@batingam
|
Kübra'dan... Özlem çorak toprağın suya kavuşması gibi birşey mi ? Özlem bir ceza mı, yoksa mükâfat mı ? Bir Yazar, yada Şair; özlemi ne kadar anlatırsa anlatsın, ne kadar betimlerse betimlesin, o'nun o mısraları yazarken hissetiğini siz hissedebiliyor musunuz ? Kalbiniz o'nun kadar hızlı atıyor mu ? Dışarı aktığını sandığınız göz yaşınız içinize akıp, sizi günden güne eritiyor mu ? Annesi yaylalardayken gün boyu süt'e hasret kalan kuzu, saatlersonra kapı açıldığında yüzlerce koyunun içinde hiç ıskalamadan annesini bulmasını sağlayan özlem mi ? O aklı, o eşsiz içgüdüyü o'na yerleştiren kim ? Peki, Allah bütün yaratılanlardan üstün yarattığı insan oğluna özlemi aşılarken mükâfat mı sunmuş oluyor yoksa ceza mı ? Ben şuan Zümra ve Rahman'ın gözlerinde benzeri olmayan bir mükâfat görüyorum. Dünya'yı emirleri altına alan milyarderlerin kaç tanesi bu çiftin sahip olduğu zenginliğe sahip. Bazen içindekileri dökmene kelimeler yetmediğinde bütün dünya'da aynı dili konuşan gözler devreye giriyor. Zümra ' Benim gördüğümü sende görüyor musun?' der gibi yüzüme baktığında, Rahman'ın, Zümra'ya yıllardır neden 'Yosun gözlüm' dediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Zümra'nın yaşlı gözlerindeki koyu yeşil göz bebekleri suyun altındaki taze yosunu andırıyordu. At'tan inmemiş donup kalmıştı. İnanmıyordu ! İnanmıyordu çünkü karşısındaki Rahman yıllar boyunca onlarca kez rüyasına giren Rahmanlar'dan sadece bir tanesiydi. Dokunmak istese bacaklarında kuvvet yok, konuşmak istese çenesi kenetli. Ya Rahman ! Yıllar kası'nın üzerine kas katmış daha da irileşmişti. Ne kadar kuvvetli olsa da, Zümra sarıldığında ağlayacak kadar dertli, yıkılacak kadar dermansızdı. Onun yükü daha ağırdı. O Komutandı. Yanındaki ona sâdık askeride olsa zaafını göstermemeliydi. Zümra'nın Kömür Gözlüsü'nün gözleri, karşısındaki Yosunlara çocuk kadar masum, aç bir kuzu kadar muhtaç, hata yapmış bir ilkokul öğrencisi kadar mahcup bakıyordu. Zümra'ya ne kadar muhtaç olsa da; içten içe kendini muhakeme ediyor, o'nu üzdüğü için kendinden nefret ediyordu Rahman. "Kom... Komutanım ben gideyim artık." Boynunu devirip Zümra'nın dünyasına dalan Rahman aniden ciddileşti. "Tamam Üsteğmenim ! Nereye gidip, ne yapacağını biliyorsun." Rahman bunu derken bir saniye bile Zümra'nın gözlerinden ayırmamıştı gözlerini. "Emrettiğiniz gibi Komutanım !" diyen Asker ağaçların arasına doğru uzaklaşmaya başlarken, Rahman'ın ilk kez konuştuğunu duyan Zümra zor belâ Karabasan'ın sırtından inip, ayağını nemli çimlerle buluşturdu. Zümra'nın içinde bulunduğu, kendisinin sebep olduğunu düşündüğü şoku gören Yaren'i yüzüne bakmaya utanıyordu. Rahman başını yere eğip çocuk gibi parmağı ile oynarken, kaldırıp Zümra'ya baktıktan sonra boynunu tekrar yana devirip bir kaç saniye bekledi. Çenesindeki kilidi açmaya çalıştığı titreyen dudaklarından anlaşılıyordu. "Öz... Özürdilerim." derken kaşları tıpkı Koray'ın ki gibi üçgen şeklini almış, gözleri yıllardır biriken yaşı dışarı salmıştı. Nefise'ye döndüğümde yüzüme çarpan esinti ıslak yüzümü hissetmeme sebep olurken istemeden kapıldığım büyüden çıktım. Zümra hiç birşey söylemiyor öylece bakıyordu. Yüzüne baktığımda ağlamıyor gözüksede, Yosunlar'ın üzerindeki su tüm tazeliği ile akmaya devam ediyordu. Eşi'nin gelemediğini gören Rahman yavaş yavaş Zümra'ya doğru yaklaşmaya başladı. Üzerine doğru hareketlenen gerçek Rahman'ı gören Zümra korkak bir bebek gibi Rahman'ın her adımında yüzüme bakıp tekrar rüyasına dönüyordu. "Zümra !" dediğimde aniden sıçrayıp, hâla elinde olan dizgini sıktı. 'Beni kurtarın !' der gibi korkuyla gözlerime çevrilen yüze gülümsemeye çalıştım. "Züm...Zümra o gerçek ! Karşındaki Rahman." dediğimde başını hızla ona çevirip, üzerine gelmekte olan Rahman'a elini kaldırdı. "Du... Dur !!!" Olduğu yere çivilenen Rahman, bana bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ama bende en az Rahman kadar şaşırmıştım bu duruma. "Ark... " deyip zorla yutkunan Zümra devam etti. "Arkanda aç bir yetim bıraktın mı ?" Rahman'ın, yersiz gelen bu soru karşısında şaşkınlığı devam ediyordu. "Zümram anlamıyorum, kendine gel." "Ben kendimdeyim. Sorularıma cevap ver !" Dört adım karşısındaki, yıllardır hasret kaldığı Yâreni'ne çaresizde bakan Rahman başını salladı. "Arkamda aç bir yetim kalmadı." Zümra ciddiliğini koruyup, yutkunarak ağlamamaya çalışıyordu. "Hiç bir arkadaşını yarı yolda bıraktın mı ?" Bu soru Rahman gibi bir insana sorulacak en gereksiz soruydu. Rahman; "Hayır !" "Kibrine yenik düşüp emrin altındakini ezdin mi ?" Bu sorudan sonra bizim olmasa da, Rahman'ın aklında bir şeylerin oturduğunu hissetmiştim. Rahman; "Hayır !" "Kendi çıkarın için başkasının hakkına girdin mi ?" "Hayır !" "Sana ekmek verene nankörlük yaptın mı ?" "Hayır !" "Yanındaki açken sen tok kaldın mı ?" "Hayır !" "Ardında seni sevip ayrılmak istemeyenler hariç, göz yaşı bıraktın mı ?" "Hayır !" Rahman'ın son cevabından sonra duraksayan Zümra tekrar göz pınarlarını açıp bir soru daha sordu. "El topraklarında intikamını almadığın Şehit kanı bıraktın mı ?" Zümra'nın haline oldukça