@batingam
|
Kürşad'tan... ' Ulan Kartalı azbuçuk akıllı sanıyordum oda psikopat çıktı iyi mi ? ' Karabasan'ın işaretiyle Kartal'ın çakalı kaşla göz arası büyük bir gürültüyle masaya çarpması bayağı bir germişti bizi. Birde o kırılma esnasındaki kemik sesi eklenince kanımızın çekilmesi kaçınılmaz olmuştu. Kırıldığında, insan iskelet anatomisine aykırı duran, başı aşağıya doğru sanki kopmuş gibi sarkan bedeni öylece seyretmek midemi kaldırmıştı. O görüntüye daha fazla dayanamayıp, cesede ben gibi kaçamak bakışlarla bakan memurlara seslendim. "Gençler ! Alın şu leşi aşağıya masada durmasın." Salih ile Ethem cansız bedeni masadan sürüklerken pislik çuvalı gibi aşağı düşmesini seyrettik. Ben, Mert, Ozan, Yavuz amir ve Kara Muhafızlar öylece gelecek haberi bekliyorduk. Tekrar Ethem'le, Salih'e dönüp. " Tamam kardeş hadi siz çıkın elinize sağlık ." dediğimde çocuklar gönülsüzce kapıya doğru ilerlediler. İstemiyorlardı; romanlarda okudukları bu yiğitlerin yanından ayrılmaya gönülleri razı değildi. Toplantı salonuna sessizlik hüküm sürerken Karabasan parmakları arasına aldığı telefonunu tesbih misâli çevirip projeksiyon ekranındaki Şura'nın durdurulmuş eşsiz güzelliğine hareketsizce bakıyordu. Diğer Kurtları seyrederken Rahman'ın telefonu çaldığında bütün gözler ona çevrildi. Daha birinci çalmasını tamamlamayan telefonu açıp hoparlörüne dokunduktan sonra masaya bıraktı. "Dinliyoruz dayı !" " Karabasan telefon elimize ulaştı iyi haber sinyal hâla aktif. Kötü haber ise adamlar tahminen sınıra doğru gidiyor. " " Nasıl komutanım ? Ne demek sınıra doğru gidiyor ? Daha beş saat olmadı. " Karabasan'ın sesi ne kadar sakin çıksada, aşırı gerildiği masaya bastırdığı elinde oluşan beyazlıktan belli oluyordu. "Evet evlat. Şerefsizler bir yere kadar helikopterle gitmiş olmalı. Şuanki gittikleri hıza bakılırsa kara aracındalar." " Neresi komutanım ? Bulundukları yer neresi ? " dedi telefona yaklaşan Gölge " İki saat sonra Öncüpınar sınır kapısındalar. " Bu kez söze giren Yavuz amir olmuştu. "Hemen irtibata geçelim sınır kapısı ile !" " Sakın ha Yavuz amir ! " deyip parmağını kaldıran Karabasan devam etti. " Bu adamlar gözlerini kırpmadan kendini patlatan adamlar. Olası bir müdahalede hem oradaki aslanlar hemde ailem ölür. " " Kesinlikle katılıyorum." dedi telefondaki Orhan Albay. Karabasan telefona doğru eğilip; "Komutanım siz bize Kiliste tüm mühimmatlarımızla bekleyeceğimiz bir yer ayarlayın. Bırakalım geçsinler. Durdukları yerde zaman kaybetmeden harekete geçeriz. " dediğinde ne Orhan, nede Korhan Albay'dan bir müddet ses gelmedi. Karabasan; "Komutanım zaman yok emrinizi bekliyoruz." "Tamam... Tamam aslanım helikopter sizi emniyetten alacak. Kiliste ineceği yer pilota bildirilecek. " dedi Korhan Albay. Rahman'ın heyacanı sesine yansımıştı. " Anlaşıldı komutanım. O sinyali sizle beraber bizde GPRS'imizde görürsek daha iyi olur. " "Tamam evlat Gölge'ye gönderiyoruz." Gölge kolundaki GPRS'in açma tuşuna basarken konuşmaya noktayı koyup kapatan Karabasan oldu. "Sağolun komutanım bekliyoruz." Mert irileşmiş siyah gözlerindeki heyecanla ağabeyine iki adım yaklaştı. "Reis ne yapıyoruz ?" Sanki projeksiyondaki o mavi gözlü güzel kıza bakmadan düşünemiyor, onun o mavi gözlerinde bizim görmediğimiz şeyler görüyordu. "Siz birşey yapmıyorsunuz Komser !" deyip kapkara maskesindeki hırçın bakışlarını Mert'in yüzüne çevirdi. " Biz gidiyoruz ! " Mert ne diyeceğini bilmiyormuş gibi bakışlarını odadakilerin yüzlerinde gezdirip Karabasan'a geldiğinde sabitledi. " Bu olmaz abi, bu...... bu yaptığın bana çok ağır gelir. Onlar benim yüzümden orada. " Karabasan Mert'e doğru bir adım attı. Neredeyse burun burunaydılar. " Ben sözümü ikilemem komser. Gelmiyorsun ! " Mert yardım etmesi için Gölge'ye muhtaç bir yavrunun annesine baktığı gibi bakıyordu. Gölge Mert'e yönelip başını olumsuz anlamda sallayarak. " Mert muhtemelen biz oraya varamadan adamlar sınırı geçecek. Yani biz paraşütle atlaya biliriz. Hem sizin sınır dışına çıkma gibi bir imkanınız yok... " deyip devam edecekti ki Mert' sözünü kesti. "Abi bende atlarım. Bizde paraşütcüyüz." deyip Yavuz Baba'ya baktı. " Amirim bana yıllık iznimden yazar. Bende kaçak olarak orada bulunurum." Gölge bıkkınca kollarını göğüsünde bağlayıp başını iki yana salladı. " Komser bana bak ! Biz hiç ışık olmayan bir yere skydiving ( serbest atlayış ) yapacağız. Bu senin için göz göre göre ölüme atlamak olur. Onları hiç birşey olmadan alıp geleceğiz." deyip omuzlarından sıkıp konuşacaktı ki Mert ikinci defa araya girdi. Bu kez