@baharicel
|
1.BÖLÜM
YENİ GÜNAHIN DOĞUŞU
Ahşap kapının gıcırtısı tüm gözlerin bana dönmesini sağlamıştı. O an da dükkândan içeri giren tek kişi olmanın verdiği rahatsızlık ile bana bakan gözleri görmezden gelerek tezgâha doğru ilerledim. Her gün ki gibi tezgâhın başında duran Estes bana, geç kaldın, bakışlarını atarken ona herhangi bir tepki vermeden aceleyle soyunma odasına geçtim. Üzerimdeki paltoyu çıkarıp bana ayrılan dolaba çantamla beraber yerleştirip önlüğümü boynuma asarak ön tarafa ilerledim. Çalıştığım yer Şifalı bitkiler ve doğal ilaçlar satan ünlü bir dükkandı. Adı, İklim idi. Neredeyse her gün tıklım tıklımdı. Özel müşterileri olan büyük ve adı tüm şehirlerde anılan nadir bitkilere sahip bir yerdi. Geç kaldığımın bilincinde hiç vakit kaybetmeden işimin başına doğru ilerleyecekken önümü kesen Bay Hamris deri botlarını tahta zemine art arda vurarak ona bakmamı sağladı. Başımı kaldırdığım da öfkeliydi. Sadece ensesinde toplanan saçları dikleşmiş kahve gözleri renk değiştirmişti. Öfkeli bir kızıla bürünmüştü sanki. Bileğindeki pahalı saatini göstererek camına iki üç kere vurdu ve kollarını kavuşturup her gün dinlemeye alıştığım azarına hazırlandı. O sözüne başlamadan hemen atakta bulundum. “Geç kaldığımın farkındayım Bay Hamris ve hayır benim buradaki tüm çalışanlardan daha iyi bitkileri tanıyor olmamdan dolayı bu kadar rahat ve sorumsuz değilim,” Yüzümde bir o kadar aptal ama bir o kadar da sevimli olmasını istediğim bir gülümseme yerleştirdim. Her gün aynı şeyleri duymaktan ben yorulmuştum ama Bay Hamris benim neredeyse şehrin bir ucuna oturduğumun buraya ne şartlarla gelebildiğimin savunmasını dinlemekten yorulmamıştı. Gözlerini devirdi ve kaşlarını çattı. Bu şekilde öfkeli biçimsiz bir patatese benziyordu. İçten içe bu benzetmeme gülerek her şeyi berbat etmemek için kendimle savaştım. “Her sabah senin yerine etrafı Estes temizliyor ve o bu durumdan oldukça rahatsız. Senin iş yükümlülüğünü onun taşıyor olması sence ne kadar adaletli bir davranış?” Göz ucuyla Estes’e bakınca tek kaşını kaldırıp kimse fark etmeden dil çıkarıp işine döndü. Ellerimi arkada birleştirip mahcup görünmek adına başımı eğdim. “Bu akşam yarına temizlik kalmaması için dükkânı ben kapatabilirim Bay Hamris. Bu sayede arkadaşıma yüklenmemiş olurum,” dedim ve Estes’e kısa bir bakış attım. O halinden memnun bir şekilde bir yandan müşterisine bitkileri anlatıyor bir yandan beni süzüyordu. Kumral ensesi kısa saçlarının sadece ön tarafında bıraktığı uzun perçemleri kulağına doğru savurarak kadın müşterilerle flört ediyordu. Bu özgüveni sayesinde birçok genç kadın onun hoş sohbeti için buraya uğrardı. Bay Hamris Estes’ doğru onay almak için bir bakış attı. Estes kadına beklemesini söyleyerek bize döndü. “Benim için çok iyi olur Bay Hamris kaç gündür buraları temizlemekten Günahkâr olup çıkacağım,” dedi ve bana imalı göz kırptı. “Hangi günaha batacaksın acaba merak ediyorum sevgili arkadaşım…” dedim ve imalı bir şekilde sırıttım. Yüzünde eğlenceli bir gülümseme oluştu. “Sanırım bu kadar iş yapmak beni tembelliğe itecek…” “Bence Kibir sana daha çok yakışır,” diyerek parmak şaklatıp kadın müşterinin dikkatini çektim. Bana elinden elmasını çalmışım gibi öfkeyle bakıyordu. Elinde