Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. Bölüm

@aytengul

Canlarım, nasılsınız? Uzun zamandır sizlerle yeni bir bölüm paylaşamıyordum; bir süredir sessizliğim vardı, farkındayım. Telefonum bozulduğu için sizlerden uzak kaldım ve yaşadığımı hissedemedim. Ama sonunda yeni bir telefona geçtim ve artık eskisi gibi rahatça yazabileceğim.

 

Bu süre zarfında hikayemizin dünyasında neler yaşandı, birlikte göreceğiz. Yazmaya devam edeceğim ve umarım sizlere duygusal bir yolculuk sunabilirim. Sizler yanımda olduğunuz sürece bu hikaye can bulmaya devam edecek. Her şey için teşekkür ederim.

 

Sevgilerle,

 


Zerda, üzerindeki tül elbiseye baktı ve iç geçirdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Elbisenin ince dokusu, zerafetiyle bütün bedenini sarıyor, ama o içinde boğuluyormuş gibi hissediyordu. Bu gün, Resul Karaeski ile nişanlanacağı gündü ve bütün Urfa’nın saygın aileleri, önde gelenleri bu nişana şahit olacaktı. Ancak bu nişan, onun kurtuluşu değil, tam anlamıyla kapanan bir kapandı. Zerda'nın Urfa’daki namı, onu bu günlere sürükleyen kaderiydi; herkes ona "kirlenmiş" bir kadın gözüyle bakıyordu. Onu tanımadan, gerçeği bilmeden, sadece duydukları dedikodularla yargılamışlardı.

 

Aynaya bakarken, yüzünde derin bir hüzün belirdi. Bir zamanlar, özgür ruhlu, hayalleri olan genç bir kadındı. Urfa’nın taş sokaklarında başı dik dolaşır, gece yıldızların altında hayaller kurardı. Ancak dedikodular, iftiralar, onun o pırıl pırıl hayatını gölgeledi. Ne kadar uğraşsa da, kendini savunmaya çalışsa da, bu yargılar peşini bırakmadı. Kimseye yaranamadı, kimse onu dinlemedi, anlamadı.

 

Üç ay önceye kadar her şeyin yolunda gittiği bir hayatı vardı. Fakat şimdi, Resul Karaeski gibi nüfuzlu bir adamla nişanlanmak zorundaydı. Bu, onun toplumdaki lekesini temizlemek adına yapılması gereken bir fedakarlıktı. Belki Resul de Zerda gibi bu evliliği istemiyordu; ama Zerda’nın “temiz” bir kadın olabilmesi için gereken kuralları koyanlar, Resul gibi erkeklerdi.

 

Resul Karaeski, soğuk bakışlarıyla kalabalığın arasından ona doğru ilerlerken, Zerda içinde yükselen öfkeyi zorlukla bastırdı. Urfa’daki herkes ona sırt çevirmişken, yalnız başına savaşmaktan yorgun düşmüştü. İçinde ne bir umut, ne bir heyecan vardı. Resul'ün bakışlarında bile o hiçliğini, yalnızca toplumun gözünde bir "kurtarıcı" gibi görülüşünü fark edebiliyordu. Bu adamın onu sevmesi, hatta ona bir dost eli uzatması gibi bir beklentisi dahi yoktu. O yalnızca, Urfa'nın insanların gözünde kendini aklayabilmek için çırpınıyordu.

 

Kalabalığın ortasında Resul ile el ele tutuştuklarında, derin bir boşluk hissetti. Ne kendine ait bir geçmişi, ne de özgür bir geleceği kalmıştı. Gözlerini yere dikti; Urfa’nın o taşlı yolları, şimdi ona bir daha asla sahip olamayacağı eski hayatını anımsatıyordu. Çevresindeki kalabalığın alaycı bakışları altında, elinde sadece kendi sessiz çığlıkları vardı.

 

O anda, kendi kaderine hapsolmuş bir mahkum gibi hissetti. Yüzündeki sahte gülümsemenin ardında, Urfa'nın yargısına boyun eğmek zorunda kalan yaralı bir ruh saklıydı.

