Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.BÖLÜM HİRA

@batingam

SELAMUN ALEYKÜM...

Kendi kendime; "İki seriyi çıkartmadan 3. Seriye başlamam." diye söz versemde ailemin baskısı daha ağır bastı. Kitaplarım sayesinde tanışıp aile samimiyeti kurduğum Yeliz ablam ve onun Kızı Merve, Ayşegül kardeşim, Mehlika tosbası, Ayşenur, Rabia Nur, Nefise, Melike, Habip, Ömer, Tansu, Cüneyt Hocam, Özge, Küçük Melike, Sena, Fatma Gül, Yağmur, Zehra, Ecrin ve ailemize gülücükleri ile renk katan Ömer Asaf, Meva, Asel ve Ecrine gelsin. Allah hakkınızda hayırlı olanı gönlünüzde razı, gönlünüzde razı olanı hakkınızda hayırlı eylesin.

Bölümü değil !

KARA MUHAFIZLAR KIZIL KURT kitabımı. Yüzünü görmediğim, sesini dahi duymadığım aileme ithafen yazıyorum.

 

 

 

 

 

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

PENÇE – KİLİT KUZEY IRAK

HİRA ÜSTEĞMEN'den...

Oturduğum yerde çoraplı ataklarımı toprağa bastırırken gözüm yanı başımdaki postallarıma ilişti.

‘Gızım kız kısmından asker mi olurmuş gığğ?’

Bu postalları aldığım gün suratı asık, çatık kaşlarıyla yüzüme bakan annemin sesiydi kulağımda yankılanan.

Edebiyat Öğretmeni olmasına rağmen kızdığı zaman girdiği şive babaannemi ve halamı da hatırıma getirdiğinde boğazımın düğümlendiğini hissederken düşüncelerimin dağılmasına yardımcı olması için başımı salladım.

Bir saat önce yaşadığım olayı hatırlamamak için elimden geleni yapıyordum. Tepe noktalarındaki nöbetçilerde göz gezdirdikten sonra elime bir avuç toprak alıp seyre daldım. Verdiğimiz Şehitlerde bu bir avuç toprak için, çektiğimiz bunca perişanlıkta.

Ucu bucağı görünmeyen kayalıkların insanoğluna ne kadar faydası olabilirdi ki? Eksen ekilmez, şehir kurayım desen düzlenmez.

Peki Türk Ordusunun burada işi ne?

Babamın güzel nasihati geldi aklıma; ‘Esas Vatan ne taştan – topraktan oluşur ne sınırı çizilir. Esas Vatan senin ruhun ve düşüncendir kızım. Ruhun ve düşüncen nereye kadar ulaşırsa orası senin vatanındır.’ dedikten sonraki gözlerime attığı o keskin bakış bugün bile ürpertir beni. ‘Esas sınır kanla çizilir. Kanının aktığı yer Türkün Vatanıdır.’

Çekingen adımlarla Adem Başçavuşun geldiğini gördüğümde elimdeki toprağı babamı koklar gibi koklayıp yere bıraktım.

“Komutanım sakinleştiniz mi?”

“Sence sakinleşebilir miyim Başçavuşum?”

“Komutanım, Teğmen ne emir verdiyse ben onu yerine getirdim.”

Yine o dakikalara gitmiş, elim ayağı titremeye başlamıştı. Hem botlarımı giyiyor hem sakince cevap vermeye çalışıyordum.

“25 yıllık Astsubaysın. Kanundışı emir ne demek bilmiyor musun?”

Cevap vermesini beklerken vermeyip tamda ondan bekleneni yaptı. Sustu.

“Biliyorsun. Gayet iyi biliyorsun hem de. Çünkü sende onunla birlikte o mağaraya girmek istedin. Çünkü sende o sekiz tane köpeği öldürmeyi çok istedin.”

Neredeyse babam yaşında adamdı ve ben onu kırmak istemiyordum. Tepkisini ölçüp devam ettim.

“Ya Başçavuşum biz sadece onaltı kişilik öncü keşif birliğiyiz. Görevimiz; onlarda bir iz veya bir görüntü aldığımızda Tabura bildirmek. Bizim beş kişi ile çatışmaya girme gibi bir seçeneğimiz yok.”

Başını yere çeviren Adem Başçavuşun sanki bir şey söyleyecekmiş de söyleyemiyormuş gibi bir hali vardı.

“Başçavuşum bilmediğim bir şey mi var? Daha ne olabilir Allah aşkına?”

“Bir şey yok komutanım sadece...”

“Ne sadece?”

Bu kez gözleri kararlılık ve özgüvenle bakıyordu.

“Komutanım bakın.” deyip arkasını kontrol ettikten sonra devam etti.

“Komutanım bu Teğmen diğerlerine benzemiyor. Biz iki kişi sizden ayrıldıktan sonra peşinden yetişemedim. Ömrüm dağlarda geçti ve ben yeni Teğmen kadar hızlı, kurnaz birini görmedim. Adam leopar gibi.”

Bu konuşması dikkatimi çekmişti.

“Biraz daha açar mısın? O sinirle neler anlattığınızı anlamadım bile.”

“Komutanım nöbetçileri gördüğünde gülümsedi. Bu gülümseme çok farklıydı. Ne bileyim; sanki... sanki kana susamış bir kurt gibiydi.”

Bu merakımı bayağı kabartmıştı.

“Eeee Başçavuşum?”

“Eee'si Komutanım... Gözlerime baktı, telsizi kapattı; ‘Beni koru abey.’ deyip yanağımdan makas alarak mağaraya doğru ilerlemeye başladı.”

“Makas aldı?”

“Evet makas aldı. Komutanım bakın. Adam öyle bir sürünüyor ki ben koşmayla yetişemem. İki nöbetçinin de diplerine kadar gitti ve ruhları bile duymadı.”

“Güpegündüz yanlarına kadar sokuldu ama farkına bile varmadılar öyle mi?”

Ne kadar dinledikçe sinirlensem de çoktan olayın heyecanına girmiştim.

“Vallahi varmadılar. Aşil tendonunu kesip, bıçağını saniyesinde sağlı-sollu ciğerlerine saplayarak nefesini kesti. Yanındaki daha olayın farkına varmadan boğazına derin bir kesik attı.” derken yüzüme bakıp duraksadı.

“Komutanım bu adam çok farklı. Bu adamda var bir şey. Bu kadar genç yaşta bu cesaret, bu soğukkanlılık imkansız.”

Düşüncelerimi seslendirmişti Adem Başçavuş.

“Sonra ne oldu? Mağaraya tek başına mı girdi? Nöbetçiler indikten sonra sen gitmedin mi yanına?”

“O mesafeden onun hızına nasıl yetişeyim komutanım. Hem gelmem için işaret etmedi ki. Adam havaya iki el attı, birkaç saniye sonra iki tane el bombası attı. Bombanın tozu çekildikten sonrada daldı içeri. Ancak o zaman koşabildim mağaraya.”

“Teslim ol çağrısı yapmadan iki el havaya sıktı, el bombalarını atıp içeri daldı. Peki havaya neden ateş etti?” dediğimde gülümsemişti.

“Komik bir şey mi var?”

“İçeri girmeme izin vermedi. Dışarı çıktığında; ‘Komutanım neden havaya ateş ettiniz?’ diye sordum. ‘Barut kokusunu seviyorum.’ derken cebinden naneli şeker çıkartıp bana uzattı. Bu kadar.”