üzülen Rahman artık sarılmak istiyordu. "Hay... Hayır ! O kan kurudu ama yerde kalmadı." Dizgini yavaşça bırakan Zümra Rahman'a bir adım yaklaştı. "Annem görevden gelen babama bu soruları sorup cevabını almadan kapıyı açmazdı." derin bir nefes alarak Rahman'ın gözlerinin içine baktı. "Kanını emen toprak yurdun, intikamını aldığın Şehit şefaatçin, Ümmet için aç kaldığın gün tok yattığın günlerine kefaret olsun. Kur'an rehberin, Allah yardımcın olsun." deyip kollarını açtı. "Yuvana Hoşgeldin Kömür Gözlüm." Zümra'nın sessiz iniltileri hıçkırağa dönmüş, vücudunu kaldıramayan dizlerine can gelmişti. Aralarındaki dört adımı koşarak kapatıp Rahman'ın boynuna atıldı. Sevdiğinin kollarında ayakları yerden kesilmişti. Yüzünü Rahman'ın boynuna gömen Zümra'nın neredeyse dört yıldır söylemeyip kalbinde biriktirdiği küf tutmuş kelimeler, suya doymuş çorak topraktan çıkan gül misali yeşerip dışarı taşıyordu. "Seni seviyorummmm Eşimmm... Seni seviyorumm Gece Gözlüm." Tepkisini ölçmek için Nefise'ye döndüğümde Alıcı'nın üzerinden inmiş, iki eli ile ağızını kapatarak sulu gözlerle yaşananları izliyordu. Daha fazla dayanamayıp Gölge'den inerek Nefise'ye sarıldım. Bu sarılma ne için ? Benim kadar o'da anlam veremese de, sarılmayı en az benim istediğim kadar onun da istediği sıkı sıkıya sarmalamasından belliydi. Biz Nefise ile ayrılarak, birbirlerinin yüzlerini iki elinin arasına alıp aşkla bakan çifte kumruları izlerken Gölge'nin hareketlendiği gördüm. "N'oluyor şimdi Gölge ? Gölge gitmeee !" diye bağırmama rağmen beni umursamayan Gölge hepimizin şaşkın bakışlarını arkasında bırakarak dörtnala uzaklaştı. Onu en iyi tanıyan Rahman'a bakmaktan başka birşey gelmemişti elimden. Uzaklaşan gölgeden gülen gözlerini bana çeviren Rahman; "Bana boşuna bakma." deyip Zümra'ya döndü. "Ben sana ne demiştim hatırlıyor musun ? Her at sahibinin ruhunu taşır. Gölge'nin tek bahtsızlığı Koray'ın ruhunu taşıması. Nerede ne yapacağı belli olmuyor Deli'nin." dediğinde ben dahil hepimiz gülmeye başladık. Karabasan'ı yandan gören Rahman'ın kaşları çatılmış, gülen gözleri keskinleşmişti. Atına yaklaşıp, özenle örülmüş yelesinde elini gezdirdi. "Ne yaptınız benim oğluma ? Kim yaptı bunu ?" deyip Nefise'ye baktığında, söyleyip söylememek arasında kalan Veteriner, 'Kurtar beni!' der gibi Zümra'ya bakmakla yetindi. Kendinden emin bir şekilde kollarını göğüsünde bağlayan Zümra otoriter bir hal almıştı. "Ben yaptım beğenmedin mi ? Afrika örgüsü. İki kız anası olunca dağınık gördüğüm saçı öresim geliyor. " Başını Zümra'ya çeviren Rahman'ın tekrar bize dönüp, Zümra'ya göstermeden ağlayan bir çocuğun yüz ifadesini takınması komiğime gitmişti. "Çok güzel olmuş bitanem ellerine sağlık." dese de hiç sevmediği Karabasan'ın burnunu özür diler gibi okşamasın dan belliydi. Atı'nın alnından öpen Rahman tekrar Zümra'nın yanına gidip kolunun altına alarak Karabasan'a döndü. "Karabasan !" dediğinde güçlü bir hırıltı çıkaran at başını sallamaya başladı. "Haydi oğlum !!! " diyen Rahman üç kere farklı tempoda güçlü bir ıslık çaldı. Komutu alan Karabasan kendi etrafında bir tur döndükten sonra yeni doğan güneşi gölgeleyen muhteşem heybeti ile şaha kalkıp, kulakları tırmalarcasına kişnedi. Herbirimizin ağızını açık bırakan, üç yıldır ilk defa şahit olduğumuz bu hareketi kendisine birkez daha hayran bırakmıştı. Özlemle, gururla atına bakan Rahman kucaklarcasına kollarını açıp, tuttuğu nefesi bıraktı. "Hay maşAllah benim dostuma." İkinci şaha kalkış ve ikinci güçlü kişneme. Rahman'ın atına baktığı hayran bakışların aynısıyla Zümra da Rahman'a bakıyordu. Gelen toynak sesi ile hepimiz o yöne baktığımızda, atının üzerinde gelen Yasemin Abla'nın hınzırca güldüğünü gördük. Zümra; "Bana oynadığınız bu oyunu unutmayacağım Yasemin Abla." deyip Nefise'ye baktı. "Sende unutma Veteriner !" Nefise; "Kusura bakma Abla, ben patronum ne dediyse onu yaptım." Attan inip mahcup bakışlarla Zümra'ya yaklaşan Yasemin Abla; "Bende Paşam ne dediyse onu yaptım bitanem." deyip sarılırken Zümra Karabasan'nın yanına yaklaşan Rahman'a baktı. "Çocuklarını deli gibi özlediğin halde neden evine gelmedin ?" Rahman ayağını üzengiye atmadan bir çırpıda Atına binip elini Zümra'ya uzattı. "Acıktım ! Kahvaltıda konuşuruz." Zümra çekingen bakışlarla Rahman'a yaklaşıp elini uzatırken, küçük bir işaret yakalarım umudu ile gözünü sevdiği'nin gözünden ayırmıyordu. Zümra'yı arkasına alan Rahman atını üzengileyerek süratle uzaklaştı. Mutluluğu ile mutluluğumu iki kat artıran canım arkadaşım, bahanesini bulduğu an da eşine arkasından sıkı sıkı sarılmayı ihmal etmedi. Bakakalıp derin bir nefes çekerek; "Çok şükür." deyip Yasemin Abla ve Nefise'ye döndüm. "E Gölge bırakıp gitti Yasemin Abla. Beni de siz alırsınız artık." deyip Alıcı'ya doğru yürüyüp Nefise'nin arkasına bindim. Alıcı küçük adımlarla giderken Nefise'nin yan yan bana bakıp, kesik kesik nefes aldığını hissedebiliyordum. "Sor hadi içinde kalmasın." Çekingen bir şekilde arkasında oturan, henüz yedi saattir tanıdığı yabancı'nın gözlerine bakmaya çalışıyordu. "Zümra Abla'nın eşi asker mi ? Ne kadardır ayrılar ?" Yüzümü ılık esen rüzgara bırakıp gözlerimi kapattım. "Üç yıldır ayrılar. Asker diyebiliriz. Ama bildiğin askerlerden değil. Sağlığın için bunu burada duy ama hemen unut. Tamam mı güzelim ?" demem gerilmesine neden olmuştu. Bu kelimeler filmlerde geçen kelimelerdi ve ben bunları kullanıp,karşımdakinin gerildiğini görmekten zevk alıyordum. 