@batingam
|
ZÜMRA'DAN... Sabah kalkıp herzamanki gibi çocuğunuzu okula, eşinizi işe yolcediyorsunuz. Önceki günün yorgunluğu sinirlerinize kadar işlemiştir. Kahvaltı masasını alelacele toplayıp kahvenizi yaparak zigon sehpaya yerleştiriyor, televizyon karşısına geçerek çıkan ilk kanalı yorguluğun verdiği saflıkla ne izlediğinizi bilmeden seyrediyorsunuz. Elinizde kahve fincanı ile tam başınız düşecekken kapınız çalıyor. 'Hayırdır inşAllah !' Kötü birşey olacağı aklına gelmesede Aysel Abla gibi imanlı bir bayanın vereceği ilk tepki budur değil mi ? 'Hayırdır inşAllah ! !' Uykunuz açılıyor kapı dürbününden bakmaya gerek duymadan açıyorsunuz. Karşı karşıya geldiğiniz dehşet adranalin patlamasına sebep oluyor, kapıyı kapatmayı dâhi akıl edemiyorsunuz. Hızlanan kalp, tutulan dil, irileşen gözler ve sonuna kadar açılan ağız ile karşınızdan gelen tek bir kelimeyi bekliyorsunuzdur. Siyahlara bürünmüş, tam teçhizatlı, korkunç maskeli bir varlıktan ince, tatlı bir bayan sesi çıkıyor. "Sizi almamız emredildi ! Bizimle gelebilir misiniz Aysel Hanım?" "Siz kimsiniz ? Nereye götüreceksiniz beni ?" desenenizde o dehşete karşı kalbiniz nedensizce yumuşuyor. Karşısındaki karanlık böyle sorunun geleceğini bildiği için hazırlıklı gelmiştir. "Milli İstihbarat Teşkilatı. Korkmanıza gerek yok. Lütfen çıkalım." O varlık o teçhizatla kapınıza dayanmışsa bir ev hanımı olarak söylediklerini yapmaktan başka seçeneğiniz yoktur. Kimlik sormayı, belki anahtarı almayı dâhi akıl edemez, rica bile edilse gitmek zorunda hissedersiniz. Siyah bir minibüse bindirilirsiniz ve gözleriniz bağlanır. Duâ etmekten başka hiçbir çareniz kalmamıştır. Hilâl'in annesi Aysel Abla'nın düştüğü durum tamda buydu. Yanında onun için canını verecek kocasının olduğunu bilsede elleri titriyor, dudakları sessizce ne olduğunu bilmediğim Esmâ'yı zikrediyordu. "Masaya oturtun Kızıl !" Rahman'ın kalın sesi ile irkilen karı-koca gözlerinin bağlı olmasına aldırmadan sesin geldiği yöne, arkalarına baktılar. "Ne... Ne yapacaksınız bize ?" 170 boylarında, tepesindeki saçları tamamen dökülmüş baba, can yoldaşının elini tutup titreyen sesi ile sormuştu bu sorusunu. "Korkulacak birşey yok Ergün Abi. Lütfen masaya oturun." Asel, Aysel Ablanın; Ülkü, Ergün beyin koluna girip masaya oturttular. Rahman masanın başına yerleştikden sonra bana döndü; "Zümra hanım siz sağıma, Gülçin Hanım, Kübra Hanım sizde Zümra Hanımın yanına oturun lütfen." 'Zümra Hanım ! Seni yerim ben yer ! 'Hanım'mış... Iyyy...' O an, o maskenin arkasındaki helâlime o kadar olamayıp, o kadar insanın içinde sarılmamak çekindim. canım kaynamıştı ki; Kendime hakim için bir süre yanına yaklaşmaktan Gülçin, Karabasan'ın yanındaki koltuğu boş bırakıp diğerine geçti. Kendimden emin olup yerime geçtikten sonra, Rahman kardeşlerine dönüp masayı gösterdi. "Beyler sizde geçin." Kara Muhafızlar yerlerini alırken Asel Ergün beyin arkasına, Ülkü Aysel Ablanın arkasında durup bekledi. Ergün Abi, Aysel Abla. Gözleriniz açıldıktan sonra karşılaşacağınız manzara sizi gerebilir. Bilinki biz dostuz ve sizin iyiliğiniz için buradayız." deyip bir süre bekledi. "Hazır mısınız ?" Biraz daha beklerlerse Aysel Ablanın masaya yığılacağından şüphem yoktu. Zaten gergin olan kadın Rahman'ın her kelimesinde dahada geriliyordu. Peşpeşe yutkunan Ergün Bey derin bir nefes alıp cevap verdi. "Hazırız !" Asel ve Ülkü'ye işaret veren Rahman ellerini masanın üzerine koyup bizimle birlikte olacakları beklemeye başladı. Ergün Beyin göz bandı çözüldüğünde gözgöze geldiği ilk kişi Karabasandı. Panikle geriye doğru sendeleyen Ergün beyin ilk kavradığı yine eşinin eli olmuştu. "Abi korkma lütfen !" Karabasan'ın konuşmasına aldırmayan Ergün bey, Eşinin bana bakıp şaşkınlıkla; "Zümra hanıımm! " demesiyle, Karabasan dan zorla çektiği gözlerini bana çevirdi. "Zümra Hanım, Şûra'nın annesi bey !" Onları sakinleştirmek bana düşmüştü. "Aysel Abla sakin olun ! Hepimiz Hilâl için buradayız." "Hilâl mi ? Hilâlimle ne alakası var ?" Gözlerindeki korku, sesindeki heyecan arttığında zaman kaybetmeden; "Sakın korkmayın Hilâl çok iyi ve burada." deyip başımı uzatarak Kübra'ya baktım. "Kübra, Hilâl ve Şûra'yı çağırır mısın ?" Sanki bunu bekliyormuş gibi ayağa fırlayan Kübra, heyecanla dinlenme odasına geçti. "Siz gerçekten onlar mısınız ?" Bu beklenmedik soru hepimizin Ergün Beye bakmasına sebep oldu. Karabasan; "Evet biziz Abi. Kara Muhafızlar." "Kara Muhafızlar'ın neredeyse tamamı Suriye'deki bombardımanda Şehit oldu." "Siz öyle bilin istedik. Biz hayattayız. İnşAllah Şehitlikte nasip olur." Bu cümle ister istemez yutkunmama sebep olmuş; 'Amin' demekten çekinmiştim. Ergün Bey tamamen sakinleşmiş, korkuyla bakan gözleri gururla, dolu dolu bakmaya başlamıştı. "Karabasan !" "Efendim Abi !" "Sana sarıla bilir miyim aslanım ?" Ayağa kalkan Rahman kollarını açıp beklemeye başladı. "Tabi Abi !" Rahman'ın omuzlarına gelen Ergün Bey'in sıkı sıkıya sarılması benimde gururumu okşamış, sıcak bir gülümseme ile seyretmeme sebep olmuştu. 'Benim kocam !' "Anneee, Babaaa !" Hilâl'in sesi ile Annesi, koltuğundan fırlayarak, babası Rahman'ın kolundan ayrılarak Hilâl'in yanına koşup, ikisi iki yandan sarıldılar. "Siz ne geziyorsunuz burada ?" "Bizide aldılar kızım. Neden geldiğimiz şimdi anlaşılacak." Yanında Hilâl'e yer açmak için koltuğunu Ergün Bey'in koltuğuna yaklaştıran Rahman açılan yeri gösterdi. "Cesur Meleğimizi buraya getirin." Hilâl'in arkasından ittiren Şûra, arkadaşını masadaki yerine yerleştirip neler olacağını beklemeye koyuldu. 