olsa beni buracıkta pataklayacakmışçasına Estes ile girdiğimiz imalı konuşmayı seyrediyordu. “Ya da şehvet…” diye mırıldanıp gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Sana en çok ne yakışır biliyor musun Sora? Tembellik… Tanrıya şükür et ki Tembellik Elçisi seni alıp buradan götürmesin!” Çok büyük laf sokmuşçasına girdiği tavırları yan gözlerle izledim. “Ben hala buradayım! Estes, müşterinle ilgilen!” Estes emirle beraber toparlanarak kadını da alıp vitrinlere ilerledi. Ben ise başım önde kaderime düşen cezayı bekledim. “Bu gece buradaki tüm işleri bitirecek ve dükkânı sen kilitleyeceksin. Anlaşıldı mı?” Beni kovamayacağını biliyordum bu yüzden kaderime razı gelerek başımı salladım ve daha fazla oyalanmadan işimin başına döndüm. Öncelikle daha yarım saatte dağılan vitrinleri toparlayıp nadir bitkiler için ayrılan odanın içine girerek odanın içinde karışan bitki var mı diye kontrol edip azalan bitkileri not aldım. Vaktimin neredeyse bir kısmı bu odada bitkileri düzenlemekle geçerdi. Çünkü bitkilerden anlayan tek çalışan bendim. Estes genelde müşteriler kısmında uzmandı. Ben ise bitkilerden arda kalan zamanda Estes’e yardım ederek müşterilerle ilgilenirdim. Genelde yoğun zamanlar bu ana denk gelirdi. Dükkanımız İklim, şehrin tam ortasında ana cadde üzerinde koca bir botanik bahçeyi anımsatan bir mimariye sahipti. Dükkanımızın hemen ardında koskoca bir mücevher yatıyordu. Neredeyse tüm bitkilerin yetiştiği bu botanik bahçede dünyanın her köşesinden gelen, nadir bulunan bitkileri ve tohumları barındırırdı. Arka bahçede çalışan onlarca çalışan varken dükkân kısmında çalışan iki kişiydik. Bitki uzmanları bitkilerin gelişimiyle ve onlara özel ortamını yaratmakla yükümlüyken biz sadece görünen kısmındaydık. Bir de bunları ilaçlara çeviren uzmanlar vardı. Benin en büyük özelliğim ise her birinden özel ders alabilecek kadar şanslı olmamdı. Bu nedenle boş zamanlarımda ya da yemek saatinde uzmanlarla vakit geçirir ve onlardan tüyolar alıp notlar tutardım. Kendime özgü bir not defterim ve orada çeşitli ilaçlarım vardı. Zamanı gelince kendi özel tarif kitabımı yazacak ve İklimin konuşulanları arasında olmaya hak kazanacaktım. En azından hayalim bu yöndeydi. Dükkânın kapanmasına dakikalar kala Estes benim için işin bitmediğini ima edercesine kaşlarını bir yukarı bir aşağı oynatarak sırıttı. Bugün o kadar yorucu bir gündü ki yaptığı her hareket onu boğmamı ve arkada ki bahçeye gömmemi sağlayabilirdi. “Yarın temiz bir tezgâh istiyorum sevgili Sora,” dedi ve kirpiklerini kırpıştırıp paltosunu giydi. Dizlerine kadar inen paltosuna bir koala gibi yapışıp iç çekti. “Çok rahat bir uykuyu hak ettim, öyle değil mi?” dedi. Ayak ucumdaki paspaslara bakıp iç çektim. Kendime ceza verdiğime inanamıyordum. Şimdi evime gidip, büyükannemin çorbasından içip, sıcacık yatağıma kıvrılıp yatabilirdim. “Aslında daha konforlu şeyleri hak ediyorsun Estes, ebedi uyku gibi ne dersin?” dedim otuz iki diş sırıtarak. Ama yüz ifademi öfkeli tutmaya ve benimle uğraşmamasını anlatmaya özen gösterdim. Estes teslim olurcasına kollarını kaldırdı ve o esnada saatine baktı. “Bana ayrılan sürenin sonuna gelebildiğimize göre hoşça kal! Ah, bir de anahtarlar tezgâhın üzerinde,” dedi