Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10.BÖLÜM DOĞUTÜRKİSTAN

@batingam

Zümra'dan...

" O çocuğun koluna bir daha dokunursan..."

Rahman dı bu; yetişmişti. İki polisle gelen, gitmek istemeyen Şura'nın kolunu canını acıtacak derecede sıkmış çekiştiren bakanlık görevlisinin kolunu bükmüş, yüzü acı ile büzülürken kulağına sakin bir sesle söylemişti bu sözü.

Korhan babam korku ile adama doğru fırlamıştı. Yüzünde oluşan korku adamın koluna bişey olacağından değil, az bir ihtimalde olsa Rahman'ın içindeki Karabasan'ın yüzünü göstereceğiydi.

" Rahmaaann ! "

İki Muhafız'ın gözleri birbiriyle çakışırken söze giren babam oldu.

" Sakin evlat sakin ! "

Rahman elini gevşettiği anda babam yerde diz çökmüş adamın koltuğuna girip ayağa kaldırdı.

" Kusura bakmayın lütfen. İşte bakın çocuk onun evladı gibi; biraz daha zaman verin. "

Adam bir yandan bileğini ovarken, bir yandan da kucağında ağlayan Şura'nın saçlarını şevkatla kulaklarının arkasına alan Rahman'a ters ters bakıyordu.

Korhan babam devam etti.

"Bize iki saat mühlet verin söz veriyorum çocuğu kendi ellerimizle getireceğiz. "

Babam yalvaran gözlerle adamın ağızından çıkacak olan sözcükleri bekliyordu.

Adam ayağa kalkıp üzerini silkelerken konuştu.

" Hayır katiyen olmaz. "

' Karşındakinin kim olduğunu bilsen ikiletmezsin adi herif. '

Babam adamın yanından uzaklaşarak telefondan arayacağı kişiyi bulup kulağına götürdü.

Bakanlık görevlisi Rahman'ın yanına gidip gitmemekte kararsızdı. Rahman ise adama gözünü kırpmadan öyle bir bakıyorduki adam bırakın yanına gitmeyi gözlerine bile bakamıyordu. Koray ise gözleriyle Rahman'a yalvarıyordu, o da korkuyordu bir delilik yapacağından.

Polisler Rahman ile adamın arasında etten duvar örmüş, komşular sokağa boşalmıştı. Şura Rahman'ın boğazına sarılmış hâla ağlıyordu.

Bakanlık görevlisinin cebindeki telefon çalmaya başladığında dikkatle adama odaklandım. Arayanı görünce gözleri irileşen adam önce Rahmana daha sonra babama bakıp, acıdan hızlanan nefesini kontrol altına alarak telefonu açtı.

" Buyrun efendim ! "

Araya girmeden sonuna kadar karşısındakini dinledikten sonra;

"Tabi efendim nasıl emrederseniz. Tabi.... Tabi efendim siz nasıl isterseniz. "

Adam telefonu kapatıp polislere döndü.

" Gidiyoruz arkadaşlar. " deyip üç adım karşısındaki Korhan babama doğru bir adım attı.

" Sadece üç saat. Sonra tekrar geleceğiz"

" Tamam anlaşıldı. Teşekkür ederiz."

Polis arabası ilerlemeye başladığında gözümdeki farketmediğim yaşı silip Gülsüm annem önden ben peşinden bahçe kapısından içeri girdik.

Salona kadar kimse konuşmadı. Gülsüm annemle birlikte bayların oturmasını bekledikten sonra o bir koltuğa, bense diğerine yerleştik. Tuğçe ile babam bir kanepede, Koray ve kucağında Şura ile Rahman ise diğerine oturdu.

Söze zorda olsa ilk giren babam olmuştu.

Rahman'a acıyan gözlerle bakarak.

" Rahman çocuğu sen teslim edeceksin. Ben ve Zümra da senle geleceğiz."

Rahman kanlanmış gözlerini babama çevirip cevap verecekti ki babam itiraz edercesine elini kaldırdı.

" Oğlum işleri daha da zora sokacaksın. Bak kara listeye girersin ilerde hak kazansan bile Şura'yı alamazsın beni dinle. Eğer Şura'yı seviyorsan yap şunu."

Rahman şuraya bakıp sinirle iç çekti. Şura ise Rahmana öyle bir bakıyorduki, o masmavi yalvaran gözlerle bakan kızı başka bir ele teslim etmek Rahman için büyük bir sınavdı.

Rahman çaresizce Korhan babamın gözlerine baktı.

" Tamam dayı. Ama bak elimizden geleni yapacağız hatta daha fazlasını. Burada herkesin önünde ona söz vereceğiz."

Kendinden emin dik bir şekilde konuşmuştu.

Babam çabalarının faydasını gördüğünde derin bir nefes aldı.

" Tamam evlat söz ! "

Ben, Babam ve Rahman Şura'yı teslim etmek için yola koyulmuştuk. Alışveriş merkezinden benimde yardımımla Şura ya birşeyler almayıda ihmal etmedik.

Hiç kimseden ses çıkmıyordu Rahman arka koltukta gözünü ön koltuğa dikmiş birşeyler düşünüyordu. İki saatin sonunda yetimhaneye gelmiştik.