'Gülsem mi gülmesem mi ?' diyen yüzü, sıcacık, merakla neler olacağını bekleyen ve etrafı kızaran gözleri kızımın ne denli heyecanlı olduğunu gösteriyordu. Gözgöze geldiğimizde ilk yaptığım şey kimseye göstermeden öpücük atmak olmuştu. Kaşlarını kırıştırıp, dudağını ısırarak olduğu yerde yaylanırken, masadakileri eli ile gösteren babası söze girdi. "Ergün Abi, Aysel Abla ! Bunlar benim yol arkadaşlarım, arkadaşdan da öte kardeşlerim; Gölge, Alıcı, Kartal, C4, Çoban, Hayalet ve Kuyucu." Yanıbaşında, Hilâl'in arkasındaki Şûra'yı gösterip; "Kard..." deyip durdu ve bir süre sessiz kaldıktan sonra devam etti. "Şûra ve Zümra hanımı tanıyorsunuz zaten." 'Kurban olurum seni yaradana ben ! Rol icâbı da olsa Şûra'ya 'Kardeşim' diyemedi.' "Şûra'nın, Hilâl'in en güvendiği ve en sevdiği arkadaşı olduğunu bildiğimiz için onuda getirdik. Keza, Zümra ve Kübra hanımı da hem Şûra'nın annesi, hemde Psikiyatrist oldukları için tercih ettik. Bunların hepsini Hilâl'in güvende olduğunu hissetmesi için yaptık. En önemliside; Zümra ve Kübra hanım, Türkiye'de sayılı beyin cerrahlarından olan Gülçin Hanım'ın en iyi iki arkadaşı." deyip elinin altındaki dosyaları ve cd'leri Gülçin'e götürmesi için Serpil'e verdi. Serpil dosyaları ve açık olan laptob'u Gülçin'in önüne koyup tekrar Rahman'ın arkasına geçerken, Gülçin tüm dikkati ile dosyaları incelemeye başlamış, ara ara Hilâl'in güleç yüzüne bakmayıda ihmal etmiyordu. Masaya sessizlik hakim olurken tüm gözler Gülçin'in gözlerine, tüm kulaklar ağızından çıkacak olan kelimeye odaklanmıştı. Dosyaları kenara iten genç beyin cerrahı, cd'lerden birini çıkardığı sürücüye yerleştirip dosyanın açılmasını bekledi. Gözlerini ekrandan çekip, sessizce onu seyreden Karanlık varlıklara ve masada konuşmasını bekleyen diğerlerine çevirdi. "Benden bir açıklama yapmamı bekliyorsunuz ama bu görüntüleri ölçeklendirip daha net birşey söylemem için kendi bilgisayarıma..." derken araya giren Serpil oldu. "Meddix View, Softdata ve GenoTıp programları yüklendi. Kullanıcı adınızı ve şifrenizi yazarak giriş yapabilirsiniz." Rahman'ın çatık kaşlı maskesinden anlaşılmasada, arkasındaki Serpil'e başını çevirip bakması takdir ettiğinin göstergesiydi. Bu durumdan Gülçin de etkilenmişti. "Pek... Peki o zaman." Rahman; "Siz ona bakın Gülçin Hanım. Bizim Ergün Abi ile konuşmamız dikkatinizi bozar mı ?" "Yok rahatsız etmezsiniz." Gülçin'in cevabından sonra koltuğunu Ergün Bey'e çeviren Rahman; "Ergün Abi ! Bu ameliyatın yapılması için ne kadara ihtiyacımız vardı ?" diye sordu. "Hilâl'in ameliyatı mı ? Biz bunun için mi buradayız ?" "Evet onun için buradayız. Hilâl bizden birine çok büyük bir iyilik yaptı. Bunun karşılığını vermek istiyoruz." "Olmaz öyle şe..." "Ergün bey ! Burada Komutan benim ne olur ne olmaz buna ben karar veririm. Şimdi sadece ihtiyacınız olan parayı söyleyin." "Beş... Beşyüz bin dolar." "Yani; 4 milyon 150 bin Türk lirasına ihtiyaç var." diyen Karabasan koltuğunu tekrar masaya çevirip; "Muhafızlar !" dediğinde ayakta olan Afgan Gülleri'nin aniden esas duruşa geçmesi beni bile sıçratmıştı. Masada oturan Kara Muhafızlar duruşlarını dikleştirip dikkatlerini Alfa'larına verdiğinde devam etti. "Benden 2 milyon ! Bunu Dörtmilyonyüzellibine tamamlayın." '2 milyon mu ? Sen nereden buldun bu kadar parayı be adam ?' Koray; "Üçyüzbin benden !" Kartal; "Üçyüzellibin !" Hayalet; "İkiyüzellibin !" Çoban; "Yüzellibin !" Kuyucu; "İkiyüzbin !" Alıcı; "İkiyüzbin !" C4; "Üçyüzbin !" Afgan Gülleri ve Serpil de verebilecekleri miktarı söylediklerinde Rahman söze girdi. "Eveett Hilâl hanım." deyip Hilâl'e baktığında bir çift yaşlı göz ile karşılaştı. "Ama olmaz böyle ! Neden ağlıyorsun ?" "Ben kabul etmiyorum. Bu mesleği yapıpta bütün birikimlerinizi bana fedâ etmenizi kabul etmiyorum. Olmaz !" Tüm bedeni ile Hilâl'e dönen Karabasan tekerlekli sandalyenin kollarından tutup kendine çevirdi. "Bir; bizim işimiz parası için yapılacak bir iş değil. İki; biz zaten bu parayı harcayamadığımız için hesabımızda birikiyor." Boncuk gözleri dolu dolu başını ikinyana sallayan Hilâl kabul etmemekte kararlıydı. "O sizin çocuklarınızın rıskı." dediğinde Rahman'ın elini cam masaya vurmasıyla Muhafızlar hariç herkes sıçradı. Hilâl boncuklarını Karabasanın kızıllarında, Karabasan da kızıllarını Hilâl'in boncuklarından çekmiyordu. Sinirli ama kısık sesi ile başını çevirmeden Koray'a seslendi. "Gölgee!!!" Koray ne yapacağını anlayıp kurşun grisi gözlerini Hilâl'e çevirdi. "İsra Suresi otuzuncu Ayet; İnne rabbeke yebsutu-rrizka limen yeşâu veyakdir innehu kâne bi'ibâdihi ḣabîran basîrâ... Doğrusu Rabbin dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de az verir. Şüphesiz O, kullarının durumunu en iyi bilen ve onları hakkıyle görendir." diyerek sekiz bedenin tek beyinde toplandığını birkez daha ıspatladı. Eşim olduğu halde, bu gibi durumlarda 'Zümra!' dediğinde nasıl bir cevap isteyeceğini kestirmemin imkânı yoktu. Koray, Ayet'i okurken bile gözlerini Hilâl'den çekmeyen Karabasan; "SadakAllhülazim..." deyip, Hilâl'in konuşmasına izin vermeden devam etti. "Ne diyor Rabbimiz, Hilâl; 'Şüphesiz o, kullarının durumunu en iyi bilen ve onları hakkıyla görendir.' Rabbim seni gördü ve biz aciz kullarını bir şekilde sana gönderdi. Bizim çocuklarımızın rıskına Rabbimiz kefil olmuş." deyip yönünü tekrar masaya