ve ahşap kapıyı neredeyse kahkahalarla suratıma kapatıp beni koskoca dükkânda yalnız bıraktı. Ayağımın altında başlamayı bekleyen paspas ve kovalarla öylece kalakaldım. Bu gece Estes yerine kendime kızmakla meşgul olmalıydım. Bir daha geç kaldığımın için cezalandırılmak istemeyeceğime dair kendime uzun bir metin hazırlayacaktım. Daha fazla kovalarla bakışmak yerine bir an önce temizliğe başlamalıydım. Dükkânın tamamını temizlemiştim. Bay Hamris temizlik bittikten sonra bahçedeki bitkilerin büyümesine yardımcı olan ilaç vanasını açmamı istemişti. Sabaha kadar tüm bitkilerin sağlıklı kalabilmesi için bu şarttı. Çünkü içlerinde bahçenin toprağına uyum sağlamayan nadir bitkiler vardı ve onların bu ilaçlama sistemine ihtiyaçları vardı. Dükkânın arkasından açılan demir kapıdan geçtim. Demir kapı direk olarak bahçeye açılıyordu. Bahçe, daire şeklinde kümeler halinde büyük bir özenle türleri birbirinden ayırıyordu. Çiçekler, ağaçlar ve yapraklılar… Hepsi için özel sistem ve onları koruyan özel kubbeleri vardı. Bahçenin içerisinde ağaçlardan oluşan birçok bölme olduğu için koca bir ormanı anımsatan havası da vardı. Taştan karolar halinde her kümeye giden yollar bir çiçek gibi görünmesini sağlıyordu. Uzmanlar, kümlerin hemen yanında küçük ahşap kulübeler içerisinde çalışıyordu. Burası o kadar detaylıydı ki, her kümenin ve bitkinin kendine ait çalışma kulübesi ve o kulübelerde ise sadece o bitkiler için düzenlenen gerekli malzemeler bulunuyordu. Bu büyük ve özel yer gece görevlileri tarafından korunuyordu. Onların görevi ise yarım saat içinde başlamış olurdu. Biz dükkândan ayrıldığımız an bir muhafız ordusu burayı koruyordu. Belki de buralarda bir yerlerde beni izliyorlardı. Ağaçların ardında kalan ilaçlama sistemine ait vanayı bulduğum an Bay Hamris’in talimatlarına uygun sistemi çalıştırdım. Sonunda evime gidebileceğim için mutluydum. Taştan yolu izleyip ilerlerken, gözüme bir an da ilişen parlak bir cisim ile duraksadım. Bir ağacın altında parıldayan şey dikkatimi çekmişti. Ne olduğunu anlamak adına yavaş adımlarla ağacın gövdesine yaklaşıp parlayan şeyi inceledim. Gördüğüm an inanamamıştım. Hayretler içinde ağacın dibine çömelip parlayan şeyin aslında bir Tanrıtanımaz çiçeği olduğunu anladım. “Senin burada ne işin var?” diyerek gülümsedim. Bu nasıl oldu bilmiyorum ama Tanrıtanımaz İklim de dahi bulunmayan nadir parlak bitkilerden biriydi. Onu fark etmemiş olmalarına anlam veremedim. Bu bitkiye okuduğum bir kitapta denk gelmiştim. Adı efsaneler arasında yer alırdı. Yeryüzünde hiç olmadığı söylenilen bir türdü. Tanrıtanımaz, bir mantar gibi ağacın dibinde beliren, sarı yaprakların üzerinde şimşeği andıran beyaz parlak damarları olan bu damarların üzerinde ise mavi minik tohumları olan bir tür çiçekti. Efsaneye göre ise Tanrıtanımaz Tanrıların ayak bastığı topraklarda ve dinlendikleri ağaçların altında yetişirdi. Bu nedenle bu bitkinin Tanrılar kadar değerli özel güçleri olduğuna inanılardı. Bu satırları okuduğumda heyecanlandığımı dün gibi hatırlıyordum. Büyükannem, ona dokunan ve koklayanların Tanrılar kadar güçlü olabileceğinden bile bahsetmişti. Ama tabi ki bu bir efsaneydi. Ona zarar vermeden yapraklarına dokundum. Parmaklarıma akan elektrik