@batingam
|
YUSUF'dan... Hücum yeleğimize kadar vücudumuza yapıştıran sıcak havayı birden bire ince, serin bir esinti aldı. Böcek seslerinden eser kalmamış, biz buraya gelene kadar ince olan Hilâl, Türklerin öz evlatları olan Kara Muhafızlar'ın gelişini haber verircesine büyüyerek gökkubbeyi azda olsa parlatmaya başlamıştı. Birinci aydınlatma fişeği patlamasından iki dakika geçmesine rağmen, ne telsizden ses geliyordu, ne de aşağımızda bulunan köpeklerden herhangi bir atış. Geniş bir çukurdaydılar ve atış üstünlüğünün bizde olduğunun farkındaydılar. Silah seslerinin kesilmesi ile dağa yayılan ürkütücü sessizlik adamların ne denli profesyonel olduğunu gösteriyordu. 'Bekle, namlu ışığını gör ve ateş et.' Mevzi almış ateş etmemizi beklerlerken telsizin cızırdaması ile kalbim dışarıdan duyulacak şekilde hızlanmaya başladı. "Yüzbaşı !" Bu Gölgeydi. "Emredin komutanım !" Kısa bir sessizliğin ardından Gölge Komutan tekrar telsize girdi. "Çukurun batı yakasına, komutanların bulunduğu mağaranın üzerine sız ve bir aydınlatma daha at ! Kesinlikle görmeden ateş etmeyin." Kutay Yüzbaşı; "Aydınlatmadan sonra ateş desteği vermeyelim mi komutanım ?" "Vermeyin aralarındayız ! Görmeden ateş etmeyin." 'Siz nasıl bir psikopatsınız be ?' "Emredersiniz komutanım ! İki dakika sonra aydınlatma tam merkez noktada patlayacak." "İki değil, bir dakika Yüzbaşı !" "Emredersiniz komutanım." diyen Kutay Yüzbaşı bize döndü. "Bunlar ne zaman indi, hangi ara sızdı lan ?" deyip ayağından fırlayan toprağı üzerimize attırdıktan sonra doğu tarafına doğru koşmaya başladı. İyi insanların azlığından mıdır bilmem ama; bir insan küçük bir iyilik yaptığında bu iyilik medyaya yansır ve kahraman olur. Bu delilerle Cizre de karşılaşan devrem Hakan anlatıncaya kadar benim düşüncemde Kara Muhafızlar böyleydi. 'Medya'nın büyütmesi işte!' Profesyonel bir asker olan Hakan, bu karanlık adamları böyle anlatıyorsa onlar hakkında bilmediğimiz çok şey var demektir. Sadece askerlik değil hangi meslek kolunda olursan ol kesinlikle 'Oldum!' demeyeceksin. Bir askeri asker yapan zor şartlara dayanmak veya attığını vurmak değildi. Hakan'ın anlattıkları, özellikle Tibet Binbaşı'yı tanımam kendimi sorgulamama yetmişti. Evet; Temel İhtisasa girdim; evet Hayati İdame eğitimini ve Cehennem Haftasınıda başarıyla geçip hayalimdeki Bordo Bereyi taktım ama bilmediğim çok taktik, çok strateji vardı. Onların bu derece profesyonel askerlerin arasına dalga geçer gibi sessizce dalması eğitimle olacak birşey değildi. Gözlerimi, herhangi bir sızıntı olma ihtimaline karşı, yamaca sabitlerken; aklıma Çanakkale'de, esrarengiz bir şekilde kaybolan Norfolk Alayı'nın, dördüncü Taburu gelmişti. Tepeye çıkan askerlerin üzerine beyaz bir bulut çöküyor ve 267 tane ingiliz askeri arkalarında hiç bir iz bırakmadan kayboluyor. Hâşa Allah 'Ol' der, hemen oluverir ama; büyüklerimiz ve bazı tarihçilerimiz bu olayı metafiziksel bir olay olarak yorumlasada bunun mümkün olacağına hiç bir zaman inanmamışımdır. Bugün burada buna tamamiyle inandım. Arkasında iz bırakmadan iş gören insanüstü kahramanlarımız var ve olmayada devam edecek. Gözlerim karanlığa alışmış derin derin düşünürken aniden çukurda parlayan ışık ile gözümü var gücümle kapattım. 'Aydınlatma fişeği!' "Yüzbaşı ateş edecekler. Mevzi al ve kesinle çıkma." Gölge Komutanın bu emrinin ardından aniden ısınan namlular olanca hışmı ile Aydınlatmanın ateşlendiği yeri, Kutay Yüzbaşı'nın sırtını dayadığı kayayı dövüyordu. Erdinç Başçavuş; "Komutanım iyi misiniz ?" Büyük taşın arkasında gölge şeklinde de olsa Kutay Yüzbaşı'yı görebiliyorduk. "İyim Başçavuşum. Çok iyim." Silah seslerinin seyrelmeye başladığı bariz ortadaydı. Tüm namlular Kutay Yüzbaşı'nın olduğu yöne doğrultulmasından faydalanıp, başımızı kaldırarak aşağıda neler olduğunu seyretme fırsatımız olsada, namlu ışığından başka hiç birşey görünmüyordu. "Erdinç Başçavuşum !" Fısıltıylada olsa Gölge'nin sesinden ismini duyan Erdinç Başçavuş, zaman kaybetmeden mandala bastı. "Emredin Komutanım!" "Yusuf ve Kayhan ile aranıza mesafe koyup bir fişekte sen at." Erdinç Başçavuş; "Emredersiniz komutanım!" dediğinde; onun emrini beklemeden Kayhan ile aynı anda arayı açtık. Gölgenin bunu söylemesinin nedeni aşağıdaki itlerin tıpkı Kutay Yüzbaşı'ya yaptıkları gibi yaylım ateşi altına alabilecekleriydi. "Bismillahirrahmanirrahim." diyen Erdinç Başçavuş aydınlatma fişeğini ateşledi. Daha işaret fişeği üzerlerinde patlamadan başımızın üzerinden geçen mermilerin acımasızca çaldığı ıslıkları duymaya başladık. "Valla gördüm billa gördüm." Kayhan'ın heyacanlı bir şekilde bu sözleri sarfetmesi ister istemez etrafımıza bakmamıza sebep oldu. Erdinç Başçavuş; "Ne gördün lan ?" Silah sesleri seyreldiğinde Kayhan'ın konuşması daha net duyulmaya başladı. "Komutanım bunlar manyak! Muhafızın biri ayağını taşa atıp adamın üzerine hopladı. Adamlar bıçakla alıyor komutanım." 