döndü. "Gökçen Hanım söz sizde." Gökçen Ayet'in okunduğunda gözlerini ekrandan çekmiş, dönen muhabbeti hayranlıkla dinlemeye başlamıştı. Karabasan'ın ismini söylemesiyle takındığı tebessümden kendisini kurtarıp, ciddi bir hâl alarak; "Söylendiği gibi! Bu ameliyat burada olmaz. Ama elimden gelenin en iyisini yaparım." dedi. Karabasan; "Senden Amerika'ya olan yolculuğunda Hilâl'e refakat etmeni isteyeceğiz. Kabul eder misin?" Hilâl'e bakan Gökçen'in yüzü tekrar gül açmaya başladı. "Seve seve ! Çok mutlu olurum." Ergün bey ve Aysel Abla'nın gözlerindeki mutluluk ve birbirlerine kenetlenen ellerindeki sıcaklık görülmeye değerdi. Ergün Bey; "Bu yaşananlar cidden yaşanıyor mu? Eğer yaşanmıyorda rüya ise bu beni çok üzer. Bunu bir kaç defa tecrübe ettim." Gülçin; "Gerçek Ergün bey! Buna ben kefilim." "Tamam o zaman!" diyen mükemmel kocam etrafına komutlar yağdırmaya başlamıştı. "Kızılİnci araç ayarlayıp Hilâl'i ve Anne-Babamızı evine bıraktırın. Serpil; Hilâl ve Gülçin Hanım'ın biletlerini al. Afgan Gülleri ve Kara Muhafızlar; en kısa zamanda bankaya gidip söz verdiğiniz miktarları Serpil'in verdiği İban'a atın." deyip ayağa kalkarken; "Hesabıma göre 4 milyon 300 bin var elimizde." diyen Hilâl'in bu çıkışı ile sandalyesinin önüne çömelip, Hilâl'in pamuk ellerini eldivenli ellerinin arasına aldı. "Yüz elli bin fazla çıktı değil mi?" deyip bir süre düşündü. "Bak ne yapalım biliyo musun ? Gülçin Ablan seni oradaki en büyük alışveriş merkezine götürsün. Burada gördüğün herkese hediyeler al." dediğinde Koray söze girdi. "Hilâl bana Philadelphia Peyniri al." Bütün başlar Koray'a çevrilirken bir süre sessizlik oldu. Koray şaşkınca onu seyredenlere hiçbirşey yokmuş gibi tek tek bakarken, sıra hemen yanındaki Oğuz'a geldiğinde konuştu. "Ne oldu oğlum ne istedim ki ?" Oğuz; "Nerede gördün la sen Philadelphia peynirini ?" Oğuz'un bu sorusundan sonra sessiz kalan masayı kahkahalar doldurmuştu. Espri; yapan kişi güldüğünde güzel oluyordu ama; yapan kişi çatık kaşlı, korkunç bir maskenin arkasındaysa kahkahaya boğuyordu. Birde bu espri Tim'in doğal komiği Koray'a yapıldıysa sadece anlık değil, işte, manavda, markette, her aklınıza geldiğinde sesli bir şekilde kıkırdamanıza sebep oluyordu. 'Bu ortamı tekrar nasip eden Rabbim'e sonsuz şükürler olsun.' Hilâl ve ailesi hayatta belki birkez yaşayacakları sevinçle birlikte yolcedilmiş, kocaman bir aile masada başbaşa kalmıştık. En son içeri giren Şûra'nın hüngür hüngür ağlayarak Rahman'a koşması biranlık bir paniğe sebep olmuştu. Şûra'nın; beline sardığı sıkı kollarını çözmeye çalışan Rahman; "Şûra n'oluyor kızım? Deyip maskesini çıkardı. " Bi bak bana n'oldu?" Deniz gözlerini babasına kaldıran Şûra; "Bilmiyorum baba ! Ne diyeceğimi bilmiyorum. İçimdeki sizi nasıl tarif edeceğimi, minnetimi nasıl göstereceğimi bilmiyorum. Siz yeryüzünde, üzerine etten beden giydirilmiş meleksiniz." İpek saçlara dudağını bastıran Rahman; "Bizi bu iyiliğe vekil kılan Rabbime şükürler olsun." deyip Timine döndü. "Maskeleri çıkartında Gülçin Hanım yakından tanısın artık beyler." Afgan Gülleri dahil herkes maskesini çıkartıp tek tek isimlerini söylerken sıra Koray'a geldi. "Bende Koray kardeşim. Tim'in Gölgesi." Mahcupça Koray'ın yüzüne bakan Gülçin; "Çok özür dilerim. Lütfen kusura bakmayın tava için." deyip gözlerini çekerken gülmemek için kendini zor tuttuğu rahatlıkla anlaşılıyordu. "Önemli değil kardeş. Kenandan alacağım olsun da !!! Ben şunu merak ediyorum. Sana, beni Kenan olarak gösteren kimdi?" dediğinde Oğuz yavaş yavaş yanından uzaklaşmaya başlaması Koray'ın dikkatini çekmeye yetmişti. "Zaten başkası olamaz. Senin ağızına s..." diyecekken, ağızına kapanan Kübra'nın eli ile yarıda kaldı. Masada bütün bunlar yaşanırken gözüm arka tarafta Rahman ve karşısında esas duruşta bekleyen, deşifre olma ihtimâline karşı bütün sohbet boyunca aşağıdan yukarı çıkmayan Haydar Ali'ye takıldı. Rahman bir komutan değilde, abi edası ile yaklaşmasına rağmen Haydar Ali esas duruşunu bozmamakta kararlıydı. Gülçin; "Kendimi nasıl affettirebilirim?" deyip hınzırca Kenan'a baktı. Kenan'ın kaşlarını kaldırarak engel olmaya çalışmasına aldırmadan; "Kenan'ın cezasını hemen şimdi siz verin." dedi. Koray; "Buna sen dayanabilir misin? Bak uyarıyorum; çok acı çekersin ama durmayız. Ne istediğine dikkat et." "Dayanırım! Benim üç yılı aşkındır neler çektiğimi bir ben bilirim." "Peki!" diyen Koray, gözlerini hâla Ali ile sohbet etmekte olan Rahman'a çevirdi. "Rahman sen ne diyorsun ?" Ali'yi kolun altına alan Alfa; "Neye ne diyorum?" Koray; "Gülçin bacı Kenan'ı siz cezalandırın diyo ." Rahman; "Haketti bence." dediğinde Gülçinle gözgöze gelen Kenan başını yana yatırıp, 'Sen ne istediğinin farkında bile değilsin!' der gibi salladı. Koray; "Kardeş ben Oğuzdan da şikayetçiyim. Aynı cezayı o da alsın." Başını aniden Koray'a çeviren Oğuz; "Ben senin Kenan olduğunu söyledim, Rahman'da Gülçin Bacı'ya nasıl vuracağını tarif edip pusuyu destekledi." "Normalde Korhan Albay ile Orhan Albay burada olsa Rahman da ceza alırdı. Buranın en rütbelisi o olduğu için ona ceza yok hacı. O burada cezayı uygulayıcı pozisyonda brolar." diyen Koray'ın yüzündeki keyif buradaki hiç kimsede yoktu. Koray'a bakıp gözlerini kısan Rahman; "Sen hâla bu sıfatları kullanmaktan vazgeçmedin mi Koray? Oğlum üç yılı geçti lan.Kings, kanks, bro; bunlar nedir büyü artık." deyip Haydar Ali'ye döndü. "Ali spor salonundan alabildiğin kadar ağırlık al buraya gel." Haydar Ali; "Emredersiniz komutanım!" deyip merdivenlerden inerken arkasından bakakalan Gülçin, şaşkın bakışlarını Rahman'a çevirdi. "Ağırlık mı kaldıracaklar, ceza ne ?" Rahman; "Havuz!" dediğinde Gülçin'in gözleri parlamıştı. "Oooo havuza mı atacağız ? En sevdiğimden." 