@batingam
|
02 Ocak 2012 Azerbaycan / Gence
Korhan Yarbay'dan...
Profesör ve eşinin naaşlarını dün sabah heyet tarafından gönderilen ekibe teslim etmiştik.
" Canımız istemiyor ! " deyip ne kadar ısrar etsek de Behruz amca kahvaltı için hazırladıklarını getirirken; salona her giriş çıkışında ' Bir gülüş, bir tebessüm görürüm ' umundu ile Kurtların yüzüne bakıyordu.
Ömer hâla kendini suçlarken, Timin tamamı parçalanmış durumdaydı. Ne kadar konuşacak şey bulamasam da konuşmak zorundaydım.
' Bu çocukları toparlamak senin boynunun borcu Korhan. Kalk ve işini yap. '
Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım.
" Şimdi çocuklar ! " dememle daldıkları düşüncelerden sıçrayıp, zorlada olsa başlarını kaldırarak dinlemeye başladılar.
" Size hiç saklama dan düşüncelerimi söyleyeceğim. Biliyorum sizi alıp getirdiğim için bana kızgınsınız. O alevler o gününün akşamına belki söner belki sönmezdi. Bunu siz de gayet iyi biliyorsunuz ki orada beklemenin bize faydadan çok zararı olurdu. Oraya gelmeleri uzun sürmeyecekti. Ben sizide riske atamazdım çocuklar. 10 yaşınız dan bu yana ölümün sizin kardeşiniz olduğunu aşılamaya çalıştım. Ama maalesef bunun acısını görmeden kabullenemiyoruz." hepsi gözlerini kaçırıp, dişlerini kenetlemiş beni dinliyordu.
"Alevler dindiğinde onları bulsak bile..."
Düşünmeden söylediğim bu söz boğazımda bir yumru'nun oluşmasına sebep olmuştu. Devamını düşündükçe yumru büyüyor, nefes aldırmayacak hâle geliyordu.
Gözlerim yanmaya başlamıştı ama devam etmeliydim. Bütün metanetimi koruyup, karşımdaki benzersiz askerleri ayağa kaldırmalıydım. Onlara yıkılmak, boyunlarını bükmek yakışmıyordu.
Zorla da olsa yutkunduktan sonra devam ettim.
"Onları teşhis edemezdik ! " dediğim anda Koray'ın başı üzerindeki ağırlığı daha fazla taşıyamayarak tekrar yere eğildi.
İçin için, sessiz sessiz ağlıyordu. Kalbinin var gücü ile attığı sessiz çığlığı buradan duyabiliyordum. Orhan, Burak ve nice şehitlerimiz de başıma gelen o duygu yine gün yüzüne çıkmıştı.
Bora, Sinan, Samed, Kenan hepsi aynıydı. Ama Ömer ile Koray ? Onların durumu diğerlerine göre daha vahimdi.
Ömer kendini suçluyor; Koray ise Oğuz ve kendini bildi bileli arkadaşı, canı, yoldaşı, sırdaşı olan Rahman'a ağlıyordu.
"Fatiha okuyacağımız bir mezarları bile olmayacak baba. " bu söz, göz yaşları halıya damlayan Koray dan gelmişti.
İşte !
Ne kadar sabretsemde o sessiz çığlığa başlama düdüğünü çalan bu cümle olmuştu.
'Söyleme lan böyle söyleme benimde canım, evladım onlar, sizi ayakta tutmak için ağlayamayan bir adama kurma bu cümleyi. Taşmıyım ben serseri, taş mı ? '
Burnumdan derin bir nefes alıp, dudağımın iç kısmını parçalarcasına ısırdım.
" Biliyorum evlat; sen oku varsın mezarları olmasın. Rabbim duysun kabul eder." dedikten sonra istemeden de olsa asıl kabul edemeyecekleri şeyi söyledim.
" Burada kalmamız Behruz amca içinde bizim içinde tehlikeli. Biran önce Yuvaya dönmeliyiz" Koray aniden başını kaldırıp inanamayan gözlerle baktı.
" Onları burada bırakıp mı ? "
' Evet ' dediğim anda Koray'ın dahada hiddetleneceğini biliyordum.
Taşmıştım; patlamam için de böyle bir söz gerekiyordu.
"Eeeeğe kalkın lan ayağa........ Ne bakıyorsunuz lan kalk dedim ayağa."
Bu ani bağırışıma Behruz amca da sıçramış, ellerini önünde kenetlemişti.
"Muhafızlaaarr ayağa kalk karşıma saf düzenine geç." dediğimde altı Kurt oldukça geniş salonda karşıma dizildiler.
"Dik dur lan dik eğme başları gözlerime bakın. Ben o başlar hayatının sonuna kadar dik durması için ömrümü verdim." başlarını dikmiş, bir kartal misali gözlerime bakıyorlardı.
Göğüsüme sert bir yumruk atıp;
" Oğlum ben taşmıyım lan bu ciğer taş mı ? " İki avucumu önümde birleştirip, çaresizce başımı omuzlarımın arasına gömdüm.
' Keşke ! Keşke bu delileri tek yatıştıracak insan olan Topal hoca burada olsaydı. '
" Kızım, biricik evladım Tuğçe den ayırt etmediğim, ellerimde büyüyen, gece ateşlendiğinde alnına sirkeli bez koyup sabahlara kadar başında nöbet tutarak büyüttüğüm evlatlarım onlar benim. Daha Aileleriniz den koparmanın acısı dinmeden bu acı geldi başıma kolay mı sanıyorsunuz ? Oğlum şuan ağlamak bile haram lan bana. Ağlayamıyorum; sizi, diğer elimde kalan evlatlarımı kaybetmemek için, başlarını dik tutmak için ağlayamıyorum bile lan. Bide o masum kız Şura var ! Kızımın yaşında benim lan benim kızımın yaşında ! "
Ağlıyordum, hissediyordum yüzümdeki süzülen yaşı. Koray bir müddet yüzüme baktıktan sonra aniden esas duruşunu bozup boynuma atıldı
" Babaa " dediği an da için için ağlayışım, hıçkırıklara dönüşmüştü.
