@aytengul
|
Güzel bölüm oldu.
Lütfen oy ve yorumlar yapın buna çok ihtiyacım var...
Zerda, iki haftadır odasına kapanmış, kimseyle konuşmamıştı. Kendi yalnızlığı içinde meyve kapatıp, zamanla düşüncelerinin ağırlığına teslim olmuştu. Nişanlısı, ilişkilerinin son zamanlarında ona karşı gittikçe ilgisizleşmiş, sonunda nişanı atmıştı. Aslında Zerda, bir süredir bu ilişkiyi bitirmek istiyordu. Babasına, nişanı istemediğini söylemek için birkaç kez cesaretini toplamaya çalışmıştı, ama bu son olay onun bu konuşmayı yapmasına gerek bırakmamıştı. Babası onu çok severdi; Batman'a ilk geldiklerinde, kızının isteklerini asla geri çevirmezdi. Ancak şimdi durum farklıydı.
O gün okuldan gözyaşları içinde dönmüştü. Sokakta insanlar sessizce ona bakıyor, aralarındaki fısıltılar gittikçe büyüyordu. Zevda'nın adımları hızlandıkça, bakışlar daha da sertleşti. Gözlerini yere dikti, kalabalığın içindeki yargılayıcı bakışlardan kaçmaya çalıştı. Herkes sanki onun hakkında konuşuyor gibiydi. Oysa ki o, yapmadığı bir hatanın bedelini ödüyordu. 20 yaşındaki bir genç kız olarak, başına gelenlerin ağırlığı altında eziliyordu. Suçu olmayan bir şey için, kirlenmiş gibi hissettiriliyordu. O pis adamlar onu hedef almış, masumiyetini elinden almıştı. Şimdi ise toplum, ona bu lekeleri taşımış gibi bakıyordu.
Sokakta yürürken duyduğu fısıltılar kulaklarında yankılandı.
"Zerda değil mi o? Hani şu nişanlısı terk eden kız..."
"Ne oldu ki ona? Duydun mu?"
"Kirlenmiş diyorlar, o yüzden nişanı atmış zaten."
Zerda, bu sözleri işittikçe içindeki öfke ve çaresizlik büyüyordu. Kalabalık, ona karşı yargıç ve cellat gibi davranıyordu. Sanki bir suç işlemişti ve herkes onun mahkemesindeydi. Oysa ki suçlu olan o değildi. O, sadece okuluna gidip gelecekti. Sıradan bir genç kız gibi hayatını sürdürecekti, ta ki o pis adamlar hayatını alt üst edene kadar.
Bir kadın, başkalarının hatalarının bedelini öderken, toplum ona acımasızca saldırıyordu. Zerda'nın zihninde bu fısıltılar ve bakışlar yankılanıyordu, onu her adımda daha fazla yıkıma sürüklüyordu. İçinden "Keşke anlatabilsem," diye geçirdi. "Keşke bu insanların yargılarından kurtulabilsem."
Ama biliyordu ki, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Zerda, arabada sessizce oturuyordu. Camdan dışarı bakarken, sokaklar hızla geride kalıyordu. Evine dönüyordu, ya da daha doğrusu, ev sandığı yere. Bir insan için evin sadece dört duvar olmadığını çok iyi biliyordu. Bir evi asıl ev yapan, içindeki insanlardı. Muzafferoğlu Konağı da onun için öyleydi. Orası, ailesinin olduğu, güvenli sığınağıydı. Ne kadar büyük olursa olsun, o taş duvarlar bir anlam ifade etmezdi, içinde annesi, babası ve kardeşleri olmadan.
Şoför sessizce arabayı kullanıyordu. Zerda'nın aklı, babasının ona son söylediklerinde takılı kalmıştı. Babası, bir süreliğine evde olacaklarını, biraz toparlanmaları gerektiğini söylemişti. Babası, işlerini bir kenara bırakmış, ailenin yanında olmayı tercih etmişti. Bu, onun için bir anlam taşıyordu. Aile, birlikte iyileşecekti.
Konağa sadece beş-on dakika kalmıştı. Tam o sırada, inanılmaz bir gürültü koptu. Gökyüzü sarsıldı, yer yerinden oynadı. Zerda'nın bulunduğu araba bile şiddetle sallandı. Korkuyla cama yapıştı, gözleri büyümüş, soluğu kesilmişti. Konağın olduğu yerden devasa bir duman bulutu yükseliyordu. Muzafferoğlu Konağı... patlamıştı.
Zerda, ne olduğunu anlayamadan, kalbi hızla atmaya başladı. Gözleri dehşetle dumanın yükseldiği yere dikildi. "Hayır... bu olamaz..." diye fısıldadı. Bir an nefesi kesildi. İçinde bir şeyler parçalanıyor gibiydi. Bir şok dalgası tüm bedenini sardı.
