@batingam
|
Azerbaycan Böyük Quara Murad Ermeni kampı... 25 Aralık 2011.. Esir tutulduğu haki renkdeki kamp çadırından tam kaçacakken yılanlar sarmıştı küçük kızın etrafını. Göz yaşları içinde, haykırışlarla yakardığı tek isim MÜBARİZ olmuştu. "Sen bekle ben geleceğim, sabret sarı kız... Sabret ! " demişti Mübariz. Ortasında olduğu yılan çemberi gitgide daralmaya başlamış, çoğunluğu siyah renkdeki yılanlar dillerini çıkararak, buz gibi gözlerini yavrucakdan ayırmadan ilerliyorlardı. Sağ tarafındaki, ona oldukça yaklaşan yılanı soluksoluğa seyrederken sol elinin üzerinde bir ağırlık hissetti. Tahmin ettiği şeyi görmemek umuduyla nefesini tutup, başını sola çevirdiğinde, yaşadığı şok ile aldığı derin nefes, neredeyse küçük dilini yutmasına sebep olacaktı. Sol eline kapkara yılan başını yaslamış, içini donduran bakışlarını minik kızın gözlerine dikmişti. Ona baktığını görünce oldukça esneyen ağızını aniden açıp, ok misali yüzüne sıçradı. Gördüğü, hatta yaşadığı kabustan bağırarak uyanan Azeri kızı; üzerinde hâla yılanların bıraktığı o soğukluğu ve kayganımsı hissi hissedebiliyordu. Rüyasından gerçeğe kalan tek şey; soğuk havanın etkisiyle akan buz gibi gözyaşlarıydı. Kilitlenmiş çenesini açıp yine o ismi mırıldandı; "Mü.. Mübariz ! " Umudunu ne kadar diri tutmak istesede artık olmuyordu. Oturduğu soğuk toğrağın üzerinde, nurlu alnını dizlerinde bağladığı kollarına koyduktan sonra, sekiz gündür dinmeyen hıçkırıklarına kaldığı yerden devam etti. Koray dan... Tam suyumu bardağa doldurmuş iki yudum almıştım ki; Rahman'ın bağırışı ile bardağı tezgaha fırlatıp odasına koştum. Kapıyı açtığımda karşılaştığım manzayı ilk defa yaşadığıma yemin edebilirdim. Siyah eşofman ve yine aynı renkdeki atletiyle yatan Rahman, vargücü ile dişlerini sıkmış, kasılan kasları lif lif ayrılmıştı. "Rahman.... Ra.. Rahmannn ! " taş kesilmiş omzunu tutmuş silkeliyor, hafif hafif tokatlıyordum. Olmuyordu, uyanmıyordu. Aldığı hâlden artık benimde canım acımaya başlamıştı. Daha fazla dayanamayıp, sol yanağına sert bir tokat attım. " Rahman kalk oğlum, rüya lan kaaalk ! " Aniden gözlerini açıp elini yastığın altına attı. ' Bıçak !!! ' Normal bir insan ne kadar eğitimli, refleksleri ne kadar sağlam olursa olsun, o bıçağı şah damarına yemesi saniye sürmezdi. Evet sürmezdi çünkü o bıçağı tutan Karabasan'dı. Tabi önceden bunu yapacağını bildiğim için tedbirimi almış, gözlerini açtığı anda sıkıca sarılmıştım kardeşime. " La dur dur benim Allah'ın delisi !" Kolunu tutup, başını göğüsüme yasladığımda, çırpınışları hâla devam ediyordu. "Tamam benim Rahman ! Rüyaydı kardeşim geçti tamam." Ter içindeki saçlarına elimi sürdüğümde, yavaşlayan nefesinden sakinleştiğini anlamıştım. On saniye kadar göğüsümde öylece kalmıştı. Kapkara gözlerini yavaş yavaş gözlerime çevirip bir süre baktıktan sonra olanca gücü ile itti. " Kaç lan dangalak ! Ne kucaklıyorsun ? Sanada bi boş kalmaya gelmiyo. " dediğinde tamamen kendine geldiğini anlamıştım. " Oğlum kabus görüyordun yardım edeyim dedim. Sanada iyilik yaramıyor. " Elini saçlarının arasına atıp gülümsedi. " Şaka yapıyorum kardeşim. Bana bir bardak su getirir misin ? " Mutfağa gidip kırdığım bardağın parçalarına basmamaya gayret ederek, bir bardak su doldurup tekrar Rahman'ın yanına geçtim. Sanki günlerdir susuz kalmış gibi bir bardak suyu üç yudumda içti. İki elimi belime atmış konuşması için beklerken, saf saf yüzüme bakmaya başladı. " Ne... Ne bakıyon oğlum ? " "Ne demek ne bakıyom lan ? Binayı salladın resmen. Ne oluyo oğlum sana iki gündür ? Dün gecede bağırarak uyandın. Kalk bakalım yatağında ekmek kırıntısı falan mı var ? " Pikesini yatağından kaldırıp baktığımda elimi tutup durdurdu. "Yok be kardeşim ! Bu dördüncü görüşüm bu rüyayı. Bilmiyorum Irakta başladı gitgide kötüleşti. " Suyu getirdiğimde ellerini açmış dua okuyan Rahmanla karşılaşmıştım. " Peki avucunu açmış ne okuyordun sen ? " Hüzünlü bir tebessüm ile; "Rüyamda rahmetli Mübariz İbrahimov'u gördüm. Onun ruhuna Fatiha okuyordum. " " Peki ne yaptın? Neden korktun, madem o mübareği gördün, seni bu kadar korkutacak ne yaptı ? " "Korktuğum o değildi! Bir tane kız çocuğu beni kurtar, kurtar beni diye çığlık atıyor, ben koşuyorum koşuyorum ama bir türlü bulamıyorum. Çığlıklar kulağımı tırmalıyor, dört kere aynı rüyayı gördüm. Ama bugün farklıydı, bugün kızın yerini Mübariz eli ile işaret etti bana. Koştum o tarafa doğru arkası bana dönük 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu gördüm. Arkasından sadece bukle bukle saçlarını görüyordum. Biraz ilerlediğimde farkettim ki; bir tane yılan kızın kolunu dirseğine kadar yutmuştu. İşte o anda uyandım. Çekiyordu ama bir türlü kurtaramıyordu kolunu." Çok etkilenmiştim rüyadan. Rahmana baktığımda, öyle görünmüyordu; yada etkilenmemiş gibi görünmeye çalışıyordu. "Hani Korhan Yarbay sıradaki görev Azerbaycan dedi ya ! Belkide ondan etkilendim." deyip işaret parmağını şakağına tıklattı. " Bilinçaltı anlayacağın. " Dizine hafiften yumruk atıp " Hadi kalk ezan okundu, namazımızı kılalım hayır dileyelim hayır olsun." Kalktık o duşa girmişti. Bende abdestimi alıp, namazımı kıldıktan sonra demliği ocağa koyup menemenlik domates ve biberleri doğramaya başladım. Benim elimden yemek yapmak gelmezdi. Zaten lezzetide yoktu. Anlaşmamız böyleydi Rahman ile; ben doğrarım köşeme çekilirim, o yemeği yapardı. Şimarmasın diye yüzüne karşı söylemem ama Kendisi mükemmel ötesi bir aşçıdır. Seccadeyi katlayıp koltuğun koluna koyarken konuşmaya başladı. "Domateslerin kabuğunu soydun mu ? " "Soydum hacı; malzemeler hazır çay demlendi." Bir saat sonra çıktık evden. Ben direksiyona geçerken, o da yanımda haber sitelerine göz gezdiriyordu. "Ankara'daki yerimize ne zaman geçeceğiz kardeş ? Korhan baba sana bişey söyledi mi ? " Telefonun ekranını kapatıp cebine koydu. "Bilmiyorum dört ayı bulur diyordu iki hafta önce. Niye sordunki ? " "Hiiçç sordum sadece." "Hiçi falan boşver. Böyle şeylerle ilgilenmezsin sen. Derdin ne söyle bakalım. " Doğru söylüyordu benim derdim başkaydı. Bir umut, sadece tek bir umut ! Çocukluğumuzdan buyana, evlerimiz bitişikti. Rahmanın koyduğu kameradan bir kaç defa annemi, babamı ve bacılarımı görmüştüm. Bunu söyleyerek Rahman'ı üzmek istemezdim ama merak ettiği şeyi öğrenene kadar bastıracağından adım gibi emindim. Derin bir nefes alıp, zorda olsa konuştum. " Onlara yaklaşıyoruz ya hani onun için." Gerisine yaslanıp gözlerini kıstı; " Ne kadar seviyorsun lan sen şu lafı dolaştırmayı. Direkt söylesene oğlum söyleyeceğini. " "Anla işte oğlum ailelerimize" dediğimde gözlerim yanmış, yutkunamamıştım. "Yaklaşsak ne olacak ki kardeşim ? Onlar bize yasak biz onlara." İşte olmuştu; ne kadar istemesemde aklına getirip üzmüştüm karseşimi. Bir anda bakışları donuşlaştı, derin bir iç çekmişti. Ne kadar göstermemeye çalışsada onunda yarası büyüktü diğer yedimiz gibi. Rahman farklıydı ! 14 yaşında Alfa olduğu açıklandıktan sonra, eğitimlerde ona gösterilen muamele daha bir ağırlaşmıştı. O Reisimizdi ve dik, dimdik durmak zorundaydı. " Öyle deme oğlum belki birşey olacak, ne bileyim belki yeniden bir araya geleceğiz. Annemizi koklayacağız, dizine yatacağız, yemeklerini yiyeceğiz, ben bizim kazmalarla, sen bacılarınla şakalaşacaksın. " Serpiştirdiği umutların gazı ile omzuna elimin tersi ile vurdum; "Düşünsene bizim evdeyiz, dışarda sundurmanın altındaki masada oturuyoruz. İki bacım iki yerden bize hizmet ediyor. Gelsin çaylar kurabiyeler." "Koray sağa çek ! " " Ne oldu lan ? " " Sağa çek dedim oğlum. Sağa çek..." Sağa çekip durduğumda şaşkın gözlerle Rahmana baktım. İfadesiz bir şekilde bir müddet yüzüme baktıktan sonra kollarını açıp sıkı, sımsıkı sarılmıştı. Onun omzundaki ıslaklığı görene kadar, ne ağladığımın nede gözümden akan yaşların farkındaydım. " Umut et demiyorum. Umut bitti mi ömür de biter ama umudunuda kaybetme kardeşim. Üzme kendini de benide." ensemden tutup, başımı başına dayadı . " Anlaştık mı ? " " Anlaştık reis" Bacak aramı gösterip; " Şu fermuarını da kapat." " Ne zaman farkedeceksin diye bekliyorum ama farkedeceğin falan yok." Bir yandan fermuarı kapatıp, bir yandan yakınıyordum. " Ne kadar seviyorsun lan beni utandırmayı. " " Çoookk ! Çok seviyorum." Ve kara göründü ! Gelmiştik Yuvaya. E bizim de her sabah yolculuğumuz böyleydi işte. Çok iyi sarardı kafalarımız; Sohbetimize şahit olan bırakmak istemezdi bu deli ikiliyi. Aracı parkedip geniş park yerine aldıktan sonra zaman kaybetmeden indik. Aksakallıların zekâsına akıl sır ermiyordu. Yukarısı villa Yerin altı bizim yuvamızdı. Bahçesinde hiç girmediğimiz yüzme havuzu, güller, çam ve çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Üstü