Yeni Üyelik
43.
Bölüm

42.BÖLÜM ÇOBAN

@batingam

Zümra'dan...

Yola çıkalı iki saati geçmişti. Çiftlik Gölbaşı'nın yüzseksen kilometre Güneydoğusunda kalıyordu.

Dün geceki aile üyelerinden sadece Gülsüm Annem yoktu. Ne kadarda israr etsek 'Ben bebelere bakacağım' deyip geri çevirmiş, ' Gençlerin yanında ne işim var ?' diyen Fatıma annemede ısrar edip gelmesine vesile olmuştu.

Şoför koltuğunda Rahman, yanında ben, arka koltuğada Yasemin abla ve Gökçen geçmişti.

Rahman sürprizin ne olduğu konusunda ne kadar ısrar etse de, ne ben, ne de Yasemin abla ve Gökçen'in ağızından tek kelime alamamıştı.

" Kızlar söyleyin daa... Zaten onbeş dakikalık yolumuz kaldı. Çiftlikte bizi nasıl bir sürpriz bekliyor ? "

Rahman'a ' Uzatma ' der gibi yan yan bakıp;

" Rahman lütfen... Yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin sabret biraz. "

' On beş dakika kaldı. ' dediğinde kalbimden çıkış alan kanı şakaklarımda hissediyor, sanki arabayı ben sürüyomuşum gibi köklemek için sağ ayağımla gaz pedalını arıyordum. Hayatım boyunca bu kadar büyük heyecanlanacağım nadir anlardan birini yaşıyordum.

Rahman ve arkamızdaki konvoy otobandan çıktıktan sonra, yaklaşık otuz kilometrelik çift şeritli yolu geride bırakmıştık.

Sağ tarafımızda çifliğin ahşap kemeri göeünmüştü.

Yasemin abla;

" Rahman burası. Giriş sağdaki kemerin altı. " dediğinde sanki kalbimin atışını hafifletiyomuşcasına sesli şekilde, derin bir nefes verdim.

Sağa sinyal verildiğinde gelen o 'tik tak ' sesi heyecanımı ikiye katlamıştı.

Rahman enterasan bir şekilde aniden frene basıp daha nizamiye kapısına varmadan arkamızdaki yedi araçlık konvoyla birlikte durdu.

Şaşkın şaşkın yüzüne baktığımda, gözlerinde hüzünlü bir gülücükle, ön camdan yukarı baktığını gördüm.

Başımı cama yaklaştırıp onun baktığı yöne gözlerimi çevirdiğimde, içimdeki o heyecan yerini büyük bir duygu dalgasına bırakmıştı.

Biraz sonra altından geçeceğimiz ahşap ağaçlardan yapılmış oldukça gözalıcı görünen kemerin üzerinde;

"ᗩᔕᑌTᗩY ᕼᗩYᐯᗩᑎ ᑕIᖴTᒪIGIᑎE ᕼOᔕGEᒪᗪIᑎIᘔ" yazıyordu.

'Asutay !'

Yasemin abla konuşma gereği duymuştu ki, hâla gözleri kemerde olan Rahman'a bakıp anlatmaya başladı.

" Gökçen üniversiteyi kazandığında babam, yani Gökçe'nin dedesi. ' Dile benden ne dilersen. Araba, ev ne istersin kızım ? ' dediğinde Gökçen Hiç birşey istemediğini sadece çiftliğin isminin değiştirilmesini istemişti. Babamda Gökçen aklındaki ismi, yani bu ismi söylediğinde babam gözyaşlarını tutamamış en son ağladığı günde o olmuştu. Benimde babamın ağladığını vefat edene kadar ilk ve son görüşümdü o... "

Rahman hiç birşey söylemeden kolunu arkaya uzatıp Gökçen'in saçını dağıtarak vitese takıp bize açılan dev kapılardan nöbeçilere selam verdikten sonra geçti.

Gökçen'in çifliğe babasının Kod adı olan

' ASUTAY ' ı koyması ve ' S ' şeklinin sonsuzluk işaretini simgelemesi oldukça etkilemişti bizi.

' Sonsuza kadar kalbimdesin ASUTAY ! '

Neredeyse akmakta olan gözyaşlarımı içime hapsesip Yasemin ablaya döndüm.

" Abla siz Burak abi ile kaçmıştınız değil mi? "

Bunu sormamla, geçmişin Yasemin ablanın gözlerinde akıp gittiğinden emindim.

" Evet ! Burak ve Akçakoca dedemiz beni istemeye geldiğinde babam birkaç gün müsade isteyip, oldukça geniş ve saygın çevresi aracılığı ile Burak'ı araştırmış. Muhasebeci olduğunu biliyorduk. Babam istediklerinde okulunu sormuştu ama araştırıldığında ne o okulunda, ne de herhangi bir yerde Burak'ın ne ismi, ne cismi vardı. Bu yüzden vermedi beni. Sonra Burak bana ' Ben sana kim olduğumu söyleyemem, seni ve babanıda ağlatmak istemem, ayrılalım. ' diye mektup gönderdi. Bir evin bir kızıydım. Vereceğim karar çok mühimdi. Ama gözüm kör olmuştu yapacak birşey yoktu. Burak'ı arayıp ' Gel kaçır beni ' dedim. Kaçtık; iki yıl sonrada Gökçen sayesinde barıştık. Burak Akçakoca'nın izni ile babama herşeyi anlattı. O saatten sonra babam Burak'ı benden daha çok sever oldu. İşte böyle bizim hikayemiz Zümra. "

İçimde Yasemin ablaya bu bitmesin istediğim hikayeyi bitirdiği için tatlı bir kızgınlık oluşmuştu.

Rahman yol üzerindeki devasa direği ve oldukça büyük Türk bayrağını göstererek;

" Belli oluyor neden affettiği, neden Burak abiyi senden çok sevdiği. "

" Evet ! Babamın Allah ve bayrak aşkıyla kavrulmuş bir yüreği vardı. Burak'ı sevmesindeki sebebin büyük payı, yaptığı işti. "

Rahman dikiz aynasına bakarak, arkaya tatlı bir gülücük attı.