sesi kısık ve kararlı çıkıyordu. " Abi orada benim annem, bacım, yeğenim var. Size güvenmiyor değilim. Eğer ben oraya gelip bir mermi sıkmazsam kendimi affedemem. " deyip başını Karabasan'a çevirdi. " Hem hava da yalnız değilim arkamda dağ gibi adamlar var. Onlar paraşütü aç dediğinde açarım. Gece görüş takar süzülürkende herhangi birinizi takip ederim. " derken ' Belki kararlarını değiştiririm ' heyecanıyla bir Gölge'ye bir Karabasan'a bakıyordu. Yavuz Amir Karabasa'nın omzuna dokunup bir köşeye çektikten sonra sessizce konuşmaya başladı. Bu konuşma otuz saniye kadar böyle devam ederken Karabasan'ın, başını yavaş yavaş aşağı yukarı sallaması Yavuz Amir'in söylediklerini gönülsüzce kabul ettiğini gösteriyordu. Karabasan yüzünü bize çevirip eli ile Mert'i gösterdi. " Ozan, Kürşad şu yanınızdaki zübbeyi'de alın hazırlanıp gelin. " ' Hadi lan bizde mi ? ' Sevinçten ne yapacağımızı şaşmıştık. Mert'in gideceğine bile ihtimâl vermezken bizide çağırması büyük sürpriz olmuştu. Mert abisine baktığında neredeyse gözleri dolmuştu. " Kral la bu adam ! Valla kral... " Karabasan kapıyı gösterip. "Saçma sapan konuşma gidin çabuk. Kuş gelmek üzere." dediğinde oda'nın çıkış kapısına üçümüz birden yüklenince birbirimize çarptık. Yaptığımız saçmalığın fakına varıp arkamızdaki bize gülenlere mahcupca göz atarak kapıdan tek tek çıkmaya karar verdik. Mert çıkmıştı ki Gölge bizi işaret ederek Karabasan'a doğru konuştu. " Şuna bak ! Kapıdan çıkamıyorlar zifiri karanlıkta serbest dalış yapacaklar. " demesi ile çok nadir gülümseyen Yavuz Baba'nın bile gülmesine neden oldu. Kimisi bu mesleğe çocukluğunda sapanla kuş avlarken niyetlenir, kimisi boncuk veya su tabancasıyla oda oda sözde hırsız ararken. Ben bu mesleğe henüz yedi yaşında kağıt külahtan fişek yaptıktan sonra inşaatlarda elektrik kablolarının geçirildiği hortumla o fişeği üfleyerek atıp nişanımı vururken karar vermiştim. Gariban bir çiftçi çocuğuydum. Ne su tabancasına gücümüz yeterdi, ne boncuk tabancasına. Sapan yapmak için serum lastiği bulamazdık hâliyle köy yerinde. Şehre gidenlerede söylemeye tenezzül etmezdik. Babam gittiğinde ise korkardık ' Ya Param yok alamam derse ?' diye. Bilirdik; bir liraydı belki isteyeceğimiz serum lastiği ama yinede söyleyemezdik. Henüz çocuğum yok. Ben bilemem, hissedemem. Lâkin babamın gözlerinde bir çok defa görmüştüm ' Param yok ' derkenki o acıyı, o mahcubiyeti. Kırk dönüm toprakla dört çocuk büyüttü benim babam. Belki sık sık vurulmam ondandır. Düşünmeden çıkarım mevziden, canımı sakınmadan atlarım kurşunun önüne. Vardı, babamın üç oğlu daha vardı vatana seve seve feda edeceği. Belki bundan kuvvet alıyordum, belkide damarımda ki kan bunu yapmaya itiyordu beni. Evet, Özel Harekat olacağım korkmayacağım, cesur olacağım demiştim. Ama bunlar hesapta yoktu. Yüzünü görmediğim çocuklarla kardeş olmak, tanımadığım asık suratlı bir adama baba demek. Hiçbiri hesapta yoktu. Üşüyeceğimi, aç kalacağımı, bugün ki yapacağımız gibi göz göre göre ölüme atlayacağımızı bilmiyordum, düşünemiyordum o minik beynimle. Bu mesleğe kendini attığında türlü türlü delilikler görürsün ağızın açık kalır. Bazen öyle şeyler görürsün ki nefes almakta zorlanırsın, bir hafta toplayamazsın kafanı. Mesleğimin altıncı yılındayım. Gördüğüm o delilikler mi ? Hayır onlar çıraklığımdaydı. Bulunduğum bu durum ustalık çağımdı. O delilikler bana çok çok basit geliyordu. Bu bir pastanede tesadüfen rast geldiğin mükemmel lezzetlikteki bir tatlıyı tatmana benzer. 'Oğlum en iyisi bu lan !' dersin ama beşinci yemenden sonra bıkar bir daha aramazsın. Delilikte öyle birşey. Bazı yaptığın şeyler delice gelir, sonrasında ise o sana sıradan bir şeymiş gibi gelip dahada üstünü istersin. İşte bu bizi dünya genelinde en iyi yapan. Bayrağımız'ın renginden mi ? Hayır. Vatanımızın güzelliğinden mi ? Hayır. Bizi böyle eşsiz yapan damarımızda delicesine akan o kandır. Peygamberimiz ve Sahabelerinin başlattığı bu dâvayı sonuna kadar sürdürme gayesidir ve bunu bize tek yaptıracak olan Yüce Rabbimizdir. İşte bu kan bize Bayrağımızı da, Vatanımızı da eşsiz gösteren. Ne güzel değil mi ? Böyle birşeyin birine bahşedilmesi. Ne güzel değil mi Hak yolunda, o kutlu yolda can vermek ? İnsan kendini seçilmiş hissediyor. Kara Muhafızlar mı ? Onlar seçilmişinde şeçilmişi. 