akımı ile titredim ve geri çekildim. Şimşek damarlar parıldadı ve bir anda söndü. Ne olduğunu anlayamamıştım. Hemen dizlerimin üzerine eğildim. “Neden söndün ki?” paniklemiştim. Bu kadar narin olduklarına dair bir yazı okumamıştım. Yüzümü yakınlaştırdım ve tohumlarına baktım. O kadar yaklaşmıştım ki burnuma dolan eşsiz koku ile büyülendim. Koku tarifsizdi. O kadar büyüleyiciydi ki kendimi bu dünyadan uzakta bir evrende çiçeklerin ortasında yatıyormuşçasına huzurlu hissettim. Kokladıkça kokladım. Bir uyuşturucu gibi kokusu başımı döndürdü. Vücudum karıncalandı. Sonunda kendime engel oldum ve geri çekildim. Tüm kokuyu çekmişçesine koku baskınlığını yitirdi. Tohumlar dökülmeye başladı ve çiçek gözlerimin önünde kuruyup toz haline gelerek toprağa serpildi. Panikle ayağa kalktım. “Ne yaptım ben?” dedim içten içe kendime kızarak. Bir daha denk gelemeyeceğim bir bitkiyi öldürmüştüm. Bay Hamris bunu fark eder etmez beni buradan sürgün ederdi. Etrafa bakındım ve derhal oradan ayrıldım. Bu yaşadığımı biri görmediği için şanslıydım. Bu yaşadığım şeyi kendime sakladığım bir sır olarak gömülü tutmaya karar verdim ve dükkânı kilitleyip oradan ayrıldım. Yol boyunca istemsizce bedenimi saran titremeleri kontrol altında tutmak zorunda kaldım. Paltoma sıkıca sarıldım ve bir anda neredeyse buz gibi hissetmemi sağlayan havaya küfürler savurdum. Çenem titriyordu. Eve ulaştığım vakit bahçe kapısından kendimi eve zar zor atmıştım. Evin içine girdiğim de şöminenin yandığını gördüm. Ama evin içi yanan ateşe rağmen buz gibiydi. Paltomu çıkarmadan kendimi eskimiş ahşap ayakları olan kanepeye attım. Çenemi ele geçiren titreme bir türlü geçmiyordu. Paltomun düğmeleri kopmak üzereydi. O kadar sıkı çekiştirip sarılmaya çalışıyordum ki, bunu yapmayı bırakmam gerekirdi ama başaramadım. Kanepenin koluna katlanmış bir şekilde bırakılan battaniyeyi alıp üzerime çektim. Hiçbir neden yokken hasta olmuş olamazdım. Kapı gıcırtısının ardından Büyükannemin sesini işittim. “İyi misin? Geç kaldın,” dedi şöminenin yanına gelerek. Uzun beyaz geceliği ve sağılmış beyaz saçlarıyla beni süzüyordu. “Titriyor musun sen?” dedi ve hızlı adımlarla yanıma ulaştı. “Neyin var?” O kadar titriyordum ki cevap verene kadar dişlerimi birbirine bastırmaktan zar zor vazgeçebilmiştim. “Bil… bilmiyorum. Üş… Üşüyorum.” Diyerek yanıtladım. Büyükannem alnıma dokundu ve elini çekti. “Buz gibisin!” dedi irkilerek. “Buz dolu bir havuza mı düştün, neden bu kadar soğuksun?” dedi kaşlarını çatarak. Elini alnımdan alıp sırtımın çıplak kısmına dokundu. “Buz gibi!” diye yineledi. “İş… İşten çıkana kadar iyiydim. Son… Sonra birden üşümeye başladım.” Büyükannem kahve gözleriyle kaşları çatık bir şekilde beni izledi. Panikle üzerimdeki battaniyeyi atıp paltomun yakasına yapıştığı gibi çekiştirdi. “Canımı yaktın!” diye mızmızlanarak onu itmeye çalıştım ama durmadı. Tişörtümün yakasını çekiştirip irileşen gözlerle omzumu ve çevresini inceledi. “Bugün, her zamankinden farklı bir şey yaşadın mı?” dedi diğer omzumu da kavrayıp beni sarsmaya başladı. Gözleri irileşmiş, öfkeden deliye dönmüş gibiydi. Dikleşen beyaz saçlarıyla daha da kokunç görünüyordu. Onu durdurmaya çalıştım. “Canım yanıyor Büyükanne!” diye çığlık attım ama ondan