" Abla seni adaya erzak kasalarında saklayarak getirmişti değil mi ? " demesiyle kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırıp arkamdaki Yasemin ablaya döndüm.

" Neee ? Abla seni adaya mı kaçırdı ? "

Yasemin abla insanın içine huzur veren o gülücüğüyle birlikte konuştu.

" Evet ! Gemide giderken beni büyük bir maydanoz kasasında sakladı. Tam üç yıl maydanoz yiyemedim. O kadar tiskinmiştim yani. Ne yapsın başka götürecek yeri yoktu. " demesiyle arabanın içini gülücükler kapladı.

Gökçen belki yüzlerce dinlediği bu anıları hâla ilk hissettiği duygularla, meraklı bir şekilde tekrar tekrar dinliyordu.

" Sonradan herkes öğrendi. Beş yıl orada kalıp Gökçen dört yaşındayken Muğla da ev tutup, orada çok fazla kalmadan İstanbul'a geçtik. " deyip eli ile sağ taraftaki lokanta tarzındaki kütük evi gösterdi.

"Rahman burada durabiliriz. "

Rahman direksiyonu sağ tarafa çevirip uygun yere parketti.

Aşağı inip etrafını süzdükten sonra, karşıdaki beyaz çitlerin diğer tarafındaki sayılamayacak kadar fazla olan büyükbaş sürüsüne baktıktan sonra Yasemin ablaya döndü.

" Yenge ben burayı bu kadar tahmin etmiyordum. Burak abi anlat anlat bitiremezdi. Çok büyükmüş. "

" Evet yaklaşık beşbin dönüm. "

" Uffff !!! "

Karşılarına gelen çalışanların Yasemin ablaya karşı önlerinde el bağlamaları Yasemin ablanın saygın bir Hanımağa olduğunu gösteriyordu.

Yasemin abla bizden uzaklaşıp, pala bıyıklı, gri şapka takmış, altmış yaşlarda şirin bir amcayla bir kaç saniye konuştuktan sonra tekrar bize yaklaştı.

Bütün kalabalığa seslenerek.

" Buyrun buraya geçelim. Yol yorgunusunuz birşeyler hazırlattım."

Hüdayi dayımız, Korhan baba, babam, Kara Muhafızlar,Mert'in aracından inen Fatıma annem, Kübra, bizim gülümüz Şûra, Korhan Babam'ın çiçeği Tuğçe, Mert, Kürşad, Ozan ve doğum gününde bulunamayıpta sonradan haber gönderdiğimiz, Asel ve en son Yasemin abla ile birlikte ben geçtim.

İçerisinin kendi evimizde hissedecek kadar samimi bir havası vardı.

Duvarlarda ortamın ambiyansını yansıtan, artık aksesuar yerine kullanılan görev sürelerini doldurmuş gaz lambaları, at, koyun ve inek tabloları, ortada bizim için hazırlanmış, yaklaşık yirmibeş kişilik mis gibi iç açan örtülerle kaplanmış dev ahşap masa bulunan, kütükten inşa edilmiş, restoran tarzında bir yerdi.

" Burada özel misafirlerimizi ağırlarız. "

Koray'ın kıpır kıpır ettiği yerde;

" Önce sürprizi görmeyelim mi ? " demesi masayı şenlendirmişti.

" Ne oldu ne dedim ki ? "

Rahman Koray'a bakıp;

" Sanane oğlum sürprizse benim sürprizim." deyip Yasemin ablaya bakıp devam etti.

" Gerçekten abla uygunsa sürprizi görelim biz. "

Rahman'ın bu sözüyle başta Koray olmak üzere tüm canlar gülmeye başladı.

Gökçen karşısındaki Rahman'a bakıp;

" Buranın Alfası'da, Reiside, Küçükhanımı da benim Karaoğlan. Otur ve sabret." demesi Rahman'ın kaşlarını çatıp beş parmağını göstermesine sebep oldu.

Hüdayi dayımız ve babamlar masanın bir başındayken, Yasemin ablada diğer başına geçti.

Yasemin abla içerdeki çalışanların dışarı çıkmasını rica ettikten sonra masaya döndü.

" Eee konuyu ev sahibi açarmış. Ben biliyorum ama sizi buradakiler daha tam tanımıyor. Yemeklerimiz hazırlanana kadar birşeyler anlatın. Biraz daha kendinizden bahsedin." dedikten sonra karşısındaki oturan babalara baktı.

" Tabi babalarımızın izin verdiği kadar. "

Hüdayi dayı Yasemin ablayı başı ile onaylayarak;

" Onlar ne anlatacaklarını gayet iyi bilirler. Buyrun gençler. "

Alfaları olarak Rahman söze girdi.

" Ne anlatalım ? Soru-cevap şeklinde olsun isterseniz ? "

" Ben sorarım ! " diye bir ses geldiğinde herkes o yöne baktı.

Koray, Mert'in arkadaşı Kürşad komisere bakarak.

" Zaten başkası sorsa şaşarım. "

Bu sözüne Kürşad bozulurken, masadakiler tebessüm etmişti.

" Şaka şaka. Hadi senden başlayalım. "

Kürşad'ın heyecanı dik oturmaya çalışmasıyla masaya yansımıştı.

"Adaya alındığınızda kaç yaşındaydınız ?"

Herkes tek tek " 10 yaşında "derken sadece Ömer 11 yaşında demişti.

Kürşad devam etti;

" Kaç tane yabancı dil biliyorsunuz ve nasıl bu kadar kusursuz konuşuyorsunuz ? Rahman abi bu sorum sana."

Rahman tavana bakıp düşündükten sonra parmaklarıyla birlikte saymaya başladı.

" İngilizce, Almanca, Rusca, Fransızca, Arapca, Farsca, Çince, İtalyanca, Kürtçeyide sayarsak dokuz dil biliyoruz. Bu kadar net konuşmamızın sebebi ise; bu diller daha ilk gittiğimizde derslerimizdi. Dilleri kaptıkça biz adada hiç Türkçe konuşmamaya başladık. Hangi hoca ile ne dil konuşulması gerekiyorsa o dille konuşuyorduk. Bu yüzden bir Fransız gibi Fransızca, bir İngiliz gibi İngilizce konuşuruz. "

Kürşad tatmin olmuşa benziyordu. Ozan öğrenci edasıyla el kaldırdı.