“Bu kadar?”

“Evet komutanım bu kadar.”

“Görev bitince ben size gösteririm ‘Bu kadarı'” deyip hızlı adımlarla Teğmenin olduğu mevziye doğru yürümeye başladım.”

Giderken sağlıklı düşünmeye çalışıyordum. Evet kızılacak bir şey yapmıştı ama; benim kızgınlığım emrime olan itaatsizliği mi, sırf bayan subayım diye beni ezmeye çalıştığını düşünmem mi, yoksa intikalimizin geri kalan kısmında karşılaşacağımız pusu ihtimali mi?

Evet pusu!

Mağaradakilerden haber alamayan diğer köpeklerin onları aramaya çıkacakları aşikardı. Yakınlarımızdaysalar ve çıkan o silah sesleri duyulmuşsa bin metre çapında herhangi bir noktada pusu yememiz kaçınılmazdı.

‘Allah'ım senin davan için buradayız. Zırhın bizden eksik olmasın ya Rab.’

Bulunduğu yere yaklaştığımda mevzisini Yasin Astsubaya bırakmıştı. Düz bulduğu bir taşa serdiği parkasında secde yaptığını görmem ona karşı olan bütün sinirimi dizginledi.

Yaşına göre oldukça kaslı bir vücudu vardı. Rüzgarın dalgalandırdığı siyah düz saçları dağ yaşantısının perişanlığından uzak, sanki özenle şekillendirilmişti. Kısık siyah gözleri güneşin karşısında kapanmamaya inat ediyor, doğal çatık kaşları üzerini gölgelemeye yetmiyordu.

Namazı da babam gibi kılıyordu. Yüzündeki mimiklerden içerisinde bulunduğu huşuyu, aşkı, yalvarışı karşısından rahatlıkla hissediyordum. Karşımdaki babama dalmış giderken Selam verdiğini gördüğümde yüzümdeki hayranlığı bozup vücudumu dikleştirdim. Rütbem gereği ne kadar ondan daha diri durmaya çalışsam da onun 1.80’lik normal duruşu yanında benim dimdik duruşum sönük kalıyordu.

Duasını edip ellerini yüzüne sürdüğünde bana bakıp güneşin çarptığı tek gözünü kapattı.

“Korkmuyor musun açıkta namaz kılmaya?”

“Neden korkayım? Her Müslüman Türk’ün hayalidir namazda şehadete ermek.”

“Komutanım.”

Şaşkınca ayağa kalkıp parkasını yerden alarak silkeledi.

“Efendim?”

“Teğmenim ben senin üst rütbenim ‘Komutanım’ diyeceksin.”

“Ha özür dilerim Komutanım.”

Kendine olan özgüveni sadece konuşmasından değil bakışlarından bile belli oluyordu.

“Birliğe dönünce yaptığın şeyin savunmasını vereceksin. Muhtemelen ağır bir cezada alacaksın.”

“Biliyorum... Komutanım.”

Yüzüne birkaç saniye bakıp tekrar söze girdim.

“Sana kızacağım hakaret edeceğim ama ağabeyim engel oluyor.”

“Ağabeyinizde mi burada?”

“Yok o burada değil ama ismi sende.” dediğimde yüzüne aniden ciddilik yerleşti.

“Ne oldu?”

“Yok... Yok bir şey Komutanım.”

“Var bir şey!”

Parkasını çantasına yerleştirirken. Yüzü hala ciddi halini koruyordu.

“Rahman !”

“Emredin Komutanım.”

“Sen kimsin? Neden bu kadar rahatsın. Tabur Komutanı neden bana; ‘O çocuğa dikkat et Kuvvet Komutanının bizzat Emri ile burada.’ dedi. Cehennem kanyonundaki mağaraya sızarken seyrettim seni. Sendeki sürünmek, sürünmek değil. Parmak uçlarında gövden yere değmeden timsah gibi aşırı hızlı gidiyorsun. Baskın yaptığın mağaraya da öyle sızmışsın. Aynı okuldan mezunuz ve ben böyle bir sürünme eğitimi almadım. Teğmen ilk rütbedir. Bir Teğmen burada, Pençe – Kilitte bu kadar rahat olamaz.”

Yüzündeki tebessümü ile gözlerime baktı.

“Kuvvet Komutanının ismimi verdiğinden haberim yok komutanım. Ben sürünürken öyle daha rahatım.”

“Anlaşıldı bir şey söylemeyeceksin.”

“Söylenecek bir şey yok komutanım. Artık kalksak mı burada çok oyalandık.”

Haklıydı!

İlerde daha samimi bir ortam kurup gerçekleri öğrenmem umuduyla emrimi verdim.

“Devam ediyoruz.”

Adem Başçavuşun getirdiği çantamı sırtlanıp öne geçtim. Herkesin tamam olduğunu gördükten sonra silahımın emniyetini açıp dev kayalıkların arasında yılan gibi kıvrılan patikayı adımlamaya başladım.

“Neden buradasınız komutanım?”

Arazi çok engebeli olduğu için gözümü attığım adımdan ayırmadan soruya soruyla cevap verdim.

“Neden olamam mı? Bayanlar dağda gezemez mi?”

“Tabi ki gezer ama her bayanda siz gibi gönüllü gelmez buralara.”

Daha fazla uzatmadan istediği cevabı verdim.

“Emrah Üsteğmen'in eşi doğum yaptı. Onu götüren helikopter beni getirdi. Evet gönüllü geldim çünkü hiç yakın temasa girmedim. Bir gün bu olacak ve o günün burada, tamda onların kalbinde olmasını istedim.”

“Anlaşıldı komutanım.”

Çok konuşkan bir hali yoktu, hatta bayağı sessizdi. İki gündür omuz omuza yürümemize rağmen ilk sorusuydu bu. Sanki bütün ruhu dağlara aitti. Biz emniyet açık gezerken, o tüm uyarılarıma rağmen askı kayışı ile omzuna asmış halde geziyordu. Bizden çok farkı vardı. Kayalıkların tüm noktalarında gözlerini gezdiriyor, ufacık bir sese kulaklarını kabartıyordu. Tehlikeli, pusuya yatkın olan patikalarda oldukça yakınıma geliyor, vücudunu bana siper ediyordu sanki. Kondisyonu çok üst seviyedeydi iki gündür ne yorgun bir vücut gördüm, ne de sesli alıp verilen nefes.

Gece gündüz fark etmeksizin her gözümü açtığımda uyanık görmüştüm onu. Uyandığımda onu solumda görüyorsam, tekrar uyuyup uyandığımda sağımdaydı. Ne uyuyor nede kaldığı yerde uzun süre kalıyordu. Attığı adım bile farklıydı rampayı inerken kısa ama hızlı, çıkarken uzun adımlar atıyor yorulmak bilmiyordu. Postalının ezdiği bir çöpü ne gördüm ne duymuştum. İnsanın için ürpertecek kadar sessizdi.

Ne kadar hırsıma yediremesem de o benden çok ama çok yetenekliydi.

Silahını önüne alıp emniyetini açtığında içimi aniden bir ürperti aldı. Adımları yavaşlamıştı.

“Komutanım biraz daha yukardan gidelim çok aşağıdayız.”

“Zirveye mi?”