beşyüz metre kare villa, altı bin metrekare karargah. Sözde bodrum kapısı olan yerden geçtikten sonra altı tane gizli kapıyı daha arkamızda bırakıp, yerin yaklaşık oniki metre aşağısına iniyorduk. Burası bir kaleydi. Görünmez bir kale. Korhan Yarbay'dan... Yuvamızı on yıl sonra ilk defa şereflendiriyordu Akçakoca. Akçakoca dokuz kişilik İhtiyarlar Heyeti'nin başında yer alan, İslam-Türk topluluğunun bütün sırlarını elinde barındıran kişiydi. Önem arz eden görevlerde nadir çağırılırım yanlarına. Gelen emirler elçiler tarafından mühürlenmiş zarf ile geliyordu. Bugün mühürlü zarf gelmeyecek, bizzat kendisi teşrif edecekti. Buda Azerbaycan görevinin ne kadar önemli, ne kadar riskli olduğunu göz önüne seren tek sebepti. Kurtlar masayı doldurmuştu. Birşey soramıyor, gençliklerininde verdiği enerji ve heyecanla, yerlerinde duramayıp, " Neyi bekliyoruz ? " der gibi kıpırdanıyorlardı. Bir süre onlar beni, ben onları seyrettikten sonra, oturduğum koltukta dikleşip konuşmaya başladım. "Gençler bu bana da supriz oldu. En son on yıl önce gelmişti. Eğer bizzat o geliyorsa içerisine gireceğimiz alev çemberi can acıtacağa benziyor." deyip herbirine tek tek göz attıktan sonra devam ettim. " Akçakoca geliyor ! " dediğimde şaşkın bakışlarla birbirlerine bakakaldılar. Telefonun çalması ile hep birlikte telefonun yanıp sönen kırmızı ışığına çevirdik gözlerimizi. Telefona bakan Ömer'in tek ve son cevabı " Tamam ! " olmuştu. Olduğu yerde dönüp heyecanla yüzüme bakan Ömer'in heyecanlandığı irileşmiş gözlerinden belli oluyordu. " Ded.... Dede giriş yapmış komutanım ! " Hepsi ayağa kalkmış heyacanla Dedeyi beklerken, hepsinin adına söze giren Rahman olmuştu. "N.. Neden geliyor komutanım ? " " Bende bilmiyorum çocuklar. Hep beraber öğreneceğiz ama Azerbaycan görevi hakkında olduğu kesin." sözlerim henüz bitmişti ki; siyah film kaplı, sensörlü kapı ardına kadar açıldı. Önde elinde Bastonu ile Akçakoca girerken, arkasında 40'lı yaşlarda iki koruması onu takip ediyordu. Kapıdan iki adım attıktan sonra olduğu yerde dikleşip, sıcak ve gururlu bakışlarını, onu zıpkın gibi dimdik bekleyen Muhafızlara dikti. 1.80 boylarında 70 yaşına göre dinç görünen, neredeyse atletik diye bileceğim bir vücudu vardı. Elimde muhtemelen sünnet diye taşıdığı bastona ihtiyacı olmadığı attığı sağlam adımlardan belli oluyordu. Kalın siyah sık kaşları, iri doğal sürme nakşedilmiş gözleri, beyazlamış saçı ve avucu dolduran sakalı ile çınar gibi dikilmiş, şevkat akan gözleri ile sessizce bizi seyrediyordu. Sadece karşısındakileri değil, odayı dahi titreten tok sesi ile sessizliğini bozdu. " Selamun Aleyküm YavruKurtlar ! " Çocuklarda ben gibi düşünüyor olacak ki; dalıp gitmişlerdi karşılarındaki heybete. Hep bir ağızdan çıkan, tek sesle selamını aldık. "Aleyküm Selam ve Rahmetullahi ve berakatühü. " İleri atılıp elini öptükten sonra, dikdörtgen masanın en başındaki