Rahman;

"Buyrun lütfen. " dediğinde bizimle birlikte gülerek elini indirdi.

" Abi, sekiz ay başka başka bir adada, sadece bir bıçakla herbiriniz ayrı noktalara iki kişilik gruplarla bırakılmışsınız. Bu eğitim özel kuvvetler eğitiminde 40 günlük cehennem haftası diye adlandırılır. Siz sekiz ay ne yaptınız, ne yediniz, adalar yazları buralardan daha soğuk olur, siz kışın ne yaptınız ve kaç yaşındaydınız ?" diye sorduğunda Rahman tehtidkâr gözleriyle Koray'a baktı.

" Kim anlattı bunu ? "

Koray elini kaldırarak;

" Bana bakma kardeş ben söylemedim."

Tam Ozan'ın karşısından biri konuştu.

" Ben anlatmıştım Rahman. " dedi Oğuz mahcup bir şekilde.

Rahman;

" Tamam o zaman. Bunuda, o süreçte bana Badilik yapan Samed anlatsın. "

Samed boğazını temizleyip konuşmaya başladı.

" Bizi 16 yaşında bıraktılar. Yedi ay büyük, yabancı bir ada da daha sonra bir ay yaşadığımız ve yetiştiğimiz ada da tek bırakıldık. Ekim ayında olduğumuz için ilk önce sığınacak bir yer yaptık Rahmanla. Ağaçlarla iki kişi kalacak şekilde mini bir ev'di burası. Daha sonra kuru otlardan ve çamurdan faydalanarak o evi sıvadık. Altada ısıtma sistemi yaptık..." dediğinde Ozan söze girdi.

" Elinizde bir bıçak var abi, ısıtma sistemini nasıl yaptınız ? "

" Yaptığımız evin içine altmış santim derinliğinde çukur açmıştık. Gün boyu yaktığımız ateşin içerisinde büyük taşları eksik etmezdik. Akşam olupta uyuyacağımız zaman o taşları o çukura atıp, üzerine parke şeklinde kalın dal parçalarını döşeyip, üzerini toprakla kaplardık. Kapımızda olduğu için sabaha kadar ne taşlar soğurdu, ne biz üşürdük. Ne yediğimize gelince ! Ada büyük olduğu için her çeşit hayvan vardı. Yaban fındık dalından yay ve ok yaptık. Yayın kirişi içinde, önceden kurduğumuz tuzakla yakaladığımız ceylan'ın sinirlerini kurutup onları kullandık. Aynı ceyla'nın derisini kaya tuzu ile kuruttuktan sonra yaylarımıza sardık ve bukez yaylarımızı aksi yöne gerdirdik. O deriyi yaylarımıza sararak ve aksi yöne gerdirerek Türk oku dediğimiz ' m ' şeklindeki oklara çevirir, diğerine göre daha çok kuvvet, yani altmış kiloluk çekme kuvveti uygular, daha uzak mesafeye, daha hızlı atardık. Okun ucu demir olursa eğer, ok tıpkı zırh delici mermi kadar etkili oluyor. Doğal olarak hiç bir hayvan yaralı kaçmıyordu. Balık tuzakları kurar, onları kontrol eder günümüzü doldururduk."

Samed bütün bunları anlatırken, masadaki herkes bütün dikkatini ona vermiş, anlatılanlar bittikten sonrada sanki gerilim sahnesi izlemişcesine derin bir " Of " çekmişlerdi.

Ozan dışa doğru üfleyerek;

" Ne diyeyim abi ? Olağan üstü. Her ok atmanızda altmış kilo yük uygulamak her yiğidin harcı değil. Hemde henüz 16 yaşında. Özel kuvvetler cehennem haftasına girdiğinde en genci 25 yaşında oluyor. Siz daha çocuk denilecek yaştaymışsınız."

" 16 yaşındaydık ama bütün bunların eğitimleri verilmişti bize. Hem atalarımız iki saniyede bir atarmış o oku. Bizim kuvvetimiz onların yanında hiç birşey." diyerek ne kadar mütavazi olduğunu göstermeyide ihmal etmedi Samed.

Bu tim gerçekten olağanüstü bir karaktere sahipti.

Bu kez el kaldıran Gökçendi;

" Benim ki basit olacak abi. Herbirinizin kolunda olan bu bilekliklerden babamdada vardı. Neden hiç yanınızdan ayırmıyorsunuz, ne işe yarıyor ? "

Cevaba giren bilekliğini çıkarıp eline alan, Ömer olmuştu.

" Bunlar paraşüt ipinden yapılan hayatta kalma bilekliği. Bu iplerden her biri ikibuçuk metre ve içlerinde yedi tane ince ip buluyor. Dağda uzun süreli kaldığımız zaman, balık veya herhangi bir hayvan avlamak için tuzaklar yaparız. Gerek görüldüğü zamanlar operasyonda patlayıcılarla bubi tuzakları kurarız, çadır ve tente gererken kullanırız, söküğümüz olur onu dikeriz, uzuv kırıklarında kırık olan bölgeyi sabitleme için kullanırız ve daha bir çok şey. Yani bu bir askerin olmazsa olmazı. "

Bu kez Yasemin abla elini kaldırdı.

" Ben Topal hocayı soracağım size. Benim tanıdığım en mükemmel insan o. Siz nasıldınız onunla ? Rahman bunu senin cevaplamanı istiyorum."

Yasemin ablanın dilinden daha ' Topal hoca ' ismi çıkar çıkmaz bütün Muhafızlar ve Komutanları huzurla birbirlerine bakarak gülümsedi.

Rahman parmaklarının arasındaki örtüden kopardığı küçük ip parçası ile oynarken derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.