'Ah ulan bu adamlarla biz çatışacaktık.' "Muhafızlar'ın arasında olmak vardı şimdi komutanım." "Normalde bize bırakırlardı Yusuf. Mevzubahis komutanları olunca onlar daldı." "Bizde alabilirdik komutanım bunları." Erdinç Başçavuş; "Of deli oğlan ! Dokunabilir mi bunlar sana ? Ama Muhafızlar aralarına sızıp zamanı kısaltmayı düşünmüş olmalı. Adamlar nereye ateş edeceklerini gayet iyi biliyor." "Her seferinde dağ faresi vurmaktan usandım. Benim karşıma ben gibi bir asker lazım ki çatışmadan zevk alayım." Kayhan; "Biz gibi daha yetiştirilmedi, yetiştirilemezde." Silah sesleri dindiğinde mevzimi değiştirip çukura baktım. Kayhan'ın, aydınlatma fişeğinin yardımıyla gördüğü Muhafızlardan ne ses vardı ne görüntü. "Gölge!" Karabasan'ın ansızın telsize girmesiyle olduğum yerde kasıldım. "Buyur Reis !" "Birşey kalmadı; komutanlara bakın !" Gölge; "Hemen !" Onlara bu derece yaklaşmışken bir daha bu fırsatın elime geçmeyeceğini bilerek; bir saniye de olsa onlardan birini görmek için mağaranın girişine odaklandım. Olmuyordu! Ne kadar dikkat etsemde mağaranın bizden taraf cephesini taş kapattığı için göremiyordum. Yanımdaki kayada mevzi alan Erdinç Başçavuş'a başımı çevirip; "Komutanım ben biraz daha yaklaşacağım." dediğimde bir çift çatık kaşla karşılaştım. "Yerini koru Yusuf !" "Komutanım beş metre kadar sürüneceğim. Buradan görünmüyor." Erdinç Başçavuş; "Tamam temkinli git; görünme." "Emredersiniz Komutanım." Daha sürünmeye başlarken Erdinç Başçavuşu dinlemediğim için pişmanlık hissi geldi. Görmeden gidiyorsunuz ve hiç ummadığınız anda düşman unsurun silah namlusu ile burun buruna geliyorsunuz. Bu meslektaşlarımızın başına gelmemiş bir olay değildi. Tepenin bir tarafında siz, diğer tarafından onlar tırmanıyor ve tam zirvede gözgöze geliyorsunuz. 'Gerçek mi halüsinasyon mu ?' diye düşünürken çatışma başlıyor. Tüm bunlar aklımdan geçerken mağaranın ağızını görebileceğim konuma gelmiştim. Aklıma ilk Paşa gördüğüm gün gelmiş kendikendime tebessüm ederken yere dayadığım elime gelen ılık sıvı ile aniden irkildim. Parmaklarımı birbirine sürttüğümde kayganlığı hissetmiştim. Kan ! Başımı kaldırıp mevzi aldığım taşın diğer yüzüne baktığımda; kar maskeli, üzeri son sistem teçhizatlarla donatılmış leşi gördüm. Kuru toprak ile elimi temizlerken hücum yeleğimden asılan ani bir kuvvetle kendimi ayakta buldum. AK-47'mi dönderemeyeceğimi bildiğim için elimi bacak kılıfıma atıyordum ki arkamdaki kuvvet benden önce davranıp tabancamı aldı. 'Sakin Yusuf; bu kuvvet onlardan başkası olamaz.' diye düşünüp başımı arkaya çevirmek için hamle yaptığımda aniden silkelendim. "Sen napıyorsun hacı ? Böyle savunmasız sürünmek sen gibi bir Bordoya yakışıyo mu?" Bu ses telsize giren Karabasan ve Gölgeye ait ses değildi. Ayakta rahatça durduğuna bakılırsa etrafta kimsenin kalmadığı açıktı. "Özürdilerim komutanım." "Özürdilenecek hareket yapma. Kendine acımıyorsan anne-babana acı. Hadi onlarada acımıyorsun; senin yetişmen için Devletin döktüğü paraya acı. Sen Kayhan mısın ?" "Hayır komutanım Yusuf. Ben Yusuf !" Kalın sesli tank yeleğimin yakasını bıraktığında 'Tekrar kızdırırım' düşüncesi ile arkama bakmaya cesaret edemedim. "Sen Tibet'in bahsettiği sevdalı Yusuf musun ?" Heyecandan dolayı sıklaşan nefesimi tutup, yüzümü görmemesinden faydalanıp sessizce gülümsedim. 'Onlara benden bahsetmiş. Tibet Binbaşı gibi bir adam, onların yanında benim adımı anmış.' Cevap vermediğimi gören tank, omzumdan tutup kendine çevirdiğinde karşılaştığım sîma, ister istemez bir adım geri atmama sebep oldu. 'Bismillah !' Siyahın en koyusu olan üniforması, olması gereken en mat halindeydi. Gri gözlü, çatık kaşlı maskesi basit bir maskeye benzemiyor, karşıdan bakıldığında diş olmadığı halde kızgın bir kurdu andırıyordu. "Ben Alıcı kardeş! Genelde kaçakları kaparım. İlk defa Bordo aldım." Bu esprimiydi gerçekmiydi herhangi bir mimiğini görmediğim için gülmedim. Sırtıma vuran tank; "Hadi Komutanlara gidelim sevdalı." deyip öne geçti. "Emredersiniz Komutanım !" Olabildiğine geniş omuzları, incecik beli, neredeyse bacağım kadar olan kol kasları ister istemez 'Bu askerse biz neyiz ?' sorusu ile kendimden utandırdı. Arkasından biraz daha yaklaştığımda omuzlarının altında ince görünen belinin benim belimden daha kalın olduğunu farkettim. Hayal edebiliyordum; onun kas kütlesinin üzerinde bir milimetrelik deri, benimkinin üzerinde ise iki parmaklık yağ katmanı. Belki bir maaş dökeceğim postallarına bakarken sırtına sabitlenmiş silahın israil üretimi Tavor TAR-21 olduğunu gördüm. "Kom... Komutanım birşey sorabilir miyim ?" Çevik adımlarla tepeyi tırmanmaya devam eden Alıcı, yüzünü dönmeden cevap verdi. "Tabi kardeşim." "Silahlarınız neden israil üretimi. Bizim son sistem silahlarımız bunların geçemediği çoğu testten geçiyor." "Türk malı kullanmak bize henüz nasip olmadı kardeş. İnşAllah o da olacak." Cevap verişindeki samimiyet, kibirden eser olmadığını gösteriyordu. Mağaraya onbeş metre kalmıştı ki; telsizden Gölge'nin sesi duyuldu. "Yüzbaşım! Herkes mağarada toplansın." "Emredersiniz Komutanım!" Çukurda olduğumuzun dezavantajını göz önünde bulundurup tepe noktalarında göz gezdirirken duyduğum farklı bir ses ile tekrar önüme döndüm. İki tane karartı Alıcıyı karşılamıştı. Daha tek tanka alışamadan beklenmedik bir zamanda iki tanesini daha gördüğümde heyecanım zirve yapmıştı. "Yusuf Astsubay!" Bakışlarını arkadaşlarından bana çeviren iki kurdun Alıcıdan tek farkı maske üzerindeki pençe izlerinin yerleriydi. "Geçmiş olsun kardeşim. Ben Çoban." 