@aytengul
|
Eylül, telefonuna gelen bildirimi heyecan ve korku içinde bir kez daha okudu:
"Beni buradaki bir depoda tutuyorlar, yardım et."
Bu kısa mesaj, genç kadının kanını dondurmaya yetmişti. Bir yanda tamamen yabancı olduğu bir şehir, diğer yanda hayatının belki de en önemli kararı… Kalbi hızla çarpmaya başladı. Parmakları ekranda gezinirken bir şeyler yazmayı düşündü ama hiçbir şey yazamadı.
23 yaşında, çoğu zaman cesur olduğunu düşündüğü biri olsa da, böylesine karmaşık ve tehlikeli bir durumda ne yapabileceğini bilmiyordu. Akıllıca bir plan yapması gerekiyordu, ama içindeki korku buna engel oluyordu. Tekrar tekrar nefes almaya çalıştı, ama içinden yükselen panik hissi onu sakinleştirmiyordu.
"Ya gerçekten yardıma ihtiyacı varsa?" diye düşündü. Ama hemen ardından mantığı devreye girdi: "Bu bir tuzak olabilir. Kendimi tehlikeye atamam."
Telefonun ekranına bakarken gözleri hafifçe yaşardı. Mesajı gönderen kişi kimdi? Ve neden Eylül’den yardım istiyordu? Numara tanıdık değildi, ama garip bir şekilde, geçmişte bir yerden hatırlıyormuş gibi hissetti. Bu karışık hislerle baş etmeye çalışırken gözleri bir anlık karanlığa daldı.
“Hava kararmadan bir şeyler yapmam lazım,” diye fısıldadı kendine. Derin bir nefes aldı ve içinden geçen korkuyu bastırmaya çalıştı. Kendi güvenliği önemliydi, ama bir insanın hayatını kurtarma ihtimali onu harekete geçmeye itiyordu.
Telefonu elinde sıkarak dışarıya çıktı. Sokaklar, alacakaranlıkta eski taş binalarla çevriliydi. Gölgeler uzamış, her köşe başı Eylül’ün kalbini daha da hızlandırıyordu. Depo diye tarif edilen yer, şehir merkezinden uzakta, terk edilmiş bir sanayi bölgesinde olmalıydı. Yol boyunca kimseye güvenmemeye karar verdi; tanımadığı yüzler ve dilini bilmediği bir yerde yalnızdı.
Yarım saat süren tedirgin bir yürüyüşün ardından nihayet mesajda tarif edilen yere benzer bir yer buldu. Önünde duran depo, eski ve yıpranmış bir yapıya benziyordu. Paslı metal kapı, terk edilmiş bir yerin izlenimini veriyordu, ancak içeriye doğru gelen hafif bir ışık Eylül’ün merakını artırdı.
Depoya Giriş Titreyen elleriyle kapıyı hafifçe itti. Paslı menteşeler gıcırdayarak açıldığında, içerideki karanlık ona ürperti verdi. Toz kokusu burnuna dolmuş, her adımı yankılanıyordu. Depo büyük, ama boş görünüyordu. Sadece uzak bir köşeden ince bir ses geliyordu: “Yardım et…” Eylül, bağlanmış adamın yanına yaklaşınca onun derin ve tok sesiyle irkildi:
“Ne bekliyorsun? Çöz şu ipleri!”
Adamın kalın, erkeksi sesi depo duvarlarında yankılandı. Eylül, onun sert ama panik içindeki ses tonuna odaklandı. Elleri titreyerek ipleri çözmeye çalışırken, adam bir yandan gözlerini kapıya dikmiş, bir yandan da alçak sesle konuşmaya devam ediyordu:
“Dışarıda bekliyorlar. Çabuk ol!”
Eylül, ipleri çözmeye uğraşırken sordu: “Kim bunlar? Seni neden buraya kapattılar?”
Adam dişlerini sıkarak, sesini daha da kalınlaştırarak mırıldandı: “Beni bulmak istemeyen kim var ki? Uzun hikâye... Ama şimdi bunu konuşacak zamanımız yok. Çabuk!”
Eylül, onun sesindeki ağırlık ve otorite karşısında bir an için duraksadı. Sanki o an, bu adamın tehlikeli biri olduğunu fark etmişti ama artık geri dönüş yoktu. Korku ve merak arasında gidip gelen bir iç çatışma yaşarken nihayet ipleri çözdü.
