@aytengul
|
Merhaba kitabı düzenlemeye aldığım için bolca düzenleme uzatma yapacağım.
Umarım beğenirsiniz
Hayat, bazılarımıza cömert davranırken, bazılarımızı ise hiç acımadan paramparça ediyor. Birisi güneşin altında huzur bulurken, bir diğeri her gün cehennemin içinde yanıyor. Ve bizler, bu haksızlığa karşı elimiz kolumuz bağlı, çaresiziz. Kimi zaman, sahip olduğumuz o küçücük mutluluğun avuçlarımızdan kayıp gitmesine seyirci kalıyoruz, sadece izliyoruz. Gözlerimizin önünde, paramparça olan hayatlarımızın hiçbir şey yapmadan çöküşünü izlemek...
Ama elimizde olsaydı? O mutluluğun, o bir avuç huzurun koparılıp alınmasına izin verir miydik? Kalbim bu soruya cevap bulmak için çırpınırken, zihnim karanlık bir sessizlikle karşılık veriyor. Çünkü bazı sorular vardır ki, cevabı yoktur. Yıllardır o cevapsız soruların peşinde koştum, ama ulaştığım her cevap, başka bir çıkmaz sokak oldu. Ya hiçbir cevap yoksa? Ya her şeyden önce doğru soruyu bile sormadıysak?
O zaman, bu yaşadığımız karmaşa var olur muydu? Eğer sözler tutulmasaydı, yeminler edilmeseydi, belki de kaderin ipleri başka bir yöne savrulurdu. Ama o anlar... O bitmek bilmeyen anlar, her şeyin yanlış gittiğini, ne yaparsan yap asla geri dönemeyeceğini fısıldıyor. Eğer geçmişte yapılması gereken bir seçim yapılmadıysa, bir yemin tutulmadıysa... işte o zaman gerçek cehennemin ne olduğunu anlıyorsun.
Kaderin, bize acımasızca oynadığı bu oyunda tek bir hamle bile değiştirseydik, şu an nerede olurduk?
Bu soruya verecek bir cevabım yok. Bazen soruların cevaplarına ulaşamayız, ne kadar çabalarsak çabalayalım, o cevaplar hep bizden kaçar. Peki ya ulaşamazsak? Eğer o soruların yanıtları elimizde olsaydı, bugün yaşadığımız bu acılar olur muydu? Sanmıyorum. Belki de bazı sözler hiç verilmeseydi, bazı adımlar atılmasaydı, bambaşka bir hayat yaşardık. Ama en büyük çaresizlik bu değil mi? Kendi hayatının iplerini başkalarının ellerine bırakmak, onların kararlarıyla var olmak... İşte, insanı içten içe tüketen en büyük mutsuzluk bu.
Her insan kendi acısını en derinde hisseder, sanki dünyanın bütün yükü onun omuzlarına yığılmış gibi. Kimi sabah gözlerini açtığında, nefes almayı bile zorlaştıran bir ağırlık hisseder. Peki, bu acının tarifi olur mu? Olmaz mı? Belki olur. Ama o tarif, her birimizin kalbinde farklı yankılanır. Ben Semra. Annemin küçük, savunmasız kızı... Ama babamın gözünde, büyüyüp kadın olacak kadar büyük, bir pazarlık malzemesi. Daha on beşimde, çocukluğum elimden alındı. Küçük bir kızken, bana yüklenen bu ağır sorumluluk, benim seçimim değildi.
Yaşadığım her gün, kendi hayatımı bir başkasının ellerine bırakmanın ne demek olduğunu öğrendim. Kendi hayatıma karar veremedim, kendi kaderimi yaşayamadım. Ama en acı olan ne biliyor musunuz? O ağırlığın altında ezildiğimde, çırpındıkça daha da dibe batarken, kurtulma umudumun bile elimden alınmış olması. İşte bu çaresizlik, her şeyin üzerinde, boğucu bir karanlık gibi çöker insanın üzerine.