Rahman, Şura ile inip kapıya doğru yönelirken peşinden takibe koyulduk.

Duvarında müdür yazan odanın kapısını tıklayıp içerden "Gel" sesi geldikten sonra girdik.

Karşı koltukta orta yaşlarda, zarif, tesettürlü, son derece kibar bir hanımefendi ayağa kalkarak karşıladı bizi.

Ne için geldiğimizi gayet iyi biliyordu.

Bize verdiği bir top evrakları imzaladıktan sonra sıra en zor kısma, vedaya gelmişti. Rahman Şura'yı önüne çekip ona doğru eğildi. Ben çoktan göz yaşlarımla cebelleşmeye başlamıştım.

Şura sakince Rahman'ın ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu.

" Gö....GökGözlüm..." deyip zorla yutkundu.

'Gökgözlüm mü ? ' bu nasıl bir benzetme, bu nasıl bir hitap, bu nasıl bir ses tonu ? Bu insan ne güzel bir insan. Belli oluyordu, dolmuştu göz pınarları.

" GökGözlü Aybalam. Seni buradan çıkaracağım, sana layık olduğun en güzel hayatı sunacağım, emin ol bunun için elimden geleni yapacağım. Belki iki ay sonra, belki dört ay sonra ama seni burada bırakmayacağım. Bak burada oyun alanları çok çok çok arkadaş var, herşey var. Sıkılmazsın beni bekle anlaştık mı. " Şura pamuk ellerini Rahman'ın yanağına koyarak tebessüm etti.

' Yapma be kızım koyma o pamukları oraya. '

" Sen bana bir kere söz verdin tuttun. Sana inanıyorum beklicem. "

Müdire hanım Şura'nın elini şevkatla tuttu.

" Üzülme maviş gözlüm, bak burada senin yaşında bir sürü arkadaş var. "

Şura hiç tepki vermiyordu Müdire hanım'ın söylediklerine.

Rahman dolmuştu patlaması an meselesiydi. Onun ailesini elinden alıyorlardı.

Müdire hanımla el sıkışıp kapıya yöneldik. Ben çıktıktan sonra babam peşimden çıkmıştı. Gözü hâla Şura'sında olan Rahman, başını bize çevirip tam çıkacaktı ki ağlamaklı bir sesle içerden Şura haykırdı.

"Ba...Babaaaaa ! "

Hepimiz hızla ona döndük. Rahman 'Yapma' der gibi yalvarırcasına gözyaşlarına boğulan Şura'ya boynunu bükmüştü.

"Mü.... Mübariz sözü mü ? Gelcen demi ?"

Rahman göz yaşlarıyla bir sıçrayışta Şura'ya yapıştı. On yaşından bu yana kimsenin karşısında eğilmemesi için eğitilen Karabasan, Şura'nın karşısında diz çökmüştü.

GökGözlerinden akan gözyaşlarını silerek.

" Namus sözü Gökgözlüm, şeref sözü, Mübariz sözü Aybalam alacağım seni buradan. Sen ağlama n'olur ağlama. "

Artık düşmüştü, inatla göz kapaklarına yapışan göz yaşları sonunda kendini aşağı bırakmış, ıslatmıştı Rahman'ın kirli sakallı nur yüzünü.

Zorlu ve sessiz yolculuğun ardından eve dönmüştük.

Yol boyu camdan dışarı bakıp hiç konuşmayan Rahman Korhan babama bakıp sessizliğini bozdu.

" Gördün mü Reis ? ' Çıkamaz ' dediğiniz o cehennemden çıkardım, kendi devletimin yetimhanesinden çıkaramadım Şura'yı. "

Babam koltuktan kalkarak kanepede oturan Rahman'ın dizlerinde bağlamış olduğu ellerini iki avucunun arasına aldı.

" Söz verdik Rahman. Alacağız onu oradan. " Babam şimdiye kadar yapmadığı bir kararlılıkla telaffuz etmişti bu sözcükleri.

Ayıramıyordum, bir türlü Rahman'nın hüzünlü gözlerinden ayıramıyordum gözlerimi.

Tâ ki bir telefon çalana kadar !

Babamın telefonuydu bu. Karşısındakine sadece " Tamam " deyip kapattıktan sonra Rahmana baktı.

" Rahman Yuvaya ! " dedikten sonra Gülsüm anneme döndü.

" Beni beklemeyin, belki uzun bir zaman yokum. Dikkat edin kendinize." deyip sıradaki bana çevirdi yeşil gözlerini.

"Kızım belki yetişemem seni yolcetmeye, hakkını helâl et çok yardımın dokundu."

Tek yapabildiğim şey boynuna atılıp sıkısıkıya sarılmak olmuştu.

" Helal olsun babam ne yaptım ki ? " dedikten sonra Rahman ile birbirimize başlarımızı sallayıp vedalaştık.

Rahman Gülsüm annemin elini öperken babam çoktan arabanın yanına gitmişti. Rahman da ayakkabılarını giyinmiş peşinden giderken, içimden gelen ani bir dürtüyle;

" Rahmaaan !" diye bağırdım.

