Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. BÖLÜM: GRİ HAYATLAR

@baharicel

1.BÖLÜM

 

GRİ HAYATLAR

Yılın bu zamanını kutlama havasıyla geçirirdik. Tüm şehir süslenir, yeniden doğuşumuzu kutlardık. Bu kutlamalar bazen haftalar bazen aylarca sürebiliyordu. Kasabaların en işlek caddeleri günün her saatinde açık alır ve sokaklardaki kalabalık insan seli hiç azalmadan gün boyunca kutlamalara devam ederdi. Bu karmaşadan en karlı çıkanlar ise sabaha kadar dükkanından alışveriş yapan gurubu karşılayan işletme sahipleri olurdu. Kahkahalar, şarkılar ve kuru gürültü sayılacak her şey tüm şehri inletirdi. Tamamen griye bulanan hayatımızda belki renk yoktu ama yaşam kalitesi olarak Kindarlar olarak en renkli hayatı yaşamaya çalışıyorlardı. Asıl renk ruhumuzun büründüğü duygulara verdiği tepkiymiş babamın anlattığına göre. Bunca zaman bizden mahrum bırakılan renkleri bu şekilde hissedebilirmişiz. Annemin ölümünden sonra kendini kapattığı kulübesinin önünde ki sandalyesinde gri okyanusu izleyip sürekli hüzünlü şarkılar mırıldanırdı. Gözlerini bir an olsun odaklandığı noktadan ayırmadan yanına her gittiğimde bana tuhaf hikayeler anlatırdı. Genelde içeriği dışlandığımız dünyayla alakalı olurdu.

Oldum olası denizin ıslak yosun kokusundan hoşlanmamıştım. Bir şekilde serin havası beni cezbetmiyordu. Ocakta dibi tutmuş yemeğin çıkardığı rahatsız edici koku dahi okyanusun yosunları ve balıkları andıran kokusundan daha cezbedici geliyordu. İstemeden de olsa okyanusun korkunç havasını ciğerlerime hapsedip yüzümü buruşturmamak için direndim. Yanımda oturan babam yine bıraktığım şekilde oturmuş gözlerini bir noktaya sabitlemişti. Bazen okyanusun ilerisindeki deniz fenerini izlediğini düşünüyordum. Çünkü oradaki fenerin kendisine okyanustaki gemiler gibi yol gösterdiğine inanırdım.

Babam dizlerine örttüğü battaniyesini özenle katlayıp köşeye koydu ve bir an için yüzüme baktı. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı. Orada öylece oturup onunla aynı manzarayı izlemek bazen sıkıcı gelse de okyanusun kokusunu aldırmadığım sürece en sevdiğim aktivitelerden biriydi. "Oldum olası sana okyanusu sevdiremedim," diye mırıldandı iç çekerek. "Annende nefret ederdi. Yosun kokusunun ciğerlerini yaktığından dem vurur koşarak yamacın arkasındaki evimize sığınırdı."

Yüzümde hafif bir burukluk eşliğinde gülümseme belirdi. Annemi hiç tanımamıştım ama babamın anlattığı kadarıyla kusursuz bir kadındı. "Sanırım bu konuda anneme çekmişim," dedim onu onaylayarak.

Yüzündeki gülümseme söndü ve yerini hüzne bıraktı. "Annen şömine karşısına geçip yüzü gözü kömüre bulanana kadar odunlarla uğraşırdı. Bunun onu her zaman sakinleştirdiğini söylerdi. Ben ise asıl sakinliğin okyanusta olduğunu savunurdum. Asıl huzurun ve sakinliğin yanımda olduğunu hiç söyleyemedim." Gözleri özlemle parıldadı. Ağlamamak için zor duruyor gibiydi. Özlem... Babamı sürekli gördüğüm ruh hali buydu. Sürekli annemi özlüyor ve bu nedenle yine aynı hatayı yapıyordu. Beni görmüyordu. Burayla o kadar meşguldü ki, eğitim hayatımda yaşadığım değişimleri dahi ona anlatamaz olmuştum.

Uzanıp soğuk ellerini tuttum. İçim ürperse de geri çekilmedim. "Burada böylece benden ayrı kalman hiç hoşuma gitmiyor," dedim iç çekerek. "Nasıl büyüdüğümü kaçırıyorsun."