Ben Semra. Yaşıtlarım oyuncaklarıyla oynarken, ben evliliğe mahkum bırakıldım. O çocuk kalbim, daha hayata yeni yeni açılırken, kendimi bir yetişkinin hayatında buldum. Annemin mecburiyeti, babamın karanlık isteksizliği... İkisi de beni bir yük olarak gördü; ben ise bu yükün altında ezildim. Her bir adımım, onların kararlarıyla şekillendi, kendi kaderimi bulma umudum ise adım adım yok oldu.
Ben Semra, evlenmek için küçük bir bedel ödemek zorunda bırakıldım. Oysa bu bedel, sadece bir düğün masrafından ibaret değildi; hayatımın en değerli parçaları, umutlarım ve hayallerim bu ödemenin bir parçası oldu. 13 yaşında, çocukluk yıllarımın en güzel döneminde, eğitimim birden kesildi. Okul sıralarında öğrendiğim her bilgi, gözlerimdeki umut ışığı gibi söndü. Eğitimimden mahrum kalmakla kalmadım, aynı zamanda geleceğime dair tüm umutlarım da bu karanlıkta kayboldu.
Ben Semra, babamın sevgisinden yoksun, onun gölgelerinde kalan bir çocuktum. Abimin oyunlarına kurban gittim, onun hırçınlıklarının hedefi oldum. Evde, onun gölgesinde yaşamak zorunda kaldım; bir birey olarak kimliğim, onun kaprislerinin altında ezildi. 15 yaşına geldiğimde, kendimden büyük dertlerle yüzleşmeye başladım. Her gün, yaşamak için verdiğim savaşın yükü, daha da ağırlaşıyor; bedenim ve ruhum bu acıların ağırlığı altında eziliyor.
Ben Semra, okumak için her şeyi göze aldım, ama hayatın acımasız rüzgarları beni sürekli savurdu. Her fırsatta çabaladım, her düşüşümde yeniden kalkmaya çalıştım. Ama öğrenme ve gelişme hayalim, ellerimden kayıp gitti. Eğitim, benim için sadece bir rüya olarak kaldı; gerçek dünyada, bu hayal imkansızlıklarla karşılandı.
Şimdi, işte bu benim hikayem, kara talihimin başlangıcı. Hayatım, koca bir labirent gibi, her köşede daha derin bir karanlık ve belirsizlikle dolu. Geleceğim, neredeyse tamamen kayıp ve umutsuzlukla örtülmüş durumda. Her adımda, geçmişin yükü ve geleceğin belirsizliği iç içe geçmiş. Korkunun ve acının gölgeleri, hayatımın her anında belirgin bir şekilde kendini hissettiriyor. Her yeni gün, bana daha fazla yük ve derin bir boşluk getiriyor. İçimdeki karanlık, her geçen gün daha da derinleşiyor.
Her gece uyumadan önce, herkesin geniş ve şatafatlı odalarında huzurla uyuyakaldığı o evde, ben dar, kasvetli bir odada, kahverengi penceresiz bir karanlıkta yalnız kalıyorum. O odamın içine sıkışmış, içimdeki umudu tüketen soğuk ve sessizlikle baş başa kalıyorum. Sahi, suçum neydi? Hangi yanlışım vardı ki böyle bir muameleye maruz kaldım? Kız olmam mı? Yoksa, gözlerimdeki pırıltının yetersiz kalması mı? Ya da basitçe erkek olarak doğmamış olmam mı? Her gece, bu soruların cevaplarını ararken, gözlerimdeki yaşlar karanlığa karışıyor.
Bu yaşadığım acılar, bazen anlamını yitiren bir labirent gibi. Hangi hatam bu cezayı çekmeme neden oldu? Hangi eksikliğim, bu dar odanın sınırlarını çizdi? Sadece bir kız çocuğu olarak var olmanın, veya belki de dünyaya bir adam olarak gelmememin getirdiği bu acı, her gün daha da derinleşiyor. Sahi, bu muameleyi hak edecek ne yaptım? Onların sevgisini ve şefkatini hak etmeyecek neyi yanlış yaptım? İçimde büyüyen bu belirsizlik, beni her geçen gün daha fazla tüketiyor.