Onun merakla bakan gözlerine bakıp devam ettim.

" Sağ gel, sağlıklı gel. Bekleyenin var. "

Daha cümlem bitmeden pişman olmuştum ama iş işten geçmişti.

'Kızım ne diyorsun sen ? '

Kendi söylediğime kendim bile şaşırmıştım.

"Şey yani Şura için ? "

Rahman zoraki gülümseyip, yarı sevinçli, yarı hüzünlü gözlerle çıktı. Tabi çıkmadan bahçe kapısından can alıcı son bakışını atmayıda ihmal etmedi.

Zorlu bir ayrılıktan sonra salona geçtiğimizde Gülsüm annemin acıyan gözlerle beni seyrettiğini gördüm. Benim sorgulayan gözlerle baktığımı gördüğünde sormama fırsat vermeden karşısındakine acıyan bir ses tonu ile konuştu.

" Eh be kızım, eh be yavrum ! Aşık olacak adamı şaşırdın mı sen bitanem ? "

Başım yerde, gözlerimi kaçırarak cevap verdim.

" Yok anne ne alakası var ? "

Bana doğru yavaş yavaş ilerleyip yanıma oturduktan sonra ellerimi ellerinin arasına aldı.

" Boğazın yanıyor mu, o giderken ellerin terledi mi ? ' Bir saniye; ya bir saniye daha dursun. ' dedin mi, miden kasıldı mı, o son bakıştan sonra dizlerindeki derman gitti mi ? "

' Bu kadın bütün bunları nereden biliyoo ? '

Dudaklarımı büzmüş, ağladığımı saklamak için dizlerine başımı yerleştirdikten cenin pozisyonunu aldım.

" Ya anne sen nerden biliyorsun bunları ?"

Her zaman bütün stresimi başımın üzerinden çekip alan ellerini yine atmıştı ait olduğu yere.

" Biliyorum ! Çünkü bende Korhan babana aşık oldum. "

Son sözleri gayet emin bir ses tonu ile çıkmıştı.

" Onlardan birine aşık olmak ağır bir sınavdır kızım."

1 Saat sonra Yuva...

Rahman'dan...

" Sağ gel, sağlıklı gel. Bekleyenin var."

Bir saattir beynimde yankılanan Zümra'nın son sözleri bunlar olmuştu.

" Evet çocuklar beni dinle."

Korhan Yarbay projeksiyonu açmış, elindeki lazeri beyaz perdeye yansıyan, yeşil arazi haritasında gezdirmeye başlamıştı.

" Burası kanayan yaramız Doğu Türkistan. Tam şu bölgeye yüksek duvarlarla çevrili bir kamp yapıldı ve içerisinde de Doğu Türkistan'lı kardeşlerimizin esir tutulduğu istihparatı geldi. Tabi binbir türlü işkencelerle."

Sadece Korhan Yarbay, ben, Koray ve bir kaç tanede bilgi işlemde görevli arkadaşlar vardı, Hepimiz yumruğumuzu sıkmış, sinirle anlatılanları dinliyorduk.

" Evet diğer arkadaşlarınız ilk uçakla akşam saatlerinde buradalar. MİT ile ortaklaşa yaptığımız ilk görev. Emir Aksakallılar dan geldi. İstihbari bakımdan oldukça kuvvetliyiz."

Gözlerimize dikkat kesilerek tane tane devam etti konuşmasına.

"Rahman Sincan da sizi bir tüccar kardeşimiz bekleyecek, ismi Muslim Abakan. Silah ve tüm teçhizatlarınız ona gidecek, net adresi sana sonra bildirilecek."

Nefesini verdi ve birşey atlayıp atlamadığını düşünerek tekrar devam etti.

"Oradaki üçyüz kişi olan kardeşlerimiz tabi önemli ama en önemlisi olan ve onbinleri kurtaracağınız bir evrak. Evet sadece bir kağıt parçası. O kağıt parçasında bir nevi buranın zulmü ile görevlendirilmiş ve bunu kendine ilke edinmiş 12 tane budistin detaylı bilgileri var. O isim listesini alıp bize resimli mesaj atacaksınız. MİT bunların buluna bileceği adresleri size gönderecek. Ondan sonra ne mi olacak ? En iyi yaptığınız işi yapacaksınız. " deyip kararlılıkla yumruğunu masaya vurdu.

" Biçeceksiniz oğullarım ! Onların herbirini inim inim inleterek biçeceksiniz. "

Emir alındı. Merhamet yok, acımak yok.

Akşam ekip tamamiyle yuvadaydı. Hepsinin yüzünde güller açıyordu. Korhan Yarbay yapılacak operasyonun tekrar üstünden geçmişti.

Herkes birbirine annesini, babasını, kardeşlerini, anlatıyordu. Çoğunun, onlar adadayken dünyaya gelen kardeşleri dahi olmuştu. Çok mutlu görünüyorlardı.