'Çoban!' Çobanın elini sıkarken diğer tank elini uzatmıştı. "Kuyucu !" 'Kuyucu!' "Sağolun komutanım çok memnun oldum." Destanlarının ardı arkası kesilmeyen üç tane Kara Muhafız'ın yanında yürümek ateş yakmaz, kurşun geçmez, bomba işlemez bir hal aldırmıştı bana. Kabaran göğüsüm, değişen yürüyüşüm ile mağaraya varmıştık ki üç tane Bordo Berelinin mağaraya inen patikadan geldiğini gördük. Önden Kutay Yüzbaşı, onun arkasından Erdinç Başçavuş biran önce tanışmak için adımlarını hızlandırırken, karanlıkta yüzünü seçemediğim Kayhan'ın, yaklaştığında gözlerini Muhafızlardan kaçırması dikkatimden kaçmadı. Bu Kayhan; güzel bir bayanla konuşurken utanıp gözlerini çeken Kayhanla aynı adamdı. Yüzbaşı ve Başçavuş tek tek tanışırken; Muhafızlar'ın, kendisini beklediklerini gören Kayhan, mümkün olmadığını bilsede heyecanını bastırmaya çalışarak yaklaştı. "Astsubay Üstçavuş Kayhan Kandemir." Muhafızlar'ın biran önce komutanlarına kavuşmak istedikleri hareketlerinden anlaşılırken daha fazla beklemeden mağaraya giriş yaptık. Giriş kısmında birbirine yakın, belimize kadar olan kayalar olduğu için yan yan gitmek zorunda kaldığımız mağaranın içerisi pürüssüz topraktı. Yüksekliği beş metre civarlarında olan oyuğun, karşımızdaki derinliği karanlıktan belli olmuyordu. Biraz daha ilerlediğimizde yönleri bize dönük olan üç tane gölge ile karşı karşıya geldik. 'Komutanlar dahil dört kişi eksik !' Alıcı; "Komutanlar yok mu ?" Öne bir adım atan karartının yüz detaylarını seçemesemde gri renkdeki çekik gözleri kendini gösteriyordu. "Bakalım nasıl bir oyun oynuyorlar ?" Onlar kendi aralarında konuşurlarken 'Komutanlara ne oldu ?' gibisinden en ufak bir korku ibaresine rastlamamıştım. Herbiri çocuğunu umursamayan; yada çocuğuna aşırı güvenen baba gibi düşünüyorlardı. 'Oyuna dalmıştır gelir.' Benim asıl merak ettiğim şey Karabasan ! Nerede? Telsize girdiği halde neden burada değil ? Onunla birlikte bir Muhafız daha yoktu. Mağaranın çıkışına yakın noktada bekleyen Kayhan'ın durmadan sağına soluna bakınmasına bakılırsa Karabasan'ın nerede olduğunu merak eden tek ben değildim. Yavaş adımlarla yanına yaklaşıp onunla birlikte mağaranın içinde komutanlarını bekleyen Kara Muhafızlara döndük. "Sende mi onu bekliyorsun ?" "Ne yalan söyleyeyim kanka; bende onu bekliyorum." deyip hayran gözlerle karşısındaki canavarlara bakıp devam etti. "Oğlum bunlar nedir lan ? Ne tür spor yapıyor bunlar ? Tamam konuşuyorlar ama; bu üniformanın içinde insan olduğundan bile şüpheliyim." "Sesini biraz daha kıs. Duyarlarsa ayıp olur." derken arkamdan gelen ses ile ikimiz aynı anda panikleyip yönümüzü döndük. "Eeeee pusuya düştünüz öldünüz oğlum. Dört yılda küflendiniz mi lan siz?" diyen; ismini Pusat olarak bildiğimiz komutan ve arkadaşı Mete yanımızda durdu. "Selamun aleyküm gençler." Ben; "Al... Aleykümselam komutanım." derken dili kilitlenen Kayhan, gözlerini kaçırıp Muhafızlara döndü. Biz Mete ve Pusat Albayların ortasında dururken Gölge öne çıkıp bir süre komutanlarını izledi. "Biz pusuya düşmeyiz Komutanım !" "Eee düştünüz işte. Hep birlikte bir deliğe girip baskın yediniz; arkasına yatacağınız mevzinizde yok." Alıcı; "Kabul edin artık Komutanım yaşlanmışsınız. Siz bizi pusuya düşürecek kurt becerisine sahip olsaydınız 23 tane çakal için bizi çağırmazdınız." Eli ile etrafını gösteren Pusat Albay; "Oğlum herşey açık değil mi?" "Biz açık bırakmayız Allah'ın izniyle. Siz buraya girebildiyseniz..." Kulağımıza gelen makara sesi ile yönümüzü dönmeye kalmadan Gölge'nin yarım kalan cümlesini hemen arkamızdaki ses tamamladı. "Biz istediğimiz için girdiniz." Yüzümü o yöne dönmemle gördüğüm yüz karşısında iki adım geri atarken aklıma ilk gelen Kayhan olmuştu. 