Rahman'ın ve Oğuz'un adaya ilk geldiklerindeki minik yüzleri gözümün önünden gitmiyordu.
Göğüsümde güçlü bir karıncalanma peydah olurken, kalbim içinde büyümüş, dışarı çıkmak için elinden geleni yapıyordu.
Bütün tim esas duruşu bozup ağlayarak sırasıyla sarıldılar. Behruz amcaya baktığımda kocaçınarın da bizden aşağı kalır yanı yoktu.
Zarzor kaldırdığım elim ile göz yaşlarımı silerek, Behruz amcanın emek verip hazırladığı sofrayı gösterdim.
" Tamam çocuklar ! Hadi geçin oturun. Ne kadar yiyemesekte açılan sofra boş bırakılmaz. "
Koray arkasını döndüğünde kendi kendine mırıldandığını duydum.
" O bir yolunu bulurdu. Rahman bir yo..."
" Koraaay ! " dediğim de sesimdeki tehtidi algılamış cümlesi yarıda kalmıştı.
" Şimdi toparlanın 19:00 uçağımız var. Yuvaya dönüyoruz ! "
Baskın gecesi 01 OCAK 2012...
Oğuz'dan...
'Sen bu ateşi H.z İbrahim'e kıldığın gibi bize de serin kıl Yarabbi. Sen bu kullarına şehadeti nasip et.' deyip son duamı ettikten sonra Kelime-i Şahadet getirdim.
Geriye kardeşimin ve küçük Şura'nın yanına gidip, kendimizi ateşin önüne geçen şeyi duman eden o şiddetine bırakmak kalmıştı.
"Oğuuuuzzz ! "
Rahman'ın arkamdan ismimi söylemesi ile olduğum yerde dönüp yüzüme baktım.
"Efendim Reis. "
Şura kucağında, ağızı açık bir şekilde şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu.
"Ne yapıyon oğlum sen ?"
" Son duamı okudum Kelime-i Şahadet getiriyordum."
" Neden kardeşim ? "
"Nedeni mi var kardeş ? Bu nasıl saçma bir soru Müslüman değil miyiz biz ?"
Elim ile etrafımızı çevrelemiş ateş çemberini göstererek devam ettim.
" Görmüyor musun önümüz, solumuz cehennem ateşi, arkamız elli metre, düz, tırmanamayacağımız kadar yüksek kaya, sağımız uçurum. E ipimizde yok. "
Kaşlarını kaldırıp;
" Ha yanmaya hazırlanıyorsun yani ? " dedikten sonra kucağındaki Şura'ya bakarak kaşları ile alaycı bir şekilde beni gösterdi.
"Evet kardeş Allah nasip ederse Şehadete hazırlanıyorum."
Yüzünün tek tarafı ile gülüyordu.
" Yapma oğlum bak ! Ben bu gülüşü tanıyorum. "
Cümlem bittiğinde afacan bir çocuk gibi gülüp, sağ kolunda Şura'yı tutarken sol eli ile arkasındaki uçurumu gösterdi.
" Yanmaya değil, donmaya hazırla kendini !!! " dediği anda beynime şiddetli bir darbe yediğimi hissettim.
'Ne diyo lan bu ? Uçurumdan mı atlayacağız ?
" Ne geçiyor oğlum senin aklımdan yine piskopat ? "
Diz çökmüş, Şura'yı beline silahın askı kayışı ile bağlamaya çalışırken cevap verdi.
" Uçurum diyorum Alıcı Oğuz almıyor mu kafan ? " deyip elini uzattı.
"Silahını çantana bağla ve askı kayışını bana ver."
Kayışı çıkartıp uzatırken sordum.
" Atlayacak mıyız ? " dediğimde durup kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı.
" Yok kardeş hazır ateş de korunu almışken alüminyum demlik bulalım da manzaraya karşı demli bir çay içelim. Oğuz sana fazla sıcak iyi gelmedi... He lan he atlıcaz hadi takip et. "
Şura'yı sağlam bir şekilde sırtına bağlayıp, emin adımlarla onbeş metre ilerisindeki uçuruma doğru yola koyuldu.
Arkasından takip ederken, ' Belki vazgeçiririm umudu ile tekrar konuştum.
"Reis paramparça oluruz. O olmasa bile nehir yutar bizi. " dediğimde durup hızlı bir şekilde yüzünü döndü.
" Yok bu böyle olmayacak. Şimdi Oğuz; Kurt sürüsünün Alfası olarak sana emrediyorum. Beni takip et ve bizle beraber o nehire atla."
Son noktayı koymuştu. Artık ne itiraz edebilirdim ne de sözünün üzerine söz söyleyebilirdim.
"Anlaşıldı Reis tamam. " dedim ve o önde, ben arkada ölümün kucağına doğru ilerledik.
Uçurumdan aşağı ine bileceğimiz kadar inecektik. Rahman gözüne düz hiç bir kaya, çarpmamak için çıkıntısı olmayan dik bir yamaç kestirmişti. Oraya kadar inmiştik. Elimiz kayıp, paramparça olmamız anlık bir hataya bakıyordu.
Rahman herşey normalmiş gibi gülen gözlerini sırtındaki Şura'ya çevirip.
" Hazır mısın GökGözlü Aybalam ?"
Korkuyla başını sallayan Şura Rahman'ın boynunu sıkı sıkıya sarmaladı.
" Tamam fıstığım ! Şimdi ben nefesini tut dediğimde çok çok çok derin nefes al ve bırakma. Düşme esnasında su büyük darbe uygulayacak. Bu darbenin sana zararı olmayacağı bir açı ile atlamaya çalışacağım. Biraz üşüyeceğiz ama ben seni en kısa zamanda ısıtacağım anlaştık mı ? Şimdi boynuma çok sıkı sarıl ve hazır olduğunda öp beni. "
'Yemin ederim başlıyoruz. Bu piskopat yakacak bizi. '
Şura aşağıya baktı ve Rahman'ı uzanarak yanağından öptü.