Küçüklüğümden beri, her zaman nazik ve çekingen bir çocuk oldum. Kavgadan kaçındım, utanç verici davranışlardan uzak durdum. Ama tüm bu çabalarıma rağmen, beni daima hatalı olarak gösterdiler. Hatalarımı vurguladılar, mükemmelliği benden beklediler, ama bir türlü yeterli olamadım. Babamın gözünde her zaman bir eksiklik vardı; abilerim ise, beni hor görmekten ve dışlamaktan geri durmadılar. Her hareketim, her adımım, onların gözünde bir suç oldu. Onlar bir şey yapsalar, ben hep suçlu olurdum. Azarlanır, dövülür, aç bırakılırdım.
Küçüklüğümde, kalbimde bir sevgi arayışı vardı, ama bu sevgi, sanki bir hayal gibi uzaklarda kaldı. Ne yaparsam yapayım, hep göz ardı edildim. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, hep hor görülen, sevilmeyen ben oldum.
Her gece, bu karanlık odada yalnızlıkla yüzleşirken, içimdeki umudu ve güveni kaybetmiş, yalnızca bir yük olarak varlığımı sürdürüyorum. Beni sevmeyen, beni anlamayan bir dünyada, kendimden başka kimseye güvenemedim. Ve işte, bu acı dolu yaşamımın içinde, kendi varlığımın anlamını ararken, her geçen gün daha da yalnızlaşıyorum. Karanlığın derinliklerinde, yalnızlığın ve acının gölgelerinde kaybolmuş bir çocuk olarak, dünyadan sadece soğuk bir sessizlikle çevrili kalıyorum.
Adım Semra, 15 yaşındayım. Annem, babam, abilerim, amcalarım ve onların aileleriyle birlikte büyük bir evde yaşıyoruz. Evimiz, ihtişamlı bir görkeme sahip, ancak bu ihtişamın ardında huzurun eksik olduğunu söyleyebilirim.
Evin dış cephesi, yeşil ve mavi tonlarıyla kombinlenmiş, her biri bir diğerine zarifçe geçiş yapan renklerle bezeli. Yeşil, doğanın tazeliğini ve huzurunu yansıtırken, mavi renk evin genişliğini ve dinginliğini simgeliyor. Ancak bu renklerin içsel anlamı, evin içinde hissettiğim gerçekliği yansıtmıyor.
İçerideki oturma odası, oldukça geniş ve ferah, ancak her bir köşesi babamın sert mizacını yansıtır gibi. Koltuklar ve mobilyalar, görkemli ama soğuk bir estetiğe sahip. Odanın bir köşesinde büyük bir şömine var, ama bu şöminenin ateşi bile babamın sert bakışlarından ve soğuk davranışlarından kaynaklanan ısıyı veremiyor.
Babam evdeki tek otorite figürü. Mimikleri ve hareketleri, evin tüm sakinlerini kontrol altında tutuyor. Yüzünde her zaman somurtkan bir ifade var; gözleri ise hep bir suçlu arar gibi dolaşıyor. Konuşurken, sesi yükselir, her sözü ağır ve sert bir şekilde yankılanır. Bir şeyler yaparken, elleriyle sert hareketler yapar; bu hareketler, kendi öfkesini ve kontrolü sağlama çabasını yansıtır.
Beni nerede görse azarlar, bana uğursuz olduğumu söyler. Bu sözleri her duyduğumda gözlerim yaşarır, kalbim acır ve sonunda her zaman ağlamakla biter. İnsan acıyı tattıkça büyür derler, ama ben aksine daha da çocuklaşıyorum. Her gözyaşı, her ağlama, içimdeki çocukluğun daha da derinleşmesine neden oluyor. Bu evde, ihtişam ve güzellik ne kadar ön planda olsa da, ruhumun derinliklerinde yalnızlık ve çaresizlikle dolu bir karanlık yaşıyorum. O sabah, her zamanki gibi erkenden kalkmıştım. Sessizlik hâlâ evin her köşesine hâkimdi. Uykunun izlerini üzerimden silmek için hızlıca elimi yüzümü yıkayıp aşağıya indim. Evdeki sessizliğin altında derin bir huzursuzluk saklıydı; sanki her an patlayacak bir fırtına gibi. Babam ve amcamlar, büyük oturma odasında oturmuş, kahve içiyorlardı. Evin her sabah olduğu gibi rutin işleri devam ediyordu: Annem, yengelerimle birlikte ortalığı temizlemekle meşguldü, gözleri sürekli babamın oturduğu köşeye kayıyordu.