Adam serbest kaldığında hemen ayağa kalktı, uzun boyu ve güçlü yapısı Eylül’ü daha da ürküttü. Ama ne olursa olsun, onun tarafında gibi görünüyordu. Derin bir nefes alarak Eylül’e döndü ve kalın sesiyle sertçe fısıldadı:
“Arka kapıya doğru koş. Şimdi!”
Eylül, ne diyeceğini bilemeden adamın arkasından koşmaya başladı. Depodan dışarı çıkan ayak sesleri iyice yaklaşmış, kapı menteşeleri hafifçe gıcırdamaya başlamıştı. Adam, Eylül’ü eliyle iterek onu yönlendirdi.
“Eğer yakalanırsak, kurtulma şansın sıfır!” dedi, sesi kükreme gibi çıkıyordu.
Eylül, korku dolu gözlerle ona bakarken adam, arkasına dönüp soğuk ve kararlı bir şekilde kapıya doğru yürüdü. İçeriye girmeye hazırlanan adamlara bakarken, kalın sesiyle alaycı bir tonla mırıldandı:
“Beni gerçekten yakalayacaklarını mı sanıyorlar?”
Arkasını döndü, Eylül’e baktı ve sert bir şekilde bağırdı:
“Koş dedim! Şimdi!”
Eylül, o sesin ağırlığına itaat edercesine koşmaya başladı. Ayak sesleri, paslı metalin çınlaması, ve bir anda duyulan boğuk bağrışmalar... Gece daha yeni başlıyordu.
Eylül, arka koltuğa sıkıca tutunmuş, kalbi hızla çarparken yanındaki adamın soğukkanlılığına şaşkınlıkla bakıyordu. Onu henüz tanımıyordu ama gizemli tavırları ve kararlı yüz ifadesi, güven verici bir şeyler barındırıyordu. O anda kendine sormadan edemedi: Bu adam kimdi?
"Peşimizdeler mi?" diye fısıldadı, gözleri endişeyle dikiz aynasına kayarken.
Adam soğukkanlı bir şekilde dikiz aynasına göz atıp sakin bir tonla cevap verdi: "Onları atlatmamız lazım, yoksa bu kaçış burada son bulur."
Eylül, yanında oturan adamın kim olduğunu hâlâ tam bilmiyordu. Bildiği tek şey, kendini bir anda bu tehlikenin ortasında bulmuş olmasıydı. Cesaretini toplayıp sordu: "Siz... siz kimsiniz?"
Adam kısa bir an bakışlarını Eylül’e çevirdi, sonra yola odaklanarak hafif bir gülümsemeyle cevap verdi. "Sana ismim Büyükelçi diye söylenmiş olabilir. Beni böyle çağırman yeterli."
"Büyükelçi mi?" Eylül, şaşkınlıkla yüzüne baktı. Bu kadar karmaşık bir durumun içinde bile soğukkanlılığını koruyabilmesi, ona karşı hissettiği güveni artırıyordu. Ama bu güvenin altında kim olduğunu bilmediği bir yabancıyla tehlikeli bir oyunun içinde olduğunun farkındaydı.
Büyükelçi, dar sokaklardan hızla geçerken aniden keskin bir dönüş yaptı. Peşlerindeki araç lastiklerini gıcırdatarak, kovalayarak dönüş yapmaya çalıştı ama Büyükelçi'nin manevrasıyla birkaç saniyeliğine yavaşladı. "Onları atlatmamız an meselesi," diye mırıldandı, direksiyona hakimiyeti tamdı.
Eylül, gergin bir şekilde yolun ilerisine bakarken mırıldandı: "Bu insanlar kim? Neden bizi kovalıyorlar?"
Büyükelçi gözlerini yoldan ayırmadan, soğuk bir tonla yanıtladı: "Bazı soruların yanıtını bilmen daha büyük bir yük getirebilir. Ama burada olmam, onları rahatsız etmiş belli ki."
Eylül, aldığı cevaptan tatmin olmamıştı, ama şu an için hayatta kalmak en büyük önceliğiydi. Büyükelçi'nin keskin dönüşleri ve dar sokaklardaki hızlı manevraları, kovalanan bir tehlike filmindeymiş hissi veriyordu.