7 Saat sonra... Karabasan'ın kulaklığa konuştuğunu gördüğümde saatime baktım 23: 25'i gösteriyordu. Başımı ona doğru yaklaştırsamda Karaşahin'in sesi birşey duymama izin vermiyordu. Telsizi kapatıp camdan dışarı bakarak derin bir ' off ' çektikten sonra bize dönüp helikopterin motor sesini bastırırcasına bağırmaya başladı o otoriter sesi ile. " Beyler ! " dediğinde herkes aynı anda başını çevirdi. " Gölge deki GPRS'dende gördük. Adamlar tam tahmin ettiğimiz gibi Suriye sınırını bir şekilde geçti. Şuan Maydana'nın kırsal arazisinde bir yerdeler. Helikopter sınırı geçtiğinde muhtemelen uyarı alacak. Biz mecburen hedefin beş kilometre batısına ineceğiz." dedikten sonra Gölge'ye baktı. " Gölge sen Kürşad'ı takip et ! " Alıcıya dönüp; " Alıcı sen Ozan'ı bende Mert'i takip edeceğim." Bize yönelip devam etti. "Komserler ! Üçünüz yan yana atlayın. Biz aşağınızda paraşütlerimizi açtığımızda hemen sizde açın. Biz sizi görüp elimizden geldiğince yakınınıza geliriz. Kanguru tarzı önümüze bağlardık ama siz bizzat tecrübe edeceksiniz. Bakalım nereye düşeceksiniz ?" deyip gözlerini tek tek üzerimizde gezdirdi. Gerçekten bu bize yapılan büyük bir ayrıcalıktı. " Anlaşılmayan birşey var mı ? " Herkes onay verdikten sonra; " Hadi o zaman hazırlanın ! " deyip tekrar bize baktı. " Sizde gece görüşleri takmayı unutmayın. Hadi bakalım sizi göreyim. " Eğer aşağı sağ salim inersek gece serbest düşüş yapan Özel Harekat Polisi olacağız. Buda PÖH tarihinde ilk olacak. Evet o ilkler biziz ve kânunen burada değiliz. Aradan onbeş dakika geçmiştiki Karabasan'a pilottan bilgi geldi. " Hadi beyler ! " dediğinde vücudumda harekete geçen adranalini hiç yaşamadığımı farkettim. Helikopter'in kapısı açıldığında titreyen ellerim ile gece görüşümü indirdim. Önden Mert' in hiç komut beklemeden atlaması ağızımı açıp nefesimi tutmama sebep olmuştu. 'Mannyak lan bu İki adım atıp, kapı ağızında akıp giden rüzgârı hissettikten sonra derin bir nefes alıp sanki havuza atlıyormuşcasına kendimi boşluğa bıraktım. Helikoplerin sesi süratle uzaklaşıp kaybolduğunda istemsizce Kelime-i Şehadet getirmediğimi farkettim. "Eşhedü En Lâ İlâhe İllallah Ve Eşhedü Enne Muhammeden Abdûhü Ve Resûlü..." Hiç birşey görünmeyen karanlığı kucaklarcasında düşerken, bir müddet sonra korkumun kaybolduğunu hissettim. Gözüm Gölgede paraşütü açmasını beklerken yaklaşık yüz metre sağ çaprazımda paraşütün açıldığını gördüm. " Komserler açın paraşütleri ! Muhafızlar takip edin. " Karabasandı bu ! Paraşütü açtığımda yukardan kuvvetli şekilde çekilmemle derin bir nefes almıştım. Birinci aşamayı geçmiştik. Sıra nereye ineceğimizdeydi. Bunuda bana Gölge gösterecekti. Ağaçlık alana düşüp karnımıza ağaç saplanmasıda muhtemeldi, uçurumda asılı kalmamızda. Karabasan; " Beyler saat iki yönü ! Açık alan. " O yöne baktığımda gece görüşünde yardımıyla yaklaşık ikiyüz metre çapında ağaçsız, kayalıksız alanı gördüm. 'Allahım bassın artık şu ayaklar toprağa.' " Üç........iki........bir........ Karabasan indi." " C4 indi ! " " Kartal indi ! " " Hayalet indi ! " " Alıcı indi ! " " Çoban indi ! " " Kuyucu indi ! " Yaklaşmıştım ! Bütün geçmişim gözümün önünden geçerken açılı, büyükçe bir taşa yaklaştığımı gördüm. Nabzım daha da hızlanmaya başlasada artık çok geçti. Botum taşın kaygan yüzeyine geldiğinde hızım kesilsede kalçamın üzerine çakılmaktan kurtulamamıştım. Kuyruk sokumum taşa geldiğinde nefesim kesilmiş, kalçamdan tüm vücuduma yayılan acı ile telsizin açık olduğunu unutup istemsiz ve sessizce haykırmıştım. " Ahhhh anam g*tüm !!! " İlk konuşan bana doğru koşan, yirmi metre arkamdaki Gölge oldu. " İyimisin komser ? Ne oldu g*tüne ? " " Bişey yok abi iyim. " Gölgeden sonra gelen Mert oldu. " Zaten şu çorak arazide bulunan tek bir taşın üzerine ine ine sen inersin Kürşad. Helâl olsun. " deyip gülen yüzü ile isyan ediyordu. " Bak işine ula zırto ! " Kardeşleriminde indiğine sevinmiştim. Etrafıma bakınıp gerçektende kocaman arazide tek büyük taşın bu olduğunu gördüğümde kendikendime şanssızlığıma gülmeden edemedim. Gölge kaldırmak için elini uzattığında paraşütün ipinden kurtulup elini tutarak ayağa kalktım. " İyisin değil mi Kürşad ? " konuşan geldiğini farketmediğim Karabasandı. " İyim abi çok şükür. " Paraşütlerimizi topladıktan sonra Karabasan toplanmamızı söyledi. " Doğuya doğru beş kilometre yürüyeceğiz beyler. Oldukça hızlı olup, adamlar Şûra'nın kolundaki saatin farkına varmadan gideceğiz." Çantasına elini atıp yumruktan biraz büyük birşey çıkarttı. Üzerine baktığımda ' JBL ' yazdığını gördüm. Gölge top şeklindeki kutuya bakarak biraz daha yaklaştı. " O ne gardaş ? " Karabasan maskesini çıkartıp yan cebine koyduktan sonra oldukça içten geldiği belli olan gülümsemesiyle konuştu. " Bu yeni nesilin çok sevdiği ses toplarından Gölge. Şûra'nın evde bir tane