yerini gösterdim. Gözlerini kurtlarından ayırmadan, önündeki iki basamağı çıkarak, masanın başında ayakta durmaya devam etti. "Hay Maşallah... hay Maaaşallah... Aslanlar Aslanlar..." dedikten sonra bastonunu yere bir defa vurup bana döndü. " Korhaaan ! " Ben yüzüne gururla karışık tebessümle bakarken konuşmaya devam etti. "Bunların her biri birer Ali, herbiri birer Ömer, herbiri Hamza Korhan.... Zübeyr B. Avvam bunlar Korhan... " YavruKurtlarına bakmaya doyamayan ihtiyar gözlerini çekmek istemiyordu. Ne yalan söyleyeyim, uzun zamandır göğüslerim bu kadar kabarmamıştı. " Rahman, Koray, Bora, Oğuz, Ömer, Sinan, Samet, Kenan ! " Sanki ' Ben sizi görmesemde herbirinizi tek tek tanıyorum. ' der gibi gözlerinin içine bakarak isimlerini sayıyordu. "Aslanlarım var mı bir eksiğiniz, istediğiniz, söylemek isteğiniz birşey ? " Herbiri tek bir sesle bağırdı; "Sağolun efendim" "Efendim mi ? Ne efendimi oğlum ? " dediğinde; " Sağol Dede ! " deyip düzelttiler "Hah şimdi oldu." deyip bir yandan kendi otururken, bir yandanda bizimde oturmamızı işaret etti. "Bismillahirrahmanirrahim..." dedikten sonra, bastonunu masaya dayayıp, ellerini masada bağlayarak konuşmaya başladı. " Şimdi Börüler gelelim konumuza" dediğinde bütün Kurtlar dikkat kesildi. " Bakü Devlet Üniversitesinde Profesör Dr Kamil Resulov ve ailesi Ermeni teröristler tarafından kaçırıldı." Neden suçu ne ? " diye soracak olursanız. İran'ın Siber Merkezinin Güvenliğini aşarak, nükleer silahların kodunu yeni, kendisinin belirlediği kodlarla değiştirdi. Bu sebepten dolayı, doğal olarak İran nükleer kodları almadan silahlarını kullanamayacak. O kodlar, kötü niyetli birilerinin eline ulaşırsa; yine yapılacak olan bir siber saldırıyla İran'ın nükleer silah başlıklarını istediği hedefe yönlendirerek aktif hâle getirir. O kodlar alınacak. Nerden alınacak ? Dediğim gibi Profesör ve ailesi ermeni bir terörist grup tarafından Büyük KaraMurat dağında yüksek korunaklı bir kampta tutuluyor. Bu dağ Azerbaycan sınırları içerisinde ama sözde hukuken Ermenistana ait bir tampon bölge. Buraya Azerbaycan resmi olarak bir operasyon başlatırsa bir savaş sebebi kabul edilir ve Azerbaycan ateşkesi bozmuş olur. " deyip en sonunda nefes almayı tercih etti. ' Maşallah 'diyemeden edemedim. Bu yaşına rağmen, tane tane ve bu kadar anlaşılır konuşması şaşırtmıştı beni. " İşin kötü yanı Profesör kodları vermiyor diye Profesörün ve kızının gözleri önünde eşini vahşice infaz ettiler. Üç gün öncede Profesörün intihar ettiğini duyduk." Söz alarak sorumu yönelttim; " Dede o zaman kodlar da kayboldu ve İran nükleer silahlarını kullanamaz hale geldi." Gözlerime kendinden emin bir şekilde bakıp; "Hayır kaybolmadı! Kod bizzat yanlarında, gözlerinin önünde. " " Nasıl yani ? " "Kodu Profesör kızına ezberletmiş ve bunu o eşkiyalar bilmiyor." Bunu söyleyen Rahmandı. Dede gururla bakan gözlerini, tebrik