Başını hafifçe bana çevirdi. "Taşların koruyucuları..." diyerek konuyu ustaca değiştirdi. Zihninde bir şeyler ne dediğimi anlamak istemeyi reddedercesine benimle sürekli çatışma halindeydi. "Onlar gerçek Seren. Kendilerine ait olanı almaya gelecekler. Annende onlara aitti ama onu benden alan hayat oldu."

Rahatsız olmuşçasına yerimde kımıldadım ve yüzümü babama çevirdim. "Kimsenin birini alacağı yok baba! Sürekli aynı hikâyeyi başa sarıp anlatıyorsun. Kapılar tamamen kilitlendi ve kimse açamaz!"

Başını olumsuz anlamda sallarken yüzüme bakmıyordu. "Yanılıyorsun çok az kaldı. Okyanus tuhaflaştı, tedirgin görünüyor. Seni de benden alacaklar!" Okyanusun bir kamçı gibi uzağımızdaki kayalara çarpışını izledim. Bu durum hep olurdu ve babam sürekli aynı hikâyeyi anlatıp duruyordu. Annemi bu diyarın aldığını ve beni de Taşların koruyucularının alacağını düşünüyordu. Doktor ise bu anlattığı hikâyenin annemi kaybından sonra beni de kaybedeceğini zannetmesinden dolayı olduğunu söylüyordu. Kulaktan dolma efsanelere inanıyor zırvalıklarla kendini üzüyordu.

"Dalgalar rüzgârın etkisiyle oluşuyor baba, birilerinin geleceğinden ya da felaketi duyurmak istediği için değil." Bu hikâyeyi her anlattığında hayatımız hep aynı seyrinde ilerliyordu. Babam bir zamanlar annemin Ruh Taşları ve geçmişimizle alakalı anlatılan efsanelere kafayı taktığını söylemişti. Anneme göre annem efsanedeki kaçırılan Yakut taşının ruhunu taşıyordu. Bu yüzden ait olduğu dünyaya bir gün döneceğini savunuyormuş. Babam ise onu üzmemek adına inanıyormuş gibi yaparmış ama annemin ölümüyle o da bu garip inanışa bağlanmıştı. Evet, Taşın koruyucuları ve bizi bu dünyaya hapsettikleri bir gerçekti ama geri kalan kısmı tamamen uydurma hikayelerdi. Aramızda yaşayan Yakutlar ya da başka canlılar yoktu. Hepimiz griydik. Ya koyu ya da açık grilikten başka rengimiz yoktu. Olsaydı bu tüm diyarda yankılanırdı.

Babam kollarını birbirine dolayıp gözlerini yumdu. "Gerçekleri görmek için ruhun griden arınması gerekir. O zaman hazırsın demektir."

Her gün aralıksız yaptığımız sohbet yine kavga ile bitmeden sandalyeden kalktım. İstemsizce kendine ve bana bu yaptıklarını kaldıramıyor ve öfkeden deliye dönüyordum. Çığlık atıp her yeri yakıp yıkma isteğiyle dolup taşıyordum. Beni mahrum bıraktığı sevgiyi görmüyordu. Sürekli annemin hayaletiyle burada oturup sohbet ediyordu. Öfkeyle gözlerime hücum eden yaşları güçlü bir şekilde yuttum. Öfkelendiğimin bile farkında değildi. Okyanusa gülümseyerek bakıyordu. Belki de okyanustan nefret etmemin tek sebebi buydu. Benden babamı çalıyordu!

Hiçbir şey söylemeden öfkemi de yanımda alıp eve giden yamaçtan tırmandım. Diğer yandan tüm sinirimi yamacın ayağıma takılan taşlarından çıkarıyordum. Önüme çıkanları öfkeyle yamaçtan aşağı tekmeliyordum. Dudaklarımda ise savurduğum birkaç küfre engel olamıyordum. Her gün aynı öfke kotamı nasıl doldurabildiğine şaşırıyordum. O sahildeki kulübesinde çürüyüp giderken ben ise yamacın ardındaki taştan evimizde çürüyüp gidecektim. Ve birbirimizi kaybettiğimizde çok geç olacaktı.

Yamacı aştığım vakit az ötede görülen taştan evimizin kapısında beni bekleyen yakın arkadaşım Suue'yi gördüm. Beni görünce uzaktan el salladı. Rüzgârdan dalgalanan koyu gri eteğini de bir yandan tutmaya çalışıyordu. Ayaklarımı evimize doğru ilerleyen taştan yola vura vura ilerledim. Arkadaşımın yüzündeki gülümseme yerini alıştığım şaşkınlığa bıraktı. Yanına ulaşınca başını yana eğdi. "Yine mi kavga ettiniz?" dedi alışmışlık ses tonunda yuva kurmuştu.