kurtulamadım. Kolumu tutmuş acıyı iyice hissetmemi sağlamak istercesine sıkıyordu. Feryatlarıma aldırış etmedi. “Ah, tamam dur anlatacağım!” diyerek onu durdurmayı başardım. Üşüdüğüm anı unutmuş kolumun acısına odaklanmıştım. Tuttuğu noktayı okşayıp sanki geçecekmişçesine üfleyip sızlandım. “İşe sürekli geç kaldığım için bu gece dükkânı ben kapadım, oldu mu?” dedim ve battaniyeyi kendime çekmek istedim ama o tuttuğu gibi battaniyeyi uzak bir köşeye fırlattı. Bunu neden yaptığını anlamamış gözlerle paltoma sarıldım. Gözleri iyice irileşti. “Tuhaf bir şey yaşadın mı? Orada ya da gelirken?” dedi ısrarla. Alıma sadece Tanrıtanımaz ile yaşadıklarım geliyordu. Başka farklı bir durum olmamıştı. “İklimde Tanrıtanımaz çiçeğini gördüm. Çok güzeldi. Tek farklı yaşadığım şey buydu!” Dedim. Büyükannem beyninden vurulmuşçasına bedenini serbest bırakıp kalçasının üzerine oturup yere uzunca bakmaya başladı. Bir şey düşünüyor gibiydi. Beyaz geceliğinin eteğini tutup sıktı ve nihayet bana döndü. “Ona dokundun mu?” dedi yalvaran gözlerle. Ona dokunmamı ister gibi bir hali vardı. “Dokundum, neden ki?” dedim. Hala davranışlarının tuhaflığını çözebilmiş değildim. Ama asıl vurulma noktası verdiğim yanıt oldu. Dudağını kemirmeye başladı ve ayağa kalkıp odanın içinde turlamaya başladı. “Bana, ne olduğunu anlatacak mısın?” dedim sonunda üşüdüğümü dahi unutmayı başarmıştım. Büyükannem bir o yana bir bu yana dolanıp başımı döndürmeyi başarmıştı. Sonunda durduğunda ise Tanrılara şükrettim. “Bana dokunduktan sonra ne olduğunu anlatmanı istiyorum!” dedi panikle. Kaşlarımı çattım. “Beni korkutuyorsun Büyükanne! Bay Hamris duysa senin kadar tepki vermez!” dedim. “Soruma cevap ver Sora!” dedi öfkeyle. Teslim olurcasına el kaldırdım. “Ona dokundum ve soldu. Yok oldu, şimdi rahatladın mı?” Şakaklarını tuttu ve birkaç saniye ovuşturup yanıma geldi. Yanıma oturup ellerimi tuttu. “Ona dokunmaman gerekiyordu Sora. Sen hiç Yasak Elma hikayesini duymadın mı?” dedi ve devam etti. “Âdem ve Havva… En büyük günahı nasıl işledi? Onlara yasak olan elmayı yiyerek öyle değil mi?” Yanıt beklercesine gözümün içine baktı. Başımı salladım. “Bu diyar ikinci kez yaratıldığında Tanrılar belirli günahları işleyebilmemiz için bize Elçiler gönderdi. Daha fazla kan dökülmesin, Günahsız kulları daha fazla zarar görmesin diye…” “Bana bunu neden anlatıyorsun ki? Bunları zaten biliyorum!” dedim omuz silkerek. Ben bedenen üşüyordum ama Büyükannem sanırım zihnen üşütmüştü. Elimi dinlemem için dikkatle sıktı. “Başka bir günah işlenmesin diye yaratıldı bu diyar! Ama sen…” dedi ve durdu. Aklından bir şeyler tartarcasına gökyüzüne bakıp sonunda gözlerime dönebildi. “Sen daha büyük bir günah işledin! O çiçeğe dokunmak ve öldürmek… Bu Tanrılar tarafından bize yasaklandı. Çünkü…” Yine durdu ama bu sefer gözlerini kaçırdı. “Çünkü Tanrıtanımaz çiçeği bu diyarda yasaklanan büyü gücünü aktifleştirir! Sadece Elçilere bahşedilen bu güç çoktan kanına karışmış gibi görünüyor.” Kalktı ve beni elimden tutup banyodaki aynanın karşısına sürükledi. Omzumu tuttu ve aşağı doğru kaydırdı. Omzumda beliren yabancı şekli inceledim. Tıpkı Tanrıtanımaz çiçeği gibi beyaz şimşek deseni ve üzerinde parıltılı mavi tohumların aynısı bir