@batingam
|
OĞUZ'dan... Dört yıl öncesine kadar sık sık geldiğimiz bahçe, bu kez farklı karşılamıştı beni. Onbeş yıl önce, sadece Kara Muhafızlar'ın yılan gibi sessiz, ok gibi düzgün oturduğumuz, hatta yemeklerimize bile Korhan Baba; 'Afiyet olsun.' demeden başlamadığımız masa, bugün Yengelerimin güler yüzleri, yeğenlerimin cıvıltısıyla doluydu. Sıradan insanlar, belki genç yaşlarında böyle bir masanın hayalini kurar ve bu hayal onlara çokta uzak değildir. Kurulan o hayal gerçekleştiğinde 'Bunlar olacaktı zaten' der şaşırmaz bile. Ama biz; Kara Muhafızlar, bütün bunları yaşamayı bırakın hayalini dahi kurmaya utanır, korkardık, emindik gerçek olmayacağından. Kenan'ı hastanedeki hasta yatağından, Sinan'ı köyünde gölgesinde dinlendiği iğde ağacının altından, beni yetimhane yemekhanesinden, Rahman ve Koray'ı okul yolundan Kur'an'a, Vatana kurban olsunlar diye almışlar; çocukluğumuzu, gençliğimizi bunun için fedâ etmişlerdi. Bizim korkumuz ölmekten değildi. Allah yolunda, Allah'ın Şeriatı ile savaşan, çocukluğundan bu yana iliklerine kadar Şehitlik nakşedilen, ölümü sağ koltuğunda taşıyan ölüm makinalarını neden, nasıl korkutabilirsinizki ? Belki bir patlamada paramparça olarak, belkide akciğerlerimizi parçalayan kurşun yüzünden kan kusarak olur ölümümüz. Sonrasında; Tabi Rabbim'in izni ile Cennet. Hamdolsun Rabbim'in Cennetinede, türlü türlü ikramlarınada imânımız sonsuz. Peki; 'Nasıl olsa ölürsek cennete gideceğiz.' demek bencillik değil mi ? Biz, Allah Azze ve Celle'nin; 'Kâinatı onun yüzü gözü hürmettine yarattım!' dediği Peygamber'in ümmeti değil miyiz ? O Peygamber olarak, neden cenneti gideceği garanti olduğu halde mücadelesine devam etti. Çünkü onun fıtratında kurtarmak vardı. O Ümmeti için, onları kurtarmak için buradaydı. Cennetle müjdelenen sahabeler neden 'Nasıl olsa müjdelendik. Bizden bu kadar!' demeyip son nefeslerine kadar İslamı yaymaya çalıştılar. Neden mekanları Firdevs olduğu halde davalarını bırakmadılar ? Peygamber Ümmeti için; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zubeyr, Sa'd İbnu Malik, Abdurrahman İbnu Avf, Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah ise Ümmet kardeşleri için hiç bir zaman bencillik yapmadılar. Kara Muhafızlar; 'Ölürsek Cennet bizim.' diyerek yetiştirilen bir birlik değil, ömrünü İslam-Türk davasına adamak için yetiştirilen bir birlik. Biz evlenmeyi hayal edemeyiz. Arkamızda ağlayan gözler, feryat eden yürekler bırakamayız. Biz ölmekten değil; öldükten sonra peşimizden dağlanan yürekler bırakmaktan korkarız. 'Evelenemeyiz, eğlenemeyiz, gülemeyiz, eşimiz-çocuklarımız, annemiz-babamız olamaz.' derken; en başta anne-babamızı veren Rabbim, eş ve çocuklarımızıda nasip etti. Plan kuranların en Yücesi'nin yanında, bizim plan yapmamız ne haddimize? 'Ol der O hemen oluverir.' Ben istediğim kadar 'Olamaz!' diyeyim. Rabbim'in, Kulu Oğuz içinde bir planı vardı ve o plan bugün kendini göstermeye başlamıştı! Boğazımı düğümleyen, midemi kasan, gözlerimi yakan, yanaklarımı al al yapan, karşımda, en yakınımda oturan, hâla ismini ve kim olduğunu bilmediğim o bayandı. Belki adı aşk değildi ama sanki yıllardır tanıyormuş gibiydim. Yemek boyunca bakmamaya çalışsamda nadir bakışlarımdan birini yakalayan tek bir kişi vardı. Kübra ! Tepki vermesede bakışlarımdaki haykırışı gayet iyi anladığı ortadaydı. 