mahiyetinde kısarak, sol tarafındaki Rahman'ın sırtına vurdu. Gerçekten hayrandım bu çocuğun kavrama kabiliyetine. "Aferin zehir gibisiniz maşallah. Ve şunu eklemeliyim ki; heran öğrenmeleri kaçınılmaz. " "Peki bunu biz nerden biliyoruz dede ? " deyip meraklı gözlerle cevabını beklemeye koyuldum. "Bizzat kodların nerede olduğunu bana kendisi söyledi. Çünkü Profesör Kamil Resulov bizdendi; gençler o bir Aksakallıydı ? Evet o Azebaycan kanatlarımızdan biriydi." Herkes şaşkınlıktan irileşmiş gözleri ile birbirlerine bakıyordu. " Sizin göreviniz profesörün 8 yaşındaki kızını...." Rahman birden öksürüklere boğuldu. Çiğerlerine dolan çay nefesinin kesilmesine sebep olmuştu. Kendine gelip " İyim ! " dedikten ve Akçakoca dan özür dinledikten sonra, Akçakoca kaldığı yerden devam etti. " Evet sizin göreviniz profesörün kızını canınız pahasına da olsa sağlıklı bir şekilde buraya getirmek ve kanımızı yerde koymamak. Tabi öncelikle o kıza ve olağanüstü zekâsına ihtiyacımız var." Gözlerimize tek tek, uzun uzun baktı; " O dağ yanacak ! KaraMurat Dağı Alev alev olacak üstündeki kansız, tecavüzcü çocuk katilleriyle birlikte. Cehennem edeceksiniz o dağı onlara " Sinirden titreyen elini masaya vurarak kesin bir dille konuşmuştu. "O Yavrukurt kılına zarar gelmeden buraya gelecek ! " Hissettiği acıyı ne kadar belli etmek istemesede, gözlerinin dolması onu ele veriyordu. Beklemediğimiz bir şekilde; " Hadi Selamun Aleyküm." deyip bütün heybetiyle masadan uzaklaştı. Bir yandan onu takip ederken, bir yandan arkamda ki Time bakıp oturmaları için işaret ettim. Çıkışa doğru ilerlerken; " Korhan kimsenin burnu kanamadan o yavrucağı alıp gelin. Önemli olan sizin güvenliğiniz; evet sizin diyorum sende bizzat gideceksin bu operasyona. Azerbaycan dağları özlemiştir Mete komutanı." deyip yüzündeki tebessümü ile imalı bir şekilde göz kırptı. Elinde bir tür ahşap kutu ve mavi kapaklı dosya ile koşar adım bize yaklaşan korumaya gözüm takıldı. Akçakoca dosyayı alıp bana uzattı. "Korhan bunda operasyon için size gerekli bilgiler var bu ise..." korumanın uzattığı ahşap kutuyu eline alarak. " Irak operasyonunda gösterdiği başarı ve üztün cesareti için Rahmana küçük bir hediyemizdir." diyerek siyah jeep'e yöneldi. Korumanın açtığı kapıdan koltuğa yerleşip, kapatmadan sonkez yüzüme baktı; " Korhan zaten orda olmaya hakları yok. Kazıyın onları oradan; oraya öyle bir gömünki onları, onlardan sonra gelen torunları Türk toprağına adım atmaya cesaret edemesin. " deyip kapıyı kapattıktan sonra, devasa araç iç titreten sesi ile uzaklaşmaya başladı. Gençlerin yanına gittiğimde merakla beni bekledikleri her hallerinden belliydi. Dosyayı masaya bırakıp direkt konuya girdim; " Bu dosyada operasyon için gerekli bilgiler var; ve buda... " Elimdeki kutuyu Rahmana uzattım; " Irak operasyonundaki başarın sebebiyle heyetin sana küçük bir armağanı." Rahman kutuyu