"Sence?" dedim öfkeyle ellerimi havaya kaldırarak. "Bir kere olsun beni şaşırtmıyor!" diye mızmızlandım. Babamın bu halleri beni bir gün öfkeden ya da üzüntüden delirtecekti.

Suue koyu gri gözlerini üzerime dikip sırtıma dostane bir şekilde dokundu. "Yaşadığı şey kolay değil ve her insan gibi atlatması zaman alacak."

"Yirmi dört yıldır atlatamadı mı Suue... Ben büyüdüm ama babamın ruhu hep aynı günde takılıp kaldı. Beni görmüyor bile."

Dudağını ısırıp başını olumlu anlamda salladı. "O kadar oldu mu ya?" dedi iç çekerek. "Haklısın ama onu kendi haline bırakmayı dene, her gün kendine de zarar veriyorsun. Belki yanına gitmediğini görünce o seni görmeye gelir." Sırtımı bıkkınlıkla ahşap kapımıza yaslayıp soluklandım. Babamı çok seviyordum ama bu halleri içimde katlanamadığım her noktaya dokunuyordu.

Göz ucuyla arkadaşımı süzdüm. "Sen neden geldin?" dedim kollarımı birbirine kavuşturup konudan uzaklaşma isteğimi bastıramayarak. Sorum ile parıldayan gözleri ışıl ışıl olmuştu. Dilini şaklattı ve göz kırptı. Neyden bahsettiğini anlayınca gözlerimi devirdim.

"O aptal festivale kimse beni sürükleyemez Suue. Kalabalıktan nefret ediyorum. Sürekli koluma çarpan iğrenç insanları öldüresim geliyor."

Suue koluma bir koala gibi yapışıp dudaklarını yavru kedi gibi büzdü. "Lütfen, çok güzel bir kukla gösterisi varmış. Kaçırırsam ölürüm!" Koluna ölümle alakalı yaptığı şaka nedeniyle sertçe vurunca kedi gibi inledi. Kolunu tutup sıktı. "Canımı yaktı bu!" dedi acıyan yeri yanıyormuş gibi üfleyerek.

"Eğer aptalca konuşmaya devam edersen gerçek anlamda yanacaksın!" Göz ucuyla onu süzdüm. Oraya gerçekten gitmek istiyor gibiydi. Her yıl aynı şekilde beni kandırıyordu ve ben kalabalık arasında delirirken o hiçbir şey umurunda olmadan şakıyarak festivalin tadını çıkarıyordu. "Bir dahaki yıl gelmem ama söyleyeyim, şimdiden anlaşalım!" diyerek şart koştum.

Olduğu yerde zıplayarak ellerini çırptı. Her yıl aynı şekilde sevinmeyi nasıl başarıyordu anlamıyorum. "Festivale gidiyoruz!" diye bağırdı. Gülümseyerek elimi omzuna attım ve başımı başına yaslayıp sırıttım. "Başımın belasısın Suue," dedim ve onu da kendimle sürükleyerek festivale giden ana yola doğru ilerledik.

 

Suue yol boyunca kukla gösterisinden bahsedip durdu. O aptal kuklaların sadece çocukları mutlu ettiğini zannediyordum ama yanımda çocuk ruhunu asla kaybetmeyen Suue olduğu sürece bu tezim içen içe çürümüştü. Ana yoldaki kaldırımdan kalabalık seline katılıp yok aşağı indik. Okyanusun kayalarının ardına saklanan kasabada yapılan festival biraz sonra başlayacaktı ve şimdiden geçen arabalarda bununla alakalı anonslar yapılıyordu.

Bazen gri ve sıkıcı bir hayatımızın olduğunu ve bunu hak ettiğimizi düşünsem de bazen de griyle lanetlenmiş bir halk olarak yine içinde renkli olmayan bir şeyler için ne kadar sevindiğimizi görünce aptal olduğumuzu düşünüyordum. Renkleri hep merak ediyordum. Mavi, kırmızı, yeşil, sarı ve nicesi...