Adımlarımı olabildiğince sessiz atmaya çalışarak mutfağa yöneldim. Genellikle bu kadar erken kalkmazdım. Çünkü biliyordum ki, babamın beni sabah sabah görmesi, onun keyfini kaçırırdı, öfkesinin hedefi haline gelirdim. Onun o sert bakışlarını, sabahın ilk saatlerinde üzerimde hissetmek, tüm günümü berbat edebilirdi. Ancak o gün neden böyle davrandım bilmiyorum; belki de içimdeki bir huzursuzluk, bir his beni uyanık tutmuştu.
Mutfağa girdim, o sırada hafifçe sallanan eski ahşap sandalyeye oturdum. Karnım hafifçe guruldamaya başlamıştı. Annem mutfak tezgahında bir şeylerle uğraşırken, sessizce masaya bir lokma koymayı düşünüyordum. Elimi uzatıp bir parça ekmek alacaktım ki, birden babamın o yankılanan, sert ve gür sesiyle irkildim.
"Semra!" diye bağırdı, sesi evin duvarlarında yankılanırken nefesim kesildi. O an yüreğim sanki boğazıma düğümlendi. Ne yapmış olabilirdim ki, daha sabahın köründe bu öfkeyi hak edecek?
Annem, gözlerinde derin bir korkuyla hemen işini bıraktı. Yengelerim de aynı anda harekete geçip, başlarını öne eğerek babamın yanına gittiler. Onların hızlı hareketlerinden, babamın öfkesinin büyüklüğünü anlamıştım. Masaya koymayı düşündüğüm ekmeği elimden bıraktım, kaskatı kesildim. Babamın sesi bir bıçak gibi ruhuma saplanırken, odadaki hava aniden soğumuş gibiydi.
Babamın oturduğu koltuktaki duruşu her zamanki gibiydi: güçlü, otoriter, ama aynı zamanda bir kasırga öncesi sessizliği taşıyan bir duruş. Kahve fincanını sertçe masaya koyduğunu duydum. Elindeki gazetenin sayfalarını öfkeyle katladı, gözleri sanki gördüğü her şeyi yakıp geçecek gibi parlaktı.
"O kız burada mı?" diye sordu, sesi her geçen saniye daha da gerginleşiyordu. Benimle ilgili konuştuğunu biliyordum. O an mutfakta olmak istemiyordum; kaçacak bir yer arıyordum ama ayaklarım sanki zemine çakılmıştı. Annem ve yengelerim hızlıca babamın yanına gittiler, başları hep eğik, adımları ise ağırdı. Onların bu tavırları babamın üzerlerindeki etkisini açıkça gösteriyordu.
Babam her zaman böyleydi, evin içinde herkes onun öfkesinden, sert mizacından çekinirdi. Onun gözünde hep bir sorun vardı ve o sorun genellikle bendim. Annemin babamın yanına gitmesiyle, odadaki tansiyon daha da yükseldi. Kalbim hızla çarpıyordu, midemde bir düğüm oluşmuştu. Babamın her adımda daha da yaklaştığını hissetmek, beni adeta paralize ediyordu.
Neden böyle bir sabah beni çağırıyordu? Ne yanlış yapmıştım? Herhangi bir sebep bulamasam da, babamın gözünde bir hata yapmış olabilirdim. Bu evde hata yapmak için bir şey yapmak gerekmiyordu zaten. Hatalı doğmuştum. Babamın o boğuk, öfke dolu sesi, evin içinde yankılandı. "Nasıl olur Hamza, benim oğlum nasıl Azadoğulları'nın kızını kaçırır! Hemen gelirim, oğlumun başına bir şey gelmesine asla izin vermem." O an içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Ellerim titredi, dizlerim hafifçe çözüldü. Abim, düşman aşiretin kızını kaçırmıştı. Bunun ne demek olduğunu biliyordum. Bu, sadece bir evliliğin değil, kan dökülmesinin, iki aile arasında yıllar sürecek bir nefretin tohumlarının atıldığı an demekti. Babamın gözünde çakan öfke, her şeyin ne kadar ciddi olduğunu açıkça gösteriyordu.