" Tamam koskocaman nefes al ve bırakma. " dedi.
Şura'nın nefes alış verişleri hızlanmıştı.
Rahman bana bakıp, çocukluğumuzdan bu yana nefret ettiğim o sinsi gülüşünü yine takındı.
" Aşağıda görüşürüz Oğuz !" deyip dik bir şekilde, ölümüne azgın akan nehre kendini bıraktı.
Tabi nehir varsa ?
Aşağı baktığımda karanlıkdan hiç birşey görünmüyordu. Kanyondan gelen dondurucu rüzgar yüzümü yalarken derin bir nefes alıp ellerimi bıraktım.
'Dik düş Oğuz dik düş.'
Bir süre sonra sert, beton gibi bir zemine çakıldım.
Yüzüme vuran ve ağzıma dolan soğuk suyu hissettiğim de, uzun zamandır ilk defa bu kadar mutlu olduğumu anlamıştım.
Rabbime bu kadar içten, bu kadar samimi şükrettiğimi de hatırlamıyorum.
' Çık Alıcı, yukarı yüz ! '
Ölüme bu kadar yakınken geçmiş o kadar net geçiyordu ki gözlerinin önünden. Rabbim bizzat gösteriyordu sanki; günahlarını, sevaplarını gün yüzüne çıkartıyordu.
Var gücümle kulaç atarak suyun yüzüne tırmanırken Korhan baba'nın sesi yankılandı kulaklarımda. Ada'daki gördüğümüz Su Altı Savunma dersinden bir görüntü film şeridi gibi geçiyordu.
Ne demişti baba daha onbeş yaşındaki evlatlarına ?
" SAT ve SAS komandoları altı dakika suyun altında nefessiz kalabiliyor. Bu kadar eğitimden ve saatlerce yaptığınız nefes egzesizinden sonra sekiz dakikadan aşağı sudan çıkarsanız. Akşam yemeğine kadar elektrik yersiniz."
Doğacak olan güneş, maviliğini yavaş yavaş gökyüzüne sermiş, yarım ayın göz alıcı beyazlığı sudaki akıntıdan oluşan kabarcıkları " Az kaldı ! " dercesine gözüme çarpıyordu.
Kabarcıkları gördükten sonra her kulaçta ayrı bir heyecan kaplıyordu bedenimi.
Kolum aniden boşluğa düştüğünde yüzeye çıktığımı anlamıştım.
Güçlü akıntı da ne kadar zor olsa da derin bir nefes alıp etrafıma bakındım.
Derin, dik bir kanyonun içindeydim. Suyun akıntısı yavaş olsa bile dışarı çıkacak hiçbir toprak veya çıkıntı yoktu.
Kollarımı, bacaklarımı kontrol ettikten sonra kaburgalarımı yokladım.
Yoktu ! Hiçbir şeyim yoktu. Ne bir ağrı, ne de bir sızı hissediyordum.
Kanyon da yankılanan azgın nehrin iç titreten sesini ve yüksek kayalıkları gördüğümde. Yaradan'ın kudretini birkez daha anladım.
' Çok şükür Rabbim ! '
O akıntıya karşı öyle bir cesaret gelmişti ki. Herhangi bir kayaya vurup bir tarafımı kıracağını umursamadan akıntının yönüne doğru kulaç atmaya başladım.
Ne kadar duymayacağını bilsemde şansımı denemeliydim.
"Rahmaaaannnn ! "
Hem var gücümle kulaç atıyor, hem de insan sesine benzer bir ses bekliyordum.
"Rahmaaaannnn ! "
' Allahım sen onları bize bağışla. '
Bekledim küçücük bir ses bekledim ama yoktu. Ne bir insan, ne de hayvan sesi vardı.
Bir kilometre kadar sürüklendiğimde suyun biraz daha sakinleştiğini hissettim.
Gözlerimi kısıp nehrin daha da sakin bir yerine, ileriye doğru baktım.
"Rahmaaaaaannn ! "
Bata çıka ilerliyordum. Su yer yer durgunlaşırken, yere yer de hızlanıyordu.
Soğuk kemiklerime kadar işlemiş, uzuvlarımı hissetmemeye başlamıştım.
" Rahmaaaaaannn ! "
Sesim ! Sesim de titremeye başlamıştı.
' Allahım ben nerden bulacağım bunları ? '
Sol tarafımda gördüğüm şeyle kanım hızla ısınmaya başladı.
Toprak !
Evet kanyon bitmiş, toprak görünmüştü.
Şuan tek istediğim. Güldür güldür yanan güzinenin üzerine kestane, tandırına ise patates sürmekti.
Ya sobanın üzerindeki cısıldayan demlik ?
Bütün bu hayalleri bir kenara bırakıp, özüm olan toprağa kendimi attım.
Dondurucu soğukta oturmanın iyi bir fikir olmadığı düşünüp olduğum yerde koşar adım saymaya başladım.
' Lan oğlum neredesin bee ? '
İki elimi dudaklarıma götürüp var gücümle bağırdım.
" Rahmaaaaaannn ! "
" Bağırıp durma Oğuuuzzz ! "
' Anaaam ! Vallaha yaşıyo... '
Sesin geldiği yöne, nehrin karşısına baktığımda kardeşimi diz çökmüş, minik Şura'nın ıslak kıyafetlerini çıkartırken gördüm.
Yüzümü gökyüzüne çevirip, kollarımı açtım ve boğazım yırtılırcasına haykırdım.
" Lan beeee... Yaşıyosun lan yaşıyosun." dedikten sonra karşıya geçmek için bir saniye düşünmeden, soğukluğuna aldırmadan nehre tekrar atladım.
Onu daha da yakından gördüğümde sebepsiz bir kahkaha atıp boynuna atıldım.
" Kardeşiiimmm ! "
O bana ben ona bir kaç saniye sarıldıktan sonra tekrar Şura'ya döndük.
" Dur oğlum çocuk dondu. "
Şura'nın üzerini çıkartmıştı. Öyle bir titreyişi vardı ki yavrucağın, minik dişlerinin sesini iki metre mesafeden rahatlıkla duyabiliyordum.