Eğer önümdeki manzara bu renklere bulanırsa nasıl olurdu? Okyanusların koyu mavi, ağaçlar yeşil ve kahverengi olduğu, insanların ise rengarenk giysilere büründüğü bir dünya nasıl olurdu? Bu soruyu her gün kendime soruyordum. Gri bir tabloda sonsuza kadar yaşamak sıkıcı geliyordu. Bu tablonun renklere ihtiyacı vardı. En azından ben böyle düşünüyordum.

Festivalin olduğu alana gittiğimizde Suue kukla gösterisinin olacağı yeri işaret edip kalabalıkta kolumu tutarak beni ardından sürükledi. Her çekişinde omzuma çarpan kolların sayısı artarken içimden ettiğim küfürlerin sakinleştirici yanına tutunup düşünmemeye başladım. Kalabalık nedeniyle neyin nerde olduğu dahi belli değildi.

"İşte!" diye şakıdı Suue, "Başlamadan yetiştik, otur!" dedi ve beni de kendiyle beraber orta sıralardaki iki boş koltuğa yerleştirdi. Huzursuzca yerimde kımıldanıp koltuğa gömüldüm. Sürekli bacaklarımıza sürtünüp aralardan geçen insanlar sabır taşımı çatlatmak için inadına durmuyordu. Sonunda dayanamamış ve öfkeye oflamıştım. Tam yukarıdan bana bakan kadın burun kırıştırıp inadına kalçasını sallayarak bacağıma vura vura geçmişti. Ardından alev alan gözlerimle ona bakmış ve kısa küt saçlarıma parmaklarımı daldırıp diplerini çekiştirmiştim.

"Yapma şunu!" diye elime vurup beni engelleyen Suue yüzünde hoşnutsuz ifadeyle yaptığım eylemi engelleyip iki elimi de tutup bacaklarımın arasına sıkıştırdı. "Gösteri bitene kadar ellerin orada kalsın!"

"Emredesiniz!" dedim ve büyük bir perdeyle gizlenen kukla sahnesini süzdüm. Sonunda perde açılırken büyük bir alkış tufanı kopmuştu. Çocuklar çığlık atarken yanımdaki dev çocukta onlara katılmış ve heyecanla alkış çırpmaya başlamıştı. Ona inanmayan gözlerle bakıp, ciddi olamazsın, bakışlarımı yönlendirip beni umursamadığını fark edince önüme döndüm.

Kukla gösterisi ilerledikçe Suue iyice çocuklar gibi kendini kaptırmış kahkahalarla gösteriyi izliyordu. Kuklalar Değerli taşların bizi nasıl dışladığıyla ve bizimde onlara nasıl kin kustuğumuza alakalı komedi gösterisiydi. Kuklalar tek tek değerli taşların taşlarını çalıyor ve bu efsaneye gönderme yapıyordu. Tamamen gösteriden koptuğum an başımı sağa çevirip ileride açık ve koyu gri ışıklarla parıldayan kulübeye baktım. Üzerinde, Ruhunun ait olduğu yeri öğren, yazıyordu.

Bu festival tamamen Ruh taşlarıyla dalga amacıyla yapıldığı için her şey tamamen o aptal ırkın üzerine kurulmuş gibiydi. Hatta o kadar ileri gitmişlerdi ki kimileri tişörtlerine değerli taşlardan hangisini seçtiklerini bile yazmıştı. Dikkatimi çeken ışığı gözümü alan kulübeye bir kez daha bakıp Suue'ye doğru eğildim. "Yiyecek bir şeyler alıp geleceğim," dedim ama o kadar odaklanmıştı ki beni geçiştirmişti. Omuz silkip yanından kalktım ve kalabalığı aşıp kulübenin önünde durdum.

 

Kulübenin önünde yere çakılan tahtanın üzerinde yazılanı okudum.

 

Bir dilek dile ve muma üfle!

 

Dikkat et ne dilediğine yoksa ruhun ait olmaz hiçbir evrene!

Çenemi sıvazlayıp kaşlarımı çattım. Bu ne anlama geliyor diye düşünürken, "Bir çeşit fal gibi düşün," diye bir ses düşüncelerimi böldü. Hemen yanımda duran adama baktım. Baştan aşağı bir kabile kaçkını gibi giyinmişti. Yüzünde koyu gri sürmeler vardı ve çenesinde toplanıp vücuduna yayılıyordu. Elinde tuttuğu kâseyi bana uzattı. "Dileğini yazacağın kâğıdı al," dedi.