Samed bana doğru öne çıkarak

" Reis abdestlerimizi alalım yatsı ezanı okundu. Korhan Yarbay imam olsunda cemaat yapalım sonrasında Fetih suresi sende. "

Başımı sallayıp;

"Tabi kardeşim ben abdestimi biraz önce tazeledim. Siz abdestinizi alırken bende odasından Korhan Yarbayı çağırayım. "

Yatsı namazlarımızı kılıp huzurdan ayrılırken Koray yanıma yaklaştı.

" Reis yine erittin bizi be ! "

" Sağol kardeşim Allah kabul etsin. "

Yaklaşık iki saat çay muhabbet derken koğuşlara dağıldık.

Sabah saat 04:45...

Rahman'dan...

" Koğuş kaallkk ! Herkes onbeş dakika içerisinde harekat merkezinde hazır olsun."

Herkesin ayaklanıp, ellerini dolaba attıklarını gördüğümde içimdeki heyecanımı bağırarak paylaşmaya başladım.

" Kardeşimizin göz yaşını silmeye, onların Zülfikarı olmaya gidiyoruz, mazlumun ahını sormaya, yarasına merhem olmaya, zalime ölüm kusmaya, kan dökmeye, şehadete gidiyoruz acele et ..."

Onbeş dakika sonra tim harekat merkezin de Korhan Yarbay'dan gelecek talimatı bekliyordu. Korhan Yarbay elindeki evrakları indirerek bize döndü.

Çınarın gözündeki heyecanı farketmek zor olmamıştı.

" Rahman bu riskli ama başka çare yok evlat. İlk giriş nöbetçilerini halledeceksin, sonrasında adamlara yakalanacaksın. Önden seni Keng-shi diye birinin yanına görürecekler, büyük ihtimal odasına. O evrak o şerefsizin odasında. Bu adam kampın komutanı. Odaya gittikten sonra senden işaret gelince tim operasyona başlayacak. O kargaşada oradakileri etkisiz hale getirip evrağı bulduktan sonra bize istediğimiz resmi atacaksın.

Tüccarın oraya gittiğinizde maskeni üst üniformana diktireceksin. İlk gördüklerinde yüzünü açmaya çalışacaklar ama fazla uğraşmayacak, seni ivedi bir şekilde komutanın önüne çıkarmak isteyeceklerdir. Yüzünü açmaya çalıştıklarında zaten odada olmuş oluyorsun. İşareti vereceksin tim aşağıda, sende orada kıyıma başlayacaksın."

Heyecandan parıldayan gözlerime tebessüm ile bakıp devam etti.

" Anlaşılmayan bişey var mı ? "

" Anlaşıldı komutanım ! "

İki elini birbirine vurup;

"Hadi Gazanız mübarek olsun."

" Sağol Komutanım ! " diye hep bir ağızdan bağırdık.

Elindeki istifli kitapçıkları uzatıp.

" Rahman şunlar pasaportlarınız. Sizi Sabiha Gökçende özel bir uçak bekliyor olacak. En geç saat 06:00'da orada olacaksınız. Büyük ihtimal MSS ( Çin İstihbarat Servisi ) sizi indiğiniz anda takibe alacak. Adamların ağı çok sağlam dikkatli olun, onları atlatmadan tüccarın oraya gitmeyin."

Bu kez uzattığı küçük bir kâğıttı.

" Tüccar senin geldiğini anlayacaktır. Sana kağıttaki o soruyu soracak." deyip göz kırptı.

Tim'e kağıtta yazan, cevabını zaten bildikleri o soruyu okudum.

Kürşad'ın yüzbaşısının ismi ?

12 saat sonra Sincan...

16:00 gibi uçak Havaalanına inmişti.

Fransız ünlü bir otomotiv şiketinin elemanlarına düzenlediği turistik bir gezi için buradaydık. Türkiye'deki gezimiz bitmiş sıra Çin de idi. Yani bugün Fransız dık.

Sincan bölgesindeki oteller ucuz olduğu için buradan tutmuştuk odalarımızı. Tabi Çinlilerin böyle bilmesini istiyorduk.

Koray la ben tüccarın yanına gitmek için otelden çıktık.

DoğuTürkistan'ın sade bir çarşısı vardı. Solumuzda koyun yünleri satan bir esnaf, sağımızda lokal gibi bir yerin duvarının önüne tezgal açmış nalbur. Yaklaşık elli metre ilerde ise lokantalar başlıyordu. Caddesi çok geniş olmamakla birlikte, en fazla on metreydi.

Tüccarın dükkanına yürüyerek onbeş dakikalık mesafedeydik. Silahlarımız ve teçhizatlarımız bizimle aynı uçakta gelmişti. Bizim elimize alıp çıkartma gibi bir lüksümüz olmadığı için bu işi orada kolu heryere uzanan Tüccar Muslim yapacaktı.

Yanımdan geçen 17 yaşlardaki genci durdurarak elindeki adresi gösterdiğimde on metre ilerdeki önü kumaş topları ile kaplı, diğer dükkanlara nazaran bayağı büyük bir dükkanı gösterdi.

Dükkana girdiğimizde içerde üç tane Uygur olduğunu tahmin ettiğim bayan müşteri vardı. Koray ile binbir renkli kumaşlara dalmışmışken ' Burayı açmak bayağı bir sermaye ister. ' diye geçirdim aklımdan.