gözlerindeki heyecan ile açarken, tim hep bir ağızdan; " Vaaaayy ! " deyip tebrik etmeye başladılar. Gözleri irileşirken, yavaş hareketlerle kutunun içerisindekini eline aldı. Bu kama şeklinde, mat siyah renkte, yirmi santimetre boylarında, kabzesi hilal motifi ile işlenmiş olan bir fırlatma bıçağıydı. Kardeşleriyle birlikte dikkatle inceleyen Rahman toplam sekiz adet bıçak çıkardı. Birini elime alıp bende incelemeye koyuldum. Ağırlığına, çelik kalitesine ve hilal'in altına motiflediği 'KB' harflerindeki işçiliğine bakılırsa; işin de gayet maharetli bir ustanın elinden çıktığı her halinden belliydi. Bu çocuk bıçak konusunda gerçekten üstün yeteneklere sahipti. Buna Cizre de bir operasyonda bizzat şahit olmuştum. Hücreye sessiz bir şekilde sızma yapmamız gerekiyordu. Benim farketmediğim yaklaşık dört metre yanıma yaklaşan kansıza yirmi metre mesafeden attığı bıçağın göğüsüne girdiğinde ki o sesi kulaklarımla duymuştum. Kazaylada olsa o bıçağın önüne geçmek büyük bir şanssızlık olurdu. Sekiz parçalık bıçak setini toplayıp tekrar kutusuna koydu. Time bakıp büyük bir hevesle gülümseyerek; " Hücum yeleğime bunlar için özel bir yer diktireceğim." ' Hadi bakalım gidip kullanalım şu bıçakları. ' diye düşünüp işimize döndüm. " Tamam gençler! Hadi bakalım dikkatinizi bana verin." Yerime sertçe otururken, bütün tim toparlanmış beni seyrediyorlardı. Flash belleği projeksiyon cihazına takıp, içerisindeki dosyaya girdim. Ekrana zayıf, 1.75 boylarında, kumral tenli, 40'lı yaşlarda, sağ tarafına çatık kaşlarıyla dikkat kesilmiş bir adam yansıdı. "Hagop Margarosyan ! Bu soysuz kampın komutanı. Riskli operasyonlarda bulunmuş, Azerbaycan ve Bosna da birçok köy baskınlarında ismi geçtiği söyleniyor." deyip ileri tıkladım. " Evet gördüğünüz gibi; kampta burası." Yaklaşık dörtyüz metre uzaklıktan, kamptan daha yüksekte olan bir kayadan çekilmiş fotoğraftı. Beşbin metre olarak düşündüğüm kamp yerini elli metre yükseklikdeki kayalıklar hilal şeklinde çevrelemişti. Hilalin açık olan kısmı altmış metrelik uçurumdan sonra azgın bir nehirde son buluyordu. Hangarlar, su tankerleri, çadırlar ve tuvalet olarak tahmin edilen küçük bölmeler vardı. Fotoğraf kampın sağ tarafında bulunan nizamiye usulü yapılmış yerden, araçlar giriş yaparken çekilmişti. Yüksek kayalıkların üzerine sıralanmış nöbet kulubelerini gösterirken konuşmaya başladım. "Bora , Sinan, Samed, Kenan ve ben kayaların üzerindeki nöbetçilere sızacağız. Gördüğünüz gibi herhangi bir ışaklandırma, projektör falan yok. İşimiz kolay olacağa benziyor. Rahman, Koray, Ömer ve Oğuz; sizde biz sızıp nöbetçileri aldıktan sonra kayalardan aranızda üçer metre aralıklarla aynı anda seri bir şekilde inip, nizamiye nöbetçileri hariç diğer nöbetçileri etkisiz hale getireceksiniz. Araç veya devriye gelirde nizamiye nöbetçilerini göremezlerse bir terslik olduğu anlaşılır ve alarma geçerler. Ömer