"Ben içeri girmeyeceğim, sadece bakınıyordum." Geri gitmek için yeltenirken kâseyi inatla göğsüme kadar itti.

"Eğer kulübe seni buraya getirdiyse bir dileğin olmalı. Dileğini yaz, mumu üfle, kâğıdı dumanda tütsüle ve olacakları gör."

Bir yanım oradan koşup kurtulmak isterken bir yanımda çekiliyordu. Uzattığı kâseden kâğıdı ve tüylü kalemi aldım. Yanındaki ahşap gri masayı işaret etti. Sersemlemiş gibiydim. Dediğini yaptım ve masaya kâğıdı koyup elimdeki kalemin mürekkebini kâğıda bastırdım. Kalemimden akıp giden cümlelere ve dileğime engel olamadım.

 

Babam beni fark etsin!

 

Kâğıdı katladım ve adamın açtığı kulübenin kapısından içeri girdim. Kulübe boştu ve ortada kocaman yuvarlak bir masa vardı. Masanın ortasında yanan bir muma doğru ilerledim. Mum o kadar büyüktü ki, erimekten masada neredeyse görünen bir yer bırakmamıştı. Erimiş mum yığını birbirinin üzerine binerek masanın köşelerine kadar akmıştı. Etrafta kimse yoktu. Adamın dediğini yaptım ve muma yaklaştım. Titrek açık gri alev onu üflemem için yalvarıyordu sanki. Gözlerimi yumdum ve kapıda yazdığım dileği aklımdan geçirdim.

Babamın beni fark etmesini istiyordum.

Bunu o kadar içten dilemiştim ki, mumu aynı istekle üfleyip yukarı yılan gibi kıvrılan dumanda kâğıdı tütsüledim. Kâğıt bir anda ellerimin arasında alev alınca zar zor bastırdığım çığlığıma engel oldum. Parmaklarımın arasında kül olan kâğıdın tozu dumana karışıp birbirlerine kavuşan aşıklar gibi sarılıp kulübenin tavanına çarparak yok oldu.

Bir anda kulübeni içi puslandı. Ne olduğunu anlamadığım kadar kısa bir sürede çevremi saran pus tüm görüş alanımı kısıtladı. Mumun olduğu masaya kadar her şey tamamen sis bulutunun içine hapsolmuştu. Neler olduğunu anlamak için etrafımda bir tur döndüm. Tam arkamda kaldığına inandığım kapıya doğru dönüp ellerimi olabilecek her engele karşı öne uzatıp yürüdüm. Dışarı çıktığım an adama ne yapacağımla alakalı kurduğum planları da göz ardı etmeden ilerledikçe ilerledim.

Sonunda elim bir engele çarpınca durdum. Duvara benzeyen yüzeyde kapının kolunu aradım. Sonunda kapının kolunu da hissedince tutup çevirdim. Kapıyı açmamla beraber sırtımdan vuran hava akımıyla küt saçlarım yukarı doğru havalandı. Odanın içindeki sis sırtımdaki akımla akıp açtığım kapıdan süzülürken ben ise o akıma kapılmamak için direndim.

"Dileğin gerçekleşecek," dedi yankılı ses. Bu sesin nereden geldiğini anlamadan tavırlarla çevreme bakındım. Neler olduğunu soğukkanlılıkla çözmek isterken akım durdu ve tekrar çevreme saran pus ile çevrelendim. Bunca zahmete girmek için oldukça para harcamış olmalılar, diye düşünmeden edemedim. Kim bu kadar gerçekçi bir şey için uğraşırdı ki?

"Hiç zannetmiyorum," diyerek sesi yalanladım. "İzin verirseniz gideceğim," dedim havaya bakıp sesin geldiği yönü aradım.

Yankılı ses kulağımı kahkahasıyla tırmaladı. Ve sonrasında tam karşımda gördüğüm tuhaf bir ışık belirdi. Gözlerimi kıstım. Olabildiğince kıstım ve hatta yanlış görebilir miyim diyerek birkaç kez ovaladım. Ama bu ışık... Renkliydi. Onun hangi renk olduğunu dahi bilmiyordum ama kesinlikle gri olmadığı kesindi. Ama bu imkansızdı! Işık bir anda söndü ve sis dağılıp yerini tamamen karanlığa bıraktı.

"Işık seni almaya gelecek, dileğin gerçekleşecek!"