Tam o sırada karşılarına park edilmiş bir başka araç çıktı. Büyükelçi hızla direksiyonu kırarak arabayı yan yatırarak fren yaptı ve park halindeki aracın hemen yanından sıyrıldı. O an Eylül, kalbinin boğazında attığını hissetti.
"Bu kadar tehlikeli yaşamaya nasıl alıştınız?" diye sordu istemsizce.
Büyükelçi kısa bir kahkaha attı. "Bu hayatı sen seçmezsin, o seni bulur."
Peşlerindeki araç bir süre sonra gözden kaybolmuştu. Eylül derin bir nefes aldı, yorgun ama minnettar gözlerle Büyükelçi’ye baktı. Araba yavaşladığında Büyükelçi, Eylül’e döndü ve kararlı bir sesle ekledi: "Şimdi sana bir şans verdiler. Bu noktadan sonra dikkatli ol."
Eylül ve Büyükelçi, arabanın peşlerindeki kovalamacadan sıyrılmaya çalışırken yollar iyice daralmıştı. Kalp atışları neredeyse arabanın motor sesiyle senkronize olmuş, Eylül korkudan kıpırdamadan Büyükelçi’nin her hareketini izlemeye koyulmuştu. Ama ne kadar hızla ilerleseler de, arkalarındaki tehlikenin izlerini taşıyan farlar hâlâ onları takip ediyordu.
Tam o sırada, bir kavşağa yaklaştıklarında Büyükelçi, yolun diğer tarafından yaklaşan bir aracın ışıklarını fark etti. “Belki de bizi burada kıstırmayı planlıyorlar…” diye mırıldandı.
Eylül, onun gözlerinden anladı ki tehlike sadece arkalarında değil, aynı zamanda önlerindeydi de. Tam kavşaktan geçerken diğer araç, tam yanlarına çekildi ve camları aralandı. Aracın içindeki adamlar, soğuk bakışlarla onları süzüyordu. İçlerinden biri elini beline götürdü ve silahını çıkardı.
Büyükelçi hızla direksiyonu sağa kırdı, arabayı ileri iterek manevra yapmaya çalıştı. Ama diğer araç da onun hamlelerini tahmin edermiş gibi bir hareketle hızla önlerine geçip yolu tamamen kapattı.
“Burada kıstırdılar bizi!” dedi Eylül, korkuyla.
Büyükelçi, sakin ama bir o kadar da sert bir ses tonuyla cevap verdi: “Durmak yok. Birlikte buradan çıkacağız.”
O anda, arkalarındaki araçtan da silah sesleri yükseldi. Mermiler arabanın metaline çarpıyor, araçta yankılanan her bir gürültü Eylül’ün kalbine işliyordu. Büyükelçi, çevik bir hareketle elini direksiyonun altında bulunan vites koluna attı ve hızla çekip kırdı.
“Ne yapıyorsunuz?!” diye bağırdı Eylül, ne olduğunu anlayamadan.
Büyükelçi’nin gözleri soğukkanlılıkla parlıyordu. "Biraz plansız gideceğiz." Vitesi kırmasıyla arabayı serbest bıraktı; şimdi sadece direksiyonla yön verecek şekilde aracı bir silah gibi kullanacaktı. Gaza yüklenerek öndeki araca doğru hızla ilerledi.
Karşılarındaki adamlar şaşkın bir şekilde kaçışmaya başladı. Ancak bu sırada sağ yanlarından başka bir aracın daha yaklaşmakta olduğunu gördüler. Büyükelçi, ani bir hareketle arabanın kapısını sertçe açtı ve hızla yanlarındaki araçtan gelen adamlara ateş etmeye başladı. Silah sesleri bir kez daha gecenin sessizliğinde yankılanıyordu.
“Düşmemek için sıkı tutun!” dedi Büyükelçi, Eylül’e.
Eylül, çaresizce kapı koluna tutundu, gözleri korkuyla etrafı tarıyordu. Bu sırada arka koltuk camına bir mermi isabet etti, cam tuzla buz oldu. Büyükelçi başını yana eğip birkaç el daha ateş etti. Mermiler, yanlarındaki arabanın lastiklerine isabet etti ve araç kontrolden çıkarak yoldan savruldu.
Bir an için kurtulduklarını sandılar ama bu sırada, karşıdan yeni bir araç daha onlara doğru yaklaşıyordu. Büyükelçi hızlı bir bakışla etrafı taradı, yandaki dar bir sokak girişini fark etti.