var. Ne evde, nede okulda yanından ayırmadığı tek şey bu ses topu." deyip topu biraz daha kaldırarak Gölge'nin gözlerine baktı. " Deli kız! Devamlı tanırmısınız bilmem ama Sagopa Kajmer dinler. Sesini sonuna kadar açıp test çözüyor. " deyip gözleri topta derin bir iç çektikten sonra ses topunu tekrar çantasına koydu. Alıcı Karabasın'a yüklenen duyguyu anlamış olacak ki elini omzuna attı. " Rahman ! " Karabasan çantasını sırtına asıp Alıcıy'a dikkat kesildiğinde devam etti. " Kardeş sen onu cehennemden söktün aldın. Bu sana vız gelir tırıs gider. Buradanda alacağız Allah'ın izni ile. " Rahman Alıcı'nın ensesine elini atıp kendisine çekti. " Ben değil kardeşim biz. Hepimiz aldık onu o cehennemden. " Timin bombacısı C4 girdi araya. " Hayır kardeş benim yüzümden ikiniz ateş arasında kaldınız. Onu o cehennemden Oğuz ve sen çıkardın. " Oğuz; " Yok kardeş bana kalsa ben Kelime-i Şehadet getirip kendimi ateşe atacaktım. Şûra'yıda benide biraz psikopatçada olsa Rahman çıkarttı. " Bizim; garip üç komiserin başı sırasıyla konuşanlara bakarken son noktayı oldukça ciddi bir tavır takınan Mert koydu. " Hiç biriniz çıkarmadınız onu. Ben çıkardım. " Herkes sessizce kahkaha atarken Karabasan Mert'i kendine doğru sertçe çekip tek kolu ile sıkıca sarılarak; " Başımın belâsı zübbe seni ! " deyip hâla gülüşen time dönerek çantasını sırtına attı. " Haydi Bismillah. " Zümra'dan... Evimden kaç kilometre , hatta kaç bin kilometre uzaklıkta olduğumuzu bilmiyorum. Bizi yerde kurumuş tezek artıklarının olduğu, eski, büyük bir ahıra hapsettiler. Büyük diyorum; adamın biri, bizi elinde lamba ile içer soktuğunda biranlığına görmüştüm. Yaklaşık ikiyüz metre karelik bir ahırdı burası. İçeriyi azda olsa aydınlatan dar ama uzun, oldukça pis pencereler vardı. Düşen ışık sadece yanımda bulunan Şûra'yı ve onun yanındaki Fatıma annemi görmeme yetiyordu. O da yetmiyormuş gibi ineklerin yem yedikleri petnideki, urganlarını bağladıkları demir halkalar olduklarını tahmin ettiğim halkalara bağlamışlardı bizi. Şûta ve anneme nemli betonda uyumamalarını ne kadar söylesemde ne annemin yorgun bedeni, nede Şûra'nın çocuk bedeni dayanabilmişti. En fazla bir saat bekleyebilmişlerdi. Annem başını öne düşürmüş, Şûra ise omzuma kafasını koymuş sessizce uykuya dalmıştı. Onlar için battaniye istediğimde şiddetli, dondurucu soğuğunda etkisiyle acı veren bir tokatla karşılık vermişlerdi . Küfretmek istiyordum ama aklıma annem ve Şûra geldiğinde içime atmak zorunda kalıyordum. Haydar Ali ! Ah yarucuğum ! Sadece on yaşında ve o onbeş gündür bu işkencelere maruz kalan minik bir Türmen'di. Bayırbucak Türkmeni olduğunu, annesinin ne olduğunu bilmediği kötü hastalıktan öldüğünü, babasının son çatışmalarda köyünü Deaş'lılardan korurken şehit düştüğünü, aileden sadece o ve dedesinin kaldığını, en acısı ise daha beş gün önce onun gözleri önünde dedesinin başının kılıçla kesilerek infaz edildiğini, herşeyi büyük bir hüzünle anlatmıştı. Dedesi tarafından Allah ve Peygamber aşkı ile donatılmıştı Haydar Ali. Yasin-i Şerifi ezbere okumuştu Rahmanım kadar güzel ve insanın içine işleyen sesi ile. Her sözünde Allah vardı. Ağlamıştı annem, bağlı olduğu için ne kucaklaya bilmişti onu, nede azda olsa başını okşayabilmişti. ' Neden biz ? ' diye aklımdan geçirirken Rahmanım Kömür Gözlüm geldi aklıma. Kızardı bana, böyle düşündüğüm için bir çocuk gibi azarlardı biliyorum. 'Sınav Zümra sınav. İsyan etme !' derdi. Gözümün önüne bir perde gibi indi helâlim. İtalyadan geldiğinde saçlarını dudaklarına kadar uzattığı geldi aklıma. Kendiliğinden ortadan ayrılan, gözlerinin altından kulağına giden, kapkara hafif dalgalı ve parlak saçları. Kaşları, güneşi gördüğünde üçgen şeklini alan, onu son derece sevimli gösteren kaşları. Kirpikleri geldi aklıma. Uzun yukarıya doğru kıvrık kirpikleri. Bakalım hangi dağda ne rüzgarlar yalamıştı o kirpiklerini. Gözleri geldi. Siyahın en koyusu olan kapkara muhteşem gözleri. Ne acılara ne ölümlere şahit olmuştu, bakalım. Daha Haydar Ali'nin yaşında anneden, babadan, kardeşlerinden ayrı gizli gizli, hangi duvarın dibinde, ne yaşlar dökmüştü kimbilir o gözler. Geliyordu işte tutamıyordum. Saçı, kaşı, gözü sırasıyla akıp gidiyordu hayallerimden. Bazen gülerken içinde kaybolan gözleri geliyordu, deli gibi tebessüm ediyordum kendi kendime. Şimdide vücudu geldi. Benim kızdığım zaman cimdiklemeye bile kıyamadığım işkence izleri ile dolu vücudu gelmişti. Demir dağlamasıyla boydan boya uzanan izler, elektrik işkencesinden kaynaklanan nokta nokta yanıklar, iki kürek arasına acımasızca