Kulağımda bir patlama yaşanınca gözlerimi sıkıca yumdum. Birden etrafımdaki tuhaf hava dağıldı. Yavaşça gözlerimi açtım. Mum masanın üzerinde aynı pozisyonda bana bakıyordu. "Aptal batıl inançlar!" diyerek kulübenin kapısından bir hışımla çıkıp ardıma bakmadan kukla gösterisinin olduğu yere doğru ilerledim. Bir anda önümü kesen Suue, elinde minik bir kuklayı gözümün önünde sallayarak yerinde bir tur zıpladı.

"Minyatür kuklaların dağıtıldığı kısmı kaçırdın Seren! Baksana şuna ne kadar da tatlı," diyerek geçirerek minik kuklasını yanağına bastırıp sırıttı. "Neredeydin her yerde seni aradım."

"Şu aptal kulübe..." diyerek arkama bakmadan arkamdaki kulübeyi işaret ettim. "Aptal bir dilek kulübesine girdim. Saçmalıktan başka bir şey değil," dedim iç çekerek. İçeride yaşadığım tuhaf durumu hatırlamak bile istemiyordum. Ama o renkli ışık kısmını nasıl yapmışlardı bilmiyorum.

"Yemek kulübesinden mi bahsediyorsun?" dedi kaşlarını çatarak.

"Hayır, üzerinde ruhlarla ilgili..." sırtımı kulübeye tekrar döndüğümde şaşkınlıkla az önceki kulübenin orada olmadığını gördüm. Tam orada bir kulübenin içinden sandviç satan bir kadın vardı. Gözlerim kulübeyi aradı ama bulamadım. Dudağımı ısırıp gördüğüm şeyin bir halüsinasyon olup olmadığını düşündüm. Babamla yaşadığım şeylerden sonra aklımı kaçırmış olmalıydım.

"Beni boş ver," dedim iç çekerek. Babamın beni fark etmesine o kadar kafayı takmıştım ki olmayan şeyleri olmuş gibi görmeye başlamıştım. Sanırım benim de bir doktora ihtiyacım vardı. "Kukla gösterisi nasıl bitti?" dedim konuyu tamamen dağıtarak.

Suue'nin yüzü yine neşeli bir hal aldı. "Çok güzeldi. En sonunda gri hayatlarımızdan arınıp renge bulanıyorduk. Çok heyecanlıydı."

Başımı sallayıp onu onayladım. "Ne güzel," dedim ve tamamen aklımı kaçırmadan festivalden uzaklaşmak için Suue'yi ikna ettim. Tamamen evlerimize dağıldığımıza aklımdan bir türlü çıkaramadığım o ışıkla kafam dolup taşmıştı. Hayallerimiz hatta rüyalarımız dahi gri iken nasıl olurda halüsinasyon ile bir rengi görebilirdim ki? Tüm gün bunu düşündüm.

Hatta birkaç gün tam olarak bunu düşündüm. O kadar bununla meşguldüm ki o birkaç günde ne babamı ziyaret edebilmiş ne de dışarı çıkabilmiştim. Ve bu süreçte bir kez olsun beni şaşırtmayan babam yine evimize gelip beni kontrol etmemişti.

Sonunda yokluğumu yine fark eden Suue olmuştu. Israrla çalan kapımı açtığımda elinde uzun bir zarfı bana uzattı ve içeri girdi. Zarfa şaşkınlıkla baktım. Ardından bana bunu veren arkadaşıma... "Bu nedir?" dedim elimin altındaki kalın zarfı inceleyerek.

Suue omuz silkti. "Bilmiyorum kapında buldum. Üzerinde ismin yazıyordu." Birden aklına bir şey gelmiş gibi yüzünü asıp kollarını kavuşturdu ve dudaklarını büzdü. "Kaç gündür nerelerdesin? Okula da gelmedin, seni merak ettim. Babanla olan durumunuzu hallettiğini düşündüğüm için seni rahatsız etmedim ama hiç uğramadın."

Zarfla beraber kendimi tekrar koltuğa atıp bacaklarımı bağdaş kurdum. "Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Babamı ziyaret dahi etmedim."

Suue şaşkınlıkla yanıma geldi ve koltuğa yayıldı. "Dediğimi yaptın yani..." dedi sırıtarak. "Peki baban geldi mi?"