'Tövbe tövbe ! Sadist miyim neyim ?' "Yasemin Abla bana sekiz isim verdi. İçlerinde Rahman da var. Yani Abimiz'in ismi. 'Bu isimler Bu çiftliği yakacağız deseler bile karışmayacaksınız.' dedi. Çok önemli insanlar olmalı." "Korkman için söylemiyorum. Rahman'ın yüzüne bakarsan kör, sesi duyarsan sağır ol. Gördüklerini ve duyduklarını anında unut." Başını sallayan Nefise; "Yasemin Abla üstü kapalı bazı şeyler anlattı. Sizi gayet iyi anlıyorum. Rahmetli eşi de onlardanmış Şehit olmuş." Bu kadar şey bilmesi beni şaşırtmıştı ama yılların kurdu Yasemin Abla'nın en iyisini bildiğinden şüphem yoktu. En güzel Üniversite de okutup, binlerce hayvanı'nı emanet ettiği Veterinerine güveni tamdı. "Sen bayağı şey biliyorsun. Bende onlardan birinin eşiyim ama bunu bana anlatman bile senin için çok tehlikeli. Duy ama sağır ol, gör ama kör ol. Bunu sakın unutma. Eğer bir cahillik yaparsan tertemiz yüzlü Rahman'ın nasıl birine büründüğünü hayal dahi edemezsin. Anlaştık mı ?" "Anlaştık Abla !" dediğinde misafirhaneye çoktan gelmişti. Kahya Amca'nın yanındaki yardımcısı bizden önce gelen Yasemin Abla'nın atını tutarken, Alıcı'yı bizzat Kahya Amca'nın kendisi aldı. Elimi nefis yemeklerin servis edildiği, kütükden yapılmış misafirhane'nin ahşap kapısına atarken, kapı aniden açılıp Zümra ile göz göze geldiğimde nefesim kesildi. "Kıııızzz ! Allah canını almasın ödüm koptu. Acele ile kapıyı kapatıp; "Gel bir dakika bişey söylicem !" diyen Zümra kolumdan çekiştirip misafirhaneden bir kaç metre uzaklaştırdı. "Nefise sende gel buraya !" deyip kapıyı gözü ile kontrol ettikten sonra devam etti. "Bana bakın ! İçerde, Rahman'ın yanında gördüğümüz asker var. Yasemin Abla önünü kesip kahvaltı yaptırmadan göndermek istememiş. Sizin bilmeniz gereken şu; Rahman'ın ismi Rahman değil Tibet; Tibet Altay. Rütbesi Binbaşı. Devlet'in normal bir rütbelisi. Anlaşıldı mı ?" Ben böyle şeylere alışkın olduğum için normalmiş gibi başımla onaylarken, daha ilk duyduklarının şokunu atlatamayan Nefise allak bullak olmuştu. "Nefise bizim işler biraz karışık. Kusura bakma. " dediğinde araya girdim. "Ben ufaktan anlattım. Nasıl davranacağını gayet iyi biliyor. Değil mi Nefise ?" deyip Nefise'ye baktım. "Evet biliyorum. Duyup ama sağır olacağım, görüp ama kör olacağım." Nefise'nin soğuk yemiş al yanağına elimi atıp makas aldım. "Afffferim sana Ablası'nın kuzusu." Zümra; "Tamam öyleyse. Hadi geçelim içeri." deyip önden girdi. İçeri girdiğimde yıllardır yerini kimselere bırakmayan, misafirhane'nin dekoruna uygun tasarlanmış geniş ahşap masa ile karşılaştım. Rahman her zamanki yerinde otururken yanında ki arkadaşı'nın utangaç tavırları dikkatimi çekmişti. Rahman; "Herkes tamamsa tanıştırayım." deyip benden başlayarak sırasıyla saymaya başladı. "Bu kardeşim; Devrem'in eşi Kübra, yanındaki bacım çiftliğin veterineri Nefise, Çiftliğin sahibesi Yasemin Yengemiz ve..." deyip sevgi dolu bakışlarını Zümra'ya çevirdi. "Eşim Zümra. Bu kardeşimde Burak. Kendisi Piyade Üsteğmen." Herkes memnuniyetini bildirirken, elinde tabak ile arka kapıdan gelen Yasemin Abla, ciğer ve lavaşlarla kaplı tabağı Rahman'ın önüne koydu. Bu durum herzamanki gibi bize normal gelirken Nefise'nin gözleri tabakta takılı kaldı. Rahman; "Kahvaltıda ciğer mi yenir ?" deyip Nefise'ye baktı. Nefise; "Yok hayır efendim. Ben sadece... Şey; ilk defa görüyorum." Nefise Rahman'ın gözüne dahi bakamıyor, her kullandığı kelimeyi saniyesinde yüz kere düşünüyordu sanki. Zümra; "Neden evimize gelmedin ?" Zümra kocasına başka ismi yakıştıramıyor, konduramıyordu. "Zümra ben gelemem ! Çocuklarımı görmem, yüzlerine alnım ak bir şekilde bakmam için son bir görev kaldı. Onlar'ın yüzüne bakmama engel olan bir görev." "Yapma lütfen ! Şürâ çok özledi. Zehra çerçeveli resmini yanına almadan uyumuyor. Murat seninle olan bir anı'yı dinlemeden başını yastığa koymuyor." Rahman bir lokma bile almamıştı. "Az kaldı ! Sadece bir kaç gün." "Peki sen iyisini bilirsin !" diyen Zümra, eşinin çocukluğundan bu yana yetiştirildiği yolun, eşinden ve çocuklarından daha önemli olduğunu gayet iyi biliyordu. "Görev özel mi, paylaşmanda bir sakınca var mı ?" Zümra'nın kolay kolay bu soruyu sormayacağını bilen Rahman, eşi'nin ne denli zor bir durumda olduğunu gözlerinde görebiliyordu. Görevin ne olduğunu bilmesi Rahman'ın ne kadar sürede geleceğini az-çok tahmin etmesini sağlayacaktı. Zümra için önemli olan tek şey buydu. İç çekip, toplumda hiç yapmayacağı şeyi yapan Rahman, Zümra'nın masa üzerindeki elini tuttu. "Daha dört-beş yaşında şehit edilen bir sabi'nin kanını almaya gideceğiz." dediğinde Üsteğmen ani'den Rahman'a baktı. "Komutanım yapmayın !..." Zümra'nın gözlerinden gözlerini ayırmayan Rahman elini kaldırıp Üsteğmen'i durdurmaya çalışmıştı