"Oraya giriyoruz!" diye bağırdı. Eylül ne dediğini anlayamadan, araba ani bir dönüşle o dar sokağa daldı. Ancak sokak o kadar dardı ki, arabanın yanları neredeyse duvarlara sürtüyordu. Birkaç çatırdama sesiyle birlikte metal parçaları yerinden çıktı.
“Bu dar sokaktan nasıl çıkacağız?” diye korkuyla sordu Eylül, ama Büyükelçi’nin gözlerinde bir tereddüt yoktu.
“Merak etme, burası çıkmaz değil,” dedi, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle.
Fakat onların arkasından dar sokağa giren bir diğer araç da peşlerinden geliyordu. Eylül, çaresizlik içinde geri dönüp arka camdan bakarken Büyükelçi, soğukkanlılığını koruyarak birden frene bastı. Peşlerindeki araç, bu ani manevrayı beklemiyordu ve hızla önlerindeki duvara çarpıp durdu.
Eylül, ne olduğunu anlamadan bir anda bir sessizlik çöktü. Büyükelçi bir süre için gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. Sonra arabanın motorunu tekrar çalıştırıp sokağın sonuna doğru yavaşça ilerlemeye başladı.
“Bunların burada bittiğini sanma. Daha fazlası var,” dedi, Eylül’ün şaşkın bakışları altında.
Eylül, onun güçlü duruşuna ve kararlı yüz ifadesine bakarken anladı ki bu adam sıradan biri değildi. Bu kaçış ve karşı koyma, belki de onun hayatının bir parçasıydı.
Büyükelçi ve Eylül, arabanın içinde hızla ilerlerken karşılarına sürekli yeni engeller çıkıyordu. Her seferinde yeni bir köşeyi dönüyorlar, ama peşlerindeki adamlar onları bir gölge gibi takip etmeye devam ediyordu. Karanlık sokaklar, daracık virajlar… her şey onların ilerleyişini daha da zorluyordu.
Bir an sonra, peşlerindeki araç hızla yaklaşarak neredeyse tamponlarına değecek kadar yaklaştı. Eylül'ün gözleri korkuyla büyüdü, mermiler arabanın arka camını delip geçerken başını eğdi. “Büyükelçi, bir şey yap!” diye çığlık attı.
Büyükelçi soğukkanlılığını koruyarak, gözünü dikiz aynasından peşlerindeki araca çevirdi. "Bana güven," dedi, dudaklarında soğuk bir gülümseme belirdi. Direksiyonu aniden sağa kırarak başka bir dar sokağa girdi. Ancak peşlerindeki araç yine hızla manevra yapıp onların peşinden gelmeye devam etti. Silah sesleri yeniden havayı doldurdu; mermiler arabanın metaline çarptıkça etrafa kıvılcımlar saçılıyordu.
Büyükelçi, hızla ilerlerken bir an için yan koltuktaki küçük bir silaha göz attı ve onu eline alarak arka camdan ateş etmeye başladı. Eylül, onun bu hareketini hayretle izliyordu; soğukkanlılığı inanılmazdı. Birkaç el ateş etti, mermiler peşlerindeki aracın ön camını hedef aldı. Rakip araç bir anlık dengesizlikle savruldu, ancak çabucak toparlanarak yeniden hızla onlara yetişti.
Büyükelçi tekrar direksiyona odaklanarak bir süre sessizce ilerledi. "Biraz daha dayan," dedi Eylül’e. "Bu adamlar vazgeçmeyecek, ama biz de pes etmeyeceğiz."
Bir kavşağa yaklaşırken, peşlerindeki araç hızla yanlarına geldi ve neredeyse yan yana ilerlemeye başladılar. Adamlar camlarını açarak ateş açmaya devam etti, mermiler kulak tırmalayan bir hızla onların üzerinden geçiyordu. Eylül, korkudan koltuğuna iyice yapıştı.
“Çok sıkıldım,” dedi Büyükelçi, hiddetli bir bakışla. Arabayı aniden peşlerindeki aracın üzerine doğru kırdı, tampon tampona bir mücadele başladı. İki araç da neredeyse yan yana hızla ilerlerken, Büyükelçi direksiyonu sert bir hareketle sola kırarak rakip aracın dengesini bozdu.