Koray koluma dürtüp;

" Reis adam dik dik bakıyor. "

Koray'ın gösterdiği yere baktığımda bilgisayarın başında oturan 55'li yaşlarda, beyazlamış hafif uzun saçları, çekik torbalı gözleri ile gözlüğün üzerinden bizi süzen adamla gözgöze geldim. Ayağa kalkıp bize doğru yaklaşmaya başladı.

Bu muhteşem Türk kültürü dünyanın neresinde olursa olsun hep aynıydı. Gözler çekik olsa da karşımdaki yaşlı kurt bizim oraların yaşlı esnaflarını andırıyordu. Siyah kumaş pantolon beyaz gömlek, gömleğin üzerinde ise siyah bir yelek

Yan tarafımızdan bir müddet bizi izledikten sonra, kendinden emin bir şekilde ellerini arkasında birleştirip, başını olabildiğince dikleştirerek buğulu, kalın ses tonu ile konuşmaya başladı.

" Kürşad'ın Yüzbaşısının adı. " diye sordu.

Eğer ' Ne saçmalıyorsun ? " der gibi yüzüne bakarsam, karşısındaki iki yabancının beklediği dostlar olmadığını anlayacaktı.

Yüzümdeki belli belirsiz tebessümle baktıktan sonra, karşımdaki Türk gibi ellerimi arkaya atıp yönümü tekrar kumaşlara döndüm.

" İşpara Alp ! "

Cevabı alan adam ani bir darbe almış gibi olduğu yerde sıçrayıp, çatık olan kaşlarını serbest bıraktı. Kendinden emin hâli yerini gururdan dolan gözlere, saygıdan eğilen bir bele bırakmıştı.

Arkada depo olarak kullandığını sandığımız yere götürdü. Gözlerini gözlerimizden ayırmıyor, önünde bağlı olan eli bir türlü çözülmüyordu.

" Dayı rahat ol artık. Çöz şu ellerini. " dediğimde ellerini çözüp yanlara alarak yumruk yaptı.

" Geldiniz; gardaşınızın isteğini geri çevirmediniz. Sağolun Aslan parçaları sağolun. "

Daha da rahatlatmak ve bizi evladı olarak görmesini sağlamak için kollarımı açtım.

Bir süre sarıldıktan sonra iki omzunu da tutup sıktım.

" Dayı yabancı değiliz. Evladını nasıl görüyorsan bizide öyle gör. "

" Ben sizi biliyorum, sizden öncekileri de onlardan öncekileride. Sizin en büyük Komutanınız Kürşad. Sizin askeri olduğunuz bu teşkilatı Oğuz Kağan'ın emri ile Kürşad kurdu. Sizin bir benzeriniz yok, eşiniz yok. Biz bunun kandan geldiğine inanırız sizinkiler ise Allah'tan gelen bir yetenek olarak görür."

Sağa sola hızlı bir şekilde bakınarak. Üzerinde kumaşların yığılı olduğu tahtadan bir zeminin altındanki plastik kasayı çıkardı. İçerisinde tabanca ve herkesin kendine ait teçhizatı vardı.

"Burada toplam sekiz plastik kasa var."

Diğerlerine de sırasıyla bakarak benimkini buldum. Adamın yanına yaklaşıp ayaklarımın önündeki kasayı göstererek.

" Muslim abi bu plastik kasadakiler benim. Ondaki üst kıyafete oradaki maske dikilecek; bu yapılan plan için gerekli. Birde oradaki sekiz tane fırlatma bıçağı için hücum yeleğine uygun bir yer diktirme şansın var mı ? "

Esmer çekik gözlü adam karşımda resmen eziliyordu.

" Sen emret kardeşim, sen emret yeter ki ben akşama hazır ederim. "

" Yok estağfirullah emretmek ne haddime ricam olur. " dedim.

Çekingen bir şekilde tekrar konuştu.

" Akşam kaç gibi burada olursunuz ? "

" Kamp kaç kilometre bilmiyoruz. Kaç saatte gideriz ? "

Muslim abi biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı.

" Kırkbeş kilometre. Yolları kötü olduğu için arabayla bir saate orada olursunuz."

"Tamam arabayı senin ayarlayacağını söylediler doğru mu ? "

Beklemeden başı ile onayladı.

" Evet 40 kilometreye kadar biz götüreceğiz ondan sonra yaya gideceksiniz işiniz bittiğindede aynı yerden alacağız sizi. "

Başımı iki yana sallayıp;

" Hayır gün ışımadan bıraktığın yerin beş kilo metre daha aşağısından alırsın bizi. Bizim haber verme gibi bir lüksümüz olmaya bilir. Aynı noktadan alınmamız sakıncalı olur. "

Hâla gergin, hâla heyecanlıydı.Sakin olmasını sağlamak için ' Daha ne yapabilirim ? ' diye düşünsemde başka hiç bir yol bulamadım.

Tek çare onu burada yalnız bırakıp, olanları düşünüp idrak etmesini sağlamaktı.

" Allah izin ederse Akşam 22:00 de buradayız Muslim abi. " dedikten sonra çıkışa yöneldim.

Arkamdan gülümseyerek.