" Hassas yerden vurdun yenge......Bütün komutanlarımız babamız kadar kıymetlidir bize ama Topal Hoca......... O Allah'ın bize lütfettiği en değerli varlıktı. Ömrü medreselerde geçmiş Peygamber ve Allah aşığı bir kuldu. Bize göre o bir Şeyh'ti ama ona göre dünyaya gönderilen fakir bir göçebe. Büyük bir tasavvuf ilmine sahipti. Kızdığımız ve isyan ettiğimiz zaman onun gözlerine bakmamız yeterdi. Bir çok konuda ilim sahibiydi. O saklasada Topal hocamda, Zahiri, yani bilinen ilimler kadar da bilinmeyen ilimlerde olduğuna inanırız. Bir sıkıntımız olduğunda bizi görmese bile yanına çağırttırırdı ve sarfettiği üç kelime ile yüzümüzün gülmesine sebep olurdu. Bizi ada'dan çıkana kadar Ayetler ve Hadisler ışığında yetiştirdi. Komutanlarımızın yeri başka ama o olmadığında arkamızdan büyük bir dağın eksildiğini hissetmişizdir hep. Nefesimizin kesildiği yerde nefes, takatimizin kalmadığı yerde kuvvet olurdu bize. " deyip kalbine sıkışan özlemi ve o ağır duyguyu dışarı salarcasına serbest bıraktı nefesini.

Ada'ya birçok defa gitmiştim ama ismini her fırsatta Korhan Babamdan duymama rağmen görmek nasip olmamıştı Topal hocayı.

" Soracağımız başka birşey yoksa yemeklere geçelim. " deyip masadakilerden'de onay alıp ayağa kalkan Yasemin abla, dışarda bizi beklemekte olan çalışan bayanlara doğru ilerledi. Bir dakika birşeyler anlattıktan sonra tekrar yerine geçti.

"Eeee yemek duasını kim yapacak gençler ?" dediğinde masada herkes birbirine baktı.

" Durun o zaman Zümra karar versin buna. Değil mi Zümra ? " dediğinde ayağa kalktım.

" Tamam abla. " deyip büyük bir heyecanla arkamdaki meraklı bakışları geride bırakarak, kapıyı kapatıp, bana önceden bahsedilen yere koşar adım gitmeye başladım.

Köşeyi dönüp müştemilat olarak kullanılan tek katlı evin önüne baktığımda oradaydı... Üç tane çalışan etrafına dizilmiş, elleri önlerinde bağlı onu dinliyorlardı. Hem konuşup, hem beni farkedip yirmi adım mesafeden gülümsediğinde, saçtığı huzurdan onun bahsesilen insan olduğunu anladım.

Neden boğazım düğümlendi ki onu görünce ?

Tanımadığı halde, bir insan, başka bir insanı delicesine özler mi ?

Neden ona koşasım geldi ?

Bana göre basit, Muhafızlar'a göre değerli bir insan değil mi bu kişi ?

Koştum ! Çevreye bakıp utanmadan, gözlerimi ışık saçan yüzünden ayırmadan, ayağımın altından gelen çakıl seslerine aldırmadan, coşkulu bir çocuk gibi koştum.

Gelmiştim. Yüzyüzeydim !

Neredeyse 175 boyunda, geniş omuzlu, düzgün vücutlu 75-80 yaşlarda, tertemiz masmavi parlayan gözleri vardı. Konuşmasına gerek yoktu, usanmadan, sıkılmadan bu nurlu yüze saatlerce bakabilirdi bir insan.

Sağ elini göğüsüne götürdüğün de iri siyah taşlı gümüş yüzüğü çarpmıştı gözlerime.

Bu oydu ! Bu o eşsiz askerlerin, Kara Muhafızlar'ın rehberi Topal Hocaydı.

" Selamun Aleyküm hanım kızım."

" Al..... Aleyküm Selam hocam. Lütfen buradan deyip geldiğim yönü gösterdim.

Çalışanlara dönüp;

"Selamun Aleyküm kardeşler. Hakkınızı helâl edin."

Çalışanlar hep bir ağızdan "Aleyküm Selam " dediklerinde üçününde gözlerindeki huzurla karışık üzüntüyü görmüştüm.

' Akşamdan bu yana siz huzur depoluyorsunuz. Sıra bizde.'

Yeşil cübbesini ve bembeyaz sarığını düzeltip, bastonunu dayalı olduğu direkten eline alarak adımlamaya başladığında bacağındaki hafif aksaklık isminin nereden geldiğini gösteriyordu.

Konuşamıyordum. ' Nasılsınız ? ' diyemiyordum.

" Güzel gözlü kızım. Sen Orhanım'ın evladı, Rahmanım'ın zevcesi olmalısın değil mi ? " deyip yüzüme baktı.

" Evet hocam ismim Zümra. "

" Zümra, isminle huzurlu yaşa kızım."

Bastonu ile ön tarafı göstererek.

" Üzer mi deli oğlum Rahman seni ? "

Rahman ismini bu nur saçan insandan duymak ayrı bir huzur vermişti bana.

" Hayır hocam. Şimdiye kadar hiç üzmedi sağolsun. "

" Üzmeezz ! Çok ciğerlidir o yavrum. " dediğinde sesinin titrediğini farketmiştim.

Özlemişti, oda özlemişti evlatlarını.

Kapıya yaklaştığımızda heyecandan nefesimin daraldığını hissettim.

İşte gelmiştik !

Titreyen ellerimde geniş camlı ahşap kapıyı açarak, hocama yol gösterdim.

" Bismillahhirrahmanirrahim, Rabbim sen utandırma. " deyip gözlerini silerek, herkesin bakışları arasında içeri adımını attı.

Masadaki manzara, donuk 'Rüya mı bu ?' diye bakan gözler, tutulan diller ve anında gürültüyle geri itilen sandalyelerdi.

" Selamun Aleyküm. Maşallah Maşallah birliğinize, dirliğinize Maşallah. "

Bu sıradan bir kavuşma değildi. Kimse kalkıp Topal Hoca'nın boynuna atılmadı.

İlk önce Hüdayi dayı ayağa kalkıp elini öperken onu Korhan Baba ve babam takip etti.