Rahman çantasından kuru parkasını çıkartarak, bir bebeği kundakla sarmalar gibi Şura'yı sarmaladı.
" Oğuz çantandan parkanı çıkar bu yetmez."
Çantalarımız su geçirmez olduğu için yedek kıyafetlerimizde bir damla bile ıslaklık yoktu.
Uzattığım parkayı da miniğin üzerine atıp, çantasından yedek atletlerini ve çoraplarını çıkardı.
Çıkardığı üç atleti birbirine geçirerek, minik kızın minik başını, beline kadar olan uzun ıslak saçlarını ve kulaklarını da içine alacak şekilde bandana bağlar gibi sıkıca bağladı.
Üç çift çorabı üstüste minik, bembeyaz ayaklarına giyindirirken, bende boş durmayıp benim yedek çoraplarımı uzattım.
" Al kardeş ! O bize Rabbim'in en güzel hediyesi.
İşi bittikten sonra Şurayı kucağına alarak bana döndü.
"Çocuk üşüyor ! Hipotermi'ye çevirmeden kapalı bir oyuk bulup ateş yakmamız lazım Alıcı. "
Başımı sallayıp iz bırakmamak için Şura'nın da elbiselerini alarak devam ettik.
" Nasıl ısındın mı Aybalam ?"
Şura'ya baktığımda titremesi tamamen gitmişti.
Rahman'ın kucağında tebessüm ederek baş salladı.
' Allahım bu yaşta nasıl bu kadar güçlü olabiliyor ? '
Dağılmış yüzüne gülücük o kadar yakışıyordu ki; sağlam yüzünün güzelliğini tahmin bile edemiyordum.
Yaklaşık iki kilometre yol almıştık.
Üzerimde ki buz tutmuş elbiseyi gördüğümde tekrar Korhan babanın verdiği eğitim mi desem, ızdırap mı desem aklıma gelmişti.
Onbeş yaşında, sıfır derecede, bütün timi dışarda sadece ayakkabılarımızla ve şortlarımızla yarım saat beklettiği o gece.
İşte o zaman onun ektiği tohumu şimdi biçiyorduk. Yaptığının ızdırap değil eğitim olduğunu şimdi, şu saatte anlamıştım.
Rahman yüzüme bakıp;
"Oğuz haritanı çıkarsana."
Haritayı çıkarıp yere serdim. Fenerin ışığını en kısık ayara alıp pusulayı haritanın üzerine koydum.
Haritaya göre kamptan altı kilometre uzaktaydık.
Rahman;
" Tamam Ermenistan'ın Azerbaycan'daki tanpon bölgesinin dört kilometre dışındayız. Burada bulsa bulsa Azeri askerler bulur bizi ama onlarında bulmaması için gayret göstermeliyiz. Tamam Aksakallılar'ın kolu uzun kurtarır bizi deşifre olmadan ama onlarıda uğraştırıp başlarını ağrıtmak istemeyiz. "
Görev başarıyla tamamlanmıştı. Şimdi küçük kızı Yuvaya sağ salim götürmek kalmıştı.
Haritayı toplayıp çantaya koymuştum ki Rahman'ın kucağında Şura ile sıçrayıp yere yattığını gördüm.
Bana bakarak parmağını dudağına götürüp ardından aynı parmağı ile kendi kulağına iki defa tıkladı.
' Sus ve dinle ! '
Çıtırtı sesini duyduğum da gözlerimi kısıp Rahman'a baktım.
M16'sı Şura ile aralarında kaldığı için zaman kaybetmeden bacak kılıfındaki tabancasını çıkarttı.
Başıma iki defa yumruğumla vurup baş parmağımı gösterdim.
' İlerliyorum beni koru '
Emniyeti açıp, sese doğru hem silahımın susturucusunu takıyor, hem sürünüyordum ki daha onbeş metre gitmeden güçlü bir hırıltı sesi duydum.
Başımı yavaşça kaldırıp sese baktığımda gördüğüm şey karşısında acınacak halime gülüp, ciğerlerimi şişiren nefesi yavaş yavaş ses yapmadan dışarı saldım.
' Eh be mübaret ! '
Onbeş metre karşımda uzun, beyaz tüğlü bir dağ keçisi kar da özenle seçtiği, yeni filizlenmiş, taptazecik otları büyük bir keyifle işkembeye indiriyordu.
Bendenime salgılanan adranalinle ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde Rahman'a doğru gidecektim ki son anda vazgeçip yüzümü tekrar keçiye döndüm.
' Ulan saf Oğuz ! Rabbin ayaklarına kadar nasibinizi gönderiyor sende elinin tersi ile itiyorsun. '
Silahımı doğrultup kalbinin ve akciğerlerinin ortasına nişanladıktan sonra;
'Bismillahirrahmanirrahim' deyip peşpeşe iki defa tetiğe dokundum.
Bu soğukta sıcak, iki adet mermiyi ciğerlerine yiyen keçi, olduğu yerde aniden zıplayıp yan yattı.
Hâla çırpınan keçinin yanına koşup, başını geriye doğru kastırdıktan sonra bıçağı oldukça gerilen gırtlağına çaldım.
Bu et bana ne kadar helal olsa da, ister istemez yüzüm ekşimişti.
'Kusura bakma dostum ! Ben üç gün daha dayanabilirdim ama Şura için. '
Çırpınışları sona eren keçiyi bileklerinden tutup enseme yerleştirdim.
Rahman'ın yanına vardığımda bedenini Şura'ya siper etmiş bıraktığım gibi duruyordu.
" Rahman sor bakalım misafirimiz et sever mi ? "
Şura görüşünü kapatan parkanın kapuşonunu çekip, hayretle kalın kaşlarını kaldırdı. Yüzündeki mutluluğu görmek, buz tutmuş üniformamın içindeki bedenimi ısıtmaya yetmişti.
Rahman beni görmesiyle tedirginlikle tuttuğu nefesini serbest bıraktı.