'Dönme lan dönme!' Kayhan yüzünü hemen arkasından gelen otoriter sese döndüğünde; mağara girişinin üstünden ip ile tepeüstü aşağı sarkan Kızıl Gözlü yaratık ile burun buruna geldi. Evet burun buruna diyorum. O Muhafız Kayhan'a o kadar yakındı ki neredeyse alnı alnına değecekti. Sağ elindeki ilk defa gördüğüm tabancayı Pusat Albay'ın, sol elindeki Sig Sauer olduğunu tahmin ettiğim tabancasını Mete Komutanın şakağına dayayıp, gözleri gözlerinin en yakınında donup kalan Kayhan'a baktı. "Sövme ağızına sı*arım !" Kayhan bir çocuk gibi başını hızlı hızlı iki yana sallıyor, küfür etmek içinde olsa, ağızını dahi açamıyordu. Ağır adımlarla, geri geri Kızıl Gözlü canavardan uzaklaşırken, yarasa misali tepe üstü asılı kalan Muhafızına bakan Mete Albay söze girdi. "Biz girmedik ama dışardan roket yediniz. Buna nasıl engel olacaksınız ?" Muhafız silahını indirmemekte ısrarcıydı. "Kartal nöbette ihtiyar. Bırak bahaneyi şimdi; gafil avlandınız." dediğinde Pusat Komutan, Mete Komutana bakıp kaşları ile yarasayı gösterdi. "Hay kimin oğlu ! Gördün değil mi Mete ?" Yarasa; "Yaramazlık yapınca; 'Eşşoğlueşşek', torunları severken; 'Damat', pusuya düşünce; 'Oğlum'. Bir yol tutturmuş gidiyon Komutanım; bakalım nereye kadar ?" dedikten sonra ipe kilitlediği bacaklarını serbest bırakan yarasa, kendini aşağı bırakıp, silahın birini bacak, diğerini taktik yeleğindeki kılıfına yerleştirdi. Kalın olan sesi maskeden dolayı daha boğuk, daha kalın çıksada, güven veren bir samimiyeti vardı. Boyu 185-190 civarıydı ama heybeti mağarayı doldurmaya yetiyordu. Diğerlerinden farklı olan yanı Kızıl Gözleri ve o gözlerin kenarından başının arkasına giden gri pençe izleriydi. Bu gözler onun rütbesi, bu gözler onun nişanesiydi. 'Karabasan !' Tibet Binbaşı'yı benzettiğimiz kadar vardı. Belki vücudu daha iriydi ama dimdik duruşu, konuşulduğu zaman insanın gözlerine bakıp dikkatlice dinlemesi Tibet Binbaşı'nın aynısıydı. Görmek için hayalini kurduğumuz efsane Komutan kanlı-canlı karşımızda dururken, aklıma vücudundaki işkence izleri ve iki kürek kemiği arasındaki, yine bir işkenceden geri kalan kurt tamgasıydı. 'Abartma oğlum Yusuf !' Baba, Ağabey yerine koyduğumuz çok komutanımız olmuştu. Ama gözlerimiz dolu dolu, samimi bir özlemle sarıldıklarımız az sayıdaydı. Mete ve Pusat Albayların evlatlarına sarılmaları bambaşka bir bağlılıktı. Dolan gözler, başlara konulan sıcacık öpücükler ve Pusat komutanınKarabasan'a attığı küçük tokat. Onların Askerlerine beslediği sevgi ve şevkat Komutandan öte Baba samimiyetindeydi. Karabasan; "Napıyoruz şimdi Komutanım ?" Mete Komutan; "Helikoptere Hannah ve çocuklarını bıraktığımız mağaranın koordinatları verildi. Telsizin birinide onlara bırakmıştık. Buraya bir saat mesafede küçük bir oyuktalar. Biz oradan atlayacağız; tekrar dönüp sizi alacaklar." Gölge; "Altı kişiymişler komutanım. Diğerleri kim ?" Pusat Albay; "Onlarda bizim misafirimiz." Bize doğru dönen Karabasan bir süre seyrettikten sonra; "Çayınız var mı ?" deyip arkadaşlarının tepkisini ölçmek için yüzlerine baktı. Duyduğu soru karşısında heyecanlanıp gülümseyen Erdinç Başçavuş, gitmeye hazır olduğu göstermek için silahını arkasına astı. "Hemde semaver çayı Komutanım." Gölge; "Vay babam vay ! Tamam o zaman komutanım bizi oradan alırlar." Mete Albay; "Tamam oğul. Biz zaman kaybetmeyelim." deyip hep beraber dışarı çıkarken Kayhan'ın yanına yaklaştım. "Helâl olsun lan. Dünyanın en ölümcül adamıyla göz göze geldin bir adım geri atmadın. " Dönüp Muhafızlar ile aramızdaki mesafeyi kontrol eden Kayhan; "Ne geri adım atacağım oğlum ? Korkmadım." deyip gözlerime bakarak devam etti. "Altıma Sı*tım!" SAAT 01:25... Bu hizmet ne anne-babaya yapılan hizmete benziyordu; ne de Paşaya. Çocukluğunda sevdiğin bir arkadaşın yatılı misafirliğe geldiğinde 'Biraz daha kalsınlar' diye hem onun, hem anne babasının her isteğini yaparsın. Kayhan ile benim durumumda aynen böyleydi. Hiçbir istekleri olmasada memnun kalmaları için elimizden geleni yapıyorduk. Bir kelimesini dahi kaçırmak istemediğim sohbetlerine yetişmek için koşa koşa getirdiğim dört sandalyeyi ceviz ağacının altındaki semaverin karşısına dizdim. Gölge; "Gerek yok be kardeşim !" Kendi imalatımız olan, piknik alanlarında karşılaştığımız, masası ve bankları birbirine bitişik olan masayı gösteren Kutay Yüzbaşı; "Olmaz komutanım bu masaya altı kişi anca sığar. Siz oturun lütfen." deyip sandalyeleri gösterdi. Semaverden çıkan çam dumanının arasından geçen Muhafızlar, tek tek masaya yerleşirken gözüm Karabasan'a takıldı. Onların yerleştiğinden emin olmak için, çocuklarının sofraya geçmesini bekleyen baba edasıyla yiğitlerini seyrediyordu. Çoğunluğunu bıçakla, geri kalanını susturucu takılmış Tavorları ile etkisiz hâle getirdikleri yirmiüç tane leşi mağarada çürümeye terketmiş, geride ne kimliklerini belli edecek bir delil, ne de silah bırakmıştık. Üzerinden kim olduklarını, hangi millete bağlı olduklarını belli edecek hiç birşeyin çıkmaması ölmeyi göze alan profesyonel suikastçı olduklarını ortaya koyuyordu. Üç saatlik intikal boyunca ne Muhafızlar konuşmuştu, ne de 'Rahatsız olmasınlar' düşüncesi ile biz birşey sormuştuk. Gecenin en güzel kısmı Karabasan'ın Kabe İmamlarını akla getirecek kıraatı ile kılınan yatsı namazıydı. Onun haricinde hiç konuşmaması derinliğinin üzerine derinlik