 

Resul Karaeski, kalabalığın arasından ağır adımlarla ilerlerken gözleri Zerda'ya kilitlenmişti. Sessiz, sakin ve kendinden emin bir duruş sergiliyordu. İçinde, güçlü bir adanmışlık hissiyle sarsılmaz bir kararlılık vardı. Urfa’da her kim ne söylerse söylesin, Zerda’ya verdiği sözü yerine getirecekti.

 

Onu ilk gördüğünde ne kadar kırılgan, ne kadar yalnız olduğunu fark etmişti. Zerda’nın üzerine düşen gölgeleri, Urfa halkının ona biçtiği haksız yargıları ve bu genç kadının gözlerindeki derin yarayı görmüştü. Herkesin ona "kirlenmiş" bir kadın gözüyle bakmasına rağmen, Resul onun bu şehirde ne yaşadığını, hangi acılardan geçtiğini, tüm bu yargılarla nasıl tek başına mücadele ettiğini görmüş ve onu anlamıştı. Ve o gün içinden bir söz vermişti: Zerda’nın yanında duracak, onu her türlü yargıya karşı koruyacaktı. Bu, onun şerefi, onun gururuydu.

 

“Zerda,” diye düşündü Resul, “seninle tanıştığım o gün, ben sana bu sözleri verdim. Hiçbir şey bu sözleri bozamaz, hiçbir dedikodu, hiçbir yargı bu adamın sözünden döndürmez. Onlar senin gözlerinde sadece kırılgan bir kadın görüyorlar belki, ama ben senin gücünü, inancını, içindeki o direnci gördüm. Ve sana karşı tek bir yanlış bakış bile düşmeyecek, çünkü bu adam artık senin koruyucun, siperin olacak.”

 

Zerda’nın yanında durmak onun için bir görev değildi; bu, onun onuruydu, adını ve gururunu korumak zorunda olduğu bir söz meselesiydi. Karaeski ailesinin adı, yüzyıllardır bu topraklarda bir sözdü, bir teminattı. Eğer bir Karaeski söz verirse, bu söz o aileyi temsil ederdi. Resul kendisine, ailesine ve tüm geçmişine sadık kalmak zorundaydı.

 

Resul, Zerda’nın üzerine kapanan gölgeleri silip süpürecekti. “Senin yüzün yere eğilmeyecek, başın hep dik olacak. Sana bu hayatı borç bilirim Zerda, sana bu şehre karşı bir kalkan olacağıma dair söz verdim. Seninle adım attığım bu yol, sadece bir nişan değil, bizim hikayemizin başlangıcı olacak. Ben bu yolda yanındayım, sen de bu şehirde tek başına olmadığını bileceksin.”

 

Kendini güçlü, sarsılmaz bir dağ gibi hissediyordu. Bu, onun için sıradan bir nişan değildi; bu bir koruyucunun, sözünü tutan bir adamın başlattığı bir mücadeleydi. Zerda, bu kalabalığın içinde kendini ne kadar yalnız hissederse hissetsin, artık Resul'ün sözüne sahip olduğunu bilmeliydi.

 

Kalabalığın içinde onun yanına doğru yürürken, Resul başını dik tutarak, yüzüne sakin ama gururlu bir ifade yerleştirdi. İçindeki kararlılık gözlerinden okunuyordu. Bu, onun sessiz bir yeminiydi; Zerda’yı gözlerinden sakınacak, onu geçmişinin hayaletlerinden koruyacak, hatta Urfa’nın tüm önyargılarına karşı kalkan olacaktı. Çünkü Resul Karaeski, bir söz vermişti. Ve bu sözü sonuna kadar layıkıyla yerine getirecekti.

 

Nişan töreni, yavaş yavaş herkesin beklediği anlara doğru ilerliyordu. Urfa’nın önde gelen ailelerinden gelen misafirler, en güzel elbiselerini giyinmişlerdi. Kadınların üzerindeki ipek şallar, parlak taşlarla süslenmiş broşlar, görenlerin gözlerini kamaştırıyordu. Erkekler ise ağır kumaşlardan yapılmış ceketleri, keskin duruşları ve ciddi bakışlarıyla salonda dolaşıyorlardı. Kalabalık yavaşça yerini bulurken, herkesin gözünde bir merak ve sabırsızlık vardı. Konuşmaların sesi gittikçe azalıyor, gözler Zerda ve Resul’e çevriliyordu.