dövme gibi kolumu kaplamıştı. Ellerim panikle desenin üzerine gitti. Parmaklarımı yalayıp geçmesi için defalarca oluşan şeklin üzerini ovaladım ama geçmiyordu. “Büyükanne, bunun bir saçmalıktan başka bir şey olmadığına emin misin?” dedim. Şimdi ben daha da panik olmuştum. Büyükannemin gözleri dolmuştu. Başını olumsuz anlamda salladı. “Çoktan Elçilerin kulağına gitmiştir. Ona dokunduğun an haberleri olmuştur.” Panikle Büyükanneme döndüm ve elini tuttum. Titremem bir anda geçmişti ve bu sefer korkudan titremeye başlamıştım. “Ben, istemiyorum. Büyü gücünü de bu kolumdaki lekeyi de…” dedim ve öfkeyle üzerimdekileri çıkarıp kendimi duşun altına soktum. Sadece iç çamaşırlarımla kalmıştım. Beni ıslatan suyun altına tüm kolumu kaplayan parlak lekeleri sabunla ovalamaya başladım. Eğer büyükannem haklıysa şu an yaşadığım durum benim için pek iç açıcı değildi. O yüzden bu izlerden kurtulmam gerekiyordu. Sabunun çıkarmadığını görünce keseye uzandım ve kolumu kanatacak raddeye gelmesini aldırmadan keselemeye başladım. Büyükannem elimdeki keseyi alıp bir köşeye fırlattı. Kolumu tuttu ve inceledi. “Bu şekilde çıkacağını mı zannediyorsun?” dedi yalvarırcasına. “Bu şey bana bela olacak, eminim!” dedim ve başka keseye ulaşmaya çalışırken yine beni durdurdu. “Hiçbir işe yaramayacak Sora. Bu şekilde oyalanamazsın. Kaçmalısın!” dedi ve beni duşun altında bırakıp içeri girdi. Bir süre sonra elinde bir havlu bir de muskayı andıran bir kolye ile döndü. “Kurulan ve bu muskadaki adrese git. Seni koruyacak birileri var!” dedi ve havluyu bedenimi sarmalayıp beni banyodan çıkardı. Kanepedeki kıyafetleri görünce her şeyi ne kadar kısa bir sürede hallettiğini anladım. Bu yaşadığım şey gerçek olamayacak kadar ani ve beklenmedikti. “Nereye gideceğim? Gitmem şart mı?” dedim. Panikten ve korkudan titremeye başlamıştım. Büyükannem yanaklarımı tuttu ve ona bakmamı sağladı. “Bu olanlar şaka değil Sora. Orada neden çalışmanı istemediğimi şimdi anladın mı? Bunun elbet bir gün gerçekleşeceğini biliyordum. Bu senin kaderinde var. Daha ilk doğduğunda anlamıştım. Kaderin önüne geçemeyeceğimin de farkındaydım. Bugünün bir gün geleceğini biliyordum. Bu yüzden hazırlıklıyım. Sana verdiğim adrese git ve seni benim yolladığımı söyle. Oradakilere konuyu açıklamana gerek kalmadan sana yardımcı olacaklar.” Uzandı ve alnımı öptü. “Şimdi gitmen lazım Elçiler birazdan burada olur.” Kıyafetleri ve temiz iç çamaşırlarımı bana uzattı. “Bana neden bu durumdan bahsetmedin? Madem biliyordun…” “Ne önemi olacaktı? Seni bitkilerden uzak tutamazdım. Sen ve onlar arasındaki bağı koparmaya kimsenin gücü yetmezdi!” Yüzündeki hüznü gördüm. “Daha fazla cevaba ihtiyacın olduğunu biliyorum ama gitmelisin Sora. Orada tüm sorularına cevap bulacaksın. Oyalanma!” dedi ve pencereye koştu. Birileri geliyor mu diye kontrol ediyordu. O esnada giyindim ve adres yazılı muskayı boynuma astım. “Bu adrese nasıl gideceğim? Yürüyerek mi?” Bir yandan giyiniyordum diğer yandan içine düştüğüm aptal durumdan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. “Limana git ve Kaptan Golan’ı bul. O seni götürecek!” “Kaptan Golan… Şu senin…” derken sözümü kesti. “Evet ama şu an önemi yok!” Kaptan Golan Büyükannemin ilk aşkıydı. Onunla