katıyordu. Türk'ün dili çay başında çözülür umudu ile semaverin başına dizildik. Yerimize yerleştikten sonra sohbetin kapısını ilk açan, ceviz ağacına asılı olan seyyar lambayı gösteren Alıcı olmuştu. "Bu ışığın altında oturmanız sıkıntılı değil mi?" Kutay Yüzbaşı; "Biz sıradan bir köylüyüz komutanım. Yanımıza gelmeden sizide göremezler zaten. Sıkıntı olmaz." Gölge, başını semaverin yanına bardakları dizmekte olan Kayhana çevirdi. "Kayhan !" Panik halinde ayağa fırlayan Kayhan dokunduğu bardağın devrildiğini gördüğünde tekrar düzeltip esas duruşa geçti. "Yavaş kardeşim ismini söyledim sadece. Kusura bakma." "Estağfurullah Komutanım. Özürdilerim heyecanlıyım." Gölge Kayhanla konuşurken, gözlerini yere sabitleyen Karabasan hariç diğer Muhafızlar onları dinliyordu. "Biz kimiz ki bize heyecanlanıyorsun. Ne mırıldanıyorsun sen onu merak ettim." Onu seyreden Muhafızlarda gözlerini gezdiren Kayhan, esas duruşunu bozmadan; "Zikir komutanım!" dediğinde; sandalyeye oturduğundan bu yana sabit bakışlarını bozmayan Karabasan başını aniden kaldırıp Kayhan'a baktı. Karabasan'ın bu karşılığını gören Kayhan dik duruşunu dahada dikleştirmişti. "Maşallah kardeşime. Ne zikri çekiyordun ?" "Esma komutanım. Allah'ın Afüvv Esması'nı." "Çok mu günahın var ?" Kayhan; "Bilerek yaptığım büyük günahım yok komutanım." derken Kutay Yüzbaşı söze girdi. "Kayhan kardeşimiz namaza başladı Komutanım." Bir Yüzbaşı'ya bir Kayhan'a bakan Karabasan'ın şaşkınlığını maskesi bile gizleyemiyordu. 'Neden şaşırasın ki?' Gölge; "Allah devamını erdirsin kardeşim. Şu esas duruşunuda boz. Burada biz sizin dostunuzus. Değil mi Kutay ?" "Öyle Komutanım." diyen Yüzbaşı gülen gözleriyle Kayhan'a baktı. "Rahat Kayhan Astsubayım rahat." Bu komutan olmasının getirdiği birşey mi bilinmez ama; diğer arkadaşlarına göre Karabasan, sohbet canlısı biri gibi görünmüyordu. Tepesindeki ceviz ağacına başını kaldıran Alıcı, gri gözlerini yüzüme çevirdiğinde sıranın bana geldiğini anlamıştım. "Yusufcan ! Bizim deli seni bu ağaca mı bağladı ?" 'Eh be komutanım herşeyde anlatılmaz ki; gitti karizma.' "Ev.. Evet komutanım." Alıcı; "Çok çektirdi size desene." Onun muhabbetinin geçmesi gerçekten boğazımı germişti. "Yanımızda olsa da çektirse komutanım." "Neden ? Yüzbaşıdan memnun değil misin ?" dediğinde Kutay Yüzbaşı ile gözgöze geldik. "Yok hayır Komutanım. Yani onun yeri hepimiz için farklı." Yüzbaşı; "Haklı komutanım. Ne yaparsam yapayım Komutanımızın yerini dolduramam." Kayhan'a bakan Gölge; "Ne oldu Kayhan kardeş suratın asıldı. Sen sevmezmiydin Tibeti." Başını iki yana sallayıp gülümseyen Kayhan. "Özellikle sabah namazlarında gözüm hep onun namaz kılıp Kur'an okuduğu, şu tepedeki düzlüğe dalar komutanım. Tibet Binbaşımız çok farklı bir insandı." diyen Kayhan, buhar atan semaverin üzerinden demliği kaldırıp kaynadığından emin olduktan sonra bardakları doldurmaya başladı. "Bana azbuçuk demli doldur Aslan." Karabasanın ilk defa konuşupta bu çıkışı yapması, nefesimin duman misali ciğerlerimi yakmasına, vücudumdaki tüm kanın beynime pompalanmasına sebep oldu. 'Allahım !' Daha ilk bardağı bile dolduramayan Kayhan, demlik eline değdiğinde canının acısını hiçe sayıp Karabasan'ın gözlerinde takılı kaldı. Birşey söylemek için dudaklarını hareket ettiriyor ama söyleyemiyor, utancından bakamadığı Karabasan'ın gözünden gözlerini çekmiyordu. Gölge'nin söze girmesiyle elinin yandığını farkeden Kayhan demliği semaver yerine toprağa bırakıp ayağa kalktı. "N'oluyor Kayhan ?" Sanki ağızından tükrük aktığını hissetmiş gibi kolunun tersiyle dudaklarını silen Kayhan bakışlarını Karabasandan çekmeden konuştu. "Kom... Komutan bu..." Kayhan kısa adımlarla geri geri giderken Yüzbaşı sabredemeyip oturduğu masadan şaşkınlıkla ayağa kalktı. "Kayhan kafayı mı yedin oğlum, n'oluyo ?" Emin olduğum bu duygu Kayhanıda etkisi altına almıştı. Ben oturduğum sandalyede sessiz kaldığım için; kimsenin ne gücü-kuvveti çekilen dizlerimden haberi vardı, ne de tutulan dilimden. Sadece seyrediyor ve düşünüyordum. Dağ başında, Erdinç Başçavuşla sohbetini ettiğimiz idda tüm açıklığı ile gün yüzüne çıkmıştı. Bunu ne Erdinç Başçavuş anlaya bilirdi, ne de Kutay Yüzbaşı. Onun çayını biz veriyorduk ve her defasında aynı uyarısına maruz kalıyorduk. 'Bana azbuçuk demli doldur Aslan.' Bize bu uyarıyı yapan, demli çay içen ve hiç kimseden duymadığımız 'Az buçuk' ölçü birimini söyleyen ondan başkası olamazdı. Tahmin ettiğimiz gibiydi. Karabasan, Ortadoğuda 'Gazab' diye anılan Tibet Binbaşıdan başkası değildi. 