Babam hızla evden çıktı, iri adımları zemini titretiyordu. Annem gözyaşlarını tutamıyordu; elleri titreyerek elindeki mendille gözlerini silmeye çalıştı. "N’olacak şimdi?" diye fısıldadı, sesi çatlak ve korku doluydu. Onu teskin etmeye çalıştım, ama kendi içimde de büyük bir huzursuzluk büyüyordu. İçimdeki fırtına, her an patlayacak gibiydi. Babamın, abimin ve amcalarımın bir araya gelip heyete gitmeleri, durumu daha da kötüleştiriyordu. Çünkü bu, kan davasının masada tartışılmaya başlandığı anlamına geliyordu.
Saatler geçiyordu ama evde kimse rahat değildi. Ne bir haber vardı, ne de bir umut ışığı. Annem sürekli dua ediyor, babamın ve abimin sağ salim dönmesi için yalvarıyordu. Ama içimdeki korku, giderek büyüyordu. Her dakika, onların kanlı bir kavgaya karışmış olabileceği ihtimali zihnimi kemiriyordu. Ellerim terliyor, kalbim her geçen saniye daha hızlı çarpıyordu.
Bir süre sonra, dış kapının gıcırtısını duydum. Beklenen andı bu. O an nefesimi tuttum, kalbim sanki duracak gibiydi. Kapı ağır ağır açıldı ve içeriye babam, abim ve amcalarım girdiler. Yüzlerinde ciddi ifadeler vardı. Babam, eve girer girmez başındaki fesini çıkardı ve masanın üzerine sertçe bıraktı. Yüzü ter içindeydi, gözleri ise karanlıktı.
"Ne oldu?" diye fısıldadım, sesi titreten bir merak ve korkuyla. Annem, babamın yüzüne bakıyordu, sanki onun ağzından çıkacak her kelime, kaderimizi belirleyecekmiş gibi.
Babam sonunda konuştu, sesi ağır ve soğuktu: "Mesele halloldu." O an hepimiz derin bir nefes aldık, ama içimdeki huzursuzluk hâlâ gitmemişti. Her şey gerçekten de hallolmuş muydu? "Abinin düğünü olacak," diye ekledi babam. O an kalbim yerinden sökülüp yere düşecekmiş gibi hissettim. Annemin yüzü soldu, ama hiçbir şey söyleyemedi. Kendi içimde ise kelimeler boğazıma düğümlenmişti.
Abim ise köşede sessizce oturuyordu, yüzünde ne pişmanlık ne de mutluluk vardı. Sanki bu olanların ortasında değilmiş gibi, her şeyin dışında kalmayı tercih ediyordu. Ancak biliyordum ki, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Azadoğulları'nın kızını kaçırmak sadece abimin düğünü demek değildi; bu, aileler arasında bir ateşin fitilini ateşlemek demekti.
O gün, eve sessizlik hâkimdi. Annem, ellerini göğsünde birleştirip dua ederken, ben ise içimde kopan fırtınaları dindirmeye çalışıyordum. Ama biliyordum, bu sessizlik sadece geçici bir fırtına öncesiydi. O gece boyunca, abimin düğünü, karşı aileyle yapılan anlaşma, ve önümüzdeki günlerde olacakların ağırlığıyla doluydu. Kendi küçük dünyamda bile, babamın ve amcalarımın getirdiği bu 'çözüm' bana bir kabus gibi görünüyordu.
Her ne kadar meseleyi 'halletmiş' olsalar da, herkesin gözünde bu çözümün ne kadar kırılgan olduğu belliydi. Gecenin karanlığında, abimin düğünüyle ilgili konuşulanlar, evin her köşesine bir ağırlık gibi çökmüştü. Bu ağırlık, yalnızca bizim ailemizin üzerine değil, her iki aşiretin de kaderine işlenmişti. Son cümleye kadar her şey normaldi. O an kalbimin hızla attığını hissediyordum, ama söyledikleri son kelimeyle dünya başıma yıkıldı. "Senin de düğünün olacak," dediler. İşte o an anlamıştım. Gözlerim karardı, sanki bütün ruhumu, bütün hayatımı elimden almışlardı. Babam, o derin ve soğuk sesiyle, gözlerimin içine bakarak söyledi: "Berdel olarak seçildin. Sen Kenan’la evleneceksin."