ama onun durmaya niyeti yoktu. "Komutanım gidip çocuklarınızı görün. O benim kızım kanı bana düşer." Duyduğumuz şey karşısında tüğlerimiz ayağa kalkarken dişlerini sıkan Rahman Üsteğmen'e döndü. "Bana 'Komutanım' diyorsan benim emrime gideceksin." dediğinde Üsteğmen çaresiz kalıp başını tabağına eğdi. "Emredersiniz Komutanım." Zümra gözünü Üsteğmen'e çevirip. "İs... İsmi neydi ?" Tabağından bir lokma dahi almayan asker başını kaldırmadan cevap verdi. "Zeliş ! İsmi Zeliş yenge." demişti. Demişti ama; kızı'nın ismi dökülürken şakaklarındaki şişen damarlar ve kıpkırmızı olan beyaz teni kîni'nin ne denli büyük olduğunu gösteriyordu. Bu kez Rahman'ın eline elini atıp, var gücü ile sıkan Zümra olmuştu. Gözü elinin üzerindeki ele giden Rahman'a, gözlerini çeviren Zümra ciddi bir şekilde bakıp, kendinin ve çocukları'nın özlemini kor misâli içine atarak son sözünü söyledi. "Gelirsen o kapı açılmaz sana." deyip yüzünü, gözlerini tabağından ayırmayan Üsteğmene çevirdi. Kimbilir o tabağın içinde neler görüyor ne kanlar akıtıyordu. "Git !" ŞÛRA'DAN... Şimdi öyle okullar kalmadı belki ama; Özel Kolej'in şimarık çocuklarını çekmek yerine rutubet kokan, çatısı delik Devlet Okullarını tercih ederdim. Üç yıldır burada olmama rağmen bir türlü alışamamıştım seviyesiz sohbetlere ve şimarık zengin çocuklarına. Tuğçe Ablam mezun olup, Üniversite'yi kazandığından bu yana daha da bir çekilmez olmuştu bu okul. Halbuki sadece evde çalışmam bile yeterdi istediğim yeri kazanmama. Korhan Dedem'in isteği ile buraya gelmem karşı çıkmamı engellemiş, bir nevi mecbur bırakmıştı. Geometri dersinin son beş dakikasını saniye saniye sayarken, çıkışta Hilâl ile buluşacağımın heyecanı bu durumu daha da zorlaştırıyordu. Hilâl bu Kolej'i yüzdeyüz burs ile kazanmış, ben gibi istemeden gelen yegane öğrencilerden sadece biriydi. Ailenin tek evladı olan Hilâl, iki yıl önce kötü bir trafik kazası sonucu belden aşağı felç kalmış, daha çocuk yaşta tekerlekli sandalye'ye mahkum olmuştu. Bu durum onu yaşına göre ne kadar olgunlaştırsada, okulun en neşelisi, en güler yüzlüsü olmasına engel olmuyordu. Daha şimdiden yüzünü, gözünü, burnunu beğenmeyen sosyal medya düşkünü kızlarla aynı okulda, aynı havayı solumak deli ediyordu bizi. Hilâl'in mahkûm olduğu o sandalye'ye bir gün oturmaları sağlığın ne kadar eşsiz bir hazine olduğunu bilmelerine yetecekti ama 'Allah esirgesin' deyip geçiyordum. Herzaman ki gibi son saatte de Babam geldi aklıma. Burada olmasa da beni unutmadığını biliyordum. Biliyorum birgün o eve gideceğim ve kapının arkasında babam karşılayacak beni. Bilmem belkide Ateş ile Barut'a yem verirken yakalarım, ya da spor salonunda ağırlık kaldırırken. Pahalı spor salonlarına, kızlar gibi güzellik merkezlerine giden ve Baba parası yiyen hiç bir zibidi de Babam'ın yüzündeki nûru, kalbindeki merhameti göremiyordum. Bazen 'Babam'ın çocuklarından ayrı yıllardır it, köpek, pislik peşinde koşması bunlar için mi ?' desem de Allah yolu ve Şehit çocukları aklıma geldiğinde o yolun ne kadar kutsal olduğunun farkına varıyor susuyordum. Zil çaldığında zaman kaybetmeden çantamı alarak kantinde beni bekleyen canım arkadaşıma koşmaya başladım. Koridoru bitirip merdivene geldiğimde o geri zekâlı Batu ve fedâleri herzaman ki kibirli bakışları ile önümü kesti. "Nereye, daha düşünüyor musun teklifimi ?" Hiç birşey söylemiyor biran önce uzaklaşıp gitmek istiyordum. "Dur nereye ? Birgün kabul edeceğini biliyorsun değil mi ? Ben istediğim herşeye sahip oldum. Seni seviyorum." 180 boy, beyaz ten ve belirgin yüz hatları onu ne kadar yakışıklı göstersede karakteri ve uslubun'daki iticilik lağım çukurundan farksız kılıyordu. Ne taraftan geçmeye çalışsam önümü keserken, yanındaki serseriler engel olacakları yerde gülmeyi tercih ediyorlardı. Onları saniyeler içinde hareketsiz bırakmak benim için kürdanla balon patlatmak kadar kolaydı ama Babam'a ve Muhafızlar'a verdiğim söz buna engel oluyordu. "Önümden çekilir misin Hilâl bekliyor." "Acelen ne ? O her zaman bekler. Nasılsa bir yere gidemiyor." demesi yanındaki pisliklerin kahkaha atmasına sebep oldu. Onun hakkında kurduğu bu cümle oldukça sarsılmama sebep olmuştu. "Allah'ın belâsı pislik. Çekil önümden !" "Dur dedim sana !" Dişimi sıkıp sabır diliyordum ama olmuyordu. Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. 'Allahım, secde de başına deve işkembesi konulan peygamber kadar sabırlı olamam ben. Yardım et. Yapmak istemiyorum n'olur yardım et.' "Bana evet de çekileyim." "Bak n'olur çekil önümden. Hilâl kontrole gidecekti. Çok merak ediyorum lütfen." dediğimde arkamdan Zuhal Hoca'nın sesi duyuldu. "Neler oluyor Şûra ?" 