Bu manevra, peşlerindeki aracı bir anda kontrolsüz bir şekilde savurdu. Adamlar toparlanmaya çalışırken Büyükelçi hızla gaza bastı ve bir sonraki köşeye doğru ilerledi. Ancak adamlar pes etmiyordu; toparlanır toparlanmaz yeniden onların peşine takıldılar ve aralarındaki mesafeyi hızla kapattılar.
Bu sefer mermiler daha da yakınlarına isabet ediyordu. Eylül bir an panikle gözlerini kapattı, ama Büyükelçi’nin sesi onu kendine getirdi: “Burada yılmak yok, dayan.”
Bu sırada, peşlerindeki aracın yanından bir başka araç daha çıktı. Artık iki araç tarafından sıkıştırılmışlardı. Büyükelçi, iki aracın arasına sıkışmış bir şekilde gidiyordu; bir yandan da önlerindeki yolu tarıyordu. Derin bir nefes aldı, ardından direksiyonu aniden sola kırdı ve arabayı kontrolsüz bir şekilde savurdu.
Bu hamle, diğer iki aracı beklenmedik bir şekilde şaşırtarak onları birbirine çarptırdı. Geriye doğru bakan Eylül, peşlerindeki araçların bir anda savrulup çarpıştığını gördü. Derin bir nefes aldı, kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu.
Büyükelçi, yeniden hızlanarak sokaklardan birine daldı ve gözlerini yolun ilerisine dikti. "Şimdi daha fazla zaman kazandık," diye mırıldandı kendi kendine.
Ancak henüz rahatlayacak vakit yoktu. Çünkü peşlerindeki başka bir araç daha onlara doğru yaklaşmaya başlamıştı. Büyükelçi, direksiyonun başında ustalıkla manevralar yaparken Eylül, arabanın her sarsıntısında korku ve heyecan içinde etrafı tarıyordu. Peşlerindeki araç, bütün bu çabalara rağmen inatla onları takip etmeye devam ediyordu. Silah sesleri kesilmişti, ama o sarsıcı kovalamaca hâlâ bitmemişti.
Sonunda dar bir yola girip hızla ilerlerlerken Büyükelçi, elini tekrar vites koluna attı ve gözlerini dikiz aynasından ayırmadan soğukkanlı bir şekilde konuştu: "Bu sefer gerçekten peşimizi bırakmayacaklar. Son bir şansımız kaldı."
Yol birden aşağıya doğru eğimli bir hale gelmişti, iki yanları şarampolle çevriliydi ve buradan çıkmak için dikkatli manevralar yapmak gerekiyordu. Büyükelçi, arabanın hızını artırarak ani bir hareketle sağa sola savrulmaya başladı. Peşlerindeki araç da hızını artırarak onlara yetişmeye çalışıyordu. Eylül, elini koltuğun kenarına sıkıca tutmuş, nefesini tutarak o anda olacakları bekliyordu.
Birkaç saniye sonra, Büyükelçi tam köşeye yaklaştıkları sırada hızını kesmeden direksiyonu sert bir şekilde sağa kırdı. Peşlerindeki araç, onun bu hamlesine karşı hazırlıksız yakalanmıştı. Büyükelçi’nin aniden manevra yapmasıyla dengesini kaybeden araç, kontrolden çıkarak hızla yan tarafa doğru savruldu. Aracın tekerlekleri yerden kesilmişti, şarampolün kenarında bir an havada asılı kaldıktan sonra ağır ağır aşağıya yuvarlanmaya başladı.
Eylül, gözleri büyümüş bir halde olan biteni izlerken, şarampole yuvarlanan aracın çarpma sesleri yankılanıyordu. Büyükelçi, derin bir nefes aldı ve direksiyonu kontrol altına alarak yola devam etti. Eylül, hala şaşkınlık içinde nefesini düzenlemeye çalışırken gözlerini Büyükelçi’ye çevirdi.
Büyükelçi, bakışlarını yola sabitlemiş, ifadesiz bir şekilde konuştu: "Bazı şeylerin sonu kaçınılmazdır. Bazen hayat, son anda yapılan bir hamleyle değişir."
Eylül, hâlâ yaşadığı şoku atlatmaya çalışırken bir yandan da içten içe Büyükelçi’nin cesareti ve soğukkanlılığı karşısında hayranlık duyuyordu. Bu adamın gözlerinde hiçbir korku yoktu, sadece derin bir kararlılık ve kontrol vardı.