Muhafızlar; önde Rahman, tek sıra halinde arka arkaya sıraya geçmiş, sıranın onlara gelmesi heyecanı ile kıpır kıpır yerlerinde duramıyorlardı.

Topal Hoca onlara döndüğünde sağ elini ayası Muhafızlar'a bakacak şekilde, teslim oluyorum dercesine açtı.

Rahman gözlerinde büyük bir özlemle harekete geçti ve Topal Hocan'ın avcunun içine yanağını koydu.

Topal Hoca Rahman'ın yanağını avcuna alıp kendine çekerek şakağından öptü.

Peşinden Koray, Oğuz, Sinan, Samed, Bora, Ömerede aynı şeyi yaptıktan sonra sıra Kenan'a geldi.

Kenan'ı şakağından öptükten sonra elini yanağından çekmedi. Gözlerinin en derinine bakarak konuşmaya başladı.

" Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. ( Şuara Suresi 80. ayet )"

Bu nasıl olur ? Bu Ayet-i Kerimeyi neden sadece Kenan'a söyledi ? Hiçbirine birşey söylemezken neden Kenanla konuştu ?

Kenan korku dolu gözlerle başını önce babamlara, daha sonra Timi'ne çevirdi ve hiç birşey söylemeden yerine geçti.

Ben yaşanan olayın şokundayken Rahman'ın Topal Hocay'ı anlatırken söylediği sözler aklıma geldi.

' O saklasada Topal hocamda, Zahiri , yani bilinen ilimler kadar da bilinmeyen ilimlerde olduğuna inanırız. '

' Bismillahirrahmanirrahim.'

Topal Hoca Yasemin abla'nın yerine otururken bende şaşkınlığımdan kurtulmaya çalışıp bende Yasemin abla'nın yanına oturdum.

Masada kaşık sesleri başlarken benim gözüm Kenan'ın hareketlerindeydi. Sol elini hiç kullanmıyor, masanın altında saklıyordu.

' Rabbim n'olur birşey olmasın onlar benim ağabeyim. Sen onu senin yolunda savaşmaktan alıkoyma.'

Topal Hoca gülen gözleriyle masadakileri tek tek süzdükten sonra avuçlarını açtı.

" Amin ! " dediğinde herkes onu takip ederek avuçlarını göğe kaldırdı.

" Elhamdü lillâhillezî et'amenâ ve sekânâ ve cealenâ müslimîn

Elhamdü lillâhi hamden kesîran mübâreken fîhi, ğayra mekfiyyin, ve lâ müveddein ve lâ müsteğnen anhü Rabbenâ.

El-Hamdü lillâhillezî et'amenî hâzat-taâme ve razakanîhi min ğayri havlin velâ kuvvetin "

Masada dualar okunduktan sonra mükemmel sohbetle birlikte yemeğe devam edildi.

" Eeeee ? Rahmanım memnun oldunuz mu kızımızın sürprizinden ? "

Rahman lokmasını yuttuktan sonra konuşmaya başladı.

" Gitmez olur mu hocam hiç ? Bu kadar değerli bir hediye beklemiyorduk. Biz yıllarca uğraştık getiremedik sizi buraya. Zümra nasıl yaptı, ne dedi bilmiyorum. " dedikten sonra sımsıcak bakışlarını bana çevirdi.

Bende ona içten gelen tebessümümle karşılık verirken, o tekrar Topal Hocay'a döndü.

" Hocam Haydar Ali nasıl ? Konuştunuz mu hiç ? " dediğinde bütün düşüncelerimden sıyrılıp Hoca'nın vereceği cevaba dikkat kesildim.

" Haydar Alim îmanlı, inançlı bir genç. Onun yapacağı işin başında inanmak geliyor Rahmanım. En başta Hak'ka ve onun koyduğu kurallara inanmak. Sonrasında her yaptığın işte başarıya ulaşacağına inanmak. Haydar Alimin kendine olan güveni yaşadığı ve şahit olduğu olaylardan dolayı zedelenmiş. Lakin bu güveni vermek sizinde bildiğiniz üzere oradaki hocaların en kolay yapacağı birşey. Bizim için önemli olan Haydar Alimin İmanını sağlam tutması. Buda onda fazlasıyla var Hamdolsun. "

Rahman'a baktığımda, gözlerini kırpmadan Kenan'ı izlediğini gördüm.

Kenan'ın ne kadar hissettirmesede acı çektiği ortadaydı. Eğer bir Muhafız ağrıdan veya acıdan dolayı yüzünü ekşitiyorsa, eminim o acı normal bir insanı süründürecek kuvvettedir. Ben onların uyuşturmadan vücutlarına dikiş attığınıda gördüm, kurşun çıkardığınıda.

Kenan'ın her neyi varsa, çok geç olmadan müdahale edilmesi gerekiyordu.

Kenan tekrar normale döndüğünde acının çok keskin bir şekilde girip aniden geri çekildiğini anlamıştım. Dün geceki sol elinin titremesi ve bugünki yüzünü değiştirecek kadar giren acı sol tarafındaki sinirin tahribat gördüğüne işaretti.

Rahman gibi iştahlı birinin çok sevdiği et yemeğini yarım bırakması, hissettirmesede Kenan'ın durumuna fazlasıyla üzüldüğünü gösteriyordu.

Kenan'ın yüzü güldüğüne ve Rahman hariç tabaklar bitirildiğine göre zamanın geldiğine inanıp söze girdim.

" Yasemin abla bize çiftliği gezdirir misin ? "

"Tabi canım. Eğer hazırsanız buyrun kalkalım." deyip kapıyı gösterdi.

İşte gelmişti yine o heyecan. Yine şakaklarıma kan pompalanıyor, yine bacaklarım titriyordu. Sürprizin esas olanı, en büyüğü geliyordu.

Kapıdan çıkıp kumlu yolun karşısındaki beyaza boyanmış çitlere yaklaştık. Geldiğimizde bizi karşılayan pala amca, geçmemiz için çitin geniş kapısını açtı.

Kapıdan geçtiğimizde, çok geniş bir alanın çitlerle çevrili olduğunu gördüm. İçerisindeki çok sayıda olan büyükbaş hayvanlarıda gördükten sonra Yasemin ablaya yaklaştım.