Saniyeler boyunca ne duyduğumu idrak edemedim. İçimdeki boşluk bir girdaba dönüşüyordu. Zihnimde yankılanan tek kelime "berdel"di. Bir takas malı gibi, bir hayatın bedeli olarak veriliyordum. Kendi hayatımı değil, abimin yaptığı hatanın bedelini ödüyordum.
Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi, ayakta durmakta zorlanıyordum. Gözlerim doldu, kalbim hızla çarptı. Babamın önünde diz çöküp ayaklarına kapanarak yalvarmaya başladım: "Baba, ne olur yapma! Baba, bana bunu yapma. Ne olur, yalvarırım!" Gözyaşlarım durmadan akıyordu, her kelimem hıçkırıklara karışıyordu. Ellerim titriyor, sesim boğuluyordu. Babam ise duymuyordu. Onun gözlerinde hiçbir merhamet kırıntısı yoktu.
Gözyaşlarımın sesini bastıran, onun iri adımlarıydı. Bir an için ellerimi kaldırıp ona tekrar yalvaracaktım ki, yüzümde keskin bir acı hissettim. Sol yanağım bir anda uyuştu. Babam, ağır bir tokatla beni susturmuştu. Kafam sağ tarafa doğru devrildi, gözlerim yaşlarla doluydu ama acı her şeyi bastırmıştı. Henüz toparlanamadan, ikinci tokat indi. Bu kez sağ yanağımda yankılanan acı, tüm bedenimi sarstı. İkinci tokat, ilkinden çok daha sertti. O an gözlerimde karanlıklar çöktü.
Babamın öfkesi bitmemişti. "Ne zamandan beri bu evde benim sözümün üzerine söz söylenir olmuş?" diye bağırdı. Sesi odanın her köşesinde yankılandı, öfkesi tüm varlığımı sarıp sarmaladı. Nefes almaya çalışıyordum, ama derin bir boğulma hissi her yanımı kaplamıştı. Ellerimi yüzüme götürüp kendimi korumaya çalışıyordum, ama babam üzerime yürüdü. Ellerini birden boğazıma doladı.
Sert, soğuk elleri, boğazımı kavradı. Gözlerim kararmaya başladı, nefessiz kaldım. Göğsüm sıkıştı, içimdeki hava kaçıyordu, boğazım kurudu. Öleceğimi sandım. Bir an gözlerim bulanıklaştı, ama babam birden ellerini geri çekti. Soluk soluğa yere yığıldım, ellerimi boğazıma götürüp derin nefesler almaya çalıştım.
Babam geri çekilip bana tepeden baktı. Yüzünde tiksinti dolu bir ifade vardı, sanki beni evlatlıktan çıkarmış gibi, gözleri öfkeden alev alev yanıyordu. "Bundan sonra Kenan’la evleneceksin," dedi, sesi soğuk ve kesindi. O an hayatımın kontrolünü tamamen kaybettiğimi, bir nesneye dönüştüğümü anladım. Babamın gözünde, yalnızca bir pazarlık masasında kullanılan bir karttan farkım yoktu.
Titreyerek yerimden kalktım, gözlerimden akan yaşlar kontrolsüzce yanaklarımı ıslatıyordu. Annem hiçbir şey söyleyemedi, sadece sessizce köşede ağlıyordu. Yengelerim, ablalarım hepsi sessizce olan biteni izliyordu. Kimse bir şey yapmadı, kimse bir kelime etmedi. Hepsi sessizce olan biteni kabul etmiş gibiydi.
O an içimdeki çocukluktan kalan tüm umutlar söndü. Babam, abim, ailem... Hepsi benim kaderimi mühürlemişti. Berdel, benim cezam olmuştu.
