da ona karşı durmaması bir çaresizlik hissi yaratıyordu. “Senin için ne yaparsam yapayım, kızım, her zaman yanındayım,” dedi ama sesindeki kararsızlık, bu durumu daha da zorlaştırıyordu.
Annemin gözlerindeki ifade ise, kendi gücünü koruma çabasının bir yansımasıydı. “Kızım, senin iyiliğin için konuşuyorum. Bir kadının hayatında bir erkeğin önemi büyüktür. Onun arkasında durmalısın,” dedi, ama bu sözler içimde derin bir çatışma yarattı. Ben, kendi hayatımın kararlarını vermek için yeterli olup olmadığımı sorgulamaya başladım.
Masadaki atmosfer, giderek daha da gerginleşirken, annemin ve babamın diyalogları benim üzerimde ağır bir yük gibi hissediliyordu. O an, evin içinde herkesin rolünü oynadığı bir tiyatronun içindeymişim gibi düşündüm.Tatlıları bitirdikten sonra, masadan izin isteyip odama çıktım. Odam geniş ve ferah bir alana sahipti; rahatlıkla dönebilir, istediğim gibi hareket edebilirdim. Rahatlığa düşkün biri olarak, bu benim için çok önemliydi. Annem, bu alanı her zaman sıradan bulmuştu. “Neden böyle sıradan şeylere takılıyorsun?” derdi. Ama benim için bu sıradanlık, huzurun ve mutluluğun kaynağıydı. O odada kendimi buluyor, dış dünyanın karmaşasından uzaklaşarak dinginleşiyordum.Benim için mutluluk, gösterişten çok emek ve sevgi ile ilişkiliydi. Gösteriş, neyin nesiydi ki? Eğer biraz öne çıksam veya bir şeyleri abartmaya çalışsam, annem hemen o soğuk ve eleştirel sesiyle “Ne oldu sana?” derdi. Onun sözleri, hep bir şeylerin altındaki saklı anlamları ortaya çıkarma çabasının bir parçasıydı. O an, içimde bir çatışma vardı. Odamda yine yalnızdım ve aydınlık gökyüzüne bakarak düşüncelere daldım. İşten çıkalı yaklaşık iki saat olmuştu ve bu süre zarfında düşüncelerim kafamı meşgul ediyordu.Annem, hep bir hapishane gardiyanı gibi üzerimde bir baskı kurmaya çalışmıştı. “Hapishane gardiyanı olmanı istemiyorum,” derdi. Bunun için elinden geleni yapmıştı; ama ben, ona boyun eğmemiştim. İçimdeki tutku ve hayaller, onun kurallarına sığacak gibi değildi. Bazen, bu isyanın bedelini düşündüm; ama derinlerde babamın arkamda durduğunu, ona destek olduğunu biliyordum. Onun varlığı, bana cesaret veriyor ve bu mücadelede yalnız olmadığımı hissettiriyordu.Ancak ne kadar kabul etmek istemesem de, benim otoritemin kaynağı her zaman evdeki kurallarla sınırlıydı. Kendimi hapisteki mahkumlardan biri gibi hissediyordum; evin içinde annem bana itaat etmemi istiyor, sürekli kurallar koyuyor ve hareket alanımı daraltıyordu. Evin duvarları arasında, kendi hayatımın mahkumu olmuştum. Bazen, bu durum içimde derin bir isyan ateşi yakıyordu.
Ama evin dışına çıktığımda, o an kendimi özgür hissediyordum. Dışarısı, yeni bir dünya, yeni olanaklar ve maceralar sunuyordu. O an, hayatımın kontrolünü yeniden elime alabileceğimi düşünüyordum. Fakat bu düşünce, aynı zamanda derin bir korku ve kaygıyla birleşiyordu. Çünkü evden ayrılmak, annemin öfkesi ve karşılaşabileceğim sonuçlar hakkında düşündürüyordu. Onun gözünde, beni mahvedecek olan o sert bakışları görüyordum.
Annem, beni asla gitmeme izin vermeyecek biri gibiydi. Yıllarca süren bu dinamik, içimde sürekli bir çatışma yarattı. “Gitmene izin vermem” derkenki yüzündeki ifade, sanki beni bir zincire bağlayan görünmez bir ip gibi geliyordu. Benim hayatımın kontrolü tamamen onun ellerindeydi. Onun baskısı, hareket etmemi engelliyor, hayallerimi gerçekleştirmemi imkansız kılıyordu.
Bir yandan özgürleşme arzum, diğer yandan annemin güçlülüğü içinde kaybolmuş hissediyordum. Bu çatışmanın ortasında, hem evin mahkumu hem de dış dünyanın özgürlüğünü arayan bir ruh olarak gidip geliyordum. Evin içinde ne kadar isyan etsem de, dışarı çıkmanın getirdiği özgürlük hissi, beni o kadar da mutlu edemiyordu. Çünkü içimdeki korku, evin kapısını açtığımda bile beni takip ediyordu.
Ne yaparsam yapayım, evin duvarlarının içindeki mahkumiyetimden kaçamıyordum. Her zaman bir çatışma, bir savaş vardı içimde. Ama bu savaşın sonunda, kendi kimliğimi bulmak için ne kadar cesaret gösterebilirdim? Bu sorular, evin sessiz duvarları arasında yankılanıyordu. |
0% |