basılan kurtbaşı damgası, sekiz kurşun izi ve derin kesik izleri. O kasları engel olamamıştı bütün bunların olmasına. ' Sağlıklı düşün Zümraa ! Sırası değil pozitif düşün.' Yazın sonlarında olduğumuza rağmen soğuk içime kadar işlemişti. Kapıda iki kişinin sesi duyulduğu için sadece bu ikisinin nöbet tuttuğunu anlamıştım. Dışarda da tek katlı, çoban evi olarak tabir edilen ev vardı. Ahırla evin arası yirmibeş adım falandı. Dışarıyı üç tane sokak lambası aydınlatıyordu. Biri girişte, biri evin avlusunda, biride ahırın yanındaydı. Toplam onüç kişi sayabilmiştim. Evin içide en fazla sekiz kişi olsa yirmibir kişi. Ne kadarda doktor olsan bir kadının babası Kara Muhafızlar'ın komutanı, eşi de o Tim'in Alfası olunca ister istemez böyle şeylere dikkat ediliyordı. Kocamdan alınan beş yıllık eğitimi saymıyorum bile. Ben bunları düşünürken kapıdakilerin hareketlendiğini duydum. Neler olduğunu anlamak için kulak kabardırken ahırın paslı kapısı gece sessizliğinde beyin delen gıcırtı ile açıldı. Olduğu yerde sıçrayan Şûra tüm vücudunu bana yasladı. " Annee ! " " Korkma kızım bişey yok. " Şûra yüzüme bakıp zoraki takındığı tebessüm ile kurduğu iki cümle irkilmeme sebep olmuştu. " Ben daha kötülerini gördüm anne. Rüyamda oradaydım. " İçeriye siyah giyimli, ellerinde silahlarıyla iki nöbetçi ve ortalarında onlardan daha uzun, daha iri bir adam girdi. Ortadaki adamın yüzü açıktı ve sevimsiz, insanı gıcık eden bir gülümsemesi vardı. Biraz daha yaklaştığında sırtından yukarı uzanan kılıç kabzesini gördüm. " Aşağılık domuz ! Sendin dedeyi öldüren. " Adam bu kez sesli bir şekilde gülüp zorla konuştuğu türkçesiyle havlamaya başladı. " Evet bendim doktor. Hemde hiç yüreğim sızlamadan kestim o Türk ihtiyarı. " deyip Haydar Aliye baktı. Haydar Ali ağlamıyor, başı dik, yaşlı gözünde büyük bir nefretle adama bakıyordu. " Bizim hedefimizde bu kadın vardı." deyip anneme baktıktan sonra tekrar bana döndü. Dört parmağını gösterip; " Tam dört tane adamımın canını aldın doktor. Buraya gelene kadarda birkaçını tartaklamışsın. " deyip bir adım daha yaklaştığında uyuşmuş bacaklarıma aldırmadan ayağa kalktım. " Sen kimsin doktor ? Kocanı araştırdık; ıııımm siz ne diyorsunuz ona ? " deyip birşey hatırlamaya çalışıyormuşcasına işaret parmağını sallarken birden durdu. " Hııhhh muhasebeci ! Kocan muhasebeci, baban ölmüş. Sen profesyonelce silah kullanmayı, bu kadar güzel dövüşmeyi nereden öğrendin doktor ? " deyip gözlerime bakarak kaşlarını çattı. Gözlerimi göremiyordum ama içimdeki nefreti bildiğim için ateş püskürdüklerinden emindim. " Madem çevren bu kadar geniş biraz daha araştır köpek. " dediğimde var gücü ile şiddetli bir tokat attı. Acı ile yere düştüğümde parmağı ile annemi gösterdi. " Bu kadınıda tıpkı bu p*ç'in dedesi gibi sizin gözlerinizin önünde keseceğim." Fatıma annem de ayağa kalkmış, bağlı olduğu ipin izin verdiği kadar öne atılmaya çalışarak; " Elin kırılsın Allah'ın belâsı. " deyip korku dolu gözlerini bana çevirdi. " Yavrum, kuzum birşeyin var mı ? " " Yok anne iyim ben. " Adam yanındaki itine bakıp, beni göstererek arapça birşeyler söyledikten sonra Haydar Ali'ye dönüp onu işaret ettikten sonra kapıya yöneldi. Haydar Ali'ye yönelen adam ipini çözdükten sonra günlerce aç susuz, betonda yatırdıkları için bitap düşmüş çocuğu acımadan sürükleyerek götürdü. " Şerefsizler bırakın yavrucağı ulan bırakıııınnn. " Annem bir yandan, ben bir yandan ne kadar bağırsak da aldırmadılar. Kapı kapandığında dizlerimde ki derman çekilip yere oturmuş, elimden birşey gelememenin acizliği ile yem petnisine başımı vururken daha beşikteki yavrucağım, Muradım geldi aklıma. İçimdeki kini boşaltıyormuşcasına hüngür hüngür ağlamaya başladım. " Haydar Alii..." Sadece bunu yapabilmekle, sadece ismini haykırabilmekle yetinmiştim. Şûra'nın ve anneminde ağladığını gördüğümde zorlada olsa kendimi toparlamaya çalıştım. Rahman'ın gelmeyeceğini bile bile; peşpeşe; " Hadi baba gel artık. " diye fısıldıyordu Şûra. Başının üzerine başımı koydum " Bulacak kızım bulacak. Az kaldı farkına varacaktır saatinin. Sen bakma bana boş bulundum. Hadi bakalım güçlü olacağız ağlamak yok. " deyip kendimden emin bir şekilde dikleştim. Rahman da bunu istemez miydi ? Şûra gözyaşlarını omuzlarına silip; " Bulacak anne. Bunlara cehennemi yaşatacak. Emin ol babamı o anda sen bile tanıyamayacaksın. Sen esas Karabasan'ın gazap kusan yüzüne hiç şahit olmadın anne. " Başımı kaldırıp anneme baktığımda irileşen gözleri ile Şûra'yı dinliyordu. " Anne sen iyisin değil mi ? " " İyim kızım bu halimize şükür. İnşallah birşey yapmazlar yavrucağa. " deyip bakışlarını hiç bozmadan Şûra'ya çevirdi. " Şûra ! Kızım sen Rahman dan bahsediyorsun değil mi ? " Şûra'nın yüzüne bakıp sessizce gülümsemesi annemin korkusunu bir kat daha artırmıştı. " Hayır babaanne ! " diyen Şûra aniden ciddileştiğinde yanımızda sanki küçük bir çocuk değilde, yetişkin, oldukça kızgın bir kadın duruyordu. " Karabasan dan bahsediyorum. " Bir saat sonra... Kapıdan geldiğini zannettiğim sesle aniden uykumdan sıçradım. Baktığımda ne kapı açıktı, nede içeri birisi girmişti. 