'Ah be deli kız! Kimi sevdiğinden, neyi sevdiğinden haberin bile yok.' Rahman; "Seversin seversin! Kendi gözlerinle gör bakalım; kocan olacak adam ne çilelerden geçti." Gülçin; "En fazla ne olabilir ki? Su bu yani; dillere destan olan Muhafızlar onlar. Yüzmeyi biliyorlardır galiba?" Rahman; "Biliyordur değil mi?" deyip Gülçin'e bir adım daha yaklaşarak devam etti. "Biz eğitim alırken; bak eğitim diyorum ceza değil. Eğer biz eğitim alırken annemiz-babamız yanımız olup bizi izleseydiler emin ol kahırlarından kalpleri dayanmaz ölürdüler. Ama yapacak birşey yok. Söz ağızdan çıktı." deyip kapıyı gösterdi. "Haydi bakalım beyler! Havuza." Herkes bir bir odadan ayrılırken Kenan'ın, Gülçin'in önünden geçip, gözlerine bakarak; 'Ne istediğinin farkında bile değilsin Gülüm' demesi Gülçin'in birkez daha hınzırca gülmesine neden oldu. 'Gül bakalım Gülçin Hanım.' Herkesin çıktığını gören Kübra, Gülçin'in kolundan tutup arkaya çekti. "Sen manyak mısın kız? Tanıyor musun onları? O melek yüzlerin, tatlı gülüşlerin onlara ait olduğunu mu sanıyorsun? Kızım onlar çift kişiliğe sahip. Bu gördüklerin Kara Muhafızlar değil. Allah seni ne yapmasın Gülçin." Kübra Muhafızların peşinden giderken, Gülçin bu kez benim yanıma yaklaştı. "Zümra ne diyor bu manyak?" "Yapacak birşey kalmadı Gülçin." Otomatik kapının açılmasını bekleyip dışarı çıktım. Kapı kapanmadan, arkamda gördüğüm son şey Gülçin'in düşünceli bakışlarıydı. Dış kapıdan çıkıp yüz metre kadar yürüdüğümüz de yapımı yeni biten, içini çokta merak ettiğim ek binanın kapısına gelmiştik. Önden gidip anahtarı çıkaran Serpil, Kara Muhafızlar daha kapıya varmadan demir parmaklıkları arkadan kalın cam ile destekleyen kapıyı açtı. Tam onda Gülçin yetişmiş, yanıma yaklaşmıştı. "Zümra lütfen söyle. Ağır bir ceza mı bu?" Gözlerine baktığımda daha önceden defalarca çektiğim belirsizliği görmüş, haline acımıştım. "Merak etme canım. Onlar için çok kötü değil." "E o zaman neden Kübra öyle söyledi?" "Senin için!" Gülçin karşılık verecekti ki; açılan ikinci kapı ile dev havuzun masmavi suları ile karşılaşmamız susmasına neden oldu. Babamın daha önceden anlatmasına göre bu üç katlı dev bina; Milli İstihbarat Teşkilatın'a, Muhafızlar için yapılan eğitim binasıydı. Giriş kapısında geçtikten sonra aşağı inen merdivenleri adımlayıp sol tarafımıza, eksiksiz makinaları ve istasyonlarıyla fitness salonu düşerken, sağ tarafımızdaki siyah filmli cam kapıyı açtığımızda bu mükemmel havuzla karşılaştık. Fitness salonundaki yeni döşemelerin ve aletlerin, mide bulandırıcı naylonumsu kokusundan, kapalı havuzun iç açıcı havası çekip almıştı bizi. Neredeyse yüz metreye elli metre uzunluğundaki havuzun, sağ tarafının büyük bir kısmının buzlu cam ile kaplı olduğunu gördük. Başımızı oldukça yüksekte olan tavana kaldırıp gubbe şeklindeki düzinelerce ışıklandırmayı görünce buranın tek aydınlatma malzemesinin camlar olmadığını farkettim. Zemindeki tahtadan döşeme ve bu döşemenin iç ferahlatan parfümsü kokusu;' Tahtanın cinsinden mi yoksa kullanılan temizlik malzemesinden mi kaynaklandığını merak etmeme sebep olmuştu. Bu geniş alanın sadece havuzdan ibaret olmadığını biraz daha yaklaşıp hedefleri gördüğümde farkettim. 'Havuzda belli bir süre yüzdükten sonra çıkıp hedefe ateş ediyorlar!' Evet benim tek düşündüğüm buydu. Yıllarca Afgan Güllerinden eğitim almıştım ama; böyle bir atış müfredatı aklıma bile gelmemişti. Sol tarafımızda peşpeşe sallanan kalın halatlar tavanın en yüksek kısmındaki demire bağlanmıştı. Zehra Komiserin; 'Abla Kara Muhafızlar kayaya öyle bir tırmandı ki örümcek adam halt etmiş.' demesini şimdi anlaya biliyordum. "Serpil kaç metre burasının derinliği?" "Dört metre komutanım!" Rahman eğilip elini suya vurduğunda kapının açılması ile hepimiz o yöne döndük. "Eh be oğlum! Sakat edeceksin kendini. Hepsini neden yükleniyorsun?" diyen Koray yardım için Haydar Ali'ye doğru hızlı adımlarla ilerledi. "Bişey olmaz komutanım iyim ben." Rahman; "Teşekkür ederiz koçum." Oğuz; "Koynumuzda yılan beslemişiz. Zibidi seni." Oğuzdan gözlerini kaçıran Ali herzamanki gibi kafilenin arkasındaki yerini aldı. Gülçin; "Bi dakka! O ağırlıkları ne yapacaksınız." deyip öne atıldığında Koray'ın uyarısı ile olduğu yerde kaldı. "Sen istedin biz cezalandırıyoruz. Bundan sonrasına karışmıyorsun Hoca Hanım." Hücum yeleğinde bulunan plastik kelepçeleri çıkaran Koray iki tane bar'ı Kenan'ın ayaklarına bağlarken Kenan'ın üzgün gözleri bir saniye olsun gülünden ayrılmıyordu. Aynı şekilde Oğuz'unda ayaklarına bar bağlandıktan sonra, Koray'ın ayağa kalkıp boyunlarınada dambılları bağladığını gördüğümüzde yavaş yavaş nefesimizi tutmaya başladık. "Yuh artık! Bu kadarı çok fazla!" Koray'ın çatık kaşları ile karşılaşan Gülçin kollarını göğüsünde bağlayıp geri çekildi. Boyunlarına dambıl bağlanan, başlarına neler geleceğini bilen Muhafızlar ellerini arkasında birleştirdi. Bir kelepçede kollarına vuran Koray'ın 'Sağlam mı, değil mi?' diye eli ile kontrol etmesi cezada ne denli vicdansız olduklarını gösteriyordu. Oğuz ve Kenan'ın vucutları ağırlıklarla kaplanmış, kollarına ters kelepçe vurulup ayakları