" Tamam o zaman görüşmek üzere Allah'a emanet olun. "

Saat: 22:00...

Rahman'dan...

Muslim abinin dükkanına dikkat çekmemek için arka kapıdan belli aralıklarla teker teker girdik.

Tim hazırlanmıştı, hepsine tek tek baktıktan sonra arka kapıdaki Muslim abiye döndüm.

Gururla bakan çekik gözleri karşısındaki maskeli kurtlardaydı. Herbiri aslan gibi dikilmiş benden gelecek olan komutu bekliyordu.

" Haydi Börüler araç bin. " dememle herbiri girdikleri kapıdan çıkıp araca bindiler.

Araç yirmibeş kişilik siyah, ticari bir araçtı. Muslim abi sağa sola bakınarak depo kapısını kilitlerken, detaylı bir şekilde sessiz sokağı izledikten sonra araca bindim.

Müslim abi marşa basıp motoru çalıştırdıktan sonra gözlerinin kapanmasına sebep olan tebessümü ile yüzüme baktı.

" Biran kendimi 500'lü yıllarda hissettim Komutan." dedikten sonra derin bir iç çekti.

Direksiyonu sıkışından, dudaklarının çizgi haline gelip titreyişinden ve yüzündeki sebepsiz gülücükten gururlandığı açıkça belli oluyordu.

" Sanki Kürşadın 40 çerisini Çin kalesini basmaya götürüyorum." dedikten sonra gülmek için değilde, sanki içindeki sıkışan, taşan gururunu atıyormuşcasına kahkaha attı.

Hikayeyi bildiğim için devam ettim.

" O geceden sonra Türkler yağmurda savaşmaktan korkar olmuşlar."

Muslim abinin o geceyi net bir şekilde bilmediği bakışlarından anlaşılabiliyordu.

" O gece ne olmuş komutan ? "

Bana ilk defa biri ' Komutan ! ' diyordu. Sohbetin akışını bozmamak için uyarma gereği duymadım. Ciğerlerimi serin hava ile doldurduktan sonra o destansı, yaşanmış hikayeyi bildiğim kadarıyla anlatmaya başladım.

" Bazıları Kürşad'ın o sarayı bastığını söylerler. Aksine yaklaşık 40 yıldır esir oldukları o saraydan kurtulmaya çalışıyorlardı. O gecenin sabahında sonucu ölümde olsa o saraydan kurtulmayı planladılar Kürşad ve 8 tane Alpi."

Timden bir gülüşme geldi.

Koray başını sallayıp;

" Bizim gibi ! "

Evet bizde sekiz kişiydik ve bizde canımız pahasına esareti sonlandırmaya gidiyorduk. Bu da Muslim abi'nin dediğini fazlasıyla destekliyordu.

Koray'a başımı sallayıp devam ettim.

" Akşam olduğunda plan uygulanmaya başlandı. Alplerin biri kale kapısı açılır açılmaz ahıra gidecek, atları ayarlayacaktı. Akşam isyan başladı. Türkler önüne gelen Çinli'yi sinek avlar gibi avlıyordu. Öyle ki; bırakın onlarla kılıç çakışmayı Çinliler onların hızını dâhi kesemiyormuş. Önlerini kesmeye cesaret edemiyor, edenler ise ölüme atladıklarını biliyorlardı. Sonunda kale kapısına ulaştılar ve açtılar. Aşırı gök gürültüsü ve sağanak yağış vardı. Atlara atladılar, arkalarında beşyüz Çinli ile birlikte ölümüne at sürmeye başladılar. Önlerinde uçsuz bucaksız bir ova. Bir zaman gittikten sonra karşılarına bütün hışmıyla akan bir nehir çıktı. Yağmurla daha da bir hırçınlaşmıştı bu nehir. Orada sıkıştılar, biçe bildikleri kadar Çinliyi biçtiler. En sonunda Alpler teker teker uçmağa varmaya başladılar. En son En sona btik, yaşlı komutan Kürşad kalmıştı. Onun da kafasını gövdesinden ayırdılar. Çin kralının karşısına büyük bir gururla çıkıp Kürşadın kafasını önüne attılar. Çin kralı ne yapmış biliyormusunuz ? "

Müslim amca can kulağı ile beni dinliyordu.

" Kürşadın cansız başını Çin kralının önüne atılınca, kral bir sıçrayışta tahtın altına saklanmış. "

Kürşad'ın ölmesiyle duygulanan Müslim amca aniden gülmeye başladı.

" O kaledeki halk yıllarca Kürşad ve 40 çerisinin hayaletlerini görmüş, bayağı bir süre o korku ile yaşamak zorunda kalmışlar. "

Müslim amca;

" Allah mekanlarını cennet eylesin " dediğinde herkes " Amin " dedikten sonra sessizce yola devam ettik.

Yaklaşık üç saat sonra esir kampını karşımıza almıştık. Ben ve diğer Kurtlar yedi tane yabancı dile hakimdik. Bunların içerisinde oldukça karmaşık sanılan Çince de vardı. Fazla konuşamıyorduk ama neredeyse tamamını anlaya biliyorduk.