'Allahım sen aklıma mukayyet ol !' Dermanı kesilen kolunu zorla kaldırıp parmağı ile Karabasanı gösteren Kayhan; "Kom... Komutanım ! Tibet Binbaşı." İstifini bozmayan Yüzbaşı, yavaş hareketlerle Karabasan'a baktığında, yönünü değiştirmeyen Kızıl Gözler Kayhan'ın üzerindeydi. Elini boğaz kısmına götüren Karabasan, parmak uçları ile maskenin kilidini açıp yavaş yavaş çıkarmaya başladı. O maske çıkana kadar aldığım her nefes harammış gibi hissediyor almıyordum. Gözlerim yanıp yaşarmasına rağmen kırpmamakta inat ediyordum. Maske yavaş yavaş sıyrıldığında dağınık saçların arasında geceden daha karanlık gözler görülmüştü. Bir yanım onun askeri olup, elinde terbiyelendiğim için gururdan 'Hunharca kahkaha at !' derken; diğer yanım aradan geçen zamanın yüreğimize çivilediği özlemi kusarcasına 'Ağla!' diyordu. 'Ben Karabasan'ın askeriyim!' Saçını geriye atan Karabasan gözlerini Kayhan dan ayırmamaya yeminli gibiydi. Kaşları çatık olsada, gözlerindeki sevinçle karışık şaşkınlığı görebiliyordum. "Sen namaza mı başladın Kayhan ?" Kahyan içinin dolup taştığını belli etmemek için dudağını ısırsada Yunus Emre'nin şiiri ile çağırdığı komutanın karşısında gururdan, özlemden dolan gözlerini saklayamıyordu. "Ev... Evet komutanım. Her... Herşeye tövbe ettim komutanım." Tibet Binbaşı; "Aslansın sen aslan. Allah daim kılsın kardeşim." Esas duruşunu bozmayan Kayhan'ın kabarık göğüsü dahada ileri çıkmıştı; "Amin komutanım sağolun. Bir emiriniz var mı Komutanım ?" "Var ! Hemde çok önemli bir emrim var. " diyen Gazap, şok bir halde onu seyreden Yüzbaşı ve Başçavuşa bakıp ayağa kalktı. "Hepinize söylüyorum. En kısa zamanda, anlayacağınız şekilde İbranice'yi öğrenin !!!" ŞÛRA' dan... Yalnız kalmaya ihtiyaç duyduğu vakit, kimisi kulaklığını takıp slow müzikle birlikte odasını tercih eder, kimisi güneşi ensesine, sıcak esintiyi önüne alıp yürümeyi. Benim en sağlıklı düşündüğüm yer, dış kapımızın merdivenleri olmuştur hep. Altı basamaklı merdivenin üçüncü basamağı yanaklarımı iki elimin arasına alıp, kafamı bütün düşüncelerden arındırmak için biçilmiş kaftandı. Sizin için önemli birini beklediğinizde saatinizdeki yelkovan neden hiç oynamaz ? 'Saat geçti!' diye bakarsın geçen tek şey dakikadır. Acıkmış bir çocuğun iftarı beklemesi gibi bir şeydi bu. 'Hadi Babaa!' Daha fazla sabredemeyip saatime baktığımda 18:23'ü gösteriyordu. Aylarca görevde olan Orhan dedem ve Korhan dedem için uçarak giden Kara Muhafızlardan bu saat olmasına rağmen ses yoktu. Gelen araç sesi ile birlikte başımı kaldırdığımda, tanımadığım turuncu hatchback bir arabanın kapımızı geçip parkettiğini duydum. Gözüm bahçe kapısında kim olduğunu beklerken; güneş gözlüğü takmış, uzun boylu, beyaz pantolonunun üzerinde mavi buluz ile oldukça elit görünen bir bayanın bahçe kapısını açmak için kilit aradığını gördüm.Kim olduğunu, yardım etmek için ayağa kalktığımda, kıvırcık sarı saçlarını tanımamla anlamıştım. "Elvin Abla ! Annem senide çağırdı değil mi ?" Başını kaldıran sarışın güzellik gözlüğünü çıkartıp gülümsedi. "Aaaa maviş boncuk ! Annen yemek için çağırdı. Beni mi bekliyordun ?" Kapının kilidini kaldırırken, bulamadığı şeyin basit bir düzenek olduğunu gördüğünde dudağını büküp içeri geçti. "Hayır Abla; babamları bekliyorum." "Çok açık sözlüsün." "Kusura bakma şimdiye kadar gelmeleri lazımdı. Bu arada çok şıksın. Buluz gözlerinle takım olmuş." "Teşekkür ederim bitanem. Senin yanında harabe sayılırım." deyip kapıya bakan Elvin abla, omzuma düşen saçlarımı arkama atıp devam etti. "Merak etme gelirler. Bu arada; o gece halı sahadan eve geçtiğim için bana yılan yediren adamla tanışmak nasip olmadı. Bende bu günü bekliyordum açıkcası. Annenler n'apıyor ? Belki yardıma ihtiyaçları vardır. Geçelim mi?" Gözümü yola çevirip umutsuz bir şekilde merdivenlerden çıkıyordum ki gelen araç sesi ile aniden döndüm. "Bu babamın arabası." Benimle birlikte başını kapıya çeviren Elvin Abla; arabayı gördüğündeki şaşkınlığını istemsizce dışarı vurmuştu. "Offf maşAllah !" Babamı karşılamak için hareketlendiğimde, araçtan inenin babam olmaması bütün heyecanımı alıp gitmiş, buda yetmiyormuş gibi korku bırakmıştı. "Ne oldu siz kimsiniz ?" Araçtan inen esrarengiz adamın gülümsemesi oldukça samimi gelmişti. "Şûra hanım değil mi ?" diyen adam cevap vermemi beklemeden kontağı uzattı. "Babanız arabanızı araç yıkamada bıraktı. Gelmeyince 'Biz getirelim' dedik." Aklıma kötü şeyler getirmemeye ne kadar gayret etsem olmuyordu. "Teşekkür ederim." "İyi akşamlar." Adama başımı sallayıp yolcettikden sonra, arkamda unuttuğum Elvin Ablaya döndüm. "Babam değilmiş." "Savcı tarafım tutarsa çok kötü kızarım sana bak." diyen Elvin Ablam koluma girip içeri çekerken arkadan gelen huzur dolu ses ile sevinçle yutkunup başımı çevirdim. "Gök Gözlüm !" Güneş dolan gözleri, yüzündeki muhteşem tebessümü ile çizgi halini almıştı. "Babam ! Nerede kaldınız siz Allah aşkına ?" Yanında ki Bora Amcama bakıp gülümseyen babam; "Hocamızla, Haydar Ali'yi yolcettik kızım." deyip Elvin Ablaya baktı. "Hoşgeldiniz. İsmim..." "Rahman !" Babamın sözü yarıda kesmesine sebep olan Elvin Abla'nın dışarı taşan heyecanı olmuştu. "Kusura bakmayın isminizi çok duydum." "Yok Estağfurullah. İsmimizi