bağlanmıştı. "Hazır mı Koray?" diyen Rahman havuz'un sıfır noktasına gelip Kenan ve Oğuz'a döndüğünde yanıma yaklaşan Şûra oldu. "Anne, babam bunu gerçekten yapacak mı?" "Yapacak galiba bitanem." "Anne çok korkuyorum." "Korkma yavrum. O kardeşlerinin zararına birşey yapar mı?" Rahman'ın sesi duyulduğunda fısıltılı sohbetimizi bitirip ona döndük. "Derinlik dört metre. Disiplin kurallarını biliyorsunuz." deyip kenara çekilen zalim koca herkesin yüreğini ağızına getirecek o komutu verdi. "DALLL !!!" Oğuz, psikopatça attığı gülümsemesi ile; Kenan, ağızı açık korkuyla onu seyreden gülüne, dudakları okunacak şekilde 'Korkma!' demesiyle birlikte havuza atladılar. "Ya ben vazgeçtim. Yalvarırım yapmayın." Havuza bakıp tabana kadar indiklerinden emin olan Rahman, karalarını çatıp Gülçin'e baktı. "İşimize karışma kardeş! Sana; 'Emin misin? dedik;'Eminim' dedin. Bundan sonra her sesin çıkmasında cezaları daha da ağırlaşacak." Göğüsünden çözdüğü elini ağızına bastıran Gülçin'in kendinden ve bilinçsizce kurduğu 'ceza' cümlesinden tiskindiğine emindim. Başımı havuza uzattığımda; Kenan ve Oğuz atladıktan sonra kabaran dalgalar durulmuş, dört metre aşağısı pürüssüz bir şekilde görülür olmuştu. Aşağıda bir metre arayla, dik bir şekilde yanyana duran iki kardeş, masmavi suyun altına inmiş kapkara kaya gibi hareketsiz bir şekilde bekliyordu. Onların bu gibi eğitimlerini babamlardan ve Afgan Güllerinden bir çok defa dinlemişliğim vardı. Ama buna bizzat şahit olmak anlatılırken verilen hissiyatı asla vermiyordu. Onlarla birlikte üşüyor, onlarla birlikte nefesiniz daralıyordu. "Kaç dakika oldu Koray?" "Daha bir buçuk dakika oldu kardeş." Rahman; "Daha çok var. Burası adadaki havuzumuzdan küçük olmuş ama bayağı özenmişler. Serpil nerede?" "O karargaha gitti. N'olur-n'olmaz." Gözlerimi onlardan çekemiyor yaşadıklarını kanıtlayan ufacıkta olsa bir hareket bekliyordum. Arkama bakıp Gülçin'in yaşlı ve meraklı gözleri ile karşılaştığımda çok ihmal ettiğimi farketip yanına gittim. "Zümra ne yapıyorlar ? Ya iki dakika olduuu !" Biraz olsun 'moral olur' umudu ile elimi omzuna atıp'başını göğüsüme dayadım. "Korkma kuzum! Onlar kardeşlerine birşey olmasına izin verir mi ?" "Bişey olacak Zümra. Bak kocana gıcık oldum haa!" "Kocama ne gıcık oluyosun ? Sen istedin bunu." "Kaç dakika oldu Koray ?" Havuzun başında hareketsiz bir şekilde duran Rahman'ın çıkışı, Gülçin ile birlikte benimde sıçramama sebep oldu. "Üç dakika Reis!" "Daha var!" Bu süre Afgan Güllerinde de hareketlenmeye sebep oldu. Kara Muhafızlar hariç herkes korkmaya başlamıştı. "Zümra onlara bakmak istiyorum." "Tabi canım hadi yaklaşalım." Gülçin başını göğüsümden kaldırmıştı ama benim yanından uzaklaşmama müsade etmemişti. Ceza artar düşüncesi ile sesini çıkaramayan Deli Kız dişlerini sıkıp yüzüne baktı. "Ya elleride bağlı nasıl çıkacak onlar." Sinirinden kollarımın altında zıplamaya başlayan Gülçin; "Allah beni kahretsin. Allah benim cezamı versin. Ben ne yaptım ya ?" dediğinde daha sıkı sarılıp alnından öptüm. "Kaç dakika oldu Koray ?" "Altı kanka !" 'Siz nasıl bir yaratıksınız be ?' Onların ne kadat imkânsızlıkları başardıklarının çoğunu dinleyip, azına şahit olsamda; yıllardır bunun sonu gelmiyor hep yeni bir imkânsızlıklarına şahit oluyordum. Onların; 'Bunu kesinlikle yapamazlar!' diyebileceğim vasıfları yoktu. Havuzun kenarından yavaş yavaş bize yaklaşan Rahman karşımıza geçip durdu. "O; o havuzdan çıktığı anda evde sana görevde bize emanet olacak. Her sabah kahvaltısını yazırlayacaksın, yanımıza geldiğinde yüzü asık olmayacak, zayıflamayacak, her akşam kapını açtığında gülen yüzünle karşılaşacak. Öyle; 'Kariyer yapacağım çocuğa hazır değilim.' diye düşünmeyecek; Kenan'ın sitresini ne alacaksa ona 'evet' diyeceksin. Yanında cips, fındık, fıstık, salatalık, havuç yenilmesini sevmez, tüm bunların sesi psikopata bağlanmasına yeter; Bunlar sessiz bir ortamda yenilmeyecek. Gece gündüz kapıdan çıktığında Yasin-i Şerif ve Fetih suresini okuyacaksın. Eğer bunlara söz verirsen çıkmalarına izin vereceğim söz mü?" Kollarımın altından çıkan Gülçin iki elini birleştirip çenesinin altına dayadı. "Ya Allah canımı alsınki söz, Namusum şerefim üzerine söz veriyorum. Ölmüş Annemin babamın üzerine söz veriyorum. N'olur çıkartta Yasin'i Şerif, Fetih Suresi yerine fatihalarını okumayalım. Söz ekmek çarpsın söz..." "Bacım tamam sus !" diyen Koray başını Rahman'a çevirdi. "La kardeş sadece 'söz' diyecek haaa! Adamlar öldü öldü!" Tabancasını bacak kılıfından çıkartan Rahman, şarjörünü eline alıp bir tane mermi çıkarttı. "Biz sözümüzü aldık Koray. Kaç dakika oldu." Saatindeki kronometreye bakan Koray; "Sekiz dakika oldu kardeş." deyip Rahmanla birlikte havuzun hedef tahtalarının olduğu yöne yürüyerek iki metre aralıklarla durdular. "Kaç dakika oldu Koray!" Rahman bu kez bağırarak sormuştu. "Dokuzz !!!" Koray'ın cevabı biter bitmez elindeki mermiyi havuza bırakan Rahman, Kenan ve Oğuz'a bakıp bekledi. Aşağı inerken zikzaklar çizen mermi, belli bir süre sonra görülmeyecek derecede küçülmüştü. Aşağı düşen merminin işaret olduğunu Kenan ve Oğuz hareketlenmeye başladığında anlamıştım. Bacaklarını kelepçeli kollarının arasından geçiren ikili, ellerini önlerine alıp kelepçeyi koparttılar. İlk önce boyunlarındaki ağırlıkları çıkartıp attıktan sonra bacaklarındaki barlara yöneldiler. Bütün bunları yaparken dışarıya küçükte olsa kabarcık çıkmaması ve bacaklarındaki ağırlıkları çözerken üzerlerindeki bıçağı kullanmamaları dikkatimi çeken tek şeydi. Tüm ağırlıklardan kurtulan ikili suyun yüzüne çıkmadan, yılan misali kıvrılıp aksi yöne süratli bir şekilde yüzmeye başladı. Rahman; "Koray koş!" dediğinde yüzdükleri yöne doğru koşan Koray, silahını kılıfından sıyırıp Kenan ve Oğuz'u beklemeye başladı. 