"Anne! Baba! Hayır! Anneee!" diye çığlık attı. Sesi yankılandı ama boşlukta kayboldu. İçi ürperdi, titredi. Babasının ve annesinin evde olduğunu biliyordu. Beş abisi de oradaydı. Koca bir aile, tek bir patlamayla yok olmuş olabilir miydi?
"Dur! Arabayı durdur!" diye şoföre bağırdı. Sesi çatlamıştı, gözleri dolmuştu. Şoför aniden frene bastı. Zerda, arabadan dışarı fırladı, koşmaya başladı. Konağa doğru attığı her adım, yüreğinde daha büyük bir acı yarattı. Sanki dünyası yıkılıyordu, ayaklarının altından kayıyordu her şey. Kendi çığlıklarını bile zor duyuyordu.
"Babaaa! Annnee! Kardeşlerim!" diye haykırdı. Ayakları onu konağa doğru sürüklüyor, yıkıntılarla dolu dumanlı alana doğru çekiyordu. Gözyaşları yanaklarından akıyor, her adımda boğazındaki düğüm büyüyordu.
Konağın devasa yapısı şimdi yerle bir olmuştu. Taşlar, kırık camlar, yıkılmış duvarlar. Zerda, dumanın içinden hiçbir şey göremiyor, ama tüm varlığıyla hissettiği bir şey vardı: ailesi oradaydı. Bu, bir kabus olmalıydı. Zerda, acıyla bağırarak ağlıyordu. Nefesi kesiliyor, boğazı yırtılırcasına çığlıklar atıyordu. Kontrolsüz bir şekilde ellerini yüzüne götürdü, tırnaklarıyla cildini çizerken acı bedenine yayılıyordu. Her çizik, onun içindeki çaresizliği dışarı vuruyordu. Kan, tırnaklarının izlerini takip ederek ince çizgiler halinde akarken, gözyaşlarıyla karışıyordu.
“Anne! Baba!” diye tekrar tekrar haykırıyordu, sesi kısılmış, solukları kesilmişti. Çıldırmış gibi kendini yerden yere vuruyordu. Tırnakları derisini parçalarcasına yüzünü tırmalarken acı ona gerçekliği hatırlatıyordu. Gözleri bulanık, nefesi titrek, kolları yaralanmıştı. Ama içindeki acı her şeyden daha derindi, hiçbir yara bu kadar büyük olamazdı.
Dizlerinin üzerine çöküp yerde yığıldığında, dünyası paramparça olmuş gibiydi. Üç saat geçmişti. Muzafferoğlu Konağı'nın enkazından altı ceset çıkarılmıştı. Etrafta sadece siren sesleri yankılanıyor, patlamanın etkisiyle oluşan duman ve yıkım manzarası hala canlılığını koruyordu. Zerda, çöktüğü yerden bir an bile kımıldayamıyordu. Gözleri, önünde duran kurtarma ekiplerini izlerken boş ve donuktu. Zihni, yaşananları anlamaya çalışıyor ama bedeni ona itaat etmiyordu.
Her bir ceset çıkarıldığında kalbinde bir darbe hissediyor, gözleri istemsizce o yöne kayıyordu. "Belki..." diye fısıldıyordu kendi kendine, "Belki değildir..." Ama içindeki korku, göz ardı edilemeyecek kadar büyüktü.
Sonunda bir görevli yanına geldi, yüzündeki ciddi ifadeyle gözlerinin içine baktı. Zerda, sözleri duymaya hazır değildi ama beklediği an gelmişti. Görevli yavaşça, acı dolu bir sesle konuştu:
"Zerda Hanım... Ailenizden altı kişi... Hepsi maalesef yaşamını yitirmiş..."
Zerda'nın dünyası o anda durdu. Gözleri, görevlinin ağzından çıkan kelimeleri algıladı ama anlamlandıramadı. Zihni bir sis perdesinin içinde sıkışmış gibiydi. Altı ceset... Annesi, babası, beş abisi... Hepsi gitmişti.
Bir anda sessizlik çöktü; ne siren sesleri, ne de insanlar... Zerda'nın dünyası tam anlamıyla parçalanmıştı. Tek bir kelime bile edemedi, acısı öylesine derindi ki, bağırmak bile anlamsız kalıyordu. Zerda, amcasının evine getirilmişti. Etrafındaki herkesin sessizce konuştuğunu, ona acı dolu bakışlar attığını hissedebiliyordu. Kadınların fısıltıları, odanın köşelerinde yankılanıyordu: "Neden bu kız ölmedi? Anası, babası öldü diye..." Bu sözler Zerda’nın içini yakıyordu, ama tepki verecek gücü kalmamıştı. Artık içinde ne öfke vardı ne de direniş. Bir köşeye sinmiş, sessizce ağlıyordu. O kadar sessizdi ki, ağladığını fark eden bile yoktu belki de.