diri tutanlar sağolsun. Sizin isminiz neydi ?" Babamın bu soruyu sorması, Bora Amcamın şaşkınca bakan gözlerini Elvin Savcıdan çekip, kendisine bakmasına sebep oldu. Elvin Abla; "Siz çok iyi tanıyorsunuz beni. O yılanı yedim ama bunu yemem." Babam bizimle konuşsada gözleri arabasındaydı. "Neyse ! Etrafta ev olmasada bunu ulu orta yerde konuşmayalım. Buyrun içeri geçelim Elvin Hanım." Annemin kapıyı açmasıyla tekrar duraksayan babam bir gülücükte anneme attı. "Hoşgeldin kocam !" diyen annem, Elvin Abla'ya sarılıp; "Hoşgeldin Elvin." dedikten sonra Bora Amcama baktı. "Kocamı sağ-salim getirdiğin için sende hoşgeldin Bora abi." "Hoşbuldum kardeşim." Hiç böyle yapmayan babamın gözlerini arabasından ayırmaması dikkatimi çekmişti. "Baba bir sıkıntı mı var ?" Benim sorumu es geçen babam; "Dur bi saniye Aybalam. Bora banka hesabına bakar mısın Hilâl'e gönderdiğin para gitmiş mi ?" deyip, cebinden telefonu çıkartan Bora Amcamı merakla beklemeye başladı. "Gönderdiğimde hemen düşmüştü zaten kardeş." Annem; "N'oluyor Rahman ?" "Bende bilmiyorum. Şimdi belli olacak canım." Dudağını çizgi haline getiren Bora Amcam telefon ekranını babama çevirdi. "Geri gelmiş Rahman." Bora Amcam ve Babam birbirlerinin gözüne bakıp aynı anda; "Akçakoca !" diyerek bize baktıklarında Annem tekrar araya girdi. "Rahman söyleyecek misin ?" Eli ile arabasını gösteren babam; "Arabayı dün sabah galeriye sattım. Bugün geldim burada." Başını şevkatle yana yatıran annemin gözleri, anlamadığım bir sebepten, babama ışıl ışıl bakıyordu. "Hilâl için değil mi ?" demesi nefesimi tutmama sebep olmuştu. Başımı kahramanıma çevirdiğimde gözgöze geldik. "Baba !" "Efendim kızım." "Baba her geçen saat gözümde daha çok büyüyorsun. Bu nereye kadar ?" "Neyse kızım bunlar konuşulmaz. Ben Akçakocaya ne hesap vereceğim onu düşünüyorum." derken, Bora Amcam ve Babama aynı anda gelen mesaj ile eller telefona gitti. Siz dedenizden hiç ceza almadınız. 'Bir dede nasıl ceza verir ?' diye Korhanla Orhan'a sorun ve böyle birşeye bir daha kalkışmayın. Hilâl kızımız 4 saat sonra Amerikay'a inecek. Allah'ın izni ile sağlıklı bir şekilde vatanına tekrar dönecek. Allah'a emanetsiniz Börüler. Gelen mesajı sesli bir şekilde okuyan babam; "Bu seferlik yırttık gibi Bora. Haydi geçelim içeri." deyip yürümeye başladığında, önüne duran etten duvar ile olduğu yerde kaldı. "N'oluyor Zümra ?" "Şey canım. Siz Korhan Babamlara geçeceksiniz. Bizde bayanlar var." "Annemin elini öpseydim bari." Babamın kolunu tutup, yönünü Korhan Dedemlerin evine çeviren annem; "İçerde sana çok büyük bir sürpriz var. Bozma lütfen canım." Babam yönünü tekrar eve dönmüştü ama; annemin inadından kurtulamayacağını benim kadar o da gayet iyi biliyordu. "Zümra ! Dün geceden bu yana Timdeki o çirkin adamlarla birlikteydim. Onlar oraya geçti zaten, bırak çocuklarımı kucaklayayım." "Çocukları bahçeden gönderirim canım. Hadi sen git." diyen annemin bakışları Bora Amcamda takılı kaldı. "Bir dakika. Madem Tim orada, sen neden geldin buraya Bora ?" Konuşmayı hiç sevmeyen Bora Amcam Elma gibi kızarmıştı. "'Birşeye ihtiyaç olur' diye." Bir Bora Amcama, bir Elvin Savcıya bakan Babam, annemin konuşmasındaki imâsından, Bora Amcamın neden burada olduğunu çok iyi anlamıştı. "Bora !" "Buyur Reis!" "O Timde herkesden beklerdimde senden beklemezdim." "Neyi benden beklemezdin kardeşim ? N'oluyor ?" "Ne olduğunu sen gayet iyi biliyosun. Düş lan önüme Komutanın evine gidiyoruz." OĞUZ'dan... Yine o masa, yine dostça yapılan sohbetler. Ömrü boyunca aile yüzü görmeyen birine para ile pul ile verilecek birşey değildi bu. İnsanın gözü ne arkamda pişen et dumanını görüyor, ne de kuş sütü eksik masayı.Aldıklarını telafi etme güdüsünden mi bilinmez; Korhan ve Orhan Albayın sık sık yaptıkları bir faaliyetti bu. Benim hiç olmadı ama; ailelerini, çocukluklarını aldıkları kardeşlerime telafi niteliğinde geçilen kıyaktı. Ailelerini aldılar ama verdikleri yedi kardeş ve gönlümüze aşıladıkları Vatan-Îman aşkı Allah'ın her kuluna nasip etmeyeceği bir ayrıcalıktı. Mangal başındaki Korhan Babadan sonra gözlerime ilk takılan Rahmanın, dizine oturttuğu ikizleri olmuştu. 'Nasip olur mu?' diye düşünürken, onu yine görmüştüm. Gülsüm Anneye tabakları uzatıp tekrar kaybolmuştu. Kim olduğunu bilmediğim bu kızın parmağında yüzük görmemek çok hoşuma gitmişti. Ne kadar 'Olmaz, ben aşık olmam, olamam.' dediysemde herşey biraz önce Rahman'ın Bora'ya söyledikleri gibi ilerlemişti. "Aşk doğal afet gibidir; gelmez, beni bulmaz, ben aşık olmam desende, gelip hanenin tam ortasına konar, neyin var neyin yok harâp eder çıkar.' Aynende öyle olmuştu. 'Kim bu kız Allahım? Yüzünü bir kez daha göster.' Kırmızı şalı, kalın kaşlarının altındaki gülerken çizgi halini alan çekik gözleri. Her gözümün önüne gelmesinde nefesim kesilir gibi oluyordu. "Deli Bedooo !" Korhan Albay'ın seslenmesine kaşlarını çatan Koray, yüzüne baktığında gülümsemişti. "Ne o lan kızdın mı?" "Hayır Komutanım size kızmak haddime mi?" "Bana kızma oğlum. 