“Hayır. Zirvenin biraz daha aşağısında kalalım.” derken bile etrafını büyük bir dikkatle süzüyordu.

“Peki tamam.”

Yönümüzü biraz daha sağa yöneltip geniş bir açı ile zirveye doğru tırmanmaya başladık.

Güneş kayaların arkasına girmiş, serin hava yüzüme vurmaya başlamıştı. Karanlığın çökmesine bir buçuk saat varken zirvenin eteklerine kavuşmuş derin bir nefes almıştım.

“İstirahat edelim.”

“Burada olmaz komutanım.”

Onun uyarısını ikiletmeden kabul etmeme rağmen benim bu emrime olumsuz cevap vermesi hiçte hoşuma gitmemişti.

Gözlerine uzun uzun, imalı bir şekilde bakıp çantamı çıkardım.

“İstirahat et!”

Astsubaylar ve uzmanlar çantalarını çıkarıp, her biri bir kayaya sırtını dayarken Rahman Teğmen hiçbir tepki vermeden zirveye doğru çıkmaya başladı.

Güneş batmadan telefonumun galerisine girip büyük bir özlemle fotoğrafları gezmeye başladım. Masada duran annemin kısırları, halamın gözlemesi ve annemin değiştirmeye kıyamadığı ceviz rengindeki, kumaşları solmuş sandalyeler. Şimdi, burada anlamıştım o eşyaların değerini. Bu ıssız yerde sadece anne kokusu, babanın güler yüzü özlenmiyordu. Sandalyenin kumaşı, televizyon kumandasının silinmiş tuşları, hatta eski halının püsküllerini bile özlüyordum. Ekranı kaydırıp kışlada çekindiğim fotoğrafları hızlı hızlı geçtim. Kamuflajımı ne kadar sevsem de sivil elbiselere hasret kalmıştım. Birde bu siviller sevimli ailen olunca sadece onları görmek istiyordu gözlerim.

Kaydırmaya devam ederken dalgınlıkla bir fotoğrafı atladım. Geri döndüğümde Fatıma halam, onun dünyalar tatlısı gelini Zümra ve oğlu Rahman Abimin aniden çektiğim fotoğrafları gülmeme neden olmuştu. Onca çektiği acıya aldırmadan gülüyordu Fatıma halam. Annemden çok o büyütmüştü beni. Oğlu Rahman kaybolduğundan günler sonra doğmam büyük bir destek olmuştu onun yüreğindeki ateşe. Oğlu gibi koklayıp, oğlu gibi sarmalamış, oğlu gibi sakınmıştı tüm kötülüklerden. Rahman abimin yıllar sonra çıkagelmesi kıskandırmıştı beni. Halam benden vazgeçecek, benden çok onu sevecekti.

Hiçte öyle olmamıştı. Halamın sevgisinin üzerine Rahman abim ve Zümra yengemin de sevgisi eklenmişti. Halamın ağızı açık çıkmıştı. Zümra yengemin fotoğraf çekeceğimi anlayıp ağızını burnunu yamultması o günkü gibi gülümsememe sebep oldu.

Rahman abim!

Onun yan bakıp kaşlarını çatması. O gün şakacıktan yaptığını bilsem de bugün burada o bakışları görmen gerilmeme neden oldu.

“MEVZİ AAAALLLL!”

Teğmenin aniden bağırmasıyla sıçramam telefonumun düşmesine neden oldu. Ardından gelen ardı arkası kesilmeyen silah sesleri ve onu ikiye katlayan yankılar bütün bildiklerimi unutturmuş, ne yapacağımı şaşırmıştım. Yüzümdeki hissizlik kanımın çekildiğinin habercisiydi. Şimdi anlıyordum okulda atış yaparken Kemal Yüzbaşının kulağımın dibinde neden AK47 patlattığını.

‘Kendine gel Hira. Yaparsın. At şu şoku üzerinden telefonumu cebime koyup silahımı omuzlarken mevzimi alıp bizimkiler tarafından yoğun ateş altına alınan bölgeye hedefi görmeden atış yapmaya başladım.

Her üç atışta elimi sallayıp durması için elimden geleni yapıyordum.

‘Titreme be... Pislik!’

Önümüzdeki uçurum büyük bir avantaj sağlıyordu bize. Herhangi bir sızma girişimi olmayacak sadece karşıdan ateş etmekle yetineceklerdi. Adem Başçavuş benden arayı ne kadar açsa da beni her saniye göz hapsine alıyordu. Mustafa ve Naci Astsubay üst çapraza arayı açarken gözüm tekbir kişiyi arıyordum.

Rahman Teğmen!

Nerede olduğunu görmesem de HK416’nın çıkan sesini tek tük duyabiliyordum. Karşıdan gelen sesler seyreldi derken bir ıslık sesi işittim. Ne olduğunu anlamıştım. Kendimi öne atarken ıslık sesiyle eş zamanlı son duyduğum ses Adem Başçavuşun sesiydi.

“ROKEEEETTT!”

Büyük bir gürültü ile patlayan roketin sesi kulağımı tüm silah seslerine sağır ederken, sırtıma vuran ani bir basınçla önümüzdeki rampadan yuvarlanmaya başladım.

Dümdüz kayalıktan hızla aşağı kayarken gözümün önüne tek gelen annemin kısırı ve çatlak çöreği olmuştu. Silahımı tüm gücüm ile kavrıyor, bu düşüşün nerede biteceğini deli gibi merak ediyordum. Salgılanan adrenalin vücudumdaki acıyı hissettirmezken hiç bir yere çarpmadan dümdüz kayalıkta sürükleniyordum. Hak yolunda Şehit olmak istiyordum ama sakat kalma düşüncesi korkuyordu beni. Biran dengemi kaybedip kendimi sırt üstü kayarken buldum.

İşte o boştuk!

Bedenimi düzeltmeye çalışırken düştüğüm boşluğu hissetmem dişlerimi kenetleyip, gözlerimi sımsıkı kapamama sebep olmuştu. Nefesimin kesilmesi ile uçurumun sonuna geldiğimi anladım. Durmuştum. Durmuştum ama ne kadar zorlasam nefes alamıyordum. Gözlerimdeki yaşı hissediyordum. Onları silmek için kolumu kaldırmak istiyordum ama olmuyordu. Bir süre nefesimi tutmaya çalıştığımda yaşadığımı anladım.

‘Eğitim Hira! Eğitimi aklına getir.’

Düzeldiğimi anladığımda derin bir nefes alırken boğazıma kaçan ve ardı arkası kesilmeyen öksürüklere sebep olanın su olduğunu anladım. Düştüğüm kanyonun sonu sığ bir der yatağıydı. Nefes almak için başımı yukarı kaldırıp elimi yavaşça belimin altına attığımda nefesimi kesen taşı hissettim.

‘Bacakların Hira, onlar çalışıyor mu?’

Bacaklarımı sorunsuz bir şekilde kendime çekebildiğimde beraberinde derin bir Şükür çekmeyi de ihmal etmedim.

‘İyisin Hira. Hiçbir şeyin yok.’

Boynumdaki ağrının son bulması için toparlanıp düz bir kayaya yaslandım. Silah sesleri hala devam ediyordu. Bu kadar sürüklenip hayatta kalmam gerçekten mucizeydi.

Kollarımda ve omzumda yanma hissettiğimde kontrol etmek için başımı çevirdim. Yanan yerlerin yüzüldüğünü, bacağımda da önemsiz bir çizik olduğunu gördüm.