'Allah Allah ! Ses geldi ama. ' Şûra omzumda, annem ise petniye başını dayamış uyuyorlardı. Bir süre ahırı dinledim ses yoktu. ' Uyuyanın üzerine kar yağarmış. ' düşüncesi ile Şûra'yı uyandırdıktan sonra sessizce anneme seslendim. " Anneee ! " Annem biranda sıçramış. korku dolu gözlerle bana bakmıştı. " Yok anne birşey. Uyuma üşürsün diye uyandırdım. Aralıklı kestirelim. " " Tamam kızım sen beni düşünme. Siz iyisiniz değil mi bitanem ? " " İyiz anne. Biz iyiz. " Şûra başını yukarı kaldırıp, bütün tatlılığı ile gülümseyerek yüzüme baktı. " Şimdi babam şuradan o siyah elbiseleri ile girse, iplerimizi çözüp, bize tek tek sıkı sıkı sarılsa. Daha sonra hepbareber dışarı çıksak ve o pislikleri gözümüzün önünde tek tek pataklasa. " dedikten sonra derin bir nefes alıp ciğerlerini soğuk hava ile doldurduktan sonra bıraktı. Kapıdan çektiği gözlerini tekrar yüzüme çevirmişti. " Ne güzel olur değil mi anne ? " Bu güzel hayalin cazibesine kapılıp, bukez açılmak bilmeyen kapıya yüzünü çeviren ben olmuştum. " Olur kızım olur olmaz mı hiç. " Şûra'nın anlattıkları tek tek gözümde canlanmıştı. Düşüncesi bile huzur verirken kim bilir gerçeği nasıl olurdu. Biz böyle hayallere dalarken kulağıma bir tıkırtı geldi. Sanki birşey karanlıktan bize doğru yuvarlanarak geliyordu. Şûra'nın korkuyla sıçrayarak ayaklarını göğüsüne çekmesi benimde sıçramama sebep olmuştu. " Anne ! Anne birşey ayağıma çarptı..." demesiyle üçümüzde aynı anda ayağa kalktık. Şûra yuvarlanarak gelip, ayağına çarpan şeye dikkatlice baktıktan sonra gözlerini ayırmadan, kısık ve titreyen sesi ile konuştu. "An... Anne bu ne ? " Siyah çaydanlık büyüklüğündeki ne olduğunu karanlığında etkisiyle çözemediğimiz şeye ayağı ile dokundu. " Anne bu hafif, plastik gibi birşey. " Yavaşça aşağı doğru eğilip elimi uzattığımda kutu aniden yüksek sesle müzik çalmaya başladı. Korkudan ayağı fırlayıp geriye doğru atıldığımda arkamdaki yem petnisinin içine oturmaktan son anda kurtulmuştum. " An..... Anne bu Sago ! " deyip olduğu yerde sevinçle zıplamaya başlamıştı Şûra. " Anne bu Sagopa Kajmer'in Ateşten Gömlek şarkısı..... ya inanamıyorum. " dediğinde annemin şaşkın bakışları arasında gözlerimden, Rahman'ın en sevdiği ve asla bırakmayacağı yosun yeşili gözlerimden mutluluk göz yaşları süzülmeye başlamıştı sonunda. ' Burada ! ' Biz sevinirken dışardan iki kişi olduğunu tahmin ettiğim adamların panik halinde birbirleriyle konuşurak koşar adım geldiğini duydum. Adamlar hiç hız kesmemiş olacak ki kapıyı büyük bir gürültüyle açarak içeri daldılar. Ne söylediklerini anlamıyordum ama çok kızgın oldukları ses tonlarından belli oluyordu. Adamlardan biri ses topuna doğru yaklaşırken, diğeri arkasında panik ve şaşkınlıkla onu seyrediyordu. Adam yavaş yavaş ses topuna eğilip eline aldı. Elindeki kutuda müzik çalmaya devam ederken, ayağa kalkıp bir Fatıma anneden tarafa, bir benden tarafa parmağını sallayıp volta atarak anlamadığımız hakaretler savuruyordu. Arkada onu bekleyen adam birşey duymuş olacak ki hiç birşey söylemeden dışarı çıktı. Önümüzdeki azgın köpek hem volta atıp hem müzik kutusunu susturmaya çalışırken kutunun üzerinden elektrikçilerin kullandığı siyah bandı söktü. Altından açık mavi bir ışık çıktığında siyah bandın bu ışığı gizlemek için çekildiğini anlamıştım. Adam düğmesine basıp müziği sustururken Fatıma annenin bir adım önünde durup yüzünü ona çevirdi. Sağ eli ile Şûra ve beni göstererek tehditlerine devam ediyordu. Sesini daha fazla yükseltip elini kaldırdığında Fatıma anneye vuracağını anlamamla ona doğru bağırmam bir oldu. " Sakııııınnnnn ! " Adam durmuştu. İnanamıyorum benim bağırmamla o cani durmuştu. Yok hayır bir terslik vardı. Adamın havadaki sağ eli yavaş yavaş düşerken, işlevini kaybeden sol elindeki ses topu yere düşüp yuvarlanmaya başladı. Bize doğru dönük olan adamın karanlıktan zorla gördüğüm gözleri yerinden çıkacakmış gibi irileşmişti. Adamın göğüsüne yavaş yavaş siyah bir el ilerleyerek yukarı doğru çıktı ve çenesini baş parmağı ile