'Allahım çok şükür !' Arkama dönüp baktığımda bana seslendiği halde kızgın bakışları'nın Batu'nun üzerinde olduğunu gördüm. Batu; "Hiç Hocam. Hilâl'in yanına gidiyormuş arkadaşımız. Selamı mı iletmesini istedim." "Eminim öyledir. Çekin gidin buradan." Batu'nun Zuhal Hoca'ya ters ters bakması, arkasını yasladığı, güçlü sandığı babasından kaynaklandığı açıktı. O ve fedâi'leri uzaklaşırken Zuhal Hoca şevkatli bakışlarını bana çevirdi. "İyi misin Şûra ?" "İyim Hocam teşekkür ederim." Zuhal Hoca yirmibeş ilâ otuz yaşları arasında, dalgalı saçları, ceylan misâli iri-kahverengi gözleri olan güzel mi güzel Matematik Hocamızdı. Çıkık elmacık kemikleri Savaşçı Prenses Zeyna'yı andırırken, kaşlarını çatıp kızması karşısındaki insanı uzaklaştırmaya yetiyordu. Çizgisini hiç bozmayan birisiydi. Bir çok kodaman ile tartışmasına rağmen hâla bu okulda kalması herkesi şaşırtmakla kalmıyor, kendi kafasına eseni yapmaya devam ediyordu. Kaslı, dik vücudunu görmem herzaman Muhafız olan Afgan Gülleri'ni aklıma getiriyor, 'Asker olmak için yaratılmış.' dememe sebep oluyordu. "Tamam canım hadi bekletme Hilâl'i." "Tamam Hocam teşekkürler." deyip merdiveni hızlı hızlı inerken ismimin söylenmesiyle tekrar Zuhal Hoca'ya baktım. "Buyrun Hocam !" Ellerini arkasında bağlamış, yukardan aşağıdaki gözlerime bakan Hoca'nın, arkamdan beni seyrettiğini anlamıştım. "Kendine dikkat et. Sabırlı ol." "Ta... Tamam Hocam. Teşekkür ederim." Kanti'nin yolunu koşar adım aşarken bir yandanda Zuhal Hoca'nın son sözünü düşünüyordum. 'Sabırlı ol.' 'Neden bana öyle söyledi ki ? Yıllardır kesintisiz aldığım eğitimden kazandığım yeteneğimi az da olsa dışarı mı yansıttım ? E ben hiç karşılık vermedim, kavga etmedim ki.' Tek başına oturan Hilâl'i gördüğümde bütün düşüncelerimden arınıp yanındaki sandalye'yi çektim. "Kızzz ! Napıyosun burada tek başına." Beni gördüğünde gözleri parlayan Hilâl kollarını açtı. "Uğğğğğ ! Gel kız sarılayım sana." dediğinde zaman kaybetmeden boynuna eğildim. "Ne yapayım muhteşem gözlü bir kız beni burada ağaç etti yeşermeyi bekliyorum." dedikten sonra yüzünü çekip gözlerime baktı. "Oturan bir ağaç." deyip güldüğünde, ne durumda olursa olsun, hayatla bu kadar barışık olması her zaman ki gibi hoşuma gitmişti. Dümdüz kumral saçları, geriye çekik kaşı gözü ve dolgun yanakları çok çok güzel gösteriyordu onu. "Eee haberler nasıl gittin mi o önemli kontrole ?" Hilâl gülmeye devam ederken sorduğum soru az da olsa solmasına sebep oldu. "Evet gittim. İyi haberde var kötü haberde." deyip eli ile sandalyesinin kolunu gösterdi. "Hadi bana şoförlük yap annem bizi bekliyor. Zümra Teyzem'e söyledin değil mi ?" "Evet evet söyledim; ama gitmeden önce söylesene doktor ne dedi ? Yürüme şansın var mı ?" "Hadi hem yürüyüp hem konuşalım." dediğinde ayağa kalkıp sandalyesinin arkasına geçtim. "Neyle geldin buraya kadar ? Ben sana 'Ben gelirim' dedim. Neden kendini yordun ?" "Babama 'Senin merak ettiğini, okula bırakmasını' söyledim. Evi bulamazsın belki." Başımı arkasından yüzüne eğip; "Neyse bunu boşverde doktor ne dedi o'nu söyle." "'Olmaz !' dedi." Sandalye'nin önüne geçip yüzüne baktım. "Nasıl 'Olmaz !' dedi. Dalga mı geçiyor bu. Hani kesin tedavisi vardı." Hilâl'in içi kavruluyordu ama gözleri tebessüm etmeyi hâla bırakmamıştı. "Şûra ! Amerika'ya gitmem gerekiyor ve bu tam Beşyüzbin dolar'a maal oluyor. Doktor çok sevinçli 'Kesin' diyor ama bu mebla'yı söyleyerek bize 'Olmaz!' diyor aslında." "Nasıl yani sırf Beşyüzbin dolar'ın yok diye yürüyemeyecek misin ?" "Aynen öyle maviş gözlüm. Bugün çok yoruldum, hadi ittir benide eve geçelim annem beklemesin." Bunu söylemesinin sebebi bekleyen annesi değil, biran önce bu konuyu kapatmamızdı. Çaresizce tekerlekli sandalye'nin kollarına elimi atıp okul kapısından çıktıktan sonra Hilâl'in sağ tarafına geçerek taksi bakmaya başladım. "Şuradan dolmuşla gidelim. Taksi mi bekliyorsun sen ?" "Evet! Zaten yorulmuşsun ne dolmuşu. Gelir birazdan bekle." Hilâl ısrarla başını eğip yüzüme bakmaya çalışıyordu ama dönemezdim. "Kızım beni kim bindirecek taksiye ? Dolmuşlardaki sistem taksilerde yok ki." dediğinde bir süre ses vermedim, veremedim. "Şûra sana diyorum !" deyip sandalye'yi manevra yaptığında her zaman gülen gözleri ani den gerildi. "Se... Sen ağlıyor musun ?" "Yok..." derken sözümü kesen Hilâl; "'Yok ya toz kaçtı' deme yutmam." dediğinde istemeden gülmeme sebep oldu. "Sen tam şebeksin." Bütün olumsuzlukları bir kenara bırakıp Hilâl'e sarılırken hızla önümüze duran arabayı görmem ile ister istemez toparlandım. Siyah aracın filmli camı aşağı inerken tanıdık bir ses konuşmaya başladı. "Siz kadar güzel iki bayan aracıma binme teşrifinde buluna bilir mi ?" Kaldırımdan inip içeri baktığımda Koray Amcam'ın güneşin yansıması ile tek gözü yumuk olan yüzü ile karşılaşmıştım. "Seni Allah gönderdi Amca. Hilâl'i alabilir miyiz ?" "Hemen geldim !" deyip el freni'ni çeken Koray Amcam, hızlı bir şekilde aracın etrafını dolaşıp yanımıza gelerek elini Hilâl'e uzattı. "Selamlar küçük hanım ben Koray." Hilâl'in eli Koray Amcam'ın elinin arasında kedi patisi kadar kalmıştı. "Bende Hilâl efendim memnun oldum." "Hilâl ! Ne güzel isim. Bizim var olma sebebimiz. Efendim yok Hilâl ! Amcayım ben." diyen Koray Amcam ellerini iki yana açtı. "Şimdi ! İzin verir misin alayım mı arabaya ?" "Çok memnun olurum Koray Amca." "Peki !" diyen Koray Amcam Besmele çekip Hilâl'i sandalyesinden alarak özenle arka koltuğa yerleştirdi. Ön koltuğa oturmak için kapıya hamle yapmıştım ki; vazgeçip Hilâl'i yalnız bırakmamak için arka koltuğa geçtim. "Eeee nereye bırakıyoruz Hilâl Hanım'ı ?" 