'Benim olmayacak, benimle yeşerip benimle solmayacak aşkı sen gönlümde yeşertme Allahım.' Gözümü ondan zor belâ çekip, Rahman'ın kucağındaki Eçe'ye çevirsemde olmuyordu. Rahman kucağında öyle bir hazine tutuyordu ki; ister istemez o duâ dökülüyordu dilimden. 'Nasip et Allahım' "Eçem ben seni getirecektim, neden acele ettin bu kadar ? Hem bak ne kadar sorunlar yaşamışsınız yolda." Elindeki susamlı kırakeri ısıracakken, Rahman'ın sorusu ile tekrar çıkartan Eçe, gözlerini masada gezdirip aradığı kişiyi bulduktan sonra huzur veren kelimeler kiraz dudaklarından dökülmeye başladı. "Aha çu dede vay ya. O çana süpyiz yapacımızı çöyledi." Korhan Baba'yı gösteren parmaklarını öpen Rahman, Eçe'nin babasının dizine vurup omzuna elini koydu. "Sen neden aramadın Beşir? Sığırı kime emanet ettin?" Yemeğe sonradan katılan, Serpilimiz ve Rahman'ın kardeşleri Kağan ve Mert ile masa dahada kalabalıklaşmış, sohbet dahada samimileşmişti. Böyle kalabalık, bu derece sıcak bir ailenin içine ilk defa girdikleri ve bu ortamdan utandıkları Beşir ile eşi İmren'in ellerindeki soğumuş çayı içememesinden anlaşılıyordu. "Amca oğullarına bıraktım komutanım. Kurbana kadar bakıp, sattıktan sonra bana düşen payı gönderecekler." Rahman; "Ben sana 'Gidelim' dedim sen gelmedin. Aradan ne vakit geçti ki sen aniden böyle karar aldın ?" Bu soru karşısında belli etmesede Beşir'in gözlerinden, Rahman'ın, içindeki bir sıkıntıya dokunduğu belli oluyordu. Saniye bile geçmeden kendini toparlayan Beşir, sahte bir tebessüm takınıp; "Komutanımızın ısrarına dayanamadık işte. Çekti getirdi bizi." dedikten sonra Gözleri Eçesinde takılı kaldı. 'Hadi Beşir doğruyu söyle; Rahman anladı birşey olduğunu.' Rahman esas meseleyi söylemek istemeyen Beşir'e fazla üstelemeyip başka bir konuya geçti. Rahman; "Sen artık Ankaralısın. Sana sağlam bir iş ayarlayalım o zaman." deyip, başını Gökçen'e çevirdi. "Zeytin !" Gözleri Eçe de, ısırıyormuş gibi dişlerini gösteren Gökçen, Rahman'ın kendisine seslenmesi ile gülümsedi. "Efendim abi ?" "Sen durumun nedeniyle ofise gitmiyorsun ama; Beşir kardeşime sizin orada bir iş çıkar mı?" "Ortağıma sormam lazım Abi." diyen Gökçen, başını tam karşısındaki Rahman'ın kardeşi Kağan'a çevirdi. "Ortik ! Abimize iş var mı?" Taze mimar olan Kağan'ın gülüşünde on yıl önceki Rahman'ı görmüştüm. "Ayarlarız Abi." "Affferin benim kardeşime." diyen Rahman, gözlerini heyecanla ışıldayan Beşirinkilere sabitledi. "Duydun Beşir. İş tamam." Beşir; "Sağolasın Komutanım. Hakkınız ödenmez." deyip Kağan'a baktı. "Sağolasın Abi." Kağan; "Estağfurullah Abi. Ne Abi'si? Kağan benim ismim." diyen Kağan, bir süre Gökçen'e bakıp, gözgöze geldiklerinde kalın kaşları ile Beşir'i işaret etti. Gökçen başını sallayıp, ne olduğunu bilmediğimiz teklifi onayladığında, heyecendan dudaklarını ısıran Kağan sandalyesi ile birlikte Rahman ve Beşire döndü. "Abi ! Eğer Beşir