Gözlerimi devirdim. "Sonuç ikimizi de pek şaşırtmayacak ama hayır!" dedim sırtımı koltuğa yaslayarak. "Sanırım en iyisi böyle olacak. O buraya gelene kadar direneceğim ve yanına gitmeyeceğim!"

Suue üzülmüş gibiydi. "Dayanabilecek misin?" dedi.

"Ne kadar inatçı olduğumu tartışmayalım bence, yıldız haritam bile benim ne kadar inatçı bir kadın olduğumu söylüyor. Burnum kopsa babamın kulübesine saklansa yine de gidip almam! Beni fark edecek ve buraya gelecek!"

Suue başıyla onayladı. "İnat alevinden Tanrılar bizi korusun," dedi ve zarfı işaret etti. "Açacak mısın, yoksa seni yalnız mı bırakayım?" dedi özel olduğunu ima ederek.

"Saçmalama Suue, senden gizlim saklım yok. Kimden geldiğini bile bilmiyorum."

"Aç o zaman!" Ellerini çırpıp benden daha meraklı bir tavırla zarfa doğru eğildi. Zarfı yavaşça açtım ve katlı olan kâğıdı düzeltip ortasında koyu gri mürekkeple yazılan italik yazıyı okudum.

 

İlerle bu gece kaderine,

 

Bekliyor seni ışık sakın reddetme,

 

Bulacaksın Griy Kayalarında birden fazla cevap,

 

İşte o zaman fark edecek seni özlediğin baban!

 

Zarfı ve kâğıdı deli gibi çevirip kimden geldiğini anlamaya çalıştım ama bir türlü nereden geldiği belli değildi. Herhangi bir isim ya da herhangi bir işaret de bırakılmamıştı. Son yazılan cümlede birkaç saniye takılı kaldım. Geçen gün festivalde yaşadığım o tuhaf olaydan sonra bu zarf beni rahatsız etmişti. Tam olarak dilek kağıdıma yazdığım şeyin gerçekleşeceğini söylüyordu. Babamın beni fark etmesini içten içe istediğimi bilen tek kişi Suue idi ama bunu onun yazmadığını daha zarfı ilk elime aldığımda hissetmiştim. O beni babamla ilgili bir konuda asla dalgaya almazdı.

"Bunu kim yollamış olabilir?" dedi Suue beni daldığım bataklıktan çekip alarak. Elimdeki kâğıdı aldı ve çevirdi. "Kim yolladıysa bir isim dahi bırakmamış!" diye sitem etti.

Gözlerim dışarıda kararmak üzere olan gökyüzüne takıldı. Sanki olduğundan daha koyu bir griye bulanmıştı. Bu havalarda fırtına çıkması pek olası değildi ama içim fırtınalar kopacakmışçasına huzursuzdu. "Kimin yazdığını bilmiyorum ama sanırım benimle dalga geçen biri olmalı," dedim ve kâğıdı alıp kucağıma koydum. "Babamla yaşadığım şeyleri birine anlatmış olma ihtimalin var mı? Bir ihtimal ağzından kaçırmış ya da boşluğuna geldiği herhangi bir zamanı hatırlıyor musun?"

Suue, iri gözlerini hayal kırıklığıyla üzerime dikip yerinden kımıldadı. "Benden bunu nasıl beklersin Seren? Sen benim en yakın arkadaşımsın sırlarını ulu orta yerde ağzımdan kaçıracak kadar kaçık değilim. Ailemle dahi senin hakkında konuşmam!"

Uzanıp elini sıktım ve özür dilercesine iç çektim. "Bana bakma, ihtimalleri değerlendiriyorum. Sana güvenim sonsuz!" Kollarını açıp bana sıkıca sarıldı ve sırtımı sıvazladı. O bana her şeyin düzeleceğiyle alakalı bir şeyler mırıldanırken gözlerim kucağımda ki kâğıda takıldı. Kağıtla aramda esnek bir ip vardı ve beni kukla gibi kendine çekiyormuş gibi hissettim. Bir anlığına hipnoz olmuşçasına tek odağım satırlar olmuştu. Ağır çekimle kâğıt bana çekiliyormuş ve beni büyülüyormuş gibiydi. Kaçamadım, nefes alamadım. Kulağımda bir uğultu haline gelen arkadaşımın sesi dahi birden kesildi. Yazılan cümlelerdeki harfler bir girdap oluşturdu ve yeni bir yazıyı oluşturdu.

 

Oraya gitmelisin Seren!

Loading...
0%