" Reis amma sis var be ! En sevdiğimden."

Bütün tim sesin geldiği yere, Koray'a bakmıştı.

Bora;

" Eee... Biz severiz puslu havayı Gölge ! "

Kamp tahminimce otuzbin metrekareye kurulmuştu. Etrafı neredeyse 15 metre yükseklikteki duvarlarla cevrilmiş bir kaleyi andıran kampın tepe noktalarında yüksek ve oldukça iyi aydınlatan projektörler vardı. Kalenin bizden tarafa bakan, önündeki nöbetçileri ile giriş kapısı bizi bekliyordu. Verilen bilgilere göre bu kapıdan üç tane daha vardı. Benim esir alınacağım kapı tam da burasıydı.

Söyleyeceklerimi tekrar düşünüp, Time talimat vermek için geriye döndüm.

" Beyler ben gizlice sızıp şu kapıdaki nöbetçilere ilerleyip, beni tutuklamaları için tartaklayacağım. İçeri götürdüklerinde siz hazırda bekleyeceksiniz. Benim komutum geldiğinde ilk önce esirlerin kapılarını açıp kargaşa çıkaracaksınız. Büyük ihtimal esirlerinde bize bayağı bir faydası olacak. Eğer gözünüze silahlık falan çarparsa esirleri yönlendirin bırakın silahlansınlar. Anlaşılmayan bişey var mı ? "

Herbiri beni onaylandıktan sonra Boray'a döndüm.

" Kartal sen kendine uygun yer bulup Korhan Yarbay'ın övmekle bitiremediği kartal gözlerinle bizi koruyacaksın. "

Ben tövbeliydim ama hepimiz birer en iyisinden keskin nişancıydık. Bora çok farklıydı; gözünden birşey kaçmaz, namlusundan çıkan her mermi ete saplanmaya mahkumdu. Bu şüphesiz Allah'ın ona bahşettiği bir yetenekti. O gerçekten keskin gözlü, sessiz bir Kartaldı.

Bora başını bana çevirip.

" Anlaşıldı Reis ! " dedi

" Gireceğiniz kapıları aranızda paylaşın. Kesinlikle yaralı veya baygın bırakmayın peşinizde. "

"Anlaşıldı Reis" dedikten sonra helalleştik.

Cesedimin mi, yoksa sağlıklı bedenimin mi çıkacağı meçhul olan o kapıya sürünmeye başladım.

Nöbetçiler birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Aramızda onbeş metre kalmasına rağmen beni görmemekte ısrar ediyorlardı.

' Ulan bunlar gerçekten geri zekalı ! '

En sonunda karşıdaki gülenin beni gördüğünde birden şekli değişti karşısındakinin omzuna vurarak beni işaret etti. Panikle silahlarını bana doğrultup Çince olarak çemkirmeye başladı.

" Silahını yere at ! "

Çok korktukları her hallerinden belliydi. Onların panikle bağırması ile duvardaki nöbetçilerde nişanını şaşkınlıkla bana doğrulttular. Beklediğimden az nöbetçi vardı.

Parmaklarımın ucu ile bacağımdaki kılıftan silahımı çıkartıp yere attım. Silahları omuzlarında bana nişan almış vaziyette, temkinli bir şekilde yaklaştılar.

Biri arkamda, diğeri ise önümdeki yerini aldıktan sonra öndeki sert bir şekilde konuşmaya başladı.

" Dizlerinin üzerine çök ! "

Ben inatla çökmezken arkamdaki elindeki telsiz den komutlar yağdırıyordu.

Önümdeki bir daha bağıracaktı ki havada olan elimi oldukça sert bir şekilde indirip, sıska suratına şiddetli bir tokat attım.

Darbenin etkisi ve ıslak olan otlarında azizliğine uğrayıp başını şiddetli bir şekilde yere çarptı. İlk önce arkamdakinin daha sonra duvardaki nöbetçilerin silahların kurma kollarını çektiğini duydum.

Yerde halsiz bir şekilde inleyerek, düşen silahını arayan Çinli'yi gördüğümde istemedende olsa maskenin arkasında gülümsedim.

' Eminim Oğuz ve Koray kahkaha atmamak için kendilerini zor tutuyordur.'

Arkamdaki asker silahın dipçiği ile dizimin eklem yerine vurup geri doğru sıçradı. Bunu diz üstü çökmem için yapmıştı ama hâla bir hareketlilik yoktu bende.

Şimdi anlıyorum 500'lü yıllarda Türk kadınlarının Çinlileri nasıl Şamar manyağı yaptığını.

Vucudumu dönmeden başımı olabildiğince arkamdakine çevirip ilk defa konuşmaya başladım.

" Ellerim havada pez***nk. Hem vurup hem kaçıyorsun. "

Burada ettiğim küfürün Çince'sini bilmediğim için Türkçe söylemiştim.

Fazla uzatmayıp diz çöktüm. Bana vuran nöbetçi yukarıdaki ellerimi alıp arkadan kelepçeledi.

İçeri girdiğimizde iki kişi daha karşıladı beni. Biri aniden öne atılıp silahın dipçiği ile başıma vurduğunda kaşımın açıldığını akan kanın sıcaklığı ile anlamıştım. Diğeri maskeme el atmıştı ama nafile. Ne yapsa maske çıkmıyordu.