Abi kabul ederse. Onu ve ailesini örnek evlerden birinede yerleştirebiliriz." Nefesini tutan Rahman, sevinçten gözleri yaşaran Beşir'e ve İmren'e bakıp Kağan'ı yanına çağırdı. "Sen gel bakalım buraya!" Şaşkınca sandalyesinden kalkan Kağan; 'Yanlış bişey mi söyledim?' dercesine Gökçen'e bakarak Abisi'nin yanında durdu. "Ne oldu abi?" Kağan'a bakan Rahman; "Eğil oğlum kucağımda çocuk var." dediğinde Kağan ikiletmeden eğildi. Alnına okkalı bir öpücük alan Kağan yerine geçerken, Rahman Beşir'e bakıp tekrar söze girdi. "Beşir! Kağan benim en küçük kardeşim. İki dersinide verdikten sonra Mimar olacak Allah'ın izni ile. Şimdilik o çiziyor Ortanca Kardeşimin eşi Gökçen de onaylıyor. 'Örnek ev' derken öyle ufak tefek bir yer değil. Tripleks evlerden bahsediyoruz." "Tırıbles nedir komutanım?" Rahman; "İki katlı oldukça geniş bir ev. Önünde Eçem için büyük bir bahçeside var." Yine olmuştu; Beşir'in gözleri, yine Eçe'nin ismi geçtiğinde kızına sabitlenmişti. "Allah sizden razı olsun komutanım; Allah ne muradınız varsa versin." "Hepimizden kardeşim. Hepimizden Allah razı olsun. Sırf Türk Askeriyim diye aileni hiçe sayıp, az kurşuna koşmadın benimle. " Herkesin içi rahatlamış, yüzleri gülerken, gözüm Eçe'yi merhamet dolu gözlerle izleyen o kıza tekrar takıldı. Ne düşündüğümü bilmeden daldığımda arkamdan Zümra'nın geçip Eçe'yi kucağına almasıyla kendime geldim. "Gel bakalım Türkmen Eçe! Saat geç oldu sizleri yatıralım." "Anne!" Eçe'nin, annesine uzattığı kolunu ısıran Zümra; "Hemen 'Annee!' Yedik sanki." deyip Annesine döndü. "İmren yorgunsunuz siz yatın. Sende gel ki çocuk yerini yadırgamasın." Zümra'ya karşı fazlasıyla saygılı olan İmren'in yorgunluğu çukurlaşan gözlerinden anlaşılıyordu. Bütün çocuklar, uzaklaştığında masayı sakin bir hava alırken, buram buram muhabbet kokusunu almaya başlamıştım. "Yalnız Komutanım. Biz şuan burada kaçak gözüküyoz." Rahat bir şekilde başını Serpil'e çeviren Rahman; "Serpil!" deyip göz kırptığında, aile ortamımıza ilk defa katılmanın heyecanında olan Serpil, ayağa kalkıp çantasından evrak çıkartarak Rahman'ın yanına geldi. Rahman; "MaşAllah kardeşime. Herzaman hazırlıklı. İnşAllah yerini bıraktığın kurtta sen gibi işini benimser." Serpil; "İnşAllah komutanım." deyip evrakları ve arasından çıkarttığı pasaportları Beşir'e uzattı. "Siz kaçak değil, artık Vatandaşımızsınız." Beşir kadar en az bizde şaşkındık. Rahman; "Bu kadar çabuk nasıl oldu Serpil? Daha 24 saat olmadı." Duruşunu dikleştiren Serpil; "Buda benim işim Komutanım. Devlet biziz. İstediğimizi alır, istediğimizi göndeririz." "İstediğimizide gömeriz." diyen Koray, grurla Serpil'e bakıp devam etti. "Artık bilgisayar, kağıt-kürek değil senin işin Serpil. Gözünaydın bizimlesin." Serpil; "Nasıl emrederseniz komutanım. Sağolun." deyip yerine otururken, gözler aynı anda ayaklanan Korhan ve Orhan Albay'a çevrildi. "Evet gençler! Siz sohbetinizi edin. Biz iki ihtiyar dört aydır çekemediğimiz uykuyu çekelim. Onlarla birlikte ayağa kalkan herkes, sessizce 'Emredersiniz Komutanım' derken, Korhan Albay'ın gözü özlemle onları seyreden Rahman'a takıldı. "N'oldu