Onun yüzüne mutluluktan çok endişe hakimdi.
"Oğuz hemen bir mağara bulmalıyız çocuk için endişeleniyorum."
"Tamam Reis onuda haldeceğiz."
Rahman Şura'yı ben de keçiyi sırlanıp dik yamacı adımlamaya başladık.
Yarım saat sonra...
" Oğuz şurada ki girintiyi bir kontrol et !"
Eli ile kayadaki bir metre genişliğindeki yarığı gösteriyordu.
Dikkatli bakılmadan görünmeyen, etrafı pelit çalılıklarla çevrili olan oyuğa doğru ilerledim.
İç kısma doğru göz gezdirdiğimde karanlıktan birşey göremediğim için el fenerimi açıp temkinli bir şekilde oyuktan içeri dalmaya karar verdim.
Ara ara özenle örülmüş, geniş örümcek ağlarını gördüğümde, burada ayı veya kurt gibi bir yırtıcı'nın yaşamadığına kanaat getirip, derin bir " Ohh " çektikten sonra dar yarığın biran önce bitmesi umudu ile devam ettim.
Yarık, onbeş metre yürümenin ardından yerini beş metre yüksekliğinde, dört metreye yedi metre, yaklaşık otuz metrekare diyebileceğim bir odaya bıraktı.
İçeri giren rüzgarı yüzümde hissettiğimde henüz göremediğim bir delik daha olduğunu anlamıştım. Buda içerde dumana maruz kalmadan rahatlıkla ateş yakacağımız anlamına geliyordu.
' Ulan ister misin gömü bulalım ? '
Bu çocukça düşünceye kendikendime gülüp Rahman ve Şura'ya doğru ilerledim.
Karanlığa alışan gözlerimi gün ışığında kısıp Rahman'a baktım.
Kırk yıllık anne gibi çocuğu hâla kucağında tutan Rahman'ı gördüğümde istemeden güldüm.
O da gülmeme karşılık verip;
" Ne gülüyon lan Zırto ? "
Yolu göstermek için önden yarığa girerken cevap verdim.
" Seni hep silah tutarken gördüm kardeş. Çocukta silah kadar güzel yakışıyor kucağına. "
" Dalga geçme oğlum. Çocuk kim biz kim ? "
Aile eşittir Kara Muhafız ?
Bu gerçekten akla yatkın bir durum değildi.
İçeri girdiğimiz de Rahman oda da gözlerini gezdirdikten sonra yüzüme baktı.
" Bak gördün mü Oğuz ? Sen Rabbine sırtını daya; nasibinide, sığınacağın çatıyıda ona bırak. İlk önce aşımızı daha sonra sığınağımızı gösterdi bize. "
Yaşça aynıydık, aynı eğitimlere beraber girdik ama Rahman'ın yapısı diğer yedi kişiden çok farklıydı. Bu Reisliğin verdiği bir ağırlık mı, yoksa aileden gelen bir meziyet midir bilinmez.
Şura'yı kayanın önüne yatırırken tekrar yüzüme baktı.
" Oğuz sen aşağıdaki gördüğümüz kaynaktan su getir, bolca da odun topla bende keçinin icabına bakayım, hadi." dediğinde içime bir ferahlık geldi.
Kendimden çok haftalardır kuru ekmeğe muhtaç bırakılan Şura'yı düşünüp yüzüne baktıktan sonra yüzümü içimden gelen huzurlu bir gülücük kapladı. Behruz amcanın evinden çıktığımızdan bu yana bir lokma birşey geçmemişti boğazımızdan. Biz buna alışkındık.
Şuan tek bir amacımız vardı ! O da; minik Şura'yı sağlıklı bir şekilde yuvaya ulaştırmak.
Suyu getirdikten sonra ateşi yakıp, bir kaç turda odunlar için çıkmıştım dışarı.
Rahman derisini yüzdüğü keçinin uzuvlarını ayırmakla meşkulken yanına yaklaştım.
" Kardeş bu odun bize iki gün yeter. "
" Eline sağlık ! Bu da bitti ellerimi yıkayayıp abdest alayım. Hadi sende abdest al kardeş. Keraat vakti geçti sabah namazımızı kılalım da üzerimizdekileri kurutalım. "
Namazımızı kılıp üst kıyafetlerimizi ateşin kenarına serdik. Silahlarımızıda temizledikten sonra aşçıların aşçısı Rahman etten küçük parçalar keserek dal parçalarından yaptığı şişlere özenle dizdi.
İlk pişen şişi eline alıp huzurla uyuyan Şura'nın saçlarını okşamaya başladı.
"Aybalam, Gökgözlüm hadi kalk bak sana ne yaptım."
Biraz bekledikten sonra tekrar konuşmaya başladı Aybalası ile;
"Şura hadi aç gözünü bak mangal yaptık sana."
Rahman elini Şura'nın yüzüne attığında panikle yüzüme bakıp elindeki şişi bana uzattı.
" Oğuz...... Oğuz su getir çok fazla ateşi var"
Zaman kaybetmeden elimdeki şişi ateşe bırakıp mataramı Rahmana uzattım.
Şura'nın üzerindeki parkaları süratle açıp, kat kat giyindirdiğimiz çorapları çıkardı.
Çantadan çıkardığı ilk yardım kutusundaki gazlı bezleri ıslatarak titreyen Şura'nın alnına, koltuk altına, baldırlarına ve ayaklarına koydu.
Şura gözlerini açamıyor ama ağlıyor, anlaşılır bir şekilde sayıklıyordu.
"Ba... Baba an... anne öldünüz biliyorum ama Ba...bakın siz bana in.. inanmıyordunuz ama....ama Mübariz be.. Beni buldu he... hemde yüzü rüyamdakin den daha gü...zell."
Mübariz demesiyle Rahman'la göz göze geldik. Rahma'nın gördüğü rüyayı Koray anlatmıştı. Nefesimi kesmis, hayretler içinde dinliyordum.
"Hemde düşmanlarımızı öldürdüler... He.... hemde yakarak."
Yutkunamıyor, Rahman dan gözümü çekemiyordum.