‘İyisin Hira. Bomba gibisin kızım. Allah’ım sen onların yardımcısı ol!’

Bana emanet edilen askerlerimi orada bırakamazdım ve biran önce çıkmalıydım. Bulunduğum yer üç metre genişliğinde daracık bir kanyondu. Hem dikliğinden hem de vurulma tehlikesi olduğundan düştüğüm yeri tırmanmam imkansızdı. İntikal halindeyken sık sık baktığım, ucu bucağı görünmeyen kanyonun sonunu bulup çıkmamda imkansızdı.

Tüm bunları düşünürken çaresizce kalktığım yere, suyun içine tekrar oturmuştum.

‘Allah'ım bir mucize daha.’

Bıraktığım tırnak yeme alışkanlığıma tekrar bulaşacakken silah sesleri birdenbire seyrelip durdu. Suyun sesini duymazlıktan gelmeye çalışarak tekrar kulak kabarttım. Evet durmuştu.

Sağ elimi telsizi mandallamak için sol omzuma atmıştım ki yerinde olmadığını fark ettim.

Moral bozukluğuna meyil vermeden ayağa kalktım. Burada benden hariç iki can dostum daha vardı. Elimdeki sımsıkı kavradığım tüfeğim ve kılıfında kuzu gibi uyuyan tabancam. Kuzuyu yerinden çıkartıp mermiyi yatağa yerleştirdim.

‘Kendi ipini kendin çekersin kızım. Azrail görünene kadar mücadeleyi bırakma.’

Babam bunu hayat mücadelesi için söylemişti ama bu söz tamda bu duruma uygundu.

Yavaş yavaş timin intikal yönüne doğru ilerlerken suyun sesi hem rahatlatıyor, hem gelecek olanların çıkartabileceği sesi kamufle ediyordu.

“Allah’ım n'olur. N'olur timime bir şey olmasın.” deyip başımı derenin kıvrılmasına sebep olan kayanın arkasına uzattım. Herhangi bir hareketliliğin olmadığını gördüğümde devam ettim.

Yukardan gelen ses ile başımı o yöne çevirdiğimde üzerime doğru bir şeyin havada süzüldüğünü fark ettim. Ceset önüme düştüğünde bağırmamak için elimi ağızıma kapatırken suya kanı karışmış, kolu S şeklini almıştı.

“Bize uzanan kolu kırarlar böyle pislik.”

Nereden yara aldığını görmek için eğildim. Leşten gelen ağır koku midemi aniden bulandırdığında tekrar doğruldum. Birkaç saniye kendime geldikten sonra nefesimi tutup tekrar eğildim. Otuzlu yaşlarındaki köpeğin kana bulanmış puşusini boğazından çektiğimde derin bir kesik olduğunu görmem midemi tekrar kaldırmıştı. Bu koku, leşin ani bozulmasından değil günlerce, belki haftalarca banyo yapmamasından sebep geliyordu.

“Bir kadın asker ilk görevinde böyle sınanmaz ki. Allah'ım yardım et.”

Yürümeye başladığımda tüm bu olumsuzlukları unutup sakinleşmek için çocukluğuma daldım. Bileğime kadar gelen suda yürümem mahallemdeki tıkanan rögar kapağı yüzünden oluşan selin içinde yürüdüğüm günleri aklıma getirdi.

Kaya çıkıntısının arkasına geçerken kalbim aniden çırpınmaya başladı. İntikal halindeyken dikkatimi işime vermememin cezası bana bakan, arka arkaya dizilmiş onlarca gözdü.

“Saggın bi hata yapma esker.”

Ben ‘Adamın boğazına ateş etsem arka arkaya dizilenlerin kaçını düşürürüm?’ diye hesabımı yaparken köpek tekrar konuştu.

“Bag sana diyim. Saggın tetiğe basma.”

Bütün hesaplar boşunaydı. Bu hesap sadece filmlerde tutuyordu burada, Kuzey Irak’ta bir kanyonun dibinde sana doğrultulmuş sayabildiğim kadarıyla yedi namlunun karşısında değil.

Silahımı yavaşça aşağı indirdiğimde kırklı yaşlardaki köpeğin sesini tekrar işittim.

“Hah şöyleee... Bağlayın lo şunu.”

Yanıma yaklaşan iki köpeğin yaklaşırken ki tırsmış halleri gözümden kaçmamıştı.

“N'oldu bizim aslanlardan mı kaçıyordun?”

Evet korkmuştum. Korkmuştum ama o iki kişinin çekinerek gelmesi onların yanında ne denli büyük bir insan olduğumu hatırlatmıştı bana.

“Yine bulacağaz esker onları. Yine çıgkacağaz karşılarına. Kürdistan da Türk'e geçit vermeyiz.”

“Türk, geçmek için köpekten izin istemez ‘Hoşt!’ der geçer.”

Ellerimin bağlı olduğundan emin olan şerefsiz saçımdan tutup önüne savurdu.

“Fazla gonışma gadın.”

Timim hakkında bir şey söylememeleri sağ olduklarını gösteriyordu.

İlerledikçe çoğalan köpek sürüsü neredeyse yirmi kişi olmuştu. Benim istemeden düştüğüm kanyonun onların kaçış güzergahı olduğunu anladım.

Yirmi kişinin tam ortasında yürürken iki kişi önümdekilerin acı ile bağırması sıçrayıp yukarılara bakmama sebep oldu.

Üslerine düşen leşi çeken arkadaşları yerdekileri kaldırmaya çalışırken sesimi duyduklarında hepsi dönüp bana baktı.

“Bir dakika bir dakika! Burada sık sık leş mi yağar böyle? Biraz öncede orada düştü.” deyip gülmem mideme yediğim dipçik ile yerini öksürüklere bıraktı.

Yüzünü benden köpeklerine çeviren sözde komutan bir tokatta yanındakine attı.

“Oglim bunlar bizim gozcüler degil? Sessiz sedasız kim atiyir bunları aşşagı? ‘Esker dönüp gitti demediler mi bunlar?” dediğinde arkadakilerden biri cevap verdi.

“Sayısını tam alamadıg heval. Hepsinin gidip gitmediğini bilmiyik.”

Sözde komutan;

“Hadi lo hadi devam edin. Destek olun şunlara. Bagırmayın ula sizde.” derken kürtçe devam etti.

Anlamsız bir cesaret sarmıştı bedenimi. Bu olay başıma gelmeden önce esir alınacağım aklıma gelse deli gibi korkardım muhtemelen ama burada, gitgide çoğalan terörist gurubun içinde zerre korkum yoktu.

Onlardan büyüktüm. Belki 170’lik bedenim değil ama ruhum katbekat heybetliydi onlardan. Bunu bana hissettiren onların haysiyetsiz, vatansız bir köpek olması benim ise şanı dünya tarihini sarsmış Türk Komandosu olmamdı.

Önümdeki köpeğin kafasına yediği ani darbe ile yere kapaklanması aniden korkmama sebep oldu.

“Aa aaaa bir daha!”

Gözlerimin içine bakan sözde komutan korkusunu, rezilliğini saklamaya çalışsa da bu bir yere kadar. Çirkin, nursuz yüzü sararmış, sesi istemsizce kısılmıştı.

Bir taraftan da bunu kimin yaptığını merak ediyordum.