'Ne yapıyor bu?' Neredeyse yetmiş metre yüzmüşlerdi ki; Koray'ın silahı havuza doğrultup M6hafızlar'ın önüne ansızın ateş etmesi belki ilk defa silah sesi duyan Gülçin'in çığlık atmasına sebep olurken, suya giren mermiyi gören Muhafızların seri bir şekilde geri dönüp Rahman'a doğru yüzmelerine sebep oldu. 'Dönmeleri için işaretti bu!' "Döndüler Reis! Sendeler." 'Sendeler ???' Keskin bakışlarını havuzdan ayırmayan Rahman, silahını tekrar çıkarttığında bu kez kurmuştu. Atım'a hazır olan silah havuza doğrulduğunda; 'Bu kez neyin işareti?' diye düşünürken ateşlendi. Su altındaki yüzen kayaları gitgide büyüdüğünü gördüğümde yüzeye çıktıklarını anlayıp, neredeyse onlarla birlikte tuttuğum nefesimi serbest bıraktım; 'Sonunda!' Hızlı bir şekilde suyun yüzüne çıkan Oğuz ve Kenan'ın ellerindeki silahı ve zaman kaybetmeden nişan aldıkları yeri gördüğümde 'Hıım şimdi anladım!' diye düşünürken iki silah birer saniye arayla ateşlendi. Uzun bir sürenin ardından suyun yüzüne çıkan ikili derin derin nefes almaya başladı. Oğuz suyun yüzüne yatmış, Kenan düşünmeden göz yaşları sel olan Gülçin'e doğru inanılmaz derecede hızlı yüzerek gelmeye başlamıştı. Tüm bunlar olurken Rahman hızlı adımlarla elli metre ilerdeki hedef tahtalarına yürüyüp, bir-kaç saniye inceledikten sonra yönünü tekrar bize döndü. Islak üniformasına aldırmadab Kenan'a sarılan Gülçin, etrafının dolu olduğunu umursamadan; 'Dur Gülçin napıyorsun?' diyen Kenan'a aldırmadan nişanlısının eldivenli ellerini, yanaklarını, alnını öpücük yağmuruna tutuyordu. Rahman yanımıza geldiğinde bütün Muhafızlar onun konuşmasını bekledi. Bir Kenan'a, bir havuzun içinde merakla bekleyen Oğuz'a bakan Rahman'ın buraya geldik geleli ilk defa gülümsediğini gördüm. "Yanılmıyorsam ilk önce Oğuz'un silahı ateşlendi. Doğrumu Samed ?" "Doğrudur kardeşim." "Oğuz onbir ! Kenan..." dedikten sonra Kenan'ın yüzüne bakan Rahman devam etti. "Kenan onikiden vurmuş." Afgan Gülleri'nin ağızları açık bir şekilde; 'Bu imkânsız!' dercesine başlarını sallaması, Haydar Ali'nin gururla gülümseyip komutanlarını seyretmesi sonucun oldukça iyi olduğunu gösteriyordu. "Oğuz bir saniye önce ateş edip onbirden, sonrasında ateş eden Kenan onikiden vurdu. Kenan bir saniye geç kaldığı için; durum berabere. Tebrik ederim çok iyiydiniz." Kaşlarını çatan Gülçin, Kenan'ın yüzüne bakakalmıştı. "Nee ? Bu ceza değilmiydi ?" Kenan; "Aslında ceza değil ama sevmediğimiz eğitim olduğu için ceza olarak düşünebilirsin." "Peki neden bu kadar moralin bozuldu." Kenan'ın verdiği cevap herbirimizi etkilemişti. "Sen ağlayacaksın diye." Yüzü ağlamaklı olan Gülçi, elini Kenan'ın ıslak yanağına atıp gözlerine bakakaldı. Kenan ne kadar belli etmemeye çalışsada Gülçin'in yakınlaşmasından utanıyor, her seferinde kendini geri çekmeye çabalıyordu. Kenan da her birisi gibi tertemiz bir kalbe, dupduru bir düşünceye sahipti. "Siz nasıl bu kadar uzun süre kalabildiniz ? Neredeyse oniki dakika nefessiz kaldınız. Bu insan bünyesine aykırı birşey." Kenan; "Bizim değil; sizin bünyenize aykırı birşey. Normalde iki dakika daha kalabilirdik. Bu süre adadayken daha uzundu. Brezilyalı balıkçılar onsekiz dakika kalabiliyor. Bizde oksijen taşıyan kırmızı kan hücreleri sizinkilerden bir hayli fazla. Buda egzersiz ve antremandan kaynaklanıyor. Siz gece yatmadan önce suyunuzu içip yatarken, biz nefes egzersizi yapıyoruz. Başımıza ne zaman nerede ne geleceğini kestiremediğimiz için herşeye hazırlıklı olmalıyız." Kapının hızlı bir şekilde açılmasıyla yönümüzü o tarafa döndüğümüzde Serpil'in koşarak geldiğini gördük. "Komutanım! Özel konuşabilir miyiz ?" Mermi yatağını boşaltan Rahman, silahı kılıfına yerleştirip Serpil'ün yanına gitti. Serpil hararetli bir şekilde birşeyler anlatırken Rahman başını dahi sallamıyor, put gibi dinliyordu. Güzel Muhafız ne söyledi bilinmez ama Rahman'ın tepkisinden koltuğu titreyen çenesinden belli oluyordu. Son kelimeden sonra bir süre Serpil'in gözlerine bakan Rahman, olabildiğince hızlı bir şekilde kapıya doğru koşmaya başladı. Bu gören Kara Muhafızlar ve Afgan Gülleri çoktan onu takip etmeye koyulmuştu bile. "MUHAFIZLAR TAM TEÇHİZAT BEŞ DAKİKA... SERPİL, KARAŞAHİN. HEMEN HEMEN HEMEN !!!" diye haykırarak çırpınan kalbimi arkasında bırakıp kapıdan çıktı. YUSUF'DAN... Ağrıyan bel, samandan kaşınan sırt ve yorgunluktan kapanan bir çift göz. Bazen; 'Askerliği unutuyor muyum acaba ?' diye soru geliyor aklıma. Ahırın altını sürmek, yem vermek, saman istiflemek. Bütün bunlar sırtında otuz kilogram yükle intikal etmekten daha mı zor? Neden yoruluyorum? Aklıma, Tibet Binbaşı'nın; 'Kondisyonunuzu sağlam tutun; heran herşey olabilir.' dediği gelsede, söylediklerini harfiyen yaptığım, kondisyonum sağlam olduğu için umursamıyorum. 