Araçtan inerken Eylül derin bir nefes aldı, adeta yüreği ağzında atıyordu. Bacakları titriyor, kalbi göğsünden çıkacak gibi çarpıyordu. Bu yaşadığı, hayatında tecrübe ettiği en çılgın macera olmuştu. Elleri hâlâ titreyerek göğsüne götürdü, kalbinin atışlarını hissetmeye çalıştı; sanki her atış, yaşadığı korkunun bir yankısıydı.
Kendini toparlamaya çalıştı ancak az önceki kovalamaca, peşlerindeki silah sesleri, şarampole yuvarlanan araç ve kaçışları… bunların hepsi zihninde hâlâ taptaze, bir kabus gibi dönüyordu. Derin bir nefes alarak başını yukarı kaldırdı. Gözleri, Büyükelçi’ye döndüğünde onun sakin ve soğukkanlı duruşu, Eylül’e biraz olsun cesaret verdi.
Büyükelçi ise onun bu halini görmüş, kaşlarını hafifçe çatmıştı. “İyi misin?” diye sordu, sesi yine sakin ama içten bir merakla doluydu. Eylül, bir an gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı ve başını sallayarak cevap verdi.
"Sanırım iyiyim… Ama… Bu kadarı bana fazla geldi," dedi. Ellerini sıkıca kalbinin üzerine bastırdı, yavaş yavaş nefesini düzene sokmaya çalışıyordu.
Büyükelçi, yanına yaklaştı ve omzuna hafifçe dokunarak destek vermek istercesine baktı. "Bu tür durumlarda soğukkanlı olmak zordur. Fakat artık güvendesin," dedi. Eylül başını eğdi, kendini güçsüz hissetmek istemiyordu ama yaşadığı korku tüm benliğini sarmıştı.
"Bunu… bunu nasıl yapabiliyorsun?” diye mırıldandı, Büyükelçi’ye bakarken gözlerindeki şaşkınlık ve hayranlık karışmıştı.
Büyükelçi kısa bir süre sustu, ardından sakin bir şekilde, “Hayatta bazen insanın her şeyini riske atması gerekir. Ya cesaretle devam edersin ya da geri çekilirsin. Bu da benim yolum,” dedi.
Eylül, derin bir nefes aldı ve kalbindeki çırpıntının biraz hafiflediğini fark etti. Gözlerini yola dikti; bu tehlikeli macera onu hem korkutmuş hem de kendi sınırlarını görmesine sebep olmuştu. Şimdi ise bu anın ardından her şey daha da berrak görünüyordu. Başını kaldırıp tekrar Büyükelçi’ye baktı, bu yolculuk her şeyin başlangıcı olabilir miydi?
Büyükelçi tam araca doğru yönelmişti ki Eylül’den gelen ince, ama kararlı bir sesle duraksadı:
"Dur!" dedi Eylül, derin bir nefes aldı. "Beni burada mı bırakacaksın?"
Büyükelçi, ağır adımlarla geri döndü, Eylül’e doğru yüzünü çevirdi. Boyu 2.2 metreydi, teni bembeyaz, gözleri ise kumral kehribar renginde, soğuk ve keskin bakışlarla ona bakıyordu. İfadesi hâlâ duygusuz görünüyordu; yüzünde en ufak bir değişiklik olmadan bekledi.
"Yani," diye devam etti Eylül, gözlerinde hafif bir hüzün ve çaresizlikle. "Ben senin için İstanbul’dan buralara geldim, büyükelçilik işleri, koşuşturmalar, tehlikeler… Ama burada kalacak bir yerim yok," dedi. Sesindeki çaresizlikle, bakışlarını yere indirdi.
Büyükelçi, soğukkanlılığını bozmadan Eylül’ü baştan aşağı süzdü, ardından sessizliğini koruyarak birkaç saniye boyunca düşündü. Eylül’ün söylediklerinin onda bir etki bırakmadığını düşünebilirdi, ama adamın gözlerinde hafif bir düşünceli bakış belirmişti.
"Bu işin içine sen kendin dâhil oldun," diye konuştu büyükelçi, tonunda ne bir empati ne de merhamet izi vardı. "Benim burada yapacak işlerim var, ve senin bu durumda kalman benim sorumluluğum değil," diye ekledi, Eylül’e soğuk bir gözle bakarak.