'Bugün Cuma. Hem göğüs göğüse muharebe, hemde Hareketli Atış Talimim var.' "Şey Amca... Hilâl'lerin eve gideceğiz ama bende onlara gidiyorum. Biliyorum sana söz verdim ama bugün güzel bir haber aldık, senin için sakıncası yoksa biraz muhabbet edip öyle geleceğim." "Olur tabi ki canımın içi. Neymiş bu güzel haber ? Özel değilse tabi." diyen Koray Amcam ile bakışlarımız aynada çakıştı. Onay almak için Hilâl'e baktığımda başı ile onayladıktan sonra tekrar aynadaki gözlere baktım. "Hilâl'in artık yürüyebilme ihtimali var Amca." Direksiyonda oluşuna aldırmadan, aniden arka koltukdaki Hilâl'e başını çeviren Koray Amcam; "Gözün aydın Hilâl. İlk yürüyeceğin yol bizim evimiz olsun olur mu ? Şûra ile misafirimiz ol." Hilâl'in yüzü gülüyordu ama gözünde en küçük bir umut parıltısı yoktu. "Tabi Amca ! Ama henüz kesin birşey yok." "Vardır vardır. Hiç bir doktor sonuç yüzde yüz olmadan 'Çare var.' demez. Rahat ol." Başını cama dayayıp, gözü dışarı dalan Hilâl'in, önünden geçip giden elektrik direklerini farketmediğinden emindim. "Allah dan ümit kesmek ağır günahlardan biridir. Biliyorsun değil mi ?" dediğimde başını bana çevirip alışılmışın dışında ciddi bir bakış takındı. "Ya Allah beni sakatlığımla sınav ediyorsa ?" demesi Koray Amcam'ın dikkatini çekti. "O zaman sende cennette keyfini sürersin. Her çektiğin acı da sırtını Allah'a verirsen Cennette ecri büyük olur. Bekle ve sabret." demesi hiç birşeyi toparlamamış Hilâl'in yüzü daha asılmıştı. Daha fazla dayanamayıp sesimi yükselttim. "Yeter artık asma şu suratını ! Ben alışkın değilim." Hilâl yüzünü bana dönüp arkadaşlığımız boyunca ilk defa kaşını çatmış, dişlerini sıkmıştı. "Sen hiç benim durumuma düştün mü, hiç iyileşmek için umut bekledin mi ?" Gözümde tekrar bütün netliği ile o gece canlanmıştı. Elimi şoför koltuğuna atıp vücudumu tamamen Hilâl'e döndüm. "Ben iyileşmek için değil, daha da acısı ölmemek için umut bekledim. Eğer ben umudumu kaybetseydim şimdi tozum bile kalmamıştı. Kimin ne yaşadığını bilmeden konuşma. Allah isterse olur. Belin değilde boynun kırılsaydı şimdi sadece yatakta gözlerini oynatıyor olurdun. Beterin beteri var." Hilâl, söylediklerime şaşırsada hâla üste çıkmaya çalışıyordu. "İyi tamam geldik." deyip Koray Amcam'a bakınca sesini alçalttı. "Sağdaki bahçeli beyaz ev Amca." deyip tekrar bana dönerek sesini yükseltti. "İn aşağı çabuk !" "İnicem tabi !" deyip Koray Amcamla aynı anda kapıyı açıp aşağı indik. "Amca kusura bakma seninde kafanı şişirdik." Başımı çekip omzuna yaslayan Koray Amcam; "Yok canım. Ben hasta olurum bayanların kavgasına." deyip bagajdan sandalye'yi çıkartarak Hilâl'in kapısına yöneldi. "Gel bakalım küçük abla." Hilâl'i incitmeden sandalyesine yerleştiren Amcam elini omzuma atıp kulağıma eğildi. "Fazla üzerine gitme !" diye fısıldadıktan sonra Hilâl'e baktı. "Sen sadece Allah'a duâ et Hilâl. Karşılıksız kalmayacağından emin ol. Ya burada ya da O'nun katında. Hadi şimdi hoşçakalın." "Peki Koray Amca ederim. Tanıştığıma çok memnun oldum." Araba uzaklaşıp yüzümü Hilâl'e çevirdiğimde gülen gözleri ile bana baktığını gördüm. "Ne bakıyon ?" "Özürdilerim arabada biraz sesimi yükselttim." "Önemli değil. Ben de özürdilerim." Hilâl; "Ee hadi sür o zaman da eve geçelim." "Zaten işin düşmese özürdilemezsin Tosba." Bahçe kapısından geçip, aralarından ot bitmiş beton parkelerin üzerinde ilerlerken içtenlikle gülümsemesi beni de mutlu etmişti. "Tosba mı ?... Tosba ne be ?" "Babam bana hep öyle der." Zili çalıp kapının açılmasını beklerken Hilâl başını bana çevirdi. "Zümra Koray Amca ne iş yapıyordu ?" "Muhasebeci. Neden sordun ?" Hilâl; "Ne yani babanla aynı yerdemi çalışıyor ? Kimseye söyleme ama elli kiloyum, Babam beni arabaya bindirirken soluk soluğa kalır. Koray Amcan boş koli kaldırıyormuş gibi hiç zorlanmadı bile." "Çok sık spor yaparda ondan. Sahi sen nasıl geldin okula kadar ?" "'Babam bıraktı !' dedim ya kızım." derken, Hilâl'in annesi Aysel Teyze kapıyı açtı. "Kusura bakmayın kızlar üst kattaydım." deyip saçımı okşarken gözlerime baktı. "Allahım nazarlardan saklasın. Kızım sen her gördüğümde dahada güzelleşemeyi nasıl beceriyorsun." Hilâl; "Benden ayrılmadığı için anne. O güzelliğini benden alıyor." Hilâl'in dolgun yanağını sıkan Annesi'nin kaynayan kanı alt dudağını ısırmasına sebep olmuştu. "Herşeyede kendinden pay biçer güzel sıpam." Dar koridorda yürürken, yine o yanyana her Osmanlı Padişahları'nın, Hilâl'in Allah vergisi yeteneği ile resmedildiği karakalem tablolar gözüme çarptı. Tek değişen ve en gerçekçi çizilmiş olan II.Mehmet'in tablosuydu. "Bunu neden değiştirdiniz ?" Tabloya bakan Hilâl'in hayranlığı çizimine değil, Fatih Sultan Mehmet'in kendisineydi. "Onu ne kadar çizsemde her defasında bir yerini eksik buluyor beğenmiyorum." deyip sandalyesini alt kattaki odasına sürdü. "Gel seninle bir sırrımı paylaşacağım." Her boş vaktini Türk Tarih'i okuyarak geçiren Hilâl, aşırı olan Türk sevigisini Babasından aldığını söylerdi hep. "Tek kişilik bazası, üç kapaklık beyaz gardırobu ve Tarih kitapları ile doldurulmuş raflı