 

Zerda, üzerindeki zarif tül elbiseyle bir heykel gibi dimdik duruyordu. Kalabalığın arasındaki bakışlardan kaçamayacağını bilse de, içinde duyduğu kararsızlık ve korkuyu bastırmaya çalışıyordu. Urfa’da hakkında söylenenlere, bu kalabalığın ona yüklediği yargılara rağmen, kendini güçlü tutmaya çalışıyordu. Bugün, onun için belki de yeni bir hayatın başlangıcıydı. Ama bu başlangıç, umut dolu bir yoldan ziyade, zoraki açılmış bir kapı gibiydi. Elindeki tüm cesareti toparlayarak beklemeye devam etti.

 

Sonunda o an geldi; nişan yüzüğü Resul’ün ellerine teslim edildi. Herkesin bakışları ikisinin üzerine yoğunlaşmışken, salon derin bir sessizliğe büründü. Resul yüzüğü alırken, gözlerinde gururlu bir parıltı vardı. Herkes onun gözünde Zerda’yı kabul edişini, onun yanında duruşunu görmek istiyordu. Resul ise içinde bir söz verdiği kadına bakıyordu; bu yüzüğü takarken onu her şeyden koruyacağına, Urfa halkının bütün önyargılarına karşı kalkan olacağına dair derin bir yemin ediyordu.

 

Yüzüğü Zerda’nın parmağına yavaşça takarken, salonda fısıltılar yankılandı. Kadınlar, aralarında Zerda’nın geçmişini konuşuyor, erkekler ise Resul’ün bu kararını tartışıyordu. Ancak Resul, bu dedikoduların hepsini duymuyormuş gibi, başını kaldırdı ve kalabalığa dönerek sakin ama gururlu bir sesle konuşmaya başladı.

 

“Bugün burada, sizin huzurunuzda Zerda’ya bir söz veriyorum,” dedi Resul, sesindeki ağırlık salonda yankılanarak yayıldı. “Urfa’da bir erkek verdiği sözü yerine getirir; ben de ona, yani Zerda’ya, verdiğim sözleri layıkıyla tutacağım. Herkes bu şehirde onun hakkında ne düşünürse düşünsün, ben onun arkasında duracağım, yanında olacağım.”

 

Salondaki bakışlar birbirine döndü; bazıları şaşkın, bazılarıysa saygı doluydu. Resul’ün sesi salona hâkim olmuştu, kimse bu sözlerin karşısında konuşmaya cesaret edemiyordu. Resul devam etti:

 

“Benim için bir adamın onuru, verdiği sözü tutmakla ölçülür. Ben, Zerda’ya gözüm gibi bakacağım. Onun geçmişine değil, onun bugünüme kattığı değerlere bakacağım. Bu yüzük yalnızca bir sembol değil; bir korunmanın, bir bağlılığın işaretidir. Ve bu şehirde ne yaşarsa yaşasın, artık Zerda yalnız değildir.”

 

Zerda, Resul’ün sözleri karşısında başını eğdi; ama yüzünde bir kırıklık değil, yavaşça belirginleşen bir güven hissi vardı. Bu, onun hayatında ilk defa birine yaslanma duygusunu tattığı andı. Resul ona sadece bir nişan yüzüğü takmamıştı; onun için bir güven sözü, bir siper olma vaadi vermişti.

 

Salonda bir süre sessizlik hâkim oldu. Resul, sözlerini bitirip herkesin gözünün içine tek tek baktı. Herkes, Resul’ün konuşmasının ağırlığı altında sessizce düşündü; Zerda’yı yargılayan, ona "kirlenmiş" gözüyle bakan birçok kişi bile artık bu sözlerin altında duraksamıştı.

 

Nişan tamamlandığında, Resul elini Zerda’nın elinin üzerine koydu ve ikisi de başları dik bir şekilde kalabalığın ortasında durdu. Kalabalığın bakışları altında, Resul’ün gururlu duruşu ve Zerda’nın gözlerinde beliren güven ile birlikte, bu nişan töreni herkesin aklında yankılanacak bir başlangıcın işareti olarak kalacaktı.