Yukardan komutan olduğunu sandığım biri cırtlak sesi ile bağırdı.

" Yukarı getirin çabuk onu ! "

Başımı kaldırdığımda bağıran adamı göremesemde, tepemde balkon gibi bir yer olduğu görünüyordu.

Yanımdaki 160'lık nöbetçi başımı öne doğru eğerek merdivenlerden çıkarmaya başladı. Son basamağı çıktığımızda 175 boyunda, kırklı yaşlarda, siyah takım elbiseli biri karşıladı.

İtiş-kakış bir odaya giderken sağ tarafımda ki açık olan kapının birinde Keng-shi yazdığını gördüm. Yanındaki odaya soktuklarında gözüm karanlığa alışıyordu ki ortadaki büyük ışığın yanması, ben dahil herkesin gözünü kamaştırmaya yetmişti. Ortada iki sandalye, metal masa, o masanın üzerinde ise kuvvetli ışığı ile bütün ortamı aydınlatan lambadan başka hiç birşey yoktu.

Nöbetçileri süzmeye başladığımda gözlerini benden çekmeleri dikkatimden kaçmamıştı. Ayaklarında deri postalları, palaskalarının sağ tarafından sarkan bıçakları, lacivert üniformaları ve üniformayı dolduramayan, tarih öncesine dayanan sıska vücutları.

Siyah takımlı, askerlerin gergin hallerinden komutanları olduğunu zannettiğim adam sinirle şarjörsüz hucum yeleğimdeki fırlatma bıçaklarını göstererek, beni getiren nöbetçiye doğru iki adım atıp var gücü ile yumruk attı.

Sekiz tane bıçağımı yeleğimden tek tek aldıktan sonra, eli hâla çenesinde olan nöbetçiye bakıp;

" Aramayı biraz daha iyi yapmalısınız ahmak herifler. "

Askerin elindeki bıçaklarıma gözüm dalarken, önümdeki ışığı mı kesen komutana bakmak için gözlerimi çevirmiştim ki telefonun objektifi ile karşılaştım.

Masaya oturup hem çektiği fotoğraflara bakıyor, hemde eli ile maskemi çıkartmaları için askerlerine işaret veriyordu.

Nöbetçi maskemi çıkartmak için hamle yaptıktan sonra maskenin aşağı bitişik olduğunu farkettiğinde komutanına döndü.

" Maske çıkmıyor efendim giysilerini çıkartmamız gerekiyor. "

Komutan gözlerini telefonun ekranından askere çevirip kaşlarını çattıktan sonra var gücüyle bağırmaya başladı.

" Tamam ahmak adam çıkartın o zaman. Bir şekilde şu baş belasının yüzünü gösterin bana. "

Asker ben soyundurmak için hücum yeleğime elini atmıştı ki komutanın kemerindeki telsizden ses yükseldi.

Karşıdaki adamın sesi oldukça kalındı.

" Göğüsündeki armanın fotoğrafını çekin ve gönderin."

Bu adam çok nadir konuşan bir adam olmalıydı. Sesi duyan komutanın ağızı açık kalmış, masadan aşağı inip, gözlerini yeleğimin altından yarısı görünen armama sabitlemişti.

' Evet başlıyoruz ! '

Adam yavaş ve temkinli hareketlerle yaklaşıp göğüsümdeki armanın üzerini biraz daha açtıktan sonra fotoğrafını çekti.

On yaşımdan bu yana gözümün önünden hiç eksik olmayan o sembol.

' Birbirine kenetli bir şekilde geçmiş üç tane hilâl... '

Adam armanın fotoğrafını çektikten sonra merakla çatılmış kaşları ile telefonla ilgilenirken kelepçeden kurtulma vaktinin geldiğine inanıp başparmağımı eklem yerinden çıkarttım. Diğer elimle sıyırarak soğuk metalden kurtuldum. Oturttukları plastik sandalyenin arkasının kapalı olması benim için büyük avantajdı. Arkamdaki nöbetçiler olacaklardan bihaber komutanlarından gelecek olan emri bekliyordu.

Telsiz den bir ses yükseldi.

" O hala orada mı ? "

Komutan askerlerinde ve bende gözlerini gezdirdikten sonra cevap verdi.

" Evet burada efendim ! "

Telsizdeki adam;

" Evet o orada olmak istediği için orada. "

Adam anlamamış bir yüz ifadesiyle telsizin mandalına tekrar bastı.

" Na...nasıl yani efendim. "

Telsizdeki adam komutanın sorusuna aldırmadan tekrar konuştu.

" Sen ve askerlerin hâla yaşıyor mu ? "

Adam anlamamıştı ve sıkılmış bir tavırla of'ladı.

" Evet efendim hepsi iyi yaşıyor. "

Baş parmağımı eklem yerine tekrar oturttum ve time fısıltı ile komutumu verdim.

Telsizdeki ses bu kez avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

" Evet geri zekalılar çünkü o istediği için yaşıyorsunuz ! "

BÖLÜM SONU...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%