Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@aytengul

Merhaba kaç zamandır kitabı düzenleyeceğim diyordum bu güne kısmetmiş hadi bolca okuma ve yorum yapın

 

 

Koca konak sessizdi. Öylesine sessiz ki, yalnızca rüzgârın taş duvarlar arasında yankılanan ince uğultusu duyuluyordu. Her köşesinden, her çatlak duvarından eski zamanların görkemini hatırlatan ağır bir hava taşınmıştı. Sanki zaman, bu konağın içinde duraklamış, bir daha akmamaya yemin etmişti. Taş duvarlara sinmiş geçmiş, ağır bir gölge gibi üzerindeydi genç kadının. “Eklemedir Koca Konak” ağıtı kulağında yankılanıyordu. Düşünceleri o ağıtın içine karışmış, her mısrayla birlikte daha derine batıyordu. Ağır, karanlık, kaçınılmaz bir ağırlık...

 

Genç kadın pencere kenarına çökmüş, dizlerini karnına çekmişti. Şalına sıkıca sarıldı, sanki üşümek sadece bedeniyle sınırlı kalmıyormuş gibi. “Nenni, nenni yavrum…” diye fısıldadı. İlk başta bir ağıt gibi değil, bir dua gibi, fısıltıdan bile sessiz. Ama kelimeler çıkarken, bir hıçkırığa dönüştü sesi. Göğsünden kopan, boğazını düğümleyen, gözlerinden yaş olup süzülen bir hıçkırık... Bugün, yavrusunun kara toprağa verilişinin altıncı ayıydı. Altı ay… Bir anne için altı asırdan bile uzun. Küçücük bedeni toprağın derinliklerinde kaybolurken, onun acısı her gün daha da büyüyerek, konağın taş duvarlarında yankılanmıştı.

 

Her “nenni” deyişinde, kalbinin daha da ağırlaştığını hissetti. Sanki göğsünde bir taş vardı, her kelime o taşı biraz daha büyütüyor, biraz daha derinlere itiyordu. Ama yine de duramıyordu. Ağıt devam etmek zorundaydı; bu onun yaşama tutunma şekliydi belki de. Ağıt söylerken bile ruhu, sanki boğulacakmış gibi çırpınıyordu.

 

Yavrusunun gidişi zaten yetmişti her şeyi yıkmaya. Ama bugün bir darbe daha almıştı. Bugün… Tam da oğlunun ölümünün altıncı ayında, kocası konağa yeni bir kadın getirmişti. Genç, taze, neşeli bir kadın. Onun yerini alması için. Gözlerinin önünde her şey daha da karardı. Oğlunun mezarını ziyaret etmek yerine, onun yasını tutmak yerine, kocası yeni bir başlangıç yapmaya karar vermişti. Ama genç kadın için bu başlangıç, sonun ta kendisiydi.

 

Zihni, kocasının getirdiği o kadınla değil, altı ay önceye, o korkunç güne döndü. Alper… Oğluna bu ismi vermek istemişti. Alper; güçlü, cesur, koruyan ve kollayan bir isim. Ama kocası izin vermemişti. Osman koymuştu oğlunun adını. Osman… Soğuk, sert, itici bir isimdi onun için. İsimle birlikte kaderini de değiştirmişti yavrusunun. Onun yerine karar veren, onun yerine yaşayan bir babanın oğluydu artık o. Şimdi o küçük mezar taşında bu soğuk isim yazılıydı ve genç kadının kalbini her görüşünde yeniden parçalıyordu.

 

O yalnızca oğlunun değil, kendi isminin de acısını taşıyordu. Ayla olacaktı onun adı; kocası “Âlâ” demişti. Âlâ... Söylenişte güzel, ama içinde hep bir eksiklik. Sanki bir şeylerin hep eksik kalacağına, hep yarım yaşayacağına dair bir mühür gibi. Kendi ismi bile onun için bir yara olmuştu. Yıllar boyunca, bu küçük ayrıntının bile canını nasıl yaktığını kimse anlamamıştı.

 

Sonra aniden dudağındaki kanın tuzlu tadını hissetti. O kadar dalmıştı ki, kocasının ona vurduğunu bile unutmuştu. Birkaç saat önceydi, belki daha az. Vurduğu gibi yere yığılmıştı. “Konuşma!” demişti Osman. “Sesini duymak istemiyorum!” Sesi hâlâ kulaklarındaydı. Kalbine inen bir bıçak gibi, o ses ve yumruk aynı anda saplanmıştı ruhuna. Şimdi hâlâ kanıyordu, hem fiziksel hem de ruhsal yaralarıyla. Ağzındaki kan, gözlerindeki yaşlarla birleşti. Gözlerini pencereye dikti. Kara bulutlar gökyüzünü ele geçirmişti. Bir an için toprağın altındaki oğluna kıyasla, bu konağın içinde yaşamanın çok daha acımasız olduğunu düşündü.