 

Resul Karaeski'nin kalabalığa karşı yaptığı konuşma, sıradan bir adamın söyleyebileceği basit kelimeler değildi. Herkesin gözleri üzerinde toplanmışken, o kendine has bir gururla, sakin ama derin bir kararlılıkla konuşmuştu. Bu sözler, adeta bir yemin, bir erkeğin verdiği sözü taşıyan, namusunun simgesi olan kelimelerdi. Urfa’nın sert ve yerleşik geleneklerinin ortasında, Resul’ün söyledikleri, rüzgârın bile duraksayıp dinleyeceği kadar derin ve etkileyiciydi.

 

O, sözlerinin ağırlığını bilen bir adamdı. Zerda’ya bakarken ve ona verdiği sözü kalabalığın önünde dile getirirken, gözlerinde sarsılmaz bir güven, dudaklarında tereddütsüz bir azim vardı. Bu konuşma, sadece bir nişan konuşması değildi; Resul’ün Zerda’nın yanında duruşunun, onun hakkındaki önyargıları yıkmaya yönelik bir meydan okumasıydı. Zerda’ya olan adanmışlığını ve ona duyduğu saygıyı herkese ilan ediyordu.

 

Resul'ün sözleri öyle güçlü, öyle kararlıydı ki, bu kelimeler sıradan bir adamın ağzından çıkacak cinsten değildi. Herkes ona bakarken, Resul’ün gözlerinde derin bir bilgelik, içten bir dürüstlük vardı. Sözleri, yüzyıllardır bu topraklarda yankılanan, her bir kelimesi geçmişin hikâyeleriyle yoğrulmuş bir cesaret taşıyordu. Kalabalığın içine yerleştirdiği o güven ve korkusuz duruş, bir dağ kadar sağlam, bir kaya kadar sarsılmazdı. Kendine ve verdiği söze inanan bir adamın kararlılığıyla Zerda’nın elini tutmuş, ona karşı koruma sözü vermişti.

 

"Bu şehirde, eğer bir erkek söz verirse, o sözün ardında duracak yüreği de olmalı,” diye düşünüyordu Resul. “Ben bir Karaeski’yim; bizim adımız, verdiğimiz sözde saklıdır. Bugün burada, Zerda’ya söz veriyorum. O, ne kadar kırılgan olursa olsun, ben onun arkasında bir dağ gibi duracağım. Çünkü söz vermek, insanın kendine ve çevresine olan borcudur. Zerda benim sorumluluğum artık, onu kimseye ezdirmem.”

 

Resul’ün içinde yükselen bu gurur, yüzüne de yansıyordu. Herkes onun bakışlarındaki derin anlamı sezerken, onun sıradan bir adam olmadığını anlıyordu. Bu topraklarda, bir kadını onuruyla ve geçmişine bakmadan sahiplenebilen bir erkek, ancak çok güçlü bir iradeye sahip olabilirdi. Resul, her kelimesinde bu gücü gösteriyordu. Kalabalığa doğru döndüğünde, sanki yalnızca bir açıklama yapmıyor, aynı zamanda Zerda’nın geçmişine dair tüm yargıları yerle bir ediyordu.

 

Urfa halkı ona bakarken, Resul'ün sadece bir nişan yüzüğü takmadığını, Zerda'nın hayatına da dokunduğunu anlamıştı. Onun söyledikleri basit bir savunma ya da sıradan bir açıklama değil, bir yemin, bir onur sözüydü. Zerda’nın arkasında, tüm dedikodulara ve iftiralara karşı, dimdik duracağını ilan ediyordu.

 

Bu, o dönem için büyük bir cesaret ve kararlılık gerektiriyordu; Resul ise bu cesarete sahip bir adam olduğunu kalabalığın her bir bakışında hissettiriyordu. Sözleri, Zerda'nın içinde yankılanıyor, o an her şeyin değiştiğini ona anlatıyordu. Kalabalık, onun duruşuna ve söylediklerine bakarken, Resul’ün yalnızca bir nişan törenine değil, bir söz, bir koruma, bir sahiplenme ve bir adanmışlık yeminine imza attığını fark etmişti. Bu sözü tutmak, Resul’ün şerefi kadar, Zerda’ya olan borcu ve Urfa halkına karşı duyduğu sorumluluğun da bir göstergesiydi.