'Bosnadaki görev için deli rolü yapacak birisi lazım.' dedim; Rahmanda seni söyledi. Ee haksızda sayılmaz. Bak; Müslümanlara belâ olan ikiyüz kişilik sırp çetesini çökerttin." Koray; "Deli Bedo lakabınıda Rahman mı taktı Komutanım." "Yok onu Orhan taktı." Koray başını Orhan Babaya çevirdiğinde 'Hayırdır; bir itirazın mı var?' bakışları ile karşılaşması geri vites yapmasına sebep oldu. "Çok güzel bir lakap komutanım." Orhan Albay, yapılan geri vitesi, anlamamazlıktan gelmişti. Bizimle olan herhangi bir davasında, haksız olduğu halde, bize karşı ölene kadar savunduğu kendisini, söz konusu komutanlar olduğu zaman, haklıda olsa yelkenlerini saniyesinde yere indirmeyi tercih ediyordu. 'Eh be Koray ! Çocukluğundan bu yana değişmedin.' Daha fazla dayanamayıp Koray'ın omzuna elimi attım. "Sen yine deli olsanda özgürdün. Ben iki yıl ceza evinde yattım." "Oğlum ben akşama kadar tek paça yukarda, yamalı pantolon, yazın ortasında giyindiğim kabanla, elimde direksiyonla 'lü lü lü ...... diiidddiiiddd' diye gezdim." demesi Rahman'ın kucağındaki miniklerin bile kahkaha atmasına sebep olmuştu. "Gülmeyin lan ! Babası kılıklılar." diyen Koray; ikizleri babalarının kucağından alarak çim üzerinde güreşmeye başladı. Hanımlar hep birlikte dışarı çıktığında kendime çeki düzen verip, oturuşumu dikleştirdim. Koray; "Gülsüm anne; Tuğçe ne zaman gelecek ?" Elindeki salata tabağını masaya bırakan Gülsüm Anne; "Vizeler yeni başladı. Daha onun gelmesine çok var oğlum." deyip; bayanlara dönerek masaya oturmalarını işaret etti. "Olsun Allah tez zamanda kavuştursun." "Amin oğlum amin." Korhan Albay etleri masaya koymaya başlarken kolunu önümden çekmesiyle sandalyeye oturmuş halde beliriverdi. Çevreye attığı çekingen, güleryüzlü bakışları, bacaklarının üzerine attığı elleri, ne kadar hanım bir bayan olduğunu gösteriyordu. Daha fazla uzatmayıp gözümü kaçırdığım anda baktığı hissine kapılıp tekrar başımı kaldırdım. Bakmıştı ! Bir saniyede olsa o da bana bakmıştı. 'O bakışlar vücuduna yediğin kurşun gibidir, küçükte olsa değdiği yerde balyoz etkisi yapar.' Yine herşey, Alfalıktan çıkıp aşk adamı haline gelen Rahman'ın söylediği gibi çıkmıştı. Rüzgarların, mermilerin, soğuğun titretemediği Alıcı'yı, kim olduğunu bilmediğim bir kızın saniyelik bakışı, yerinden hoplatmaya yetmişti. Zümra'nın heyecanla iki elini birleştirip, gülen gözlerle masaya yaklaşması birşeyler olacağının habercisiydi. "Yemeğe başlamadan önce, Rahman'a büyük bir sürprizim var." derken; Zümra dahil bütün bayanlar Rahman'ı izliyordu. "Zümra artık uzatmayalım. Herkes açıktı. Sabah kahvaltı bile yapmadık." "Benim bildiğim Muhafızlar üç gün aç kalabiliyor. Senin derdin, sürprizi merak etmen. Ama önce babamların getirdiği zem zem sularını içeceğiz." Rahman'ın tek yaptığı şey ona işkence çektirmekten zevk alan yarenine bakıp tebessüm etmek olmuştu. İlk önce Komutanlardan başlayan Şûra, elindeki cam sürahi ile küçük bardaklara zem zem doldururken, bardakları dağıtma görevi ise Koray'ın oğlu Yavuz ve kızı Aslı'ya düşmüştü. Masada ki herkes zemzemlerini içerken geriye tek kalan Rahman olmuştu. "Eee bana neden vermedin Gök Gözlüm ?" Şûra cevap vermeden ' Ben karışmam' der gibi omuzlarını kaldırırken, Zümra tekrar hareketlenip masanın başında oturan eşinin arkasına geçti. Kocasının görmeyeceği bir şekilde parmağını dudağına götürüp, onu seyredenlere karşı 'Sus' işareti yapması, herkesin heyecanlanmasına yetmişti. Onu dinlerken, evin arka tarafından çıkan, Kübra ve yanımdaki küçük kız, hepimizin o yöne merakla bakmamıza sebep olmuştu. Rahman'ın başını çevirip bakmasına Zümra iki omzundan tutup engel oldu. "Sabret biraz !" "Zümra n'oluyor Allah aşkına ?" Zümra cevap vermeden, Kübra ve minik kızı bekliyordu. Beklenen vakit gelmiş, Kübra Zümra'nın yanına, güzeller güzeli küçük kız ise arkasına geçmişti. Şûra dan Zem zem bardağını alan Zümra, küçük kızın eline tutuşturup, Rahman'a vermesi için işaret etti. Arkasından utangaç bir şekilde yaklaşan güzellik, Rahman'ın yan tarafından zem zem suyunu uzattı. Uzanan bardağı farkeden Rahman, bardağı veren elin minik bir el olduğunu gördüğünde, gözleri ilk önce kendi çocuklarını aradı. Zehra ve Murad'ın dedelerinin kucağında olduğunu görünce, yönünü aniden Zümra dan tarafa döndüğünde minik kızla göz göze geldi. Bir miniğe, bir eşine bakan Rahman gördüklerinin gerçek olduğuna kanaat getirdiğinde zem zem bardağını elinden düşürüp, dizlerinin üzerine çökerek miniği göğüsüne bastıktan sonra sıkı sıkı sarıldı. Saçlarına, alnına, yanaklarına peşpeşe konulan öpücüklere aldırmayan küçük kız, yerdeki bardaktan gözünü ayırmadan; "Tipet !" deyip, zor belâ göz göze geldikten sonra devam etti. "Cem cem çuyu yeye dötüldü. Dünah dünah." SON...
|
0% |