" Abla burayı inekleri otlatmak için mi kullanıyorsunuz ? "

" Evet bitanem. Sığırın büyüğü dışarda yaylımda, bunlar damızlık olanlar. " dedikten sonra pala amcaya döndü.

" Kahya amca söyler misin burayı boşaltsınlar. "

" Tabi hanımım hemen arıyom arkadaşları. " deyip aceleyle cebinden tuşlu telefonunu çıkardı.

' İşte yavaş yavaş başlıyoruz. '

Televizyonlardan aşina olduğum sesin geldiği yöne baktığımda üç tane atlı sığırlara doğru dört nala gidiyordu.

Herkes bastığı, çimle kaplı toprağa bakarken, hep birlikte durup büyük bir özlemle atlılara baktıklarını gördüm. Kübra'nın koluna girerek kafilenin önüne doğru hızlanmaya başladım.

" Bir dakika ya ! Kübra Koray'ın, ben Rahman'ın eşiyim. Biz neden hiç soru sormadık ? "

Herkes birbirine bakarken Koray kollarını iki yana açtı.

" Aaa aaa.. Biz nasıl böyle bir terbiyesizlik yaptık ? Kusura bakmayın buyrun sorun hanımlar. "

Heyecanla başımı salladıktan sonra, ellerimi birleştirip sıkarken, dudaklarımı çizgi haline getirdim ve heyecandan konuşamayacağım için sıramı dirseğim ile dürterek Kübra'ya bıraktım.

Kübra başını olumlu anlamda sallayıp Koray'a döndü.

"Ben atları sadece televizyonlarda gördüm. " deyip arkamızdaki atlıları gösterdi ve devam etti.

" Bu atları görünce aklıma geldi. Siz ada'nın koşullarından dolayı atlarla yakından ilişkiliydiniz. Hatta her seferinde Koray'ın atını anlatırken gözlerinin dolduğuna şahit oldum ve atların belgesellerini izlediğimde herzaman etkilenmişimdir. Koray 'Her at sahibinin karakterine bürünür.'der. Onlarla nasıl bir bağınız vardı ? "

Kübra bu sorusunu sorarken yaklaşık yüz adım solumuza beyaz kapalı kasası bulunan, dev, mavi bir tır durarak diğer tarafı görmemizi engelledi.

Koray aklına atı gelmiş olacak ki gönülsüz bir şekilde Kübray'a baktı.

" Kimseye anlatamadığın derdini, sevincini, korkularını, onuda yanına alarak yalnız kalacağın bir tepeye çıkar ve içini ona dökersin. Sen eğer onun sırtına mutsuz binersen o bunu hisseder, o da mutsuz olur. Bunu da sadece sahibi anlar. Ne tuhaftır ki; belki deli diyeceksiniz ama, ona dertlerini anlattığında rahatlarsın. Orada bianlığına annen, baban, eşin, çocukların o olur."

Kübra verilen cevaptan memnun olmuştu.

Yasemin abladan işareti aldıktan sonra

parmağımı ilk okul öğrencisinin edası ile kaldırarak;

" Sıra bende ! " dedim.

Kalbim durma noktasındaydı.

" Evet Rahman'ında dilinden düşmezdi atı. Tuhaf ama o da duygulanırdı. Şimdi at sahibinin karakterini alırmış. Yani Koray öyle demiş. Bunu biraz açar mısın ? Bu bir ! İkincisi; atlarınızla nasıl anlaşırdınız, yani doğadasınız ve atınız sizden uzakta bir yerde. Evet benim sorum iki tane. " dedikten sonra kalbimi yavaşlatakmış umuduyla derin bir nefes alıp bir müddet ciğerlerimde tuttum.

" Atların sahibinin karakterini alması şöyle. Eğer sahibi korkaksa, atta korkak olur, eğer nazlıysa nazlı, cesursa cesur, çevikse, çevik. Nasıl çağırdığımıza gelince. Bir operasyon anında olaki telsizinin bozuldu veya düşürdünüz. Tıpkı karadenizlilerin yaptığı gibi biz Muhafızlar da ıslıkla anlaşırız. Yani herbirimizin atlarımızı çağırmak için ayrı melodilerimiz vardı. Atlarımız safkan olduğu için, benim ıslığıma diğer kardeşlerimin atı gelmez, onların ıslıklarınada benim atım gitmez. " dediğinde, ulaşmak istediğim hedefi onikiden vurmuştum.

" Peki nasıl bir melodi bu ? Iıımmm bunuda Ömer cevaplasın. Ömer sen atını nasıl çağırırdın ? "

Ömer, soruma şaşırıp olduğu yerde dikleşti.

' İşte o an ! '

" Şimdi gerek varmı ki buna ? Gelmeyeceğini bile bile ıslık çalmam beni üzer."

" Lütfen ! Sadece duymak istiyoruz. "

Ömer, üzgün şekilde başını sallayarak derin bir nefes alıp ıslığını çaldı.

Tırın arkasından dört nala, biraz önceki atlara nazaran devasa büyüklükte beyaz bir at son sürat gelmeye başladığında bütün başlar o yöne döndü.

Ömer yanındakilerden destek alıp öne doğru iki adım atarak Rahman'ın yanına gelip, gözünü attan ayırmadan.

"Rahman bu........ Cdört... Lan Rahman bu Cdört.... vallahi Cdört billahi C dört. Rahmaaaaannn. " deyip atının onu görmesi için ileri koştu.

At Ömer'in önünde durduğunda nazlı bir ceylan misali zıplamaya başlamıştı.

Bütün Muhafızlar ağızları açık Cdörtlere bakıyordu.

" Oğlum....... Yavrum.... kızma bana kardeşim. "

Bu kadar tahmin etmemiştim. Bu gerçekten çok duygusal bir andı.

" Şimdi sıra Bora'da. Bora sen nasıl çağırırs... " demeye kalmadan Bora daha fazla bekleyemeyerek Tıra bakıp ıslığını büyük bir mutlulukla çaldı.