işaret parmağının arasına aldığında yaşadığım dehşetin etkisi ile kanım çekilmeye başlamıştı. Adamın yüzü havaya bakacak şekilde çenesini yukarı kaldırıp, boynunu gerdi ve diğer eli ile bıçağı boğazına dayayıp arkasından derin bir kesik bırakarak yavaş yavaş ilerledi. Boğazındaki, yüzünüde örten siyah fuşi sebebi ile kesildiğini anlamazken koyu krem rengindeki yeleği kana bulanınca adamın can vermeye çalıştığını anlamıştım. Adamı tutan insan eli değil, kuvvetli bir ağaçtı sanki. Adam çırpındıkça çenesinden tutan kol hiç esnemiyor, idamlık bir mahkummuş gibi canının çıkmasını bekliyordu. Adamdan horlama sesleri gelirken, kanın şiddetinede bakılırsa hem atar, hemde toplar damarın kesildiği ortadaydı. Kanı gören Fatıma anne hiç ses çıkarmadan gözlerini olabildiğince sıkı yumarak yere bakmaya çalışıyordu. Adam avcısının kolundan yavaş yavaş yere düşerken arkasında dimdik ayakta duran, gri gözleriyle dehşet verici bakışların sahibini görmüştüm. O gözler düşmana Azrail'di ama bana candı, bana yardı, bana bu hayatta tutunacak kuvvetli bir daldı. Bu korkutucu heybetin sahibi kocam Karabasandı. Benim dilim tutulurken, Şûra yerdeki cesede aldırmadan, bağlı olan ellerinin izin verdiği yere kadar zıplamaya başladı. " Babaaa ! " Şûra'yı duyan Fatıma anne yüzüne bakıp gözlerini açtı ve bu eşsiz sevincine sebep olan yöne, Karabasan'a baktı. " Allaaaahıııımmm ! " diye bağırıp dua'lar okumaya başladığında korktuğunu anlamıştım. ' Ah benim saf kafam ! Annem Rahman'ı bu üniformalarla hiç görmedi ki.' Fatıma anne olduğu yerde korkudan kilitlenirken, Rahman'ın omuzlarından tutup sakinleştirmesine izin vermiyordu. " Anne hayır ..... Anne Rahman o... " Annesinin bu korkusu karşısında ne yapacağını bilemeyen Rahman ellerini şaşkınlıkla iki yana açarken bağırmayı son anda akıl ettim. "Rahman maskeni çıkaaarr. Düşüncesiz kocaaaa. " Rahman ' Akılsız kafam ' dercesine başına tokat atıp maskesini çıkardı. Rahman'ın yüzünü gören annem gözündeki şaşkınlıkla yaşadığı korkuyu atmaya çalışıyordu. " Oğuuulll !!! " dedikten sonra kaşlarını çatıp devam etti. Sanki iki saniye önce ölürcesine korktuğu oğlu değildi. " Eşek sıpası oğul ! Sen çöz hele şu ellerimi. Kırarım bacaklarını senin. " ' Anne her yerde Anne işte. ' Rahman dizlerinin üzerine çöküp Fatıma annenin ellerini çözdü. Fatıma anne uzunca, koklayarak kocaman bir öpücük kondurdu ve o pamuk ellerini yanağında gezdirirken aşağı eğilip Rahman'ın saçlarının arasında derin bir nefes aldı. Göz yaşlarını o saçlara damlatmayı ihmal etmeden öptü...öptü...öptü. " Kurban olsun ananız sizi yaradana. " İşte yine o kavuşma, yine o gurur. Gülen yanaklarımdan akan bukez mutluluk, gurur göz yaşlarıydı. ' Ya noluyo her fırsatta Muradım geliyor aklıma ? ' diye düşünüp gözyaşlarımı Şûra'nın yaptığı gibi omuzlarıma sildim. Rahman Şûra'yı çözdükten sonra sarıldı. Şûra'nın ona sarılırken Azerbaycan'daki o dehşet verici geceye gittiğinden adım gibi emindim. Evet ! Evet o an gelmişti. Bana doğru yavaş yavaş, duygu dolu gözlerle ilerledi. Ellerimi çözmek için niyetlenmişti ki birden çıkıştım. " Dur ! " Rahman şaşkınlıkla yüzüme baktığında babamın ve onun en sevdiği, istediğimi yaptırdığım o bakışımı takındım. " Çözme ! İlk önce sarıl. Şuan en çok ona ihtiyacım var " Rahman Fatıma anneye bakıp tekrar sonra bana döndü. "Zü.... Zümra ayıp annem var." Aynı bakışıda Fatıma anneme attığımda, dayanamadığı o şevkatli bakışlarından belli oluyordu. " Sarıl oğlum sarıl. Haketti kızım, çok haketti." Oda istiyordu. Tanıyordum kocamı onunda bana ihtiyacı vardı. Rahman sağ eli ile sol göğüsüne dokundu ve konuştu. " Börüler atış serbest. " dedikten sonra annem ve Şûra kulaklarını kapatıp yere eğilirken, biz içinde bulunduğumuz, vicdansızlara cehennemi haber veren silah seslerine aldırmadan sıkı sıkıya sarılmıştık. " Benimde Yosun Gözlüm, benimde ihtiyacım var. " Burası saatlerce tutsak olduğum ahırdı ama, o güvenli kollar sarıldığında yeryüzündeki cenneti yaşatmıştı bana. Ne kadar zaman geçti kestirememiştim. Gözlerimi açtığımda Şûra ve annemin hâla kulakları kapalı bir şekilde beklediklerini gördüm. Bunu Rahman da görmüş olacak ki, o kollarını gevşetirken istemeyerekte olsa ayrıldım. Rahman; " Anne, Şûra korkmayın kardeşlerim onlar. Şimdi çağıracaklar bizi. " dediğinde dışardan Koray'ın sesi duyuldu. " Reis temiz çıkabilirsiniz. " Rahman çömelip bir elini Şûra'nın yanağına, diğer elini Fatıma annenin eline atarak konuştu. " Hııhh bakın bitti bile. Hadi anacım çıkalım. " Yavaş yavaş kapıya doğru giderken tezek kokusundan sonra gelen kocamın