"Rahman ! "
Rahman eli Şura'nın alnında, dolan gözleri ile bana baktı.
"Rahman Şura seninle aynı rüyayı görmüş"
" Şu pisliklerle dolu dünya da görmediğimiz, ilmimizin yetmediği çok şey oluyor Oğuz. Ne... Ne bileyim lan bu mucize gibi birşey."
Rahman ve Şura'nın arasında merhametten çok duygusal bir bağ oluşmuştu.
" 'Gibi birşey.' değil kardeş ! Bu gerçekten mucize."
3 gün sonra... 08:45
Rahman'dan
Oğuz mağaranın bulunduğu mevki yi devriyeye çıkmıştı. Tedbir için bir nevi kontroldü bu. Hergün bir saat aralıklarla sırasıyla yapıyorduk bu rutine bağladığımız gezintiyi.
Bende Şura ile çocukluğumda oynadığımız çivi oyununa dalıp gitmiştim. Mağaranın içerisinde çivi bulamadığımız için bu görev fırlatma bıçaklarımdan birine düşmüştü. Küçük hanımın gücü bıçağı zemindeki toprağa saplamaya yetmediği için ben saplıyorum, o ise çiziyordu.
İki gün hiç birşey yemeyen Şura'yı bugün tutamamıştım. Yavaş yavaş iyileşen yaraları güzelliğini, darbeden dolayı kapalı olan maviş gözü ise bütün ihtişamını gün yüzüne çıkartıyordu.
'Kansız şerefsizler ! Nasıl bir namussuz bu eşsiz güzellikteki bir Sabi'ye bunu yapar. Gerçekten aklım almıyor.'
Oğuz'un panikle gelmesiyle daldığım o eşsiz güzellikten yüzümü ona çevirdim.
"Ne oldu Oğuz ? "
" Reis misafirlerimiz var ! " dediğinde Şura'yı düşünerek, Oğuz'a dışarı çıkması için işaret ettim.
" Ne misafiri Oğuz ?"
"Oniki kişilik Azeri bir tim bize doğru geliyor ikiyüz metre mesafedeler kardeş."
Hızla içeri girip Şura'nın önünde diz çökerek büyüleyici gözlerine baktım.
"Aybalam bir kaç tane abin geldi. Biz onları karşılayalım sen burda kal sakın dışarı çıkma oldu mu ? "
Şura asker selamı verip inci gibi dişlerini göstererek.
" Anlaşıldı Reis ! "
Minik burnunu sıkıp sarıldıktan sonra tekrar gözlerine bakıp ciddi bir hâl aldım.
" Tamam asker sen otur ve bizi bekle anlaşıldı mı ? " dedim.
Önceden yaprak ve çalılıklarla yaptığımız iki tane kamuflajı aldıktan sonra dışarı çıkıp maskerimizi taktık.
Kardeşlerimize doğru ilerlerken bir yandanda Oğuz ile pusu planımızı yapıyorduk.
Burası Azerbaycan ordusunun ohal ilan ettiği yerdi. Ermeni'lere kinleri büyük olan soydaşlarımız burada herhangi bir görüntü aldıklarında hedef gözetmeksizin açtıkları ateşlere maruz kalmamız kaçınılmazdı.
Net bir şekilde Türkçe konuşmamız hiç birşeyi değiştirmiyordu. Ne biz kanunen buradaydık, ne de kanunlarına tabi olduğumuz bir devlete bağlıydık.
Evet Türk askeri olsak şüphesiz es geçerler, hatta saygıda kusur dahi etmezlerdi. Sıkıntımız şu ki biz Türkiye'de bir asker değil, muhasebeciydik.
Teslim olmak !
Numaradan da olsa teslim olmak zorumuza giderdi. El kaldırmamız, arkamızı dönmemiz, yediğimiz tekme ile yere yatırılıp dizlerini başımızın üzerine bastırılarak ters kelepçe yememiz...
Yapan soydaşımız da olsa bu zorumuza giderdi.
Yüz metreye kadar yaklaşmışlardı bize. Etrafımızda açık alan olsa da yer yer sık çalılıklarda mevcuttu. Mayın tehlikesine karşı herhangi bir patika da, hatta açık alanda gitmeleri tehlike arz ediyordu.
Bunun içinde Oğuz'la şuan pusuya yattımız yer muhtemel geçiş güzergahlarıydı.
Kardeşimle aramda üç metre vardı. Yaptığımız örtü yardımıyla mükemmel bir şekilde kamufle olmuştuk.
Son 50 metre !
Oğuz'la komutanlarını seçmiştik. Ben benim hizamdaki Üsteğmeni, Oğuz ise Astsubayı alacaktı.
Son 25 metre !
Yere yatıp sürünmeye başladıklarında gerilsekte, onların o açıdan bizi görmelerinin imkanı yoktu. Herbirisi'nin arasında altı-yedi metre vardı.
Arkamda ki mağara aklıma geldiğinde sürünmelerinin sebebini anlamıştım.
Sebep bizi görmeleri değil, mağaraya kontrol amaçlı bakmak istemeleriydi.
Nöbetçi olma ihtimaline karşı da temkinli yaklaşıyorlardı.
Son 10 metre !
Hizaları çok iyi ama iki askerin arası birbirine çok uzaktı. Bu ağır sonuçlara sebep olacak bir hataydı.
Son 5 metre !
Botlarımızın tabanlarını yumuşak toprağa gömdük. Bu sıçrayış anında daha çevik hareket ile daha ileriye atılmamızı sağlayacaktı. Aynısını Oğuz'unda yaptığına emindim. Evet sadece iki kişiydik ama tek beyindik.
Biz bu yüzden çok tehlikeliyiz !
Ve son 2 metre...
Artık vaktin geldiğine inanıp olduğum yerden anında sıçradım.
Sağ bacağımda ki olanca kuvveti toprağa aktarıp, sol ayağımı ileri attım.
Üsteğmen hâla görmemişti karşısındaki tehlikeyi.