Her şeyini kaybetmişti. Hiçbir şey kalmamıştı. Annesi, babası, abileri... Hepsi gitmişti. Hayatında onlardan sonra bir boşluk kalmıştı, dipsiz bir boşluk. Hiç kimse yoktu artık yanında, ona sarılacak, teselli edecek kimse kalmamıştı.
Amcası ise, ailesinin kaybına dayanamayan bir adamdı. O da köşede sessizce ağlıyordu, ama içindeki kederi bastıramıyordu. Zerda'nın yanında, gözleri yaşlıydı. Küçüklüğünden beri ona hep uzaktı, belki beş yıldır doğru dürüst konuşmamışlardı bile, ama şimdi gözyaşları, sessiz bir pişmanlık gibi akıyordu.
Bugün, Zerda'nın ailesinin tabutları mezarlığa götürülecekti. Herkes toplanmıştı, ama Zerda'nın içinde bir şeyler donmuştu. Sadece bedeninin varlığı buradaydı, ruhu ise çoktan çekip gitmiş gibiydi. Gözyaşları yanaklarına süzülüyor, ama içindeki acıyı ne kadar boşaltırsa boşaltsın, bitmeyecek bir hüzünle boğuluyordu. Zerda ve ailesinin tabutları mezarlığa getirilmişti. Hava, kasvetli ve soğuktu, sanki doğa bile bu acıyı paylaşmak ister gibiydi. İnsanlar sessizce toplanmış, kederle dizilmişlerdi. Her adımda Zerda’nın yüreği biraz daha ağırlaşıyor, içindeki boşluk derinleşiyordu. Tabutlar, mezarların başına yerleştirilmişti. Bir zamanlar onları koruyan bedenler şimdi soğuk toprağın altına girecekti.
Zerda, gözleri boş bir şekilde toprağa bakıyordu. Etrafındaki insanların sessiz hıçkırıkları, kadınların fısıltıları, dualar ve hüzün dolu yüzler... Bunların hiçbiri ona gerçek gelmiyordu. Sanki bir rüyada gibiydi, ama bu rüyadan uyanma şansı yoktu. Gözyaşları yavaşça yanaklarından süzülürken, içinde koca bir sessizlik yankılanıyordu.
Amcası, elleri titreyerek mezarların başına geçti, gözyaşlarını silmeye çalışsa da başaramıyordu. Onun acısı da büyüktü ama Zerda’nın acısıyla boy ölçüşecek bir şey yoktu. Ailesinin yokluğu, yüreğinde bir volkan gibi patlıyordu. Çevredeki herkesin gözü Zerda’daydı, ama kimse onu bu derin acıdan kurtaramazdı.
Toprak tabutların üzerine atılırken, her kürek darbesi Zerda'nın içine bir hançer gibi saplanıyordu. "Anne... Baba..." diye mırıldandı, sesi zar zor duyulacak kadar kısık ve kırıktı. Ama artık onları çağırmanın bir anlamı yoktu. Gittiler. Sonsuzadek. Zerda, son toprak atıldıktan sonra, derin bir çığlık kopararak babasının mezarına koştu. Ayakları toprağa batıyor, her adımda acısı daha da büyüyordu. Babasının mezarına vardığında, dizlerinin üzerine çöktü ve titreyen elleriyle toprağı kavradı. O an, dünya onun için durmuştu. Babasının güçlü kolları artık yoktu, ona sarılacak, koruyacak kimse kalmamıştı. O güven veren kucak, şimdi soğuk ve sessizdi.
"Babaaa!" diye haykırdı Zerda, sesi çatallı ve çaresizdi. "Neden gittin? Beni nasıl bırakıp gittin?" Gözlerinden yaşlar yağmur gibi dökülüyordu. Toprağı avuçlarıyla kazımaya çalışıyor, sanki ona ulaşmaya çabalıyordu, ama babası artık yoktu. O güçlü, koruyucu baba gitmişti. Zerda, çocukluğundan beri ona sarıldığı o güvenli kolların artık sonsuza kadar kapalı olduğunu fark ettikçe, içindeki acı daha da dayanılmaz bir hal alıyordu.
Kalbi paramparça olmuştu, içindeki boşluk her geçen saniye büyüyordu. Kendini babasının mezarına bıraktı, yüzünü toprağa yasladı. "Babam... Sensiz ne yaparım? Ne olur gitme... Ne olur beni bırakma..." dedi, gözyaşlarıyla ıslanmış sesi titriyordu. Her cümlesi, yüreğinde yankılanan çaresizlik ve kederle doluydu.
Çevredeki insanlar gözlerini Zerda’dan ayıramıyor, onun bu derin acısına şahit oluyorlardı. Fısıltılar kesilmişti, herkes onun yaşadığı kaybı iliklerine kadar hissediyordu. Zerda’nın sessiz çığlıkları, mezarlıkta yankılanan tek sesti. Dram dolu bu sahne, gözleri yaşartan bir gerçekliğin acımasız yansımasıydı.
|
0% |