 

Resul'ün, herkesin gözlerinin içine bakarak söylediği bu sözler, sıradan bir nişan törenini, bir adamın verdiği büyük bir sözün simgesi haline getirmişti. Bu, her erkeğin yapabileceği bir şey değildi; bu, ancak sözünün arkasında dimdik duracak bir adamın omuzlayabileceği bir yük, bir adanmışlık ve bir cesaretti.

 

İşte şimdi asıl savaş başlıyordu. Resul Karaeski, gözlerinde sönmeyen bir inançla Zerda’nın elini tutarken, sessizce bütün Urfa’ya meydan okuyordu. Zerda, bu toplumun gözünde "kirlenmiş" olarak etiketlenmiş, haksız yere yargılanmış, yalnız bırakılmış bir kadındı. Ama artık yalnız değildi. Resul’ün verdiği söz, sadece bir kadına değil, bir adaletsizliğe karşı da verilmiş bir savaştı.

 

Resul’ün zihninde bir tek düşünce vardı: Bu şehir, Zerda’ya olan bakışını değiştirmeyi, ona saygı duymayı öğrenecekti. Resul için bu, yalnızca kişisel bir mesele değil, adını ve onurunu koruma savaşıydı. Onun gözünde Zerda, artık Karaeski ailesinin bir parçasıydı; onun namusu, itibarı Resul’ün ellerindeydi. Urfa’da onun hakkında fısıldayan diller, alay eden bakışlar ve sert yargılar, Resul’ün gücü karşısında eriyecek, bir daha ona zarar veremeyecekti.

 

“Benim kadınıma kimse yanlış gözle bakamaz,” diye düşündü Resul, başı dik bir şekilde. “Zerda’yı yargılayan her bakış, artık onun yanındaki bu adamı da hesaba katacak. Urfa’da ona saygı duymayı öğrenecekler; çünkü ben onun arkasında dimdik duruyorum.”

 

Bu, uzun ve zorlu bir yol olacaktı, ama Resul vazgeçmeyecek, Zerda’nın hak ettiği saygıyı kazanması için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Onun inancıyla, bu şehir Zerda’ya olan bakışını değiştirecek, herkes ona layıkıyla davranmayı öğrenecekti. Çünkü Resul Karaeski için söz, taş kadar sağlam bir gerçeklikti.

 

Urfa halkı bu değişime dirense bile, Resul’ün kararlılığı karşısında sessizce saygı durmayı, yargılarından vazgeçmeyi ve Zerda’yı, Resul’ün kadını olarak kabul etmeyi öğrenecekti. Artık yalnızca Zerda için değil, Resul’ün sözü için de bu savaşta herkes, istemese de saygı duymayı öğrenecekti.

 

Zerda, yalnızca üç ay önceye kadar Urfa sokaklarında neşe içinde dolaşan, gözleri umutla parlayan genç bir kadındı. Üç ay önce, hayatı altüst olmadan önce, bu şehirde kendine güveni tam, başı dik bir şekilde yürüyordu. Ama hakkında çıkan dedikodular, iftiralar, insanların acımasız bakışları onun hayatını bir anda değiştirmiş, onu “kirlenmiş” olarak damgalamıştı. Bir zamanlar saygı duyulan, sevilen o kadın, aniden şehirde fısıldanan dedikoduların merkezine yerleşmiş, herkesin gözünde haksızca yargılanmıştı.

 

Bu kısa süre, Zerda’nın ruhunda ağır yaralar açmış, başını yere eğmesine neden olmuştu. Üç ay boyunca, insanların acımasız bakışları arasında kaybolmuş, kendisini bu haksız yaftalamadan nasıl kurtarabileceğini bilemeden, derin bir yalnızlık yaşamıştı. Ama şimdi, Resul’ün yanında ona olan desteği ve verdiği koruma sözüyle, o eski güvenini yeniden kazanıyordu. Artık bu şehirde eskisi gibi başı dik, özgüvenle yürümenin vaktinin geldiğini hissediyordu.

 

Üç aylık bu karanlık dönem sona eriyordu; şimdi, başı dik, güçlü bir kadın olarak yeniden kendine dönecekti. Urfa, onu hatırlayacak; bir “leke” olarak değil, güçlü ve saygı duyulan bir kadın olarak tanıyacaktı.

 

 

Loading...
0%