Ayaklarım yerden kesildiğinde, havada çevik bir şekilde manevra yapıp, Üsteğmen'in sırtına dizimin yaptığı ani bir darbeyle yapıştım.
Darbenin etkisi ile nefesi kesilmişti.
Toparlanıp dönmesine izin vermeden boğazına elimdeki soğuk metalin keskin tarafını dayayıp kulağına fısıldadım.
" Silahını bırak.........gardaş ! "
Kendi hatası olduğunu düşünüp, kafasını sağa sola büksede artık elinden gelen hiç birşey yoktu.
' Gardaş ! '
Bu bir Türk'ün seslenişiydi.
O silahını bırakırken bende kılıfın daki tabancayı çıkartıp belime yerleştirdim.
Çok hızlı nefes alıyordu. Bu kontrolü kaybettiği anlamına geliyor, ani bir hareket yapacağını işaret ediyordu.
Tekrar kulağına eğilip;
" Sen düşünmeden ben ne yapacağını biliyorum."
Bir süre nefesinin düzelmesini bekledim.
" Yapma sakın! Elimin ayarı yoktur. Ensenden tutup kaldırmak istemiyorum."
Bu emri altında olan askerlerinin karşısında küçük düşmesine neden olurdu.
"Üsteğmenim ayağa kalk ! "
Üsteğmen hiç düşünmeden yavaş yavaş ayağı kalkarken onu Oğuz'un elinin altındaki Astsubay izledi.
Askerler gördüğünde hiç düşünmeden namlularını bize çevirdi.
" Söyle gardaşlarıma silahları yavaşça yere bıraksınlar. "
' Gardaşlarım ' dediğimde yüzünün aldığı şaşkınlıkla karışık tebessüm görülmeye değerdi.
Askerler silahlarını bırakıp uzaklaştıklarda Üsteğmeni kendime çevirdim.
Her insanı geren maskemi gördüğünde o da istemsizce gerildi.
" Si....Siz kimsiniz ? "
" Öğreneceksin Üsteğmenim ! "
Nefesini tutup timine baktıktan sonra tekrar bana döndü. Elini yavaşça başına atarak kepini indirdi.
Tuttuğu nefesinin tekrar hızlanması heyecanlandığını gösteriyordu.
" Siz onlarsınız ! "
" Kimiz biz anlamadım ? "
"Siz gerçeksiniz ! "
" Ne söylemeye çalışıyorsun sen Üsteğmenim ? "
" Yav ne söyleyeceğim ? Size kimisi Azaplar der, kimisi Deliler, kimisi Künyesizler der, kimisi Muhafızlar. Siz onlarsınız. Başka hiç kimse o kampı öylesine cehenneme çeviremez "
' Demek kamptan haberiniz oldu ? '
Dost olduğumuza artık inanmıştım.
"Üsteğmenim sigara var mı ? "
" Tabi komutanım var. "
Evet bazısı bize efsane, bazısı onlar eskidendi der; bazıları ise yalan. Aslında bilirler varlığımızı ama hiçbir şekilde ispat edemezler. Şüphesiz Devlette bilir lakin istemez açığa çıkarmayı. İşin en güzel yanı ise halk bizim olabilmemiz ihtimaline çok sevinir.
" Olsun ! Arkamızda olsunlarda görünmez kılıç olsunlar. " der çoğu.
Çünkü halk uluslar arası hukukta adalet olmadığını düşünür ki öyledirde.
Biz adaletsizlere namlularımızla adalet dağıtanlarız, biz Türk-İslam dünyasının görünmez kılıcıyız.
Nerede olursa olsun. Hangi dine, dile ,ırka sahip olursa olsun biz daima mazlumun yanındayız.
Hele hele bu bir Müslümansa bırakın soframızı açmayı canımızı vermekte terettüt etmeyiz.
Ama Türkün canı yanıyor, türlü türlü işkencelere maruz kalıyor, ne din kardeşinin ne kafirinin kılının kıpırdattığı yok.
O yüzden şairin bir sözü hep kulağıma küpedir.
" Ne varsa Yıldız da ve Ay da var.
Türke yalnız Türk'den fayda var. "
" Bana komutanım deme. Söyle askerlerine silahları yerden alsınlar."
Sevinçle askerlere dönüp;
" Alın asker silahları! Onlar bizim karanlıkta ki can gardaşlarımız. " dedikten sonra bana bakıp gururdan dolan gözlerini kırptı.
Bu sözleri duyan Astsubay bir çocuk gibi Oğuz'un boynuna atıldı.
" Birgün bu kurtların inlerinden dışarı çıkacağını biliyordum. "
Sohbet ede ede mağaraya varmıştık.
Üsteğmen kayaya dayalı olan M16 larımızı gördüğü anda askerine dönüp,
"Aramızdaki gardaşlığa öyle güveniyorlar ki silahlarını bile yanlarına almamışlar."
Vakit bulupda bir türlü soramadığım soruyu sordum.
" Türkçemizi bu kadar net nerden biliyorsun Üsteğmenim ?"
"Ben Türkiye den, Kara Harb Okulu'ndan mezunum. "
Maskelerimizi gösterip devam etti.
" Çıkartında nur cemalinizi görelim. İsminizi bağışlamayacak mısınız ? "
İstemeden de olsa kafamı olumsuz anlamda salladım.
" Yüzüm için kusura bakma ama beni Karabasan onuda Alıcı olarak bil yeter. "
" Belli oluyor kim olduğun bana şimşek gibi sıçrayıp ne olduğunu anlamadan sırtıma çıkmandan. Adını fazlasıyla hakediyorsun. TSK Harb Okulunda okuyupta bu tazağa düşmeme sadece bir Türk sebep olabilir. " dedikten sonra sonra Şura'ya bakıp iç çekti.
"Sana sarılmama izin verir misin balam ?"
Bacağıma sarılan Şura gözlerime baktı.
"Hadi Gök Gözlüm abin o senin."
Üsteğmen ile sarılıp, bir süre bir şeyler mırıldandıktan sonra tekrar bacaklarıma sarılıp, alttan yukarı bakarak konuşmaya başladı.