kavuşamadıkları için hala üzgün olduğunu biliyordum. Büyükbabamla evlenmeden önce yaşadıkları büyük aşk onların yaş grubu arasında konuşulurdu. Güzeller güzeli Erina ve Golan… Kavuşamayan aşıklar! Onların aşkı kapanıp gitse de içlerinde hala öfkeli ve yarım kalmış bir hikâye yatıyordu. Ondan her bahsedildiğinde gözlerindeki hayal kırıklığı ve yarım kalmışlığı hissediyordum. Ama konumuz bu değildi. Başım dertteydi ve bir an önce gitmezsem başıma geleceklerden korkuyordum. “Büyü gücü… Onu kazandığıma emin misin? Hala aynı hissediyorum.” Dedim göz ucuyla onu süzerek. “Onu kullanmadığın sürece aynı hissedeceksin. Ne olursa olsun onu kullanma Sora. Yoksa seni yakalamaları kola olacaktır.” Bir gücüm vardı ve kullanırsam yakalanabilir hatta belki de ölebilirdim. Ne olursa olsun Büyükannemin sözünü dinlemeliydim. Zaten nasıl kullanacağım hakkında da bir fikrim yoktu. Şu anlık beladan uzak durmak tek hedefimdi. Tamamen hazır olunca Büyükannemin yanına gittim. Omzuma bir pelerin astı ve saçlarımı örtüp bana kocaman sarıldı. Gözleri yaşlarla ıslanmıştı ve titriyordu. Onu bu şekilde bırakmak içime sinmezdi. “Sen de gel!” dedim yanaklarını sıkıp okşarken. “Gelemem Sora, sana ayak bağı olmaktan başka bir şey olmam. Yaşlandım ve seni yavaşlatmaktan fazlasını yapmam.” “Umurumda değil, seni tekrar görmeyeceksem gitmemin de bir anlamı yok!” Elimi tuttu ve sıktı. “Eğer gitmezsen son nefesime kadar sana öfkeli ve küs kalacağım. Gitmeli ve kendini kurtarmalısın. Elbet yine görüşeceğiz. Söz veriyorum!” Gözlerinde ki yaşlara daha fazla dayanamadım ve içimde ne varsa göz yaşlarımla akıttım. Kendimi bildim bileli sadece o yanımdaydı. Bu zamana kadar nerede olduklarını dahi sorgulamadığım anne ve babamdan daha yakındı. Bu zamana kadar bir kez olsun onların varlığından konuşmamıştık. Çünkü biliyordum ki bir tek o yanımdaydı ve gerisi önemsizdi. Ölü ya da diri! Durumlarını hiç merak etmemiştim. Bu yüzden bana hiç açıklamada bulunmadığı için her zaman minnettar olduğunu görebiliyordum. “Seni burada bırakırsam Elçiler seni rahat bırakmayacak,” dedim. Gülümsedi. “Bana hiçbir şey yapamazlar Sora. Günahkâr değilim. Tanrıların kuralarını çiğneyemezler. Bu diyar iki kez yaratıldı Sora. İlkinde Âdem ve Havva’nın başlattığı maceranın sonu iyi bitmedi. Şimdi ise bize yeniden bir şans verildi ve bu sefer kurallar daha açık, günah işlemediğimiz sürece kimse bize cehennemi yaşatamaz.” Kapıyı açtı ve muskamı işaret etti. “Kaptana adresi göster. O ihtiyar eminim gideceğiniz yeri çoktan unutmuştur.” Gülümsedi ve beni kapının ardına kadar nazikçe itti. “Zamanımız az acele et!” Uzandım ve ona sıkıca sarıldım. “Seni seviyorum Büyükanne!” Yanağına uzun bir öpücük kondurdum ve koşmaya başladım. Arkamdan beni sevdiğine dair bir şeyler mırıldandı. Ama ben daha fazla onun başını da belaya sokmamak için limana doğru ilerlemeye başlamıştım. Bugün yaşadıklarımdan sonra bir daha kendime gelmem kolay olmayacaktı. Boynumda bir adres, kolumda aptal bir dövme ve hayatımı mahfeden aptal bir çiçek yüzünden kaçmak zorundaydım. Çünkü bir günah işlemiştim ve anladığım kadarıyla bu günah hiçbir yere ait değildi. İşlediğim günah ise kasıtlı bir durum değildi. Ama Tanrıları ve Elçileri kızdırmış olmalıydı |
0% |