kokusu başımı döndürmüştü. Tam kapıdan adımımızı atacakken Rahman aniden durduğunda telsizden ses geldiğini anlamıştım. Bizim ona sorgular gibi baktığımızı anlayınca şaşkın bakışlarını bozmadan; " Yok birşey hadi gidelim ! " deyip kapıdan dışarı adımını attı. O çürük demir kapıdan çıktığımızda avluda Muhafızları ve sağ yakalanan, elleri enselerinde dizüstü çökmüş köpekleri gördüm. Yaklaştığımızda Mert aniden Fatıma annemin boynuna atıldı. " Anne özürdilerim affet nolur. " " Dur oğul dur tamam bak iyim güzel gözlüm benim. " Daha sonra Şûra ve bana yönelip ikimizide boydan süzdü. " Şûram, yengem hakkınızı helâl edin benim hatam. " Dik duruşumu bozmamaya çalışarak ellerim göğüsümde bağlı Mert'e baktım. " Hata falan yok Mert. Biz iyiz kendini suçlama. " Yabancı birşeyler vardı. Muhafızlar tam nizami olarak esas duruşta dururken, önlerinde hiç görmediğim ama Muhafız olduğunu anladığım arkası bize dönük, babam kadar heybetli, diğerleri gibi korkunç maskeli biri duruyordu. ' Allahım ne kadar bencil pislik bir insanım ben. ' diye düşünüp aniden Rahman'ın kolunu tuttum. " Rahman Haydar Ali ! " dediğimde annem ellerini ağızına götürdü. Belli ki o da benim gibi sessizce isyan etmişti 'Nasıl aklıma gelmedi' diye. " Haydar Ali kim Zümra ? " " Allah ve Peygamber aşkıyla kavrulmuş yetim bir Türkmen. Annesi ölmüş, babası şehit, dedesinide gözlerinin önünde kılıçla infaz etmişler. Bizim yanımızdaydı bir saat önce götürdüler. N'olur kurtarın onu yalvarırım. " " Dur Zümra tamam. Sizi yolcedelim söz gideceğiz. " Rahman'a; kaşlarımla yüzünü bize doğru dönmüş, arkasında Koray ile gelen adamı gösterdim. " Bu kim ? " " Bu dedemiz Zümra. ŞahMelik. " dediğinde kalbim aniden hızlandı. Bu masada konuşulan esrarengiz Muhafızdı. Hatta Dede ! Dede bize bakmadan, hiç konuşmadan Fatıma annenin önünde durdu. Fatıma anne neler olacak diye beklerken, Dede elini Fatıma annenin çenesine attığında annem aniden yüzünü geri çekip adamda uzaklaştırdı. Rahman annesinin yanına hareketlenirken Fatıma anne tehdit akan sesi ile tepki gösterdi. " Hop hoopp ne oluyor adam. Bismillahirrahmanirrahim. " Fatıma Anne'nin çenesindeki kanı göstererek o korkunç mat siyah rengi maskesinin arkasından konuşmaya başladı ŞahMelik. " Yetişememişsiniz ! Kan akmış, kanımız akmış Reis. " Rahman ne diyeceğini bilemeyerek. Şaşkınlıkla Dedesi'nin yüzüne bakıyordu. " Çok şükür sağlıklılar Dede. " " Hata Karabasan ! Bugün benim, ŞahMeliğin kanının, canının, kanını döken yarın devlete ne yapmaz. " Hiç birşey anlamıyordum söylediklerinden. 'Kanım ne ? Canım ne ? Ne söylemeye çalışıyor ? ' Rahman hiç birşey söylemiyor kızgın bir şekilde Dede'nin yüzüne bakıyordu. Dede Rahman'a yaklaşırken, Rahman elindeki müzik kutusunu Koray'a verdi ve dimdik Dede'nin karşısında dikildi. Sesinde enterasan birşey vardı. Sanki maskesinin altında ağzı bağlıymış gibi kısık, boğuk ve oldukça kalın bir ses tonu ile konuşuyordu. " Şimdi on yaşındaki bir Ümmet sizi bekler onun tırnağı bile kırılmadan sınırdan geçireceksiniz anlaşıldı mı ? " Rahman duruşunu bozmadan cevap verdi. Tuhaflık vardı. Kızmıştı ve dişlerini sıkıyor, hırlayan bir kurt gibi konuşuyordu. " Emredersin Dede ! " " Şu yolu takip edin beşyüz metre aşağıda ahır var. Oradaki çoban sizi bekliyor. Araçlarınızı oradan tahsis edip çoban'ın verdiği istihbari bilgiye uyun. Sizi bekliyor acele edin. " Rahman maskesini indirip Muhafızlar'a döndü. " Hadi koş ! " deyip koşmaya başladıklarında Dede'nin tekrar bağırmasıyla Rahman olduğu yerde durup yüzünü dönmeden dinlemeye başladı. Dede eli ile Fatıma annenin yüzünü gösteriyordu. " Bu kan bir daha akmayacak ! " Rahman ne yüzünü çeviriyordu nede herhangi bir ses veriyordu. Dede tekrar bağırmaya başladı. " Anlaşıldı mı Çeteeee ? " demesi ile Koray'ın elinde unuttuğu müzik kutusu yere düştü. Maskesini çıkardığında ağzı açık, gözleri patlak bir şekilde, bir ŞahMelik'e bir Rahman'a baktığını gördüm. Tek Rahman değil. Koray da anlamıştı neler olduğunu. ' Ne oldu ? Neden bu kadar şaşırdı bunlar ? ' Rahman aniden bize doğru dönüp koşmaya başladı. Dede'nin burnuna kadar yaklaşıp dişlerini sıkarak, tehtid eden sesi ile konuşmaya başladı. " Sen annemi, karımı, kızımı ve kardeşlerimi sağ salim Yurduma sok benim işimi bana bırak. Ümmet dedi mi canımı vermeden sakınmam. " Deyip gözünü kırpmadan devam etti. " Ve beni bekle. Bana hesap vereceksin........ Dedeee ! " deyip bizim yüzümüze dâhi bakmadan arkasını döndü ve uzaklaştı. Ağızı bir karış açık kalan Koray'ın şaşkın bakışları hâla ŞahMelik'in üzerindeydi. SON...
|
0% |