" Bana balam demesin o en çok sana yakışıyooor. "
Mağarayı kahkahalar almıştı.
Üsteğmenin tekrar gözleri dolmuştu.
"Rab.. Rabbime ne kadar şükretsem azdır böyle nezih bir millette dünyaya geldiğim için. Ne kadar büyük bir ayrıcalık, ne kadar büyük bir nimet hem Türk, hem Müslüman olarak dünyaya gelmek. Şuna bak benim vatanımdan olan bir çocuk gardaşımın dizine sarılarak beni şikayet ediyor. Bu iki Vatan Tek Millet olduğumuzun bir ispatıdır."
Hep beraber şükrettikten sonra. Bizim telefonlarımız Behruz amcanın evinde kaldığı için sordum.
" Şimdi Üsteğmenim ! Senden bir isteğim var."
Şura'ya şevkatle bakan gözleri bana dönüp dikkat kesildi.
" Bizim Telsizlerle irtibatımız kesildi. Malum, telefonlarımızda yok. Bir şekilde Yuvamız ile iletişime geçmemiz lazım."
"Tabi ! Önce karakola gidip yiyip içelim sonra nereyle irtibata geçerseniz geçin."
"Sakın ha bize bunun için ısrar etme sadece iletişim kurmamızı sağla yeter. "
"Ama heç olur mu öyle ? "
Kesin bir dille konuştum.
" Sakın üsteleme ! Siz bizi görmesiniz bizde sizi. "
"Tamam o zaman burda cep telefonu çekmiyor. Malum telsizle sizin için karakoldan da yardım isteyemem. O zaman Gence'ye doğru gidelim telefonun çektiği yerden arar, sizin için uygun bir yerde de saklanırsınız. Neresi olduğunu siz belirleyin. "
Bizim tek çalacağımız kapı Behruz amcanın eviydi.
" Tamam anlaştık Üsteğmenim Kur'an-ı Kerim var mı yanınızda ? Birde Azerbaycan bayrağı. "
Üsteğmen soran gözlerle askerlerine döndü. Askerin biri cep Kuran'ını çıkardırken Üsteğmen de çantasında bayrağı çıkararak bana uzattı.
"Buyur ! "
"Hayır sende kalsın. Şimdi bize namusunuz, şerefiniz, bayrağımız ve Kuran'ın üzerine yemin edin bizi burda görmediniz duymadınız ve Muhafız'lar diye birileri yok."
2 saat sonra...
Yemini de ettikten sonra fazla zaman kaybetmeden yola koyulmuştuk.
İki saatlik yolculuğun ardından Behruz amcanın evi ikiyüz metre ilerde görünmüştü.
" Tamam kardeşim burada duralım. Çekiyor mu telefon ? "
Şoför sağa çekerken Üsteğmen telefonunu uzattı.
" Çekiyor komutanım buyur. "
Korhan Yarbay'dan... Saat :12:00
" Komutanım haberler ! "
Harekat merkezinde kurtların çocukluk resimlerine dalıp gitmişken üç gündür boğazından lokma geçmeyen, ağızını dahi açmaya Koray'ın sesi ile olduğum yerde sıçradım.
Ekranda ki Rahman ve Oğuz'un henüz onüç yaşındayken ada da çekindiği resmi aşağı indirip hızlı adımlarla televizyonun karşısındaki Tim'in yanına ilerledim.
" Ne oldu oğlum ? "
"Baba kamp, kampı anlatıyor."
Koray bunu söylerken gözlerindeki imkanı olmayan umut ışığını görmüştüm.
"...... zleyiciler henüz görüntü yok ama elimize ulaşan bir son dakika haberine göre Azarbayca'nın batısında Ermenistanın ateşkes kapsamında kurduğu kampta katliam yaşandı. Saldırıdan İran MOIS ( İran gizli servisi) sorumlu tutuluyor. Saldırıdan mucizevi şekilde sağ kurtulan askerin ifadelerine göre. 'Saldırının aniden gerçekleştiği yaklaşık 300 kişilik MOIS mensubunun bir anda kampı ortalarına alarak ağır havanlarla ve hafif silahlarla baskın verdiği, sebebinin ise İranın hacklenen nükleer kodlarını değiştiren profesörün kampta esir tutulduğu söyleniyor. Saldının bilançosu, yaklaştık 300 Ermeni askerinin öldüğü yönünde. Evet sayın seyirciler gerçekten çok ağır bir bilanço... Ana haberde görüşmek dileğiyle hoşçakalın. " dediğinde Koray televizyonu kapattı.
" Ne düşünüyorsunuz komutanım ? "
" Düşünecek bişey yok evlat. Bize sıçramadığına göre iyiye işaret bu. "
Hayır iyi değildi. O kamp benim iki evladımı ve 7 yaşındaki sabi'yi yutmuştu.
Hala bitik durumdaydı tim. Kolay değil Alfaları ve can kardeşleri alevlerde kalmıştı. Bu ağır azap ömürler inin sonuna kadar onların yakasını bırakmayacaktı.
Dikkatimi gelen sese verdiğimde masanın çekmecesindeki tek kullanımlık telefonum'un çaldığını farkettim. Bu telefonu olası bir durumda tim ve Aksakallılar arıyordu. Her konuşmadan sonra hattı ve telefonu kırıp atıyordum. Arayanın Aksakallar olduğunu düşünüp.Koşar adımlarla masaya ilerledim.
Şehitlerimiz Orhan ve Burak aklıma gelmişti.
Tim'inden şehit vermek dünya üzerindeki en ağır sınavlardan biriydi.
En az onun kadar ağır olanı ise yüzüne karşı birinin " Başın sağolsun ! " deyip kanaması az da olsa dinen yaranın tekrar deşelenmesiydi.
Çekmeceyi açıp telefonu aldığımda arayan numaranın gizli olduğunu gördüm.
Titreyen parmağım ile açma tuşuna basıp, tonlarca ağırlıktaki telefonu kulağıma götürdüm.
" DİNLİYORUM ! "
SON...
|
0% |