 

“Nenni, nenni yavrum…” diye yineledi bir kez daha, titreyen dudaklarıyla. Yavrusuna mı ağlıyordu, yoksa kendine mi? Gözleri kapanırken, bir sonraki ağıtın, belki de kendi ruhuna bir son ağıt olacağını düşündü. Ama onu bile söylemesine izin vermezlerdi. Onu sustururlardı. Bu evde her şey gibi, ağıtlar da yarım kalırdı.

“Anam, neni... Yavrum neni...” diye fısıldıyordu genç kadın, ama sesi öylesine kısılmış, öylesine zayıftı ki, sadece kendisi duyuyordu kelimeleri. O an odaya Zümrüt Hanım girdi. Kapıyı ardına kadar açtığında, ahşap menteşeler çatırdadı. Yüzünde derin bir nefretin, yıllardır birikmiş kin ve öfkenin izleri vardı. Gözleri delip geçen bir bakışla, gelinine doğru yürüdü. Adımları, konağın sessizliğinde yankılanan bir fırtına gibiydi.

 

Genç kadın daha ne olduğunu anlamadan, kaynanasının elleri saçlarına yapıştı. Sert bir çekişle dengesini kaybetti ve yere düştü. Dizleri soğuk ahşaba çarptığında, acı bedenine yayıldı. “Uğursuz!” diye bağırdı Zümrüt Hanım, sesinde yalnızca öfke değil, aynı zamanda genç kadının varlığını tamamen reddeden bir soğukluk vardı. “Oğlum, gel buraya! Çağır şu korumaları da, bu uğursuzu boşa. Ne hayrı var ki bize? Bir ölü çocuk, bir de yaralı bir gelin... İşe yaramazsınız!”

 

Sözler odada yankılandı, taş duvarlara çarptı, genç kadının göğsüne saplandı. Gözleri yaşla doldu, ama bu yaşlar ne yalnızca acının, ne de yalnızca utancın ifadesiydi. İçinde ne varsa, hepsi birleşip bir sel olmuştu; kurtulmak istiyor ama bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Direnmek mi gerekirdi? Yoksa boyun eğmek mi? Bedenini yere çökerten yalnızca kaynanasının elleri değil, hayatın her yanından gelen baskıydı.

 

“Bir ölü çocuk,” demişti Zümrüt Hanım. Oğlunu düşündü. Alper’i... Hayır, Osman’ı! İçinden ona verdiği ismiyle seslenmek geldi. Ama mezar taşında yazan o isim, bu evdeki herkes gibi, onun sesini de çalmıştı. “Bir ölü çocuk...” Bu sözler, onun için bir bıçaktan daha keskin, bir dayaktan daha yaralayıcıydı. Onun en büyük acısı, kaynanasının dilinde küçücük bir hakarete dönüşmüştü.

 

Kapı aralandı. Koridorun derinliklerinden ağır ayak sesleri duyulmaya başladı. Korumalar geliyordu. Her bir adım, genç kadının yüreğine bir çivinin daha çakılması gibiydi. Zümrüt Hanım dimdik durdu, kollarını göğsünde kavuşturdu ve korumalar içeri girdiğinde, onları yüzlerinde hiçbir duygu olmayan iri yarı adamlardan başka bir şey olarak göremedi. “Bunu alıp götürün,” dedi Zümrüt Hanım, sesi emir doluydu. “Bu iş burada bitecek. Artık bu konağın kapısının önünde bile görmek istemiyorum!”

 

Genç kadın çaresizce çevresine baktı. Gözlerinde korku, ama içinde hâlâ küçük bir umut kırıntısı vardı. Belki bir şeyler değişir, belki bu kez kurtulurum diye düşündü. Ama kimden yardım isteyebilirdi? Kocası mı? Onun yumruğu hâlâ dudağında patlamış bir yara olarak duruyordu. Kaynanası mı? Onun elleri az önce saçlarını yolmuştu. Korumalar mı? Onlar, emir almak için oradaydı. Bu dünyada kimse ona yardım etmeyecekti.

 

“Yavrum,” diye fısıldadı kendi kendine, sesi neredeyse duyulmayacak kadar zayıftı. “Beni de al yanına...” Gözleri doldu, ama bu sefer ağlamadı. Gözyaşları akmıyor, yalnızca içindeki o büyük sessizlik derinleşiyordu. Korumalar ona doğru bir adım attı, ama o hiç kıpırdamadı. Yerden doğrulmadı, direnmedi. Sadece gözlerini pencereye dikti. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı, tıpkı hayatı gibi. Bir yıldırım düşse, her şey yanıp kül olsa, belki ancak o zaman bu acı son bulurdu.

 

“Al beni yanına, yavrum,” dedi bir kez daha, ama sesi yalnızca kendisine ulaştı. Konağın içinde yankılanan tek ses, ağır adımlar ve kaynanasının nefret dolu emirleriydi. O ise sessizliği seçmişti. Bu, onun tekdirenişiydi.