çalışma masası ile sıradan genç odasıydı. "Ne sırrı bu ?" Sandalyesini bazaya doğru süren Hilâl; "Pek sır sayılmaz ama yinede aramızda kalsın." deyip duvara dayanmış baza başlığını gösterdi. "Başlığın arkasında klasör var onu verir misin?" Dizimi yatağa koyup elimi başlığın arkasına attığımda naylonumsu bir karton hissettim. Başlığın civatasına lastiğinden asılan kırmızı kılasörü elime alıp Hilâl'e uzattım. "En çok özendiğim resimler bunlar. Bakalım beğenecek misin ?" deyip içinden büyük A3 kağıdını çıkartarak bana uzattı. Kağıdın arkasını çevirip resme baktığımda kalbim aniden hızlanmaya başladı. Zorluyordum ama nefes alamıyordum. Karşımda merakla yorum bekleyen Hilâl'e bakmak, onunla konuşmak istemiyordum. O resimden gözümü çektiğim her saniye bir ziyanmış gibi geliyordu. Nefret ediyordum. 'O yanımdayken neden doyasıya bakmadım, neden her fırsatta sarılmadım ?' diye isyan ediyordum kendime. "Şûr... Şûra iyi misin, yanlış bişey mi yaptım ?" Gözümü resimden çekmeden elimle hayır anlamında işaret yapıp kağıdı özenle yatağa koydum. "Ben lavobaya gideyim." Ardımdaki meraklı bakışlara aldırmadan kapıdan çıkıp, titreyen ellerimi hemen karşıdaki kapı koluna attım. Çeşmeyi sonuna kadar açarak aynadaki yaşaran gözlerime baktım. Tek birşey, o maviliğin içinde tek birşey arıyordum belki ondan bir yansıma kalmıştır diye ama yoktu. İstiyordum, onu biran önce görmek, sarılmak, koklamak istiyordum. Gözümden yanaklarıma süzülen yaşı gördüğümde hızlı bir şekilde silip Babam'ın o sözü geldi aklıma. 'O Gök Gözlerinden akan tek damla yaşa herkesi yakarım.' Yapmıştı ! Rüyası ile gelmiş, kızı Şûra'nın soğuktan titreyen ayakları uğruna ikiyüzelli tane ermeni'yi gözünü kırpmadan yakmıştı. Diyemiyordum ! Düşünüyordum ama sesli bir şekilde kelimeye dökemiyordum. Biliyordum o resmi gördükten sonra 'Babam' desem, Hilâl'e aldırmadan bağıra bağıra ağlamak isteyecektim. Yüzümü ard arda çarptığım soğuk su ile yıkayarak, yüreğimdeki közü içime hapsedip lavabodan çıktım. Kendime çekidüzen verdikten sonra oda kapısını açtığımda yüzü kapıya dönük olan Hilâl'in üzgün bakışları ile karşılaştım. "Ben bilmeden birşey mi yaptım ?" "Yok hayatım ne yapacaksın ?" Hilâl; "Neden resmi gördüğünde duygulandın peki ?" "Resimle alakası yok. Karnıma ağrı girdi aniden." deyip yatağın üzerine oturduğumda, sandalyesini yanıma süren Hilâl elimi ellerinin arasına aldı. "Benim çizdiğim resimde benim görmediğim neyi gördün Şûrâ ?" "'Resimle alakası yok.' dedim ama; karnıma ağrı girdi." Elimi bırakıp arkasına yaslanan Hilâl imâlı bir şekilde bakmaya devam ediyordu. "Peki öyle olsun. Eee nasıl buldun çizimi mi ?" Hiç beklemeden cevap verdim. "Hilâl sen bu resmi nasıl bu kadar net çizdin." "Televizyon, sosyal medya ve internetten gördüğüm kadarıyla çizdim işte." deyip gözü ile elimdeki resmi gösterdi. "O Karabasan biliyor musun ? Kara Muhafızlar'ın Alfası." Resme baktığımda, Babam'ın portresi korkutucu maskesi ile bana bakıyordu. "Hilâl bu çok gerçekçi." "Onlar gibi fedakâr insanlara ne kadar emek versek azdır. Bir tane tv programında emekli bir asker onların nasıl yetiştirildiğini, ne gibi fedakârlıklara katlandıklarını anlatmıştı. Ya düşünsene daha on yaşında kaçırılıyor ve medeniyetten uzak bir yerde sadece savaş için eğitiliyorlar. Bu inanılmaz birşey. Spiker anlatırken babamın ilk defa ağladığını görmüştüm." deyip klasörden iki büyük kağıt daha çıkardı. "Bak bu da Cizre'deki Turan ile birlikte olan resmi. Turan da ben gibi sakattı." deyip ikinci kağıdı uzattı. "Bu da Bütün Kara Muhafızlar Timi." Kağıtları elime alıp baktığımda halkın içindeki Turan'ı omzuna alıp dimdik duran Karabasan'ı, ikinci kağıtta ise en önde Karabasan, sağında ve solunda diğer Muhafızlar'ın üçgen şeklinde geniş bir açıda işlendiğini gördüm. "Onlar kahraman olarak doğdu, kahraman olarak Şehit oldu." Son cümleden sonra başımı aniden kaldırıp Hilâl'e baktım. "Hayır onlar Şehit olmadı !" Ettiğim boş kelimeleri farkettiğimde silkelenip kendime geldim. Şaşkınca yüzüme bakan Hilâl'e zoraki gülümsemem ile bakıp, yaptığım gaf'ı toparlamam umudu ile devam ettim. "Şey yani... Şehit olmamış olabilirler. Şu zamana kadar varolduklarını bilmiyorduk bile. Tekrar bilinmezliğe girmiş de olabilirler. Ne bileyim hem bunları neden çizdin ki sen ?" "Ne demek 'Neden çizdin ?' Kızım onları ilk tanıdığımdan bu yana aşık oldum resmen. Benimle konuşmalarını geç, onları camdan canlı canlı görmek için çok şey fedâ edebilirdim. Şu çocuk ne kadar şanslı o omuza çıktığı için biliyor musun ?" deyip perdeli camdan dışarı baktı. "Günlerdir i, Şehit oldukları aklıma geldikçe ağladım." "Bunlardan neden hiç bana bahsetmedin ?" Yüzüme bakan Hilâl, kırık bir tebessüm takınıp, dalgın bakışlarla elimdeki kağıda baktı. "Ne bileyim işte ! Bende kalsınlar istedim. Onlar'ın yeri çok özel bende." "Karabasan'ı gördüğünde ilk ne söylemek isterdin ?" "Bilmem !" deyip gözlerini boşluğa çevirerek devam etti. "Belki bir şarkı sözü. Ez Ağabey Vatanına göz dikeni ez Ağabey." deyip duygu yüklü bir kahkaha attı. "Artık sakat bir kızı ne kadar dinlerlerse." 