Bu dediği adam, buraların en acımasız, en katı insanıydı. Herkes ondan korkar, kimse onunla yüz yüze gelmek istemezdi. Onun adı anıldığında bile insanlar sessizliğe bürünürdü. Bu korkunç gerçekle yüzleştiğimde, içimden bir çığlık koptu. Babamın ayağına kapandım, yalvardım, tüm onurumu, gururumu ayaklarının altına serdim.
"Baba, yapma!" dedim, sesim titreyerek. Gözlerim yaşlarla dolmuştu, artık göremiyordum. Ellerim titriyordu, kalbim öyle hızlı atıyordu ki neredeyse göğsümden fırlayacaktı. "Ne olur baba, ne istersen yaparım," diye ekledim, boğazım düğümlenmişti. "Ama beni ona verme... Lütfen... Ne istersen yaparım, sadece bunu yapma."
Babam, ifadesiz yüzüyle bana baktı. Yalvarışlarım, gözyaşlarım, diz çöküşüm onun gözünde hiçbir şey ifade etmiyordu. Soğuk, taş gibi sert gözlerinde bir damla merhamet kırıntısı bile yoktu. Onun kızıyım, ama gözünde bir yabancıdan, bir düşmandan farksızdım. Ellerimle eteklerine sarıldım, ama o beni bir anda itti, yüz üstü yere kapaklandım. O an dizlerimde acı hissettim, ama bu acı içimdeki korkunun yanında hiçbir şeydi.
"Sen kimsin de benim kararlarımı sorguluyorsun, ha?" dedi babam, sesi sert ve keskin. Yerdeki tozu yutarken, titreyen sesimle cevap vermeye çalıştım. "Baba, lütfen..."
Ama daha fazla konuşamadan, kolumdan sertçe tutup beni ayağa kaldırdı. Bir an göz göze geldik ve o an, onun gözlerinde ne kadar büyük bir nefret taşıdığını fark ettim. Sanki karşısında kızı değil, hayatındaki en büyük düşmanı duruyordu. Hiç acımadan, beni odaya sürükledi. Odada bir köşeye fırlattı. Yere düştüm, bedenim acıyla kıvrandı, ama bu daha başlangıçtı.
"Bu evde benim sözüm kanundur!" diye bağırdı. Sonra tokadı geldi, sol yanağıma inen sert bir tokatla. Ardından diğer yanağım... Sonra tekmeler, yumruklar... Her biri bedenimi paramparça ediyor, her vuruşunda içimdeki son umut kırıntıları da yok oluyordu.
Kaburgalarımın çatırdadığını hissettim, acı her yanımı sarmıştı. Ölmeyi diledim, her nefeste daha fazla acı çekmektense, bu işkencenin bir an önce son bulmasını istedim. Ama babam beni öldürmeyecekti. Hayır, o bana daha fazla acı çektirmek istiyordu. Çünkü o ne isterse o olurdu. Ben kimdim ki bu evde, bu konakta söz sahibi olayım? Bir hiçtim. Köpek benden daha fazla değer görüyordu.
Babam her defasında bana bunu hatırlatırdı. "Bu köpek bile senden daha değerli," derdi. "Hiç değilse senin gibi uğursuz değil!" O an gözlerim kararmaya başladı, darbenin etkisiyle yere yığıldım. Ama o durmadı. Elinde ne kadar güç varsa, bedenime indiriyordu. Her darbede, biraz daha küçüldüm, biraz daha çaresizleştim. O benim babam değil, celladım olmuştu. Ve ben de onun bir parçası olduğum için lanetliydim.
Sonunda, beni yere bıraktı. Nefesim kesikti, gözlerim kararmıştı, ama hâlâ yaşıyordum. Odanın içinde yankılanan son kelimeleriyse, yüreğimde derin bir yara açtı. "Sen Kenan'la evleneceksin," dedi, sesi tiksintiyle doluydu. "Bundan sonra kaderin o olacak."
Gözlerimde yaşlar akarken, içimdeki çocukluktan kalan son umut kırıntıları da yok olup gitmişti. Bu benim hikayemdi. Babamın zalimliğiyle mühürlenen kaderimdi. Kara talihim şimdi başlıyordu. |
0% |