Korumalar genç kadını kollarından tutarak ayağa kaldırdıklarında, Âlâ'nın ayakları yere basmıyormuş gibi hissetti. Tüm vücudu uyuşmuş, zihni geçmişin içinde kaybolmuştu. Kendini savunacak ne bir gücü ne de cesareti kalmıştı. Sanki o an, ruhu bedeninden çekilmiş ve taş konakla birlikte toprağa gömülmüştü. Fakat içindeki bir ses, küçük, zayıf ama kararlı bir ses, ona hâlâ yaşamayı hatırlatıyordu.

 

Zümrüt Hanım’ın zafer dolu bakışları altında, kapıdan çıkarılıp konağın geniş ve kasvetli avlusuna götürüldü. Avlu, bir zamanlar çiçeklerle dolup taşarken, şimdi bakımsız kalmış, kurumuş dallarla ve dökülmüş yapraklarla çevriliydi. Bu görüntü, Âlâ'nın iç dünyasının bir yansıması gibiydi. Bir zamanlar umut ve sevgiyle dolu olan hayatı, şimdi yalnızca kırılmış hayallerin enkazıydı.

 

Vehbi hâlâ kapının eşiğinde, soğuk bakışlarını avluya doğru çevirmişti. “Bu kadarı yeter,” demişti, ama Âlâ, onun bu sözlerinin yalnızca kendi bencil huzuru için olduğunu biliyordu. Vehbi için bu, yalnızca bir sorun daha az demekti. Kadınların hayatlarını harcamaktan çekinmeyen bir adamdı o; ne sevgi ne de vicdan barındırıyordu yüreğinde.

 

Âlâ’nın aklı bir an için geçmişe kaydı.

 

Oğlunun kaybı, Vehbi’nin kayıtsızlığı, Zümrüt Hanım’ın aşağılamaları… Bu konakta yaşadığı her an, Âlâ’nın içindeki ışığı biraz daha söndürmüştü. Ama en çok acıtan, kendi çaresizliği olmuştu. Kendini hep korumasız, zayıf ve değersiz hissetmişti. Oğlunun mezarına giderken bile yalnız bırakılmış, acısını paylaşacak tek bir kişi bulamamıştı. Alp’in son nefesini verişi, Âlâ’nın içinde bir boşluk yaratmıştı; öylesine büyük bir boşluktu ki, konağın taş duvarları bile o acıyı içine sığdıramazdı.

 

Ama sonra, bir şey oldu.

 

Avlunun soğuk taşlarına adım attığında, gökyüzünde kara bulutlar yavaşça aralandı. Zayıf bir güneş ışığı, Âlâ'nın yüzüne vurdu. O ışık, ona unutulmuş bir duyguyu hatırlattı: umut. Her şeyini kaybetmişti, ama belki de bu, yeniden başlaması için bir fırsattı. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı; ne oğlunu geri getirebilirdi ne de Vehbi ve Zümrüt Hanım’ın kalplerindeki kini değiştirebilirdi. Ama kendini kurtarabilirdi. Şimdi, en azından kendisi için savaşabilirdi.

 

Korumaların kollarındaki ellerini gevşettiği an, âdeta zamanı durdurmuş gibi bir karar verdi.

 

Artık boyun eğmeyecekti. Bir kadın olarak ne kadar yalnız bırakılmış, ne kadar ezilmiş olsa da, içindeki isyanın filizlenmesine engel olamayacaklardı. Zümrüt Hanım’ın zafer dolu bakışlarını görmezden geldi. Vehbi’nin soğuk yüzü, artık korkutucu değil, yalnızca anlamsız bir gölgeydi. Çünkü o, kendi gölgesinden bile kurtulmaya karar vermişti.

 

Bir adım attı, sonra bir adım daha.

 

O avludan çıkarken, arkasında sadece bir konağı değil, hayatının en karanlık dönemini bırakıyordu. Adımları, önce tereddütlüydü, sonra giderek kararlılık kazandı. Gökyüzü, kara bulutları ardında bırakıp aydınlanmaya başlamıştı. Bu, belki de bir işaretti. Yeni bir başlangıç için gecikmiş bir lütuf.

 

Âlâ, kendine yemin etti. Artık bir köle gibi yaşamayacaktı. Ne Vehbi ne de Zümrüt Hanım, onun hayatını kontrol edemeyecekti. Kendi yolunu çizecek, oğlunun anısına tutunarak yeniden var olacaktı. Yıkılmış bir hayatın üzerine yeni bir hikâye yazacak, kendisi için, yalnızca kendisi için savaşacaktı.

 

Gözyaşlarını sildi. Her ne kadar yüzü acılarla dolu olsa da, dudaklarında beliren küçük bir gülümseme vardı. Çünkü o artık, kendisinibulmaya karar vermişti.

 

Loading...
0%