'Değişiyor muyuz acaba?' Vücudymuzun, bünyemizin değişip değişmediğini bilemem ama; Kayhan'ın manevi yönden değiştiği kesindi. Ağızımdan küfür eksik olmayan, çok konuşan, saçma sapan bilim kurgu filmlerine bakan Kayhan gitti; yerine namazında-niyazında, ağızından zikir eksik olmayan Kayhan geldi. Kayhan'a dokunam manevi el ne, nasıl dokundu? Türkmen dağında güneşin yarısı batmış, yarısı turuncu halkasıyla kucak açıyordu. Güzel kokulu esintisi, güneş ışığından yorulan gözlerime şifa olan gölgesi bedenimi sarmıştı. Oturduğum ahşap bank, yorgunluğun etkisi ile makam koltuğundan farksızdı. "Selamun Aleyküm!" Sırtıma dokunan el, teri tişörtüme yaydığında ferahlatan bir serinlik serinlik hissetmiştim. "Aleykümselam!" "Ne düşünüyon?" "Senin nasıl bu kadar değiştiğini. Sahi; n'oldu oğlum sana? Rüyanda mı birşey gördün ?" Dirseklerini dizlerine koymuş, elinde dal parçasıyla oynarken gözü sabit bir noktada takılı kaldı. "Anlatsam inanır mısın?" "Hangi sözüne inanmadık oğlum. Anlat sen." Kayhan; "Olurda ansızın gelir diye; 'Tibet Binbaşı'nın odasını temizleyeyim.' dedim. Masanın üzerinde açık bir kitap kalmıştı. Sadece bir kıtasındaki mısraların altı özenle çizilmiş. Sadece o kıtayı okuyup düşündüğümde boğazıma bir yumru oturdu. Ne ağlaya biliyorum, nede yutkunabiliyorum." "Ne yazıyordu o kıtada aklında mı?" "Unutur muyum hiç?" diyen Kayhan acı bir tebessüm takınmıştı. "'Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onlarıBana seni gerek seni.' Tanıdığım bütün insanlar çıkarları için birşey yaparlar. Mesela bu devirde evin-araban ne kadar değerliyse senin değerinde o'dur. Bir çıkarı olmadan kimse kimseye gülmüyor. Mehmet Akif'in bir sözü var hani; 'Aldanma insanların samimiyetine!Menfaatleri gelir her şeyden önce. Vaad etmeseydi Allah cenneti;O'na bile etmezlerdi secde.' bak burada da aynı anlam var. Ya Ebu Bekir Sıddık;'Cehennemde vucudum o kadar büyüsünki cennemde ehl-i imana yer kalmasın.'" deyip cevap vermemi bekledi. Benim yaptığım tek şeyin, düşünceli bir şekilde yerdeki çakılları izlemek olduğunu görünce devam etti. "Bu güzel, seçilmiş insanların namaz kılmadakü, zekât vermedeki, oruç tutmadaki; yani ehl-i sünnet yaşamasındaki amaç cennet değilde ne Yusuf? İnsan görmediği birşeye karşışık bekşemeden nasıl bu denli bağlanır. Demek ki var kardeş birşey. Bizim yaradılışımızda bir amaç bir gaye var demek ki.Tibet Binbaşı'nın odası eski dini kitaplarla dolu. Çoğu Osmanlıca. Tevratla İncil bile okuyor." deyip ahırın üzerindeki, tepenin güney yamacına düşen, çoğu zamandır boş kalan, iki insanın ancak sığabileceği düzlüğü gösterdi. "Şuraya bak ! Ben baktım; üç gün önceki dolunayda iki saat gözümü kırpmadan oraya baktım. Her operasyondan veya tek başına gittiği görevden geldiğinde namazını orada kılar, Kuran-ı Kerim'i orada okur zikirini orada çekerdi. O varken orası hiç boş kalmazdı. Bugün sabah namazını orada kıldım." deyip gözünü tekrar o düzlüğe çevirdi. "Oğlum harbi gözlerimden yaş geldi haa." Duygulandığı, düzlüğe bakarak attığı kırgın tebessümden belli oluyordu. "Namaza başladığını duysa çok sevinirdi." Derin bir iç çeken Kayhan; "Oğlum bu adam bize ne yaptı lan ? Anamdan-babamdan çok onu özledim. Dayağını bile özledim yemin olsun." "Hayatta görüp-görebileceğimiz en kaliteli adam." Uzaklara gözü dalan Kayhan; "O değilde Aden ile Amelya'yı da aldı. Alışmıştım çocuklara." dediğinde gözümün önüne gelen esrarengiz adamlarla tekrar iki saat önce hayranlığım kabarmıştı. "Adamlardaki bakışları gördün mü?" Kayhan; "Adamların yaşı elli'yi geçmiş, boylar 185 ya var ya yok ama öyle bir bakış varki heybetleri bizim bile içimizi titretiyor. Rütbeleri Albaymış; Kutay Yüzbaşı söyledi. Birinin ismi Mete, birininki Pusat." "Mete ile Pusat Albay ! İsimlere bak?" Kayhan; "Yüzlerini neden sakladılar? Puşi sarmış sadece gözleri görünüyordu." "Karabasan yönlendirmiş. 'Karabasan'ın emanetlerini almaya geldik.' dediyse büyük ihtimal bu adamlarda Muhafızlardan." Kayhan; "Onlarda rütbe var mı ki?" "Üst düzey komutanlarda var demekki." Kayhan; "Ne yani ? Biz Kara Muhafızlar'ın komutanını mı gördük lan ?" "Valla öyle görünüyor kardeş." Kayhan; "Onu bunu boşverde. Oğlum dört yaşındaki yahudi kızı çatır çatır Ayetel Kürsi okudu lan karşımda. Ben yirmiyedi yaşımda öğrendim. O'da Tibet Baba'nın körüklemesiyle. Harbi boşa yaşamışız hayatı." Yukardan kapı çarpma sesi geldiğinde ikimizde aynı anda ayağa fırlayıp dinlemeye başladık. "ERDİNÇ BAŞÇAVUŞUM! BEŞ DAKİKAYA TAM TEÇHİZAT. !!! HADİ HADİ HADİ !!!" 2 SAAT SONRA... KAYHAN'DAN... Uzun zamandır; hatta hiç bu kadar koştuğumu hatırlamıyorum. İki saattir, dağ tepe demeden koşuyorduk. İçimize dolu dolu çektiğimiz altı derecelik hava ciğerlerimizi mermer misali sertleştirmiş, dudaklarımızı hissetmez olmuştuk. "Komutanım ! Binbaşım tam olarak ne söyledi." Derin bir soluk alan Yüzbaşı yüzümüze bakmadan konuştu. "Mete ve Pusat Albay takip edildiklerini anladıktan sonra sivilleri farklı bir dehlize saklayıp, adamları peşlerine takmış. Heran çatışmaya girebilirlermiş. Otuz-kırk kişilik grupmuş." "Yetişeceğiz komutanım sakin olun." Destek almak için büyük kaya parçasından tutan Yüzbaşı aniden durup, yılların tecrübesiyle sesindeki paniği anlayan Erdinç Başçavuş'un yüzüne baktı. Uzun uzun seyrettikden sonra birkez başını sallayıp yürümeye devam etti. "'Sıradan dağ domuzu değil, son sistem teçhizatla donatılmış profesyonel onlar. Dikkat edin !' dedi.'" Erdin Başçavuş; "Onlar kim ? Mete ve Pusat komutan kim komutanım ? Tabi gerçek isimleri buysa." "İnan bende bilmiyorum. Sadece size değil banada yüzlerini sakladılar. Tek şüphelendiğim; onların Kara Muhafızlar ile bir alakası olduğu. Binbaşı ile telefonla görüştük. Gelecek olanların ismini verip, Hannah ve çocukları onlara teslim etmemi