" Kahverengi, yine kocaman bir at koşmaya başladı. "

Bora öne doğru çıkarken gözüm Rahman'a takıldığında, bana büyük bir hayranlıkla baktığını gördüm. Öyle bir bakıyordu ki, karşısında erimemek için kendimi zor tutuyordum.

Muhafızlar atlarına kavuşurken sırada sadece bu mutluluğun kaynağı olan Kömür Gözlüm kalmıştı.

Rahman öne doğru çıkarak yüzünü tıra döndü ve diğerlerinin yaptığı gibi eli ile destek almadan, sadece dudaklarını kullanarak kuvvetli bir ıslık çaldı.

Bekledik... Bekledik...

" Aaaaa ! Eee neden gelmedi ? "

Ben sesli düşünürken Rahman tekrar ıslığını çaldı. Yıllardır görmediği, çok sevdiği dostunun yolunu gözler gibi bekledi bekledi bekledi.

Ama yoktu. Karabasan gelmiyordu !

Yasemin abla tıra doğru elini sallayarak bağırmaya başladı.

" At aşağı indiyse çekin tırı oradan. "

Yasemin ablanın bu isteği ile tırın gürültülü motoru çalıştı.

Tır geri geri çitleri terkederken Rahman umut dolu gözleri ile atını görmeyi bekliyordu.

'Evettt ! ' görünmüştü.

Heybeti dağı, rengi simsiyah bir inciyi andırıyordu. Uzun yelelerinin gözünü kapattığı bu mesafeden bile belli oluyordu.

Rahman nefesini çekip kucaklarcasına kollarını iki yana açarak tekrar kendi melodilerini atına üfledi.

Karabasan bize doğru öylece bakıyor ama hiç bir tepki vermiyordu.

Üzüntümden ne yapacağımı bilmeyerek.

" Ya neden gelmiyor ? " demiş bulundum.

Kafilenin içinden çok nadir duyulan bir ses geldi.

" Rahman bu at sana küsmüş oğlum. " dedi Hüdayi dayı.

Rahman başını sallayarak dayısının söylediğini onayladı ve bana baktı.

" Hadi Zümra gidelimde barıştır bizi. " deyip üzgün yüz ifadesi ile tebessüm etti.

Karabasan'a doğru ilerlerken biraz olsun Rahatlatmak için Rahman'ın elini tuttum.

" Ciddi ciddi o sana küstü mü ? "

Rahman elimi sıkıp yüzüme baktı.

" Onlar sandığınız kadar basit hayvan değil Zümram. Atlar hem ağlar, hem üzülür, hem küser. "

Karabasan'ın yanına vardığımızda heybetinden midir bilmem ama yaklaşmaya korktum.

" Gel bitanem korkma. " dediğinde kocamdanda destek alarak yanlarına yaklaştım.

Rahman Karabasan'ın boynuna kollarını doladı. Boynu o kadar kalındı ki kollarının kavuşmasına imkan vermiyordu. Sanki bir insan gibi çenesi ile Rahman'ı kendine çektiğinde yaşadığım hayretle alt dudağımı ısırdım.

'Bu olağanüstü birşey !'

Ellerini yanaklarına indiren Rahman alnını atın uzun burnuna dayadı.

" Yanından ayrıldıktan sonra vurduk vurulduk, kan döktük kanımız döküldü Karabasan. Ben istemedim oğlum. Ben senden ayrı kalmak ister miyim ? Hadi arkadaşım kendinide benide üzme. "

Karabasan yavaş yavaş kıpırdanırken Rahman bozmadan devam etti.

" Bak yengeni getirdim." dediğinde istemeden güldüm.

' Yengen ? '

Ben hayretler içinde onları seyrederken, Rahman tıpkı bir insanla konuşuyormuş gibi eli ile arkasındaki kafileyi gösterdi.

" Gerek yarışlarda, gerekse kendi aramızda yaptığımız yarışmalarda sen beni hiç yüzüstü bırakmadın. Bak bizi seyrediyorlar. Şimdi oraya gideceğim ve tekrar çağıracağım seni. "

Rahman ayaklarının üzerine kalkarak Karabasan'ın alnından öpüp, boynunu sonkez okşadıktan sonra bana yaklaşarak elimi tuttu.

" Hadi gidelim. "

Biz yolumuzu alıp giderken arkama baktığımda Karabasan'ın yavaş yavaş arkamızdan geldiğini gördüm.

" Hadi bakalım bitanem barıştınız geliyor." dediğimde Rahman önce bana, sonra arkasına baktı.

Karabasan'a doğru ilerleyip tekrar burnuna elini koydu.

" Dur oğlum. Ben ilerden çağıracağım öyle geleceksin. Öyle gel ki gözlerimiz endama doysun. " deyip tekrar bana döndüğünde ağızım açık yerinde çakılı kalan Karabasan'a bakakaldım.

' Allahım, akla bak ! '

Herkes gözlerini çekmeden bizi izliyordu. Yanlarına vardığımızda Hüdayi dayı kolları göğüsünde bağlı Rahman'a baktı.

" Babasına çekmiş üçkağıtçı, küsmüş değil mi ? "

" Öyle olmuş galiba dayı. Hakaret etme benim oğluma. Babası manyağın tekiydi."

Hüdayi dayı kollarını çözerek Rahman'a kaşlarını çattı.

" Bir daha ŞahMelik'e manyak dersen senin etlerini koparırım çocuk. "

' Ne güzel ! Karabasan, ŞahMelik'in yavrusuymuş. ' deyip huzurla iç çektim.

Arkasını dönüp hınzırca gülüşünden dayısını kızdırmaya çalıştığını anlamıştım.

Rahman tekrar ortaya geçip kollarını iki yana açtı.

" Hadi yavrum gel adaşına. " deyip.

İki dudağının arasında o muhteşem melodiyi üfledi.

Karabasan'a baktığımda o eşsiz güzelliği ile üzerimize geldiğini gördüm. Arkasından yukarı doğru fırlattığı çamur karizmasına karizma katıyordu. Kafası sabit dururken, geniş göğüs kasları her bir adımda bir aşağı, bir yukarı silkeleniyordu.