Eylül ise, dudaklarını sıkarak derin bir nefes aldı. İçindeki hayal kırıklığı ve öfke büyüyordu. "Gerçekten böyle mi? Burada, bunca tehlikenin içinde tek başıma mı kalmamı istiyorsun? Bu kadar mı duyarsızsın?" dedi, sesi çatlar gibi olmuştu ama gözlerindeki kararlılık onu güçlü gösteriyordu.
Büyükelçi, Eylül’ün yüzüne son bir kez baktı ve kaşlarını hafifçe kaldırarak derin bir nefes aldı. "Benim görevim tehlikeyi ortadan kaldırmak, insanların hayatlarını kolaylaştırmak değil," dedi. Ama bir an için, ifadesi biraz yumuşar gibi oldu. "Ancak… belki de, geçici olarak bir çözüm bulabilirim."
Eylül, büyükelçinin sözlerindeki ufak bir değişiklikle içten içe umutlanmıştı. Büyükelçi, gözlerini tekrar ona çevirerek, "Yalnızca bu gece için… Geçici olarak bir yerde kalmanı sağlayabilirim. Ama yarından itibaren kendi başının çaresine bakmak zorundasın," dedi. Eylül, artık iyice sinirlenmişti ve sabrı tükenmişti. Büyükelçi’nin ona soğukkanlı şekilde cevap vermesi onu iyice çileden çıkarmıştı. Hızla, "İşte böyleydi, değil mi?" diye bağırarak konuşmaya başladı. "İyilik yap, denize at! Ne kadar da güzel! Beni burada bırakıp gidiyorsun, öyle mi?"
Büyükelçi, bu beklenmedik tepki karşısında bir an durakladı, ama hiç yüzünü değiştirmedi. Eylül, ellerini savurarak devam etti: "Zürafa gibi uzun, güçlü, beyaz tenli, kumral gözlü bir adam, bana yardım edeceğini söylüyor, ama bak! Buradayım, tek başıma, ortada kalmışım! Ne oldu? Yardım edilecek bir insan mıyım, yoksa sadece arabanın arkasındaki 'geçip git' yazan bir levha mıyım?"
Büyükelçi, hafifçe başını eğdi ve gözlerini sabırla Eylül’e çevirdi. "Zürafa mı?" diye tekrar sordu, bu sefer sesinde garip bir gülümseme vardı. "Bunu benden mi istiyorsun? Neymiş? Yardım edilecek bir insan mıymışsın? Bir dakika, bir dakika... Zürafa değilim, ama gördüğün gibi, boyum uzun ve işim bitmedi, Eylül." Büyükelçi, sesindeki ton biraz değişerek, "Eylül, rahat ol. Anladım, çok sinirli olduğunu. Ama hiç merak etme. Ben burada tek başıma değilim. İşimi yapıyorum, seninle ilgilenecek değilim." dedi, sonunda gözlerinde biraz da olsa yumuşama vardı. "Ama eğer seninle ilgilenmem gerekiyorsa," diye devam etti, “Gel buraya!” dedi ve Eylül’ün kolunu hafifçe tuttu.
Eylül, başını sallayarak, "Gel buraya mı? Ne demek ‘gel buraya?’" diyerek tepkisini gösterdi. Büyükelçi gülümsedi. "Kendini bu kadar kaybetmene gerek yok. Ama bazen insanın etrafındaki karamsar olguları fark etmesi lazım."
Eylül, sinirli bir şekilde, "Evet, fark ettim. Her şeyin karamsar olduğunu, seninle hiç bir bağlantım olmadığını," dedi, ardından kendini bir an rahatlamış hissederek, "Ama bir şeyi söylemek zorundayım: Gerçekten Zürafa Bey gibi hissettim!" diye kahkahalarla gülümsedi.
Büyükelçi, şaşkın bir şekilde, "Şimdi gülüyorsun? Eylül, seninle ne yapacağım bilmiyorum!" diyerek, gülümseyerek, başını salladı.
O anda ikisi de birbirine bakarak, gerginliklerinin yavaşça kaybolduğunu fark etti. Bazen zor bir durumda bile, bu tür bir komik anı yakalamak, olayları hafifletiyordu. Eylül derin bir nefes aldı ve daha sakinleşmiş bir şekilde, "Yani şimdi bir çözüm var mı?" diye sordu, ama biraz da eğlenerek.
Güzel bir bölüm oldu umarım beğenirsiniz umarım beklentiniz I karşılaya bilmişimdir bolca yoeum yazınız
|
0% |