Kara Muhafızlar burada olabilir mi?

Sadece televizyonda ki amatör kameradan gördüğüm Karabasan, Gölge, Alıcı... Neydi o büyük keskin nişancı silahını taşıyanın adı... Hıhh evet Kartal. Kartal susturucu takıp uzak menzilden atış yapıyor olabilir mi? Ben onları görecek kadar şanslı mıydım gerçekten?

“Lan nursuz köpek.” dediğimde hala can çekişen köpeğini teselli etmeye çalışıyordu.

“Sana diyorum sana kıllı bukalemun. Sakın bunun sebebi Muhafızlar olmasın.” dememle her biri birbirine bakınmaya başladı.

Gerçekten gülmeye başlamıştım.

‘Kafayımı yedim ne?’

Ama hallerini görüp gülmemek elimde değildi. Tedirginlik fırlayan hareketlerini her görmemde Hira Üsteğmen gözümde bir kat daha büyüyordu.

“Oğlum niye korkuyorsunuz salaklar? Otuz kişinin arasında ölüme giden benim korkan sizsiniz.” dediğimde önümdeki leşin ölümünü seyreden köpek ayağa kalkıp göz yaşları içinde yumruğunu salladı. Gözümü sıkıca kapatıp burnumun kırılmasını, dudağımın patlamasını beklerken kayalıklar sebebi ile sesi ikiye katlanan silah sesi ve ardından gelen haykırış olduğum yerde zıplamama sebep oldu. Ardından, arkası kesilmeyen neredeyse otuz namludan aynı anda çıkan AK47 sesleri. Bana yumruk atacak olanın ortadan kırılıp aşağı sallanan kolu ise içler acısıydı.

“NERDE ULA GÖRDÜĞÜÜZZ?”

“Yohdur heval görünmüyür.”

“KESİN ULA ATEŞİ... ATEŞ KES ULAA!” deyip boşa atılan silah seslerini kesen köpek önce bana baktı sonra başını kanyonun yukarısına kaldırıp bağırmaya başladı.

“KİMSİN ULA SEN? BAHK ARKADAŞIN ELİMİZDE HAA. AFFETMEK SIKGARIZ GAFASINA.”

Onlar gibi bende merak ediyordum gelecek olan cevabı. Bir süre bekleyen it cevap gelmediğini görünce emrini verdi.

“Dutun ula şu garının golundan. Ben dur diyene gadar herkes koşşacah.” deyip tekrar bana baktı.

“Bana bakma ben lisede kros birincisiydim. Senin bu şempanzeler koşabilecek mi?”

Cevap vermeden koşmaya başladı ve Hira Üsteğmen biraz daha büyüdü.

Kanyonun kimi yerinde açılıyor kimi yerinde genişliyor, kimi yerinde omuz omuza çarpıyorduk. Bu leş yağmuru Özel Kuvvetlerin işiydi ama ben buradayken suskun kalmaları onların yapabileceği bir şey değildi. Mermi yediği kolu kopma derecesine gelen köpeğin iniltileri kesilmiyor, rengi gitgide sararıyordu. Beş dakikadır koşan köpek timine yumruğunu kaldıran komutan durmalarını emretti.

Kanyon genişlemiş çıkışı görünmüştü. Durduğum yerde tekrar sıçramama sebep olan güçlü dev bir sinek sesiydi. Peş peşe gelen silah seslerinden bunun bir sinek değil köpekleri tek tek avlayan aslanın namlusundan çıkan mermi sesi olduğunu anladım. Yüzüstü yere yatıp çatışmanın ortasında kalırken, koşarken kolumu tutan kadının kafasının patladığını görmek gerçekten korkutmuştu. Yanımdakilerden onlarca silah patlarken teröristlerin tek tek düştüğüne en yakından şahit olmak böyle bir millete mensup olmanın gurunu yaşatıyordu.

Karşıdan çok nadir gelen silahın sesini daha yakından ve yankısız duymamla bu küçük çaplı katliamı yapanın bizim MPT416 olduğunu anladım.

Silah sesleri durmuş, sessizlik az da olsa huzur serpmişti bedenime.

“Beni de götürün.”

Sesi duyduğumda sinirlerim aniden tepeme fırladı.

“ULAN NE GEZİYORSUN BURADA MANYAK HERİF!”

Tam karşımızdan kollarını açan Rahman Teğmen.

“Manyak mı?” demesi ile silahlar patlamaya başladı.

“LAN DURUN BE SALAKLAR.SİZİ KURTARACAK OLAN BENİM.”

Sözde komutan köpeğinin titreyen sesi yükselmişti.

“SEN KİMSİNN ULA?”

“ADIM RAH... RAHMAN. TÜRK SUBAYIYIM. BİR SUBAYIN YANINIZDA OLMASI BİZİMKİLERİ YAVAŞLATACAKTIR. İKİ SUBAYIN YANINIZDA OLMASI İSE HAREKATIN ERTELENMESİNE KADAR GÖTÜRÜR BU İŞİ.”

Söyledikleri, bir süre düşünen köpeğin kafasına yatmış gibiydi. Ya buradan bizimle birlikte gidecekti yada tek tek ölüp bitecekti.

Yavaşça ayağı kalkan itin, o kadar köpeği olduğu halde en fazla üç yıllık Teğmene karşı olan korkusunda en ufak azalma yoktu.

“HELE ÖNCE SİLAHINI ATIP ÇIKGASIN ORTAYA.”

Sağ elinde tüfeği sol elinde tabancası ile ortaya çıkan Rahman Teğmen karşısındaki ısınmış namlulara aldırmadan silahlarını yere bıraktı.

“Hıııhhhh bırrag silahları gel bagkim.”

Üstlerine doğru çatık kaşlarını indirmeden korkusuzca yürüyordu.

‘Kimsin sen be çocuk?’

“Dur dur bıççagınıda bırrag.”

Bıçağı kılıfından yavaşça sıyırıp dik bir şekilde yere attı.

“Hıhhh gel şimdi.”

Yanına giden iki köpek önce hücum yeleğini çıkartıp sonra plastik kelepçe ile ellerini arkadan bağlayarak kollarına girdiler.

“Haydi lovv. Devam edin.”

Yürümeye başlarken gözlerinin içine bakıp cevabından korktuğum soruyu sordum.

“Tim nerede? Şehidimiz var mı?”

“Yok hamdolsun. Geri çekilmelerini söyledim.”

Bu cevapla nabzım azda olsa normal atımına ulaşmıştı.

“Sen neden çekilmedin kim dedi sana peşimden gel diye?”

“Böyle yetiştirildim.”

“Harp Okulunda; ‘Esir edilen arkadaşının peşinden git' mi diyorlar?”

“Arkanda adam bırakma diyorlar.” derken köpeğin elinde götürdüğü Teğmenin yeleğindeki telsizden düzgün Türkçesi ile dikkati mi çeken ses konuştu.

“Pusat konuşuyor. Sabır...Sabır...Sabır... Sükut... Sükut... Sükut...” derken telsizden çıktığı anda köpeklerle birlikte Teğmenin yüzüne baktım.

“Kimin sesidir esker? Pusat kimdir? Sabır ne demek Sükut ne demek.”

Gözlerini gözlerimden kaçıran Teğmenden ses gelmiyordu.