2 SAAT SONRA... Bilgisayar monitörleri'nin başında arkası bana dönük olan Serpil Abla'ya sessizce yaklaştığımda konuşmaya başlaması ile olduğum yerde kaldım. "Bir ! Kapıdaki kamerayı her saniye izlediğimi unutuyorsun.İki ! Benimde bir Muhafız olduğumu unutuyorsun ve bir Muhafız'a sızma yapmak çok tehlikeli.Üç ! Koyu renkli monitörlerdeki yansımanla çok komik görünüyorsun." dedikten sonra döner koltuğu dönderip kollarını açarak ayağa kalktı. "Ve ben seni yine çok özlediiiim." deyip, içten geldiğini hissetiğim samimiyeti ile kollarının arasına aldı. "Birgün görmemezlikten gelip, şu garibanı mutlu etsen ölürsün." Serpil Abla 170 boylarında, genelde at kuyruğu olarak bağladığı sarı saçları kürek kemiğine kadar inen, kahverengi gözlü, takım elbise etek giyinen tek ve en güzel Muhafızdı. "Eğitim mi var ?" "Evet ! Bugün formdayım. Gel istersen tozunu attırayım." Boynu'nu devirip alaycı bir şekilde bakması gelecek olan cevabı merak etmeme sebep olmuştu. "Bakma böyle resmi giyindiğime, unutma ki ben Babanlar'ın eğitildiği Ada'da eğitildim. Yani onları eğiten hocalar benide eğitti. Bir düşün derim çiçim." dediğinde, önceden duyduğum halde merakla sordum. "Babam'ı hiç gördün mü Serpil Abla ?" Gözlerini monitörlerden ayırmayan Serpil Abla klavyede bir yere tıklayıp cevap verdi. "Kız gurubu onlardan uzaktı. Bütün guruplar onlardan uzaktı. Kara Muhafızlar'ın eğitim alanları, parkurları ve koğuşları uzaktı. Kimsenin o tarafa geçmesine izin verilmezdi." deyip şaşkınca gözlerime baktı. "Aaaaa ben ne unuttum bak." Oval toplantı masasına bakan dev tablo'yu gösterdi. "Bak bunu Baban göndermiş." Yüzümü hiç o tarafa dönmediğim için görmediğim tablo'ya baktığımda neresi olduğunu bilmem zor olmamıştı. "Bu... Bu çok güzeeell ! Mescid-i Aksa..." deyip yanına yaklaşarak, Babam'ın ellerinin değe bileceği her noktaya kendi ellerimi sürdüm. "İyi ama neden siyah-beyaz." "Onu bizde çözemedik !" Koray Amcam'ın bu çıkışına başımı çevirdiğimde sensörlü kapının kapandığını gördüm. Karşısında Komutanı'nı gören Serpil Abla vücudunu dikleştirirken, rahat konuşmasını değiştirip daha resmi bir ses tonu ile araya girdi. "Ve bu..." Eline küçük bir kağıt alıp bana uzattı. Kağıttaki yazıya baktığımda, Babam'ın Hattat yazısı gibi yazılmış güzel yazısını anında tanımıştım. Bunu en özel, en çok göze çarpan bir yere asın !!! Neredeyse masa büyüklüğünde olan devasa MESCİD-İ AKSA tablosuna baktığımda yine aynı soru geldi. "Renkli göndermek varken, neden siyah beyaz gönderdi. Bir şey anlatmak istiyor olabilir." Serpil Abla; "Belki dekor içindir." Koray Amcam; "Hiç sanmam ! Vardır bir mesajı. Geldiğimden beri inceliyorum ama çözemedim." deyip gözlerini tablodan bana çevirerek kapalı eğitim alanına inen merdivenleri gösterdi. "Hadi bakalım. Neler öğrenmişsin göster bana." "Elimde kalmazsın değil mi ?" dediğimde kalın kolları ile boynumu saran Koray Amcam'la birlikte merdivenleri adımlamaya başladık. Delikli demir merdivenleri indiğimde karşımdakileri görüp olduğum yerde dondum. Ağızım açık, bacaklarım istemsizce kalan üç merdiveni inerken gözümü karşımdaki Kurtlardan alamıyordum. "Ama siz ?..." Gülen gözleri ile bir adım öne çıkan Samed Amcam; "Evet biz Ay Yüzlü Bala ! Amcaların geldi." Hiç bozuntuya vermeden duruşumu dikleştirip kaşlarımı çattım. "Dikkat !" Herkes kaldığı yerde esas duruşa geçmiş gelecek olan emri bekliyorlardı. "Alfanız'ın kızı olarak size emrediyorum. Aybala'ya sarılılacak..." Bir müddet bekleyip üzerime koşacak olan altı tane izbandut'u süzerek, iyi mi ettim kötü mü ettim bian korkmadım değil. Yapacak birşey yoktu. Emir'i gerçekleştirmek için son bir komut kalmıştı. 'Bismillahirrahmanirrahim' deyip kendimi sıkarak son komutu verdim. "SARIIILLLL !!!" Altı kişi aynı anda yerlerinden depar'a kalkıp, üzerime doğru koşarken kendimi sıka bildiğim kadar sıkarak gözlerimi yumdum. Önden fırlayan Ömer Amcam ensemden tutup sıkıca göğüsüne basarken, başıma tek tek konulan öpücüklerin ardı arkası kesilmiyordu. Özlediğim şey buydu ! Gerçek anne ve babamı tanımadan göçüp gitmişlerdi. Alnına Şehitlik yazılan Aksakallı Dede'nin kızı olarak, Türk bir ailenin ferdi olarak, Müslüman olarak dünyaya gelmek benim için en büyük ayrıcalıktı. Rabbim'in hediyeleri bununla sınırlı kalmamış, annemi babamı katına aldıktan sonra ömrümün sonuna kadar verebileceği en büyük hediye'yi vermişti. Beni dünyanın en güvenli kolları olan Koray Amcam'a, Oğuz Amcam'a, Bora Amcam'a, Sinan Amcam'a, Ömer Amcam'a, Samed Amcam'a, Kenan Amcam'a emanet etmiş ve en eşsiz, en anlayışlı, en cesur, en mert, en fedakâr, düşmanına karşı en psikopat olan babasına; Karabasan'a evlat etmişti.Hepsi birbirinden değerli, birbirinden eşsizdi benim için. Herkes karşıma dizilip yüzüme bakarken, benim gözlerim içlerine en çok yakışan Alfa'yı arıyordu. Yoktu ! Çıkacak, buğulu kalın sesi ile; 'Geldim GökGözlü Aybalam' diyecek diyordum ama olmuyordu. Onlar'ın karşısında bu duruma ne kadar düşmek istemesemde, onun eksikliği, mutlulukla başladığım göz yaşlarını hüzne çevirmişti. Aybalası'nın Gök Mavisi gözleri rüyalarıyla çağırdığı Babası'nı arıyordu ama... YOKTU !!! SON...
|
0% |