Arkadaşına kavuştuğunda Rahman'ın gözlerindeki sevinç görülmeye değerdi. Tıpkı Muradımı sever gibi incitmekten korkarak, parmaklarının ucu ile okşuyordu.

Kürşad komiser Karabasın'ın pasparlak tüğlerine elini sürerken Rahman'a baktı.

" Abi büyük heves yaptım bir tanede ben alacağım inşAllah. Ne kadardır böyle birşey. "

" Bir milyon lira Kürşad." diyerek söze girdi Yasemin abla.

Kürşad derin bir nefes alıp.

" Offfff... Çok para abi tanesi kaça geliyor ıımm... "

Yasemin abla;

" Bu fiyat zaten bir tanesinin fiyatı Komserim. Tabi bulabilirsen. "

Kürşad aniden Karabasan'ın üzerinden elini çekti ve iki adım geri attı.

" Abi ben şöyle geri çıkayımda çizilmesin. Bir tirilyona at mı olur Allah aşkına ?

" Ben dahi hatırlamıyorum. Katar emiri Akçakocay'a hediye etmiş yirmi çift kadar. Tabi bunlar onların torunları. Yıllardır saf kan devam ediyor. " dedi Hüdayi dayı Kürşad'a bakarak.

Kimse konuşmayınca Yasemin abla iki elini çırptı.

" Eeee hadi bakalım bize bir gösteri yaparsınız artık. "

Rahman Topal Hocan'ın yanına gidip elini öptükten sonra bastonunu aldı.

" Koray, Sinan, Kenan, Ben beraberiz. Bora, Samed, Ömer, Oğuz sizde berabersiniz. Cirit oynuyoruz. " dedikten sonra onlar ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarmaya başlarken Babam kafileye döndü.

" Hadi bakalım biz çitin arkasına geçelim. Cirit normalde bir oyundur ama bizim deliler cenk eder."

Biz büyük bir heyecanla çitin arkasına geçerken iki takım atlarına binip karşılıklı dizildikten sonra Rahman ortaya geçti.

" Dayı başlat oyunu. "

Hüdayi dayı iki takımdada gözünü gezdirdikten sonra elini havaya kaldırdı. İki tarafında hazır olduğu görünce derin bir nefes alıp elini indirirken ıslığını çaldı.

Islık sesi duyan Rahman avazı çıktığınca bağırdı.

" Oğuuuuuzz ! "

Oğuz ok gibi yerinden fırlayarak yerde dikili olan değneği aldıktan sonra dört nala Rahman'ın peşinden koşmaya başladı.

Yol bitmiş çite dayanmışlardı. Rahman manevra yaparken Oğuz elindeki bastonu ona doğru fırlattı. Rahman daha baston havadayken bacaklarını atın kalçasına uzatarak yüzüstü Karabasan'ın sırtına yattı. Baston üzerinden geçip diğer tarafa düşerken yanımızdaki pala amca bıyıklarını titreterek anında bağırdı.

" Aslanım benim be ! " dedikten sonra mahcup bir şekilde bize baktı.

" Gusura galmayın boş bulundum. "

Hepimiz gülerek karşılık verdikten sonra yeniden oyuna odaklandık.

Düşen bastonu nereden çıktığı belli olmayan Koray, attan inmeden, büyük bir ustalıkla yerden alarak Rahman'a attı. Rahman havada yakaladığı bastonu Çok yakınındaki Oğuz'a fırlattı.

Oğuz Koray'a kızgın bir şekilde bakıp;

" Ulan Koray yine yaptın Gölgeliğini. " derken baston çoktan sırtına değip nefesini kesmişti.

Oğuz diskalifiye olup oyun dışına çıkarken, Rahman'ın en yakınındaki Ömer yerdeki bastonu tıpkı Koray'ın ustalığı ile yerden aldı.

Rahman'a döndüğünde bize çok yakın olduklarını farkettim.

Rahman onbeş adım önümüzde atını koştururken Ömer diğer tarafından Rahman'a yaklaştı. Rahman sol bacağını sağ bacağının yanına atarak ata yan şekilde bindi.

Ömer bastonu atmak için kolunu savurduğunda Rahman aşağı atlar gibi yapıp büyük süratle giden atı kendine siper etti. O atın yanında gizlenirken, Ömer'in attığı baston atın sırtına değerek yerle buluştu.

" Bu çocuğun bu hareketine hayranım. " dediğinde büyük bir gururla Korhan babaya baktım.

' Benim kocam !!! '

Rakibini değilde, atını vurduğu için oyun dışı olan Ömer, Oğuz'un yanına geçti.

Rahman bastonu yerden alarak büyük bir süratle Bora'yı kovalarken Kenan, Bora'nın diğer tarafına geçti. Rahman olabildiğince hızlı bir şekilde bastonu savurduğunda, gelen bastonu havada yakalayan Bora, çevik bir hareketle Koray'a fırlattı. Kenan'a atılmasını beklerken, Bora'nın hesapta olmayan bu hareketi Koray'ın çaresizce yüzünü saklamasına sebep oldu. Timin hedef kaçırmayan keskin nişancısı, Koray'ın ensesine bastonu indirmişti.

Rahman, Kenan'ın dibine kadar yaklaşıp bağırdı.

Kenan sol eli ile gemi tutarken olabildiğince sağ tarafına sarktığında onun atın üzerinde tutan sol eli artık pes etmiş istemsizce gemi bırakmıştı. Tam dengesini kaybetmiş yere düşüyordu ki Rahman aniden bileğinden yakalayıp atın üzerine çekti.

Rahman'ın korktuğu, Kenan'ı süzen donuk bakışlarından belli oluyordu.

Kenan abinin sol kolunda neredeyse yüzde seksen civarında kuvvet kaybı vardı.

Bu sakatlık her neyse, sinire dönüşü olmayan bir kayıp vermişse, bu durum onun Timden ayrılıp eğitimci olarak Ada'ya gitmesi için fazlasıyla yeterdi.

' Üzme bizi be Çoban !!!'

SON...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%