beni dinle ! Rahman Koray Ve Oğuz nöbetçileri hallederken sende kampın hassas bölgelerini tuzaklayacaksın." Rahman, Oğuz ve Korayı elimle gösterip; " Kesinlikle görünür bir yerde ceset olmayacak. Hilalin açık olan kısmındaki nöbetçileri ve yakınındakileri uçurumdan atıp temizleye bilirsiniz. Acele etmeden çemberi daraltıp, mecburi olmadıkça susturucu dahi olsa silaha davranmayacaksınız. Mermi girdiği anda acıyla bağırma ihtimalleri çok yüksek. Eğer görüşünüz netse kafadan vurun. Yani bir şekilde ses çıkarmasına müsaade etmeyin. " Rahman söz aldı; "Peki komutanım naaşlar ve kız; bunların nerede saklandığını biliyormuyuz ?" " Hayır böyle bir bilgi yok. Onun tesbiti için kampı uzaktan izleyeceğiz. Nereye yemek su gidiyor takip edeceğiz. Kampın ortasında yahut herhangi bir yerinde; bu çadır olur veya konteyner olur sabit, silahlı bir nöbetçi görürseniz, bu ya kamp komutanının yeridir yada kızın tutulduğu yerdir. O sebeple ilk olarak komutanın olduğu çadıra girmemeniz için, kızı çadırından çıkarmasalar bile komutanın çadırından çıkmasını bekleyeceğiz. Böylelikle kızın nerede tutulduğunu bulmuş olacağız. Kızın komutanın çıktığı çadırda değilde, diğer nöbet tutulan çadırda tutulduğunu öğreneceğiz. " bir süre bekleyip devam ettim. " Naaşlara gelince ! Aralık' ın son günlerindeyiz. Muhtemelen orada sıcaklık - 5 ila - 10 derecelerdedir. Bu sebeple, büyük olasılıkla naaşları gömme zahmetine girmemişlerdir. Bir yere atmalarıda söz konusu değil; çünkü bu şerefsizler ölüleri bile pazarlıklarına rahatlıkla katan karakterde bir insan. Karşısındaki Azerbaycan gibi milli değerlerine sahip çıkan bir devlet olunca, herhangi olumsuz bir durumda naaşları pazarlığa katabilirler. Naaşlarda çok büyük bir ihtimalle kızın tutulduğu çadırın yakınlarındadır. " Herbirinin üzerlerinde göz gezdirip, kampın diğer fotoğraflarını gezerken devam ettim. " Evet çocuklar saat 24:00 te çıkacağız ! Aynı uçakla gideceğiz ama uçaktan ayrı ayrı inip, ayrı ayrı yerlere gideceğiz. Sonrada size verilen adrese geleceksiniz. Operasyondan sonra Havaalanında grup halinde olduğumuz görülürse şüphe çeker, araştırılmaya başlarız. Ömer hiç yapmadığın bombaları yap duman et o kampı. 23:00 e kadar zamanın var. Toplantı bitmiştir istirahat edebilirsiniz " " Sağolun komutanım ! " dedikten sonra çevik bir şekilde ayağı kalktılar. Rahman önde kapıdan çıkmak üzereydiler ki çocuğun resmi ekrana yansıdı. Arkaya parmağımı sallayarak; " Haaaa çocuklar bir saniye, en önemlisini unuttum. " diye seslendiğimde hepsi aynı anda yönünü bana döndü. " Buda minik kızımız ŞURA ! " dediğim anda Rahman irileşmiş gözleri ile en arkadan hızla timin ortasını yararak ekrana yaklaştı. Sebebini bilmediğim şaşkınlık ve nadir gördüğüm korku dolu gözlerle; " Kahverengi bukle bukle saçlar !" dedi ağır ağır yutkundu dudakları kurulmuştu. " Bu o dayı ! Vallahi o, billahi o..." SON...
|
0% |