istedi." Erdin Başçavuş; "Muhtemelen onları teslim ettiğiniz adamlar Muhafız komutanım. İçlerinden biri Karabasan olmasın." "Vücutları dinç dursada gözlerinden ellili yaşların üzerinde oldukları belli oluyordu. Karabasan'ın daha genç olduğunu düşünüyorum. Kırklarda falan." Uzaktan geldiği anlaşılan silah sesi ile aniden bize dönen Yüzbaşı'nın gözlerinde, ilk defa korkuyu görmüştüm. Bu ölmenin veya yaralanmanın korkusu değildi. "Koşun ! Allah için koşun." Her silah sesinde biraz daha hızlanırken ciğerlerimin ağızımdan dışarı dökülmesini bekliyordum. Erdinç Başçavuş; "Komutanım sakin! Yetişeceğiz." Kutay Yüzbaşı söylenene aldırmıyor, nereye bastığını umursamadan gidiyordu. "Komutanım sakin !" Erdinç Başçavuş'a kulak dahi asmayan Yüzbaşı ayağının altında olabilecek mayınlara, bir tarafımızı kopartacak kadar keskin kayalara aldırmadan koşuyordu. Daha fazla dayanamayan Erdinç Başçavuş biraz daha hızlanıp Yüzbaşı'nın omzundan bastırarak yere oturttu." "Yüzbaşım sakin ! O olsaydı böyle yapmazdı." Erdinç Başçavuş'un tepkisine şaşıran Yüzbaşı soğuktan mı, yoksa üzüntüden mi kaynaklandığını bilmediğimiz gözyaşını silip cevap verdi. "O benden sadece birşey istedi ve isterken ki ses tonunu sen duymadın Abi. Titriyordu; Tibet Binbaşı'nın ilk defa sesi titriyordu. Bu adamlar onun için çok önemli." "Bakın komutanım! Burada en önemli olan kişi biziz. Biz gidersek Albaylar gider, Albaylar giderse bu soğukta nereye sakladığını bilmediğimiz altı can gider. Şimdi kalkın ve bizi komuta edin." Başını göğe kaldırıp, çizgi halinde ki hilâle sabitleyen Yüzbaşı ayağa kalktığında daha dingin, daha soğukkanlı, daha aklı başında görünüyordu. "Adamların profesyonel olduğu seyrek atışlarından belli. Olabildiğince hızlı, olabildiğince sessiz gideceğiz." Erdinç Başçavuş gülümseyerek bakıp gururla gözlerini kırptı. Kutay Yüzbaşı; "O olsa ne derdi? ' Haydi la Haydi! Tosbalar.'" Yer yer boyumuzca olan kayalar bizi sakladığı kadar karşı gücüde saklıyordu. Bizim tek avantajımız; onlara doğru ilerleyen dört tane manyaktan haberleri olmayışıydı. Ara ara gelen silah sesleri yüz-yüzelli metre kadar uzakta olduklarını haber veriyordu. Bir kayanın arkasında mevzilenip ses dinlerken, sıradaki sıçrayacağımız kayayı gözümüze kestirip, dikkati ve tedbiri elden bırakmıyorduk. "Beyler bundan sonrasını saf halinde sürünerek gidiyoruz. Birbirinizi görecek şekilde sürünün." 'Bazen bu komutanlar Bordo Berelileri bile çocuk göre biliyor. 'Birbirinizi görerek sürünün.' demek bize ağır bir hakaretti.' Yere yatıp sürünmeye başladığımda bacağımdaki sıcak kanın akışını ve belimin rahatladığını hissetmiştim. Telsizden gelen ses ile dördümüzde aynı anda durduk. Bu bir konuşma değil mandal sesiydi. Kutay Yüzbaşı; "Kim mandalladı telsizi ?" Herkes birbirine anlamsız bir şekilde bakarken boğazdan gelen oldukça kalın bir ses telsize girdi. O sesi duyduğumda 'Tırsmadım' desem yalan olurdu. "Telsizi..." Araya giren cızırtı ile; 'Bağlantı koptu' diye düşünürken aynı ses tekrar konuştu. "Duyuyor musunuz?" Karanlıkta olsa, Kutay Yüzbaşı'nın gözündeki heyecanı görebiliyordum. "Kimsin ?" Biraz bekledikten sonra o ürküten sesten gelen cevap hayretle birbirimize bakmamıza sebep olmuştu. "Kara Muhafızlar'ın Gölgesi !" İçine düştüğümüz şoku ilk atlatan Kutay Yüzbaşı olmuştu. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak mandala bastı. "Doğru söylediğini nereden bileceğiz." "Yüzbaşı uzatma ! Düşman unsuru ile temasa geçtiyseniz ortalarına aydınlatma fişeği at." Dişlerini sıkan Yüzbaşı; "Onlardan olmadığın ne mâlum ? Dost unsur olduğu hemen ıspatla." deyip beklemeye başladı. "Bu telsizi hepiniz duyuyorsunuz değil mi ?" "Evet!" Operasyonlarda telsize sayısızca teröristin girdiğine şahit olmuştum ama bu zamana kadar beni en çok geren bu konuşma olmuştu. "Tibet'in sana verdiği 'İmam Gazali' kitabını okudun mu Yüzbaşı ? Yusuf; İrem'i aramamazlık yapmıyorsun değil mi lan ? Kayhan Astsubay; Amenerrasulü duasını tamamen ezberledin mi ? Erdinç Başçavuş; Binbaşı'nın verdiği kocakarı kremi ayağındaki mantarı azalttı mı? Şimdi hemen at şu sı*tığımın fişeğini." Karşıdaki kalın sesin tüm bunları seri bir şekilde söylemesi sadece bir kaç saniyesini almıştı. Bir şoku atlatamazken soğuktan uyuşan vücudumuzu ısıtan diğer bir şok peydah olmuştu. Nefesimizi tutup ne yapacağımızı düşünürken Kutay Yüzbaşı'nın ayağa fırlayıp koştuğunu gördük. Düşünmeden depara kalkıp onu takip ederken; Yüzbaşı tekrar telsize girdi. "Hedefe yüz metredeyim. Konumunuz nedir komutanım ?" "Atladık geliyoruz Yüzbaşı ! Acele et !" 'Atladık geliyoruz !' Kutay Yüzbaşı ile birlikte olduğumuz yere çakılmıştık. "Komutanım buraya gelen yol yok. Çatışma çoktan başladı. Siz benden aydınlatma fişeği atmamı istiyorsunuz. Ne yapacağımı şaşırdım." Bukez telsize farklı bir ses girmişti. İkiside birbirinden otoriter, ikiside birbirinden can alıcıydı. O mağaradaki Albayların onlar için ne denli önemli olduğunu, çatışmanın başladığını duyduğunda ateş püsküren o sesten anlamıştım. "Hemen yetiş ve şu flare'yi at Yüzbaşı! Karadan geldiğimizi kim söyledi sana? İrtifamız azaldı. O fişeği atmazsan seni bir şekilde bulur direkt tepene binerim." 'Ulan bu zifiride ne paraşütü ?' Yüzbaşı; "Gölge Komutanım onaylayın. Telsize giren ses sizinle mi ?" Gölge değil, aynı ses tekrar telsize girdi. "Benim... Ka..." O sesi ikinci defa duyduğumda parmaklarımın ucuna kadar uyuştuğumu hissettim. "Karabasan!" SON...
|
0% |