lan kereta?" Rahman; "Sağolun Komutanım. Bana çok büyük birşey verdiniz; gerçekten çok sevindim." Orhan Albay; "Geçmişteki üzülmelerine say oğlum. Hadi iyi geceler." deyip, o Rahman'ın evine giderken, Korhan Albayda cam bahçe kapısından girip gözden kayboldu. "Eee bu yemekteki anınız ne olacak Kara Muhafızlar ?" Başımızı arkamızdan gelen sese çevirdiğimizde Zümra'nın heyecanlı bir bekleyişteki gözleri ile karşılaştık. Rahman; "Ne anısı Zümra ? Her yemekte bir sır mı vereceğiz size?" Zümra; "Rahman yapma! Neredeyse dört yıldır göremiyoruz sizi." diyen Zümra, işaret parmağını gösterip, boynunu devirerek devam etti. "Sadece bir anı yemin ederim. N'olur hadi." Ne yapacağımızı bilmeyerek başımızı masaya çevirdiğimizde, Afgan Muhafızları dahil herkes Zümra kadar beklenti içindeydi. Rahman; "Görevlerimizden bahsedemeyiz." Gökçen; "Görevler değil abi. Ada dan anlatın." dediğinde, ona karşılık veren oğlu Yavuz'un kördüğüm olmuş ayakkabı bağcığını dişleri ile çözmeye çalışan Koray olmuştu. "Kızım sana n'oluyo? Sen zaten içimizde büyüdün." "Olsun abi be! N'olur; kısa da olsa olur." Koray elindeki ayakkabı ile cevap verecekti ki; yanında oturan Kağan'ın araya girmesi ile başını ona çevirdi. "Abi siz hiç birşeyden korktunuz mu?" Rahman; "Korktuk tabi! Korku, kontrolünü kaybetmediğin sürece insanı hayatta tutar. Korkmamak insanoğlunun kimyasına ters birşey. Bize; korkusuzluğu değil, korkuyu yenmemizi, kontrolümüz altında tutmamızı öğrettiler." "Peki en korktuğunuz olay ne oldu?" Kağan'ın bu son sorusu bittiğinde benim ve bütün devrelerimin gözü Koray'a kaydı. Ayakkabıyı dizinin üzerine koyan Koray, aklımızdan ne geçtiğini anlaması çokta uzun sürmedi. "Aklınızdan ne geçtiğini biliyorum bak sakın." diyen Koray, Kağan'ın ensesine küçük bir tokat attı. "Senin karnın doymadı mı lan bebe?" "'Doydu' desem kovacak mısın abi? Sadece bir kere ortamınıza katıldım, bir anınızı dinlemek nasip olacak. Bu kadarcık şeyi benden esirgemezsin değil mi?" Kağan'ın yatıştırıcı sakin sesi, insanı istemesede ikna etmeye yeterdi. Tabi Koray'ı değil. "Bak oğlum! Bu adamların aklından ne geçtiğini biliyorum o olmaz. Başka ne anlatıyorlarsa anlatsınlar." Eli yanağında, neredeyse kapanacak olan gözlerini Koray'a çeviren Kübra'nın; "Buna sen karar veremezsin adamım!" demesi Koray'ın ve masadakilerin yüzünü güldürmüştü. "Ayy...! Adamların hayatı Hollywood filmleri gibi; ister istemez o moda giriyorsun. 'Adamım' ne be?" Bugün kesin bir kararımı vermiştim. En kısa zamanda benimde bir ailem olmalıydı. Böyle düşünmeme sebep olan karşımdaki kız mı yoksa bulunduğum ortam mı bilmiyorum ama o kızın bunda fazlasıyla payı vardı. Nasıl bir eş olunacağını filmlerde gördüğüm, kitaplarda okuduğum kadarıyla biliyordum. Peki baba olmak nasıl olur? Allah böyle yüce bir vasfı nasip etmişmidir bana? "Oğuz abiii!" Tabiki her erkeğe o vasıf verilmiştir ama ben bunu kaldırabilir miyim? "Oğuz abiiiiii!" Ya onlara bir şey olursa? Ya bana birşey olduğunda üzülürlerse? "La Oğuzzz!" Bu düşünceler kemiklerime kadar sızlatdırken tekrar gözgöze geldik. Buğday tenine işlenen siyah çerçeveli