“Söylesene lovv!” diyen köpek Teğmenin göğsüne silahın dipçiği ile kuvvetli bir darbe indirdi. Bırakın kıvranmayı; geriye doğru esnememiş, mimiklerinde bile oynama olmamıştı.

‘Yuh be adam.’

Karşısındaki korkunç tepkisizliği gören köpeğinde dikkatini çekmişti onun bu kuvveti.

“Hayvan mısın ula sen?” deyip bir adım geri çekildi.

“Pusat kim? Söylediği kelimeler benim nezdimde ne anlama geliyor bilseniz bizi bırakıp gö*tünüze bakmadan kaçar gidersiniz.”

Sahte bir kahkaha atan köpek;

“Sizin istediğinizde bu değil? Söyle bıraka...” derken Rahman araya girdi.

“’Sabır...’ dedi duymadın mı?”

“Ula hıydi devam edah.”

Dar bir patikaya girdiğimizde yanımızdakiler arkamızda kalırken Teğmen ile omuz omuza geldik.

“Kimdi o? Pusat diye bir kod hatırlamıyorum ben. Sesi de tanıdık değil.”

Cevap beklerken karşılaştığım şey onun en nefret ettiğim sessizliğiydi.

“Bana da mı söylemeyeceksin.”

Kızmaya çalışsam da kızamıyordum. Kaşları çatık olsa da yüzünde farklı bir nur vardı. Dağların yıpratıcılığından hiç bir iz yoktu.

Onu seyrederken saç traşı dikkatimi çekti. Normal bir askerin saçı sürekli kısa olduğu için saç dipleri daima bronz olur ama Rahman Teğmeninki öyle değildi. Kısa saçının tiplerinde yüzündeki bronzluktan eser yoktu.

Saçları uzunmuş. Buraya gelirken kestirmiş.

3 SAAT SONRA...

Cinsi, milleti, ırkı ne oldukları belli olmayan hayvanların inine gelmiştik. Omzumdaki sızlamalar yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Mağara derinlemesine yirmi beş metre giderken sol tarafında kavisli, keskin bir kıvrım vardı. Geceleri ateş yakıldığında dışardan fark edilmesi imkansızdı. Yanımızdaki yirmi kişiden hariç geldiğimiz sözde üstte yaklaşık otuz kişi daha karşılamıştı bizi.

Derinlerine gidildikçe serinleyen mağarada son kıvrımı döndüğümüzde meşe odununun duman kokusu çiğerlerimi doldurmaya başladı. Geldiğimiz boşluk ancak bir halı saha ile örneklendirile bilirdi. Çok geniş, bayağı yüksekti ve sanki insan eli ile yontulmuş kadar düzgündü.

“Mirza nerde ula?”

Başımızda sözde komutan köpeği Rahman'ın elleri bağlı şekilde uçurumdan attığı iki itinden sonra ipleri koparmıştı. Bunun sebebi ismini seslendiği Mirza çakalının iki Türk Subayını sağ istemesinden dolayıydı.

Ateşin başındaki, kıvırcık saçları birbirine dolaşmış, puşisini bandana şeklinde başına sarmalamış nursuz kadın gözlerini bizden ayırmadan cevap verdi.

“Dışardadır... Gelle...cah.”

Bir süre Teğmenin iri cüssesini süzen kadın aniden sıçrayıp elindeki bıçak ile göğüsüne hamle yaptı.

“SİZ YAPTINIIIZZZZZ!”

Bir anlık refleks ile yan döndüğünde kadının hamlesi boşa çıkarken ensesine yediği tekme içerde bulunanlar dahil benim bile nefesimi kesmişti. Aldığı ağır darbe ile yakınımızdaki kayaya başını çarpan kadın yarı baygın şekilde yere yığıldı.

İki köpek koşup kadının kollarına girerken sözde komutanın sesi yükseldi.

“DUR ULA DUR! ADAM EN İYİ İKİ ADAMIMI ELLERİ BAĞLI GAYALIHLARDAN ATMIŞ. OTUR ŞURAYA.” derken içeri kaşları çatık, sık saçlı, ellili yaşlarda diğerleri gibi hangi hayvana benzediğini kestiremediğim köpek girdi.

Sözde Komutan sesini alçaltıp, kendine çekidüzen verdiğinde onun Mirza olduğunu anladım.

“Yene bir p*hu becerememişsen.”

“Timin hepisi görmüş geçirmiş eskerlerdendi heval.”

Mirza köpeği bakışlarını Rahman Teğmene odaklamış onu hiç dinlemiyordu.

“Ama ey ettin bunları getirdiğine.” deyip yenice kendine gelen kıvırcığa baktı.

“Çay ver ula.”

Kadın, hızlıca ateşin üzerinde kaynamakta olan is kaplı alüminyum demlikten kupa bardağa çay doldurdu.

“Rütben nedir esker.”

Rahman cevap vermiyor, kinli korkunç bakışlarını Mirzadan çekmiyordu.

“Ben bir soruyu iki kere sormahdan hoşlanmam esker.”

Bir adım daha yaklaşan Mirza elindeki kaynar çayı gözünü dahi kırpmadan Rahmanın göğsüne boşalttı.

Bu yaptığı köpeklere ağır bir korku salmıştı. Herkesin gözleri irileşmiş hayretle bakıyordu. Bunların içinde bende vardım.

Bırakın bağırmayı hareket bile etmemişti. Hareket şöyle dursun, göğsü haşlanan Rahmanın gözleri ne kırpıldı nede kızardı. Karşımda ete kemiğe bürünmüş bir insan değil demir duruyordu sanki.

“Allah senin belanı versin alçak herif.”

Olanca hızımla kafa atacaktım ki dizime yediğim ani tekme ile kendimi yerde buldum. Daha başımı kaldırmamıştım ki ateşin duvara yansıttığı gölgeler tek tek savrulmaya başlamıştı.

Elleri bağlı, göğsü ıslak olan Rahman bana vuran köpeği nasıl yaptı bilmiyorum ama yere çarptığını gördüm. Diğerleri yetişemeden son hamlesini yapmıştı. Yerdeki sıska adamın korku dolu bakışlarına aldırmadan havaya sıçrayıp postalının tabanı ile adamın boynuna güçlü bir darbe indirdi.

Omurgadan gelen ses en az Rahmanın bedeni kadar sızlatmıştı bedenimi. Beni arkasına almıştı o iri cüsse. Gelene yeri geliyor kafası ile, yeri geliyor nereden savrulduğu belli olmayan tekmeleri ile darbeler indiriyordu.

“YETER ULAAAĞĞĞ!”

Mirzanın sesi ne kadar kuvvetli olsa da ben o iri cüssenin arkasında hiç olmadığım kadar güvende hissediyordum kendimi. Elleri arkasında bağlı olsa bile.

“Kimsin ula sen?”

Rahman ilk defa konuşmuştu.

“Seni bekliyordum.”

Rahmanın verdiği cevap Mirzayı şaşırtmıştı.

“KİMSİN DEDİM ULA SEN?”

Mirza ne kadar bağırsa da bırakın Teğmenin yakasını toplayıp arkasındaki kayaya vurmayı, bir adım yaklaşmaya dahi cesaret edemiyordu.

“Senin karnını yarıp bağırsaklarının yere dökülmesini izlettireceğim. Sen şaşkınca ‘O dökülen ne?’ diye aşağı bakarken bıçağımı kalbine kabzasına kadar gömeceğim.” deyip. Kıvırcık kadına baktı.

“Seni en sona ayıracağım.” deyip bizi getiren sözde komutana çevirdi başını.

“Senin şah damarını kesip gözlerine bakarak yavaş yavaş ölmeni izleyeceğim.”

“YETER ULAAAĞĞ..” diyen Mirza sözde komutanın elinden AK47’sini alıp kurma kolunu çelerek mermiyi yatağına yerleştirdi.

“Mirza... Mirza gomitan!”

“N’oldu ula?”

Soluk soluğa içeri dalan köpek bir kaç saniye nefesini toplayıp cevap verdi.

“T.C telsize girdi heval.”

Mirza ne kadar şaşırsa da bunun sık sık olduğunu, onların bizim, bizim ise onların telsizlerine girdimizi biliyordum.

Silahı sahibi olan köpeğe uzatıp telsize bastı.

“Kimsin lovv!”

“Kardeş abla iyi mi?” dediğinde, Rahman yüzündeki korkutan sinsiliği ile Mirzaya fırsat bırakmadan cevap verdi.

“İyi kardeşim iyi.”

“Mirza...”

“Ne var ulaa!”

“Mirzaaaa papucu yarım... Çık dışarıya oynayalım.”

Rahmanın uzun zaman sonra tebessüm ettiğini görmüştüm.

“Oyun oynama ula benimle. Ne deyceksen de.”

“Benim işim tarla fareleri ile oynamak Mirza.”

Telsizden gelen ses ne kadar genç olsa da diksiyonundaki vurgu korkutmaya yeterdi.

“Kimsin ula sen.Gommutanini ver bağa.”

“Mirza o yanındaki manyak var ya. Hıhh o emir bekliyor. Ben kim miyim....” derken telsizde kuvvetli bir cızırtı duyuldu ve ardından net bir ses.

“Ben Kara Muhafızlardan Çeçen. G*tünü kesmeye geldim Mirza.”

‘Kara Muhafızlar' dedi ‘Çeçen' dedi ve Rahmana kardeşim dedi. Nereden tanıyorlar onu?

Rahmanın sadece ensesini görüyordum. Aşağıdan gelen kıtlama sesi ile bakışlarımı göbek hizamda duran ellerine yönettim. Kol damarları şişmiş plastik kelepçeyi naylon iplik gibi kopartmıştı.

“SUSKUUUNNN!”

Telsizden gelen ses Mirzayı sıçratmıştı.

“SUSKUN RPG YOLLASAM SANA ZARARI OLUR MU?”

Mirzaya korkutucu bir tebessümle bakıyordu Rahman.

“Erkeksen mandala bas.”

“Ula TC buraya gelene gaddar. Gaç dene kampı geçmesi lazım.” diyen Mirza alaycı kahkahası ile mandala bastığında Rahman saniye bile kaybetmeden bağırdı.

“GÖNDEEEERRRR!”

Mirza düğmeden parmağını çekmiş iniltili şekilde kahkahasına devam ediyordu.

“TUUUTTTT!”

Gelen sesten yaklaşık beş saniye sonra çok yakınımızda mağara duvarlarından toz kaldıracak derecede kuvvetli bir patlama oldu. Ben ellerim arkada kilitli kendimi yere atarken tek gördüğüm şey telsizi getiren teröristin patlamadan hiç etkilenmeyen Teğmene komando bıçağı uzatışıydı.

İki dakika önce kelepçeden kurtulan Teğmen tek dizini yere koyup Mirzanın karnına derin bir kesik attı. Rahman sözde komutanın namlusunda patlamaya hazır bir fişek olduğunu biliyordu ve çok hızlı davranmalıydı. Düşündüğüm gibide oldu.

Namlusunu kaldıran köpek Mirzayı vurmamak için üstünkörü nişan alsa da Teğmenin hızına yetişememişti. Sağ göğsüne saplanan bıçak ile dengesini kaybediyorken göreceği son gözlerin sahibi, elindeki silahı kapıp sağ tarafındaki kadının bacağına tek el ateş etti. Kıvırcığın çığlığı, sözde komutanın kıkırtısına, o da Mirzanın diz üstü çökmüş karnından yere dökülen şeye bakarken ki çıkarttığı iniltisine karışıyordu.

Bağırsaklar!

Köpeğin ensesinden tutmuştu Rahman. Nefesini toplayamıyor sesi çıkmıyordu. Omzundaki bıçak sert bir şekilde yerinden çıkarken yoğun bir şekilde süzülen kana bakacak cesareti bulamıyordu kendinde.

Köpeğin sıska ensesini bırakmayan Türk Subayı gözlerinin içine baktı ve adamın atar damarına bıçağını dayadı.

“DUUUURRRR !”

Ne kadar gebermesini istesem de durdurmaya çalışmıştım. Çalışmıştım çünkü insan olmak bunu gerektiriyordu.

“Yapma adalete teslim edelim.”

Kan kokusunu alan Teğmene sözümün zerre kadar etkisi yoktu.

“SANA EMREDİYORUM TEĞMEN! O BIÇAĞI BIRAK VE ADAMI TUTUKLA.”

Ben bu emri verirken bıçak hala damara dayalı duruyor, akacak olan sıcak kanın kendisini ısıtmasını bekliyordu.

Öylede oldu!

Köpeğin boynuna derin bir kesik atmıştı Türk Komandosunun bıçağı. O bıçağı tutan kurt hem Mirzanın saçlarını tutuyor, hemde söz verdiği gibi ruhu bedenini terk eden köpeğin gözlerine bakıyordu. Söz verdiği gibide olmuştu. Ölürken son gördüğü şey Teğmenin gözleri olmuştu. Elinde asılı kalan iti acı ile kıvranan kıvırcığın kucağına atarken bir eli hala bağırsaklarını seyreden Mirzanın saçında, bir eli bıçağında, en kötüsü, en korkuncu ise bendeydi. Kan bürümüş gözlerindeki ürkütücü donukluktaki bakışları.

“Onlar Astsubay Semih Özbek'e acıdı mı Abla?”

‘Abla mı? Ne Ablası?’

Bıçağı ustalıkla elinin dışına çeviren Teğmen Mirzanın kalbine olanca kuvveti ile sapladı. Saplamayla da kalmayıp kabzasına aynı kuvvette yumruk indirdi.

Tüm şahit olduğum, anlatsam kimsenin inanmayacağı kan donduran bu olaylar belki ömrümde bir kere gelecekti başıma. O da bugündü. İlk saha görevim, ilk esir alınışım, ilk defa bedenin dışarısına sarkan bağırsak görüşüm ve niceleri. Bugün bu tarihte bütün ilklerimi yaşamıştım.

En az ben kadar donuk bir şekilde olanları izleyen, Teğmene bıçağı uzatan teröriste kıvırcığı işaret etti.

“Abi şunu alır mısın?”

“Abi mi? Ne Abisi?”

Yakınıma gelen Teğmen arkama geçip kanlı bıçak ile kelepçemi keserken cevap verdi.

“Kaya Abi! MİT'ten.”

“Hey Türk milletii... Sen ne büyüksün.”

Kaya abiye gözlerim dalarken istemsizce çıkmıştı bu cümle.

Dışardaki silah sesleri de seyrelmişti artık.

“Şimdi söyle bana! Kimsin sen? Allah canımı alsın buradan çıkaramazsın beni.”

Arkasındaki leşleri gösteren Teğmen;

“Emin misin abla?” deyip kolumdan tutarak ayağa kaldırdı.

“Abla ne be abla ne? Komutanınım ben senin zirzop.”

‘Ayyyy babaamm! Kuzum yine geldi aklıma.’

“Ben senin askerin değil kardeşinim abla.”

Omzuna çimdik atma teşebbüsünde bulunsam da sert ve gergin olan kasları buna izin vermedi.

“Anlat diyorum sana çocuk.”

Bir kaç saniye yüzüme bakıp konuşmaya başladım.

“Peki Abla. Nasıl olsa öğrenecek tanıyacaksın beni.”

Diz kapaklarımı silkelerken devam etti.

“İsmin Çağatay. Kara Muhafızlardanım...”

“Hiiihhhh” deyip iki elimi de ağızıma kapatırken gözlerim gözlerinde kalmıştı.

“Evet abla. Ben Teğmen değil bir Muhafızım. İsmim Çağatay, Kod Adım Suskun. Şimdilik bu kadar. Gerisini yuvada komutanlarımız anlatır Allah izin ederse.”

“Peki burada ne geziyorsun? Benim yanımda Timimde ne işin var?”

“Görevim öncelik olarak seni korumak. Daha sonra Mirza köpeğini infaz etmek.”

“Ben kimim ? Beni neden koruyo...”

“Huu huuuğğ...”

Çıkıntının arkasından gelen bu ses ile her birimiz oraya baktık.

“Suskuuğnn! Elma dersem çık Armut dersem çıkma.”

Çağatay'ın gülümseyen gözlerindeki özlemi yakalamıştım.

“Gel lan buraya!”

Kısa bir sessizlikten sonra çıkıntıdan aniden bir kafa çıktı.

“BÖÖĞĞĞĞ!”

O kafaya Kaya abi olduğu yerde sıçrarken Kıvırcık köpek ile ben aynı anda çığlık attık. Tek tepkisiz kalan Çağataydı.

Ne kadar rütbemin verdiği ağırlığı korumaya çalışsam da kapkara kafaya, maskesindeki çatık kaşlara ve ruhumu içine çeken gri gözlere karşı bu pekte mümkün olmuyordu.

Rahmam;

“Lan mal. Aklını aldın ablanın.”

“Benim abla benim korkma dostuz.” diyen kara kafanın tüm bedeni ortaya çıkmıştı.

En az Çağatay kadar iri onun kadar kaslıydı. Silahı bizimkiler gibi değildi. Postalı daha pahalı, hücum yeleği daha dar ve daha teferruatlıydı.

Elini uzatan kara kafa;

“Selamun Aleyküm abla. Ben Çağlar Kod adım Çeçen.”

“Aleyküm Selam.” derken, heyecandan titreyen elim ile Çağların uzattığı taktik eldivenli elini kavradım. Sıkı ve oldukça güçlüydü.

“Aleyküm Selam. Kara Muhafızların ismi hep ‘Ç’ harfi ile mi başlıyor? Yoksa bunlarda mı gerçek isimleriniz değil?”

Bu sorumu Çağatay cevaplamıştı.

“Yok abla onunla tek ortak yanımız bu.” diye konuşurken Çağlar tam karşılık verecekti ki çıkıntıyı bir kişi daha döndü. O kişi benim üniformamdan giyiniyor, keskin nişancı silahı vardı ve Çağatay’a nazaran daha yaşlıydı. ‘Uzman çavuş yada Başçavuş olabilir.’ Düşüncesi ile perişanlığımı kamufle etmek için duruşumu dikleştirip ellerimi arkamda birleştirerek rahat pozisyonuna geçtim. Ben bir Üsteğmendim.

Ellerine kadar vücudu boyalı olan keskin nişancı beni boydan süzüp elini uzattı.

“Yüzbaşı Kutay Canbağ. Geçmiş olsun Üsteğmenim.”

Bu ikinci nutkumun tutuluşu, ikinci elimi ağızıma kapatışımdı. Karşımdaki asker hem benden yüksek rütbedeydi hem de Kudüs Gazisi Kutay Yüzbaşıydı.

“Kom... kom... Komutanım çok memnun oldum. Şey... Sağolun komutanım.”

Derken ardı arkası kesilmeyen Kara Muhafız Timi çıkıntıyı dönmeye başladı.

Tek birinin gözleri kızıl renkteydi ve ilk elini uzatan o olmuştu.

“Karabangu! Geçmiş olsun abla.”

‘E bu Karabasan değil miydi?’

“Teşekkür ederim. Allah hepinizden razı olsun.” derken, her birinde elimin titremesi gitgide şiddetini artırıyordu.

“Geçmiş olsun. Kod adım Cirit.”

“Geçmiş olsun. Kod adım İşbara.”

“Geçmiş olsun. Kod adım Cebe.”

“Geçmiş olsun. Kod adım Tulga.”

Tanışma faslı bittiğinde Karabangu söze girdi.

“Gökdoğan da dışarda nöbette. Bizi daha iyi tanıyacaksın abla.” deyip korkutucu kızıl kırmızısı gözlerini Çağataya çevirdi.

“Sanada geçmiş olsun kardeşim. Temiz iş çıkardın.”

“Sağol Reis.” diyen Çağatay, Karabangu dan başlayıp tek tek kardeşlerine sarıldı.

Kıvırcık köpeğin ağlayışı sesli bir hal aldığında ilk dikkatimi çeken Karabangunun aniden başını çevirmesiydi.

“Yaralı mı o?”

Karabanguyu, elini göğsüne koyup engelleyen Çeçen olmuştu.

“Tamam Reis. Biz hallederiz.”

Çeçeni nazik bir hareketle önünden çeken Karabangu gözyaşlarına boğulan kıvırcık köpeğin yanına kadar gitti.

“Kısas Reis!”

Çeçeni duyan Karabangu sert bir bakış atarken.

Bu kez söze Tulga girdi.

“Reis Çeçen doğru söylüyor. İnfaz şart.”

Kıvırcık göz yaşlarına boğulup hayır anlamında başını sallarken en yakınındaki Çeçenin bacak kılıfından tabancasını çeken Çağatay kadına nişan alıp ateş etti.

Karbanguya oldukça yakın olan kadına ateş etmesi soğukkanlılığın nirvanasıydı. Ben olduğum yerde bilmem kaçıncı sıçrayışımı yaparken, kızıl gözlerin Çağataya döndüğünü gördüm.

“Bunun için onu sona ayırdım. Sen artık alış diye Reis.”

Karabangu, kıvırcık leşin başında donup kalırken yaklaşıp omzuna el atan Cirit oldu.

“Alışman lazım. Bir kadının göz yaşına alışman lazım.”

Başını iki yana sallamıştı Karabangu.

“Alışamıyorum. Neden bende bilmiyorum ama alışamıyorum Cirit.” deyip bir süre yerdeki leşi izledikten sonra çatallaşmış sesi ile birlikte çıkışı gösterdi.

“Artık gidip helikopterin inebileceği bir yer bulmak lazım. Çıkalım.” derken kızıl gözlerini bana çevirdi.

“Şahmelik komutanımız haber bekliyor.”w

SON...

OYLARINIZLA DESTEK ...

YORUMLARINIZLA YOL GÖSTERMENİZ DİLEĞİYLE...

SAĞLICAKLA KALIN...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%