koyu kahverengi gözleri, bembeyaz, dupduru suyun üzerindeki deniz kabuğunu andırıyor, bakışları gözlerimden mideme kadar bütün vücudumu kasıyordu. Beynim uyuşmuştu. Hiç bir organım o'nun verdiği komutla, o'nun istediği gibi çalışmıyordu. Ciğerlerim nefesi yarım alıyor, yanaklarım yanıyor, ağızım kuru olduğu halde yutkunuyordum. Evet korkuyu kontrol etmek için eğitim almıştık; ya aşkı? Aşkı nasıl kontrol edeceğiz? Kendimi zorlayıp beynimin olağan akışında çalışması için elimden geleni yapıyordum. 'Çek kızım şu gözlerini!' Ani bir dürtüyle aklım başıma geldiğinde şaşırdım. 'Bu kız bana neden bu kadar uzun baktı?" "Oğuzz!" Rahman'ın ani dürtmesiyle silkelenip kendime geldim. "Sana diyolar oğlum neye daldın böyle?" Masadakilere baktığımda hepsinin gözü bendeyken tek bir kişinin kaşları çatıktı. Gökçen; "Abi sana diyorum duymuyor musun?" "Ne... Ne dedin kardeşim?" "O olayı senin anlatmanı istedim ama nereye daldıysan daldın." Bul Oğuz; bir bahane bul! Neye daldığını söyle yoksa yanlış anlaşılacak. "Bende o günü düşünüyordum. Çok korktuk. Dalmışım kusura bakmayın." Gökçen; "Tamam abi. Hadi anlatsana. Olayı en net sen görmüşsün." "Tamam hazır olun o zaman." Masayı sessizlik kaplamış, uzak olanlar yaklaşabildikleri kadar yaklaşmaya başlamışlardı.Karşımdaki deniz kabuklarının benden hoşlandıkları için değilde; bana seslenildiği için baktıklatını anladığımda ister istemez üzüldüm. Korktuğum başıma gelmişti! Keferenin titretemediği Alıcı'yı deniz kabukları titretmişti. Emri aldığı zaman iğne deliğinden düşmanı almasıyla meşhur olan ve ismini Alıcı kuşlar olan Doğan, Şahin, Atmacadan alan Oğuz'un o kızın gönlünü almakta zorlanacağı açıktı. 8 Haziran 2003 Ada... "Oğlum Koray elli kere söyledik. İnfaz emri almışsan, adamı vuracağından ne kadar emin olursan ol dibine kadar yaklaş." "Ne bağırıyon oğlum? Aldım sonuçta. Tam kafasından vurmadım mı? Kafasından vurduğun zaman kurtulma şansı var mı?" Kızılıcak birşey yaptığını en az bizim kadar Koray da biliyordu. "Var oğlum var. Samet keyfi yere mi adamın ayaklarının altından kalkıp indirdi." diyen Rahman, yere oturup gürgen ağacına sırtını dayayarak, düşen yapraklardan birini eline alıp devam etti. "Bizim aldığımız emir infazsa bunu yüzde yüzde başaracağın pozisyon alman lazım." Koray cevap vermek için ağızını açmıştı ki araya ben girdim. "Hiç boşuna g*tünü sallama kardeşim. Rahman haklı." Yüzünü leş görmüş gibi ekşiten Koray; "Hıhh g*tüme bak hele! Bunu sen mi söylüyon la ? Daha geçen gün senin yüzünden Dale Don Dale şarkısı ile kıvırmadık mı?" Koray vurabileceği en güzel yerden vurmuştu. "O psikolojik eğitimdi oğlum." "He he! Sana gelince psikolojik eğitim." Rahman; "Tamam boşverin şimdi onu. Korhan Binbaşı'ya ne cevap vericez? Kesinlikle bir cezası olacak bu işin." Omzundaki makinalıyı yere indiren Koray, Rahman'ın yanına oturup aynı ağaca sırtını dayadı. "Korhan Baba bana 'Aferin' demedi mi? Bu sevindiği anlamına gelmez mi? Siz neye kafanızı takıyosunuz anlamadım." Elindeki yaprağı tehditkâr biçimde sallayan Rahman, Koray'ın yüzüne bakmadan cevap verdi. "Koray! Eğitim aşağıdaki Muhafızların son kademeleri ileydi. Biz Karatepe Muhafızıyız; yani onların komutanı. Sırf onlara başarılı olduğumuzu göstermek için onların yanında sana 'Aferin' çekti. Ya bunu sende biliyosun halâ inat ediyosun Allah aşkına." Koray en sonunda pes etmiş, hatasını kabullenmişti. "Tamam neyse! Özürdilerim bir daha olmaz. Birdaha adamın topuklarından kallacağım söz." deyip asık olan suratları düzelmek için tekrar konuştu. "Ama düz nişangahla 50 metreden kafasından vurdum ya la." Koray'a ters ters baktığında, Koray'ın dişlerini gösterip gıcık gıcık gülümsemesi ile karşılaşan Rahman; "At ağızına dedirttirecen şimdi. Kalk lan ayağa!" deyip karagah'ın yolunu tuttu. Makinalıya dayanıp ayağa kalkan Koray; "Bunu niye hep ben taşıyorum oğlum? Birinizde çıkıp 'Sen yoruldun ben taşıyayım kardeşim.' demiyor. Hem biz bunları madem kullanmayacağız niye getirdik." Arkama baktığımda Koray'ın M60'ı tekrar omuzladığını gördüm. On buçuk kilogramlık silahın yanına, gövdesine sarılmış beşyüz adetlik şerit merminin ağırlığını ve kendi M16'sının ağırlığınıda kattığımızda Koray'ın taşıdığı yük neredeyse otuz kilogram'ı buluyordu. Dağ tepe yürüdüğümüz on kilometreyide sayarsak, o yükün elli kilograma çıktığına yemin edebilirdim. "Pusu tatbikatından sonra atış vardı iptal oldu." dedikten sonra rampayı çıkmasına yardım etmek için elimi uzattım. "Elimi tutacağına şu silahı taşı." "La tamam tamam ver." deyip kendi silahımı arkama asarak M60'ı omuzladım. Pusu tatbikatında aşağı Muhafızlar'a karşı ne kadar da galip gelsek, Koray'ın uzun mesafeden Airsoft silahı ile yaptığı atış başarılı olsada yüzde yüz olan başarımızı yüzde doksana indirmişti. Yere eğilip ot çöpü kopartan Samed ağızına atıp başını kaldırdı. "Rahman yemekten sonraki sürpriz eğitim ne?" " Skydiving." "Korhan Binbaşı mı söyledi?" "Yok hayır. Burak Yüzbaşı 'Öğleden sonra Serbest atlayış var. Her türlü sürprize hazırlıklı olun.' dedi." İki eliyle boynun aşındıran şeridi birbirinden ayıran Koray; "Sürprizsiz bir günümüz yok lan." deyip, daha fazla dayanamayarak isyanını dile getirdi. "Oğlum şunu birazda siz taşıyın. 15 yaşındaki adama taşıtılan yüke bak." Hızını kesen Rahman, aşağıya yönelip Koray'ın yanına yaklaşarak elini şeritlere attı. "Amma cozuttun lan zırto. Sanki biz otuz yaşındayız. Çıkart şunlarıda ver." Koray'ın üzerinden şeridi alan Rahman, vucuduna çapraz şekilde sarıp aynı hızla devam ederken, diğerlerine imâlı bir şekilde bakan Koray, sesini herkese duyuracak şekilde yükseltti. "Ulan ne varsa aynı beşikte büyüdüğün kardeşinde var be." deyip hafifliğin verdiği rahatlıkla derin bir nefes alıp devam etti. "Yemekte ne varmış bilen var mı?" Rahman; "Oğuz'un poposunu ye!" Koray; "A aaa... Bugün çok terbiyesiz oldunuz haa!" Rahman'ın yerden küçük taş aldığını gören herkes onun yaptığını yapıp Koray'ı taş yağmuruna tuttu. Sıcak sohbetlerle, gülüşmelerle ve eksik olmayan isyanlarla yemekhanenin kapısına varmış, yolumuzu gözleyen tombul yanaklı Dudu Ana'nın gözlerini yuvalarına gömen sıcak gülümsemesi ile huzuru bulmuştuk. "Kurban olsun ananız. Gözüm yolda kaldı. Haşlamayla pirinç pilavı yaptı ananız size minik komutanlar. Ellerinizi yıkayıp hemen gelinki yemekten sonra istirahat etmenize vakit kalsın." Koray'ın, bütün dikkati ile Dudu Ana'yı dinlediğini gören Rahman sırtındaki çantayı yere bırakıp omzuna vurdu. "Yemek listesini dinlediğin kadar Binbaşı'yı dinlesen şimdi şen şakrak geliyorduk." Haklı olan Alfa'nın karşısında boynunu büken Koray verecek bir cevap bulamıyordu. Rahman'ın silahlığa gitmek için içeri geçtiğini gördüğünde gülen gözlerle Dudu Ana'ya baktı. "Ana dana haşlama mı, yoksa tavuk mu?" Koray'ın yediği fırçaya şahit olan, yüzündeki gülücük eksik olmayan tombul Anamız dudaklarını ısırıp gülümseyerek, evladının yüreğine su serpercesine cevap verdi. "He yaa! Dana haşlama yaptım." Silahlarımızı bırakmak için Koray'ın hücum yeleğinden çekiyorduk ama 'Bana mısın?' demiyordu. "Pilav nohutlu mu?" Koray delisine cevap vermekten bıkmayan Dudu Ana; "He he nohutlu. Hadi de kızdırma Karaca Oğlanı!" deyip yemekhanenin kapı kolunu indirdi. Silahlarımızı teslim edip hemen aşağıdaki yemek haneye geçtiğimizde Dudu Ana'nın küçükte olsa torpili ile karşılaştık. Rahman; "Ulan var ya! Bu kadının hakkı ödenmez Vallahi." Yüzelli metrekarelik yemekhane sadece Kara Tepe Muhafızlarına ait bir yerdi. Biz yedikten sonra bazı Hocalarda burada yiyordu. Bizim için en büyük sürpriz Hocaların önceden; 'Ben yemeyeceğim.' deyip istihaklarını bize bırakmalarıydı. Sadece sekiz kişide olsak Dudu Ana'nın, bizi sıraya sokma gereği duymadan, tabaklarımızı tepeleme doldurup masalarımıza yerleştirmesi kendi çapında yaptığı, bizim mutlu olmamıza vesile olan güzel bir sürprizdi. Koray; "Eline sağlık sultan." "Afiyet olsun guzular." Buraya gelmesek kardeşlerimin bu yemekleri evlerinde yemelerinin imkanı yoktu. En zor olanı ise onların burada etsiz yemek yemezken ailelerinin ne durumda olduğuydu. 'Bizim kadar iyi bakıyorlar mı kendilerine?' İlk zamanlar sosyal alanların güzelliği, o yaşlarda bile bilinç altımıza savaşçılığı aşılayan, bizim oyuncak sandığımız şeyler gözümü boyar sesimizi çıkarmazdık. Ailelerimizi düşünmek bile aklımıza gelmezdi. Ama belli bir yaşa gelip hayat zorluklarını aklımıza getirdiğimizde çocukluğumuzdaki gibi rahat düşüncelerde olamıyorduk. Bizi tek teselli eden şey, Orhan ve Korhan Binbaşı'ya olan güvenlerimizdi. 'Evlatlarını ellerinden alıp, ailesini perişan etmezler.' Bütün bu düşünceler arkadaşlarımın aklına gelen ve ara sıra ağızlarından kaçırdığı şeylerdi. Ben yetimhanede de yemekhanede yerdim, burada da öyle. Tek fark can alıcı eğitimlerdi. Yemeklerimizi yemiş, Koray'ın ekmeği ile tabağını sünnetlemesini seyrederken, arkamızdan açılan aliminyum kapının kasa sesinin ardından gelen gür bir haykırışın yankılanması bizi esas duruşa geçirip, Dudu Ana'nın sıçramasına sebep olmuştu. "DİKKAATTT !" 'Burak Yüzbaşı.' Önden giren Burak Yüzbaşı göz altından bizi kontrol ederken, Orhan Binbaşı yaklaştı. "Doydunuz mu?" Esas duruşunu bozmayan Alfa; "Doyduk Komutanım." "İyi o zaman 15 dakika sonra uçak pisti." Hep bir ağızdan; "Emredersiniz Komutanım." derken Orhan Komutanın beklemesine anlam veremedik. "Eee... çıksanıza lan." Esas duruşumuzu bozup kapıya döndüğümüzde esas tehlike ile gözgöze geldik. Korhan Binbaşı kapı ağızını tutmuş çatık kaşları, çakır gözleri ile avlarının yaklaşmasını bekliyordu. Rahman duraksamadan kapıdan geçerken onu tokatlamadığını görmemiz rahat bir nefes almamızı sağlamıştı Korhan Binbaşı'nın tokat atması için herhangi bir bahaneye ihtiyacı yoktu. Yüzünüze gülerken aniden tokat atması kaçınılmazdı. 'Neden böyle yapıyor?' dediğimizde Burak Abi'nin cevabı; 'Psikolojik baskı.' olmuştu. Yani Korhan ve Orhan Binbaşı'nın tokat atması, yerde sürünürken başımızın üzerine ayağı ile basması, gece uykumuzun en tatlı yerinde silah sesi ile uyandırması çelik gibi bir psikoloji için gerekliydi. Kapıdan, Korhan Binbaşı'nın önünden tokat yemeden geçmemiz sevindirmişti. Koray! Kendini en sona bırakan Koray, Korhan Baba ile gözgöze kalmıştı. "Komutanım vuracak mısınız?" Korhan Binbaşı cevap vermiyor, tepkisiz bir şekilde Koray'a bakıyordu. "Tamam komutanım anladım. Vurmayacaksınız." Kendi sorusuna kendi cevap veren Koray yavaş adımlarla kapıya yaklaşmaya başladı. Korhan Binbaşı ile aralarında yarım metre kaldığında, tokattan kaçmak için son adımını uzun atan Koray gözlerini sıkıca yummuş gelecek olan tokadı bekledi. Ama olmamıştı! 'Korhan Binbaşı Koray'ı tokatlamadı.' derken, Koray'ın gözleri mutlu bir şekilde açıldığı anda, ensesine aldığı ağır darbe, dengesini kaybedip dört ayak kaçmasına neden oldu. Her birimiz gülmemek için kendimizi sıkarken benden gelen kıkırtı Koray'ın ki kadar sıkı olmasada sağlam bir tokat yememe sebep oldu. "Koşun lan piste zibidiler! Vurup vurmayacağımı sanamı soracağım dinkof. Ben 'İnfaz' diyorum yetmiş metre mesafeden kaşkmış ateş ediyo dangalak." Sekiz kardeş gülümseyerek koşup ağaçların arasına girdiğimizde kendimizi yere bırakıp bağıra bağıra kahkaha atmaya başladık. Nefesini toparlayan Samed; "Koray'ın tokattan... tokattan sonra dört ayak kaçtığını gördüğümde kendimi sıkmaktan beynim patlayacaktı lan." Kendi halini görmeyen Koray bize göre biraz daha az gülüyordu. "Oğlum vallahi yemekhane tepeme çöktü sandım. Nasıl vurdu lan öyle vicdansız." Verilen onbeş dakikanın üç dakikasını yerlerde sürünerek gülme ile geçirmiştik. Dediğimiz gibi; Ne olursa olsun bu ortamı hiçbir yerde bulamazdık. Rahman; "Hadi de geç kalmayalım. Korhan Binbaşı bugün formunda." Uçak pisti ile aramızda sadece bir tepe olduğu için yetişip yetişmemek konusunda bir sıkıntımız yoktu. Gülmekten yorulmuş çenelerimizi konuşmak için kullanamadan tepeyi aşıp pisti görmüştük. "Haydaaa... Pilotumuz yine bu psikopat mı la?" Koray'ın bu düşüncesine bu kez katılıyorduk. Pilot Namık ! Namık Dede; Kıbrıs seferinde Aziz Şehit Cengiz Topel ile bizzat aynı hava sahasını kullanan 70 yaşında bir Kıbrıs Gazimizdi. Oldukça eski C-130 Hercules'ine gözü gibi bakan, yukarıya göre yerde daha efendi, sohbeti mükemmel, bizi çok çok seven bir dedemizdi. Havadayken yapısı aniden değişiyor, ani manevralar, dik kalkışlar ve son sürat inişleri ile deliliğini gösreriyordu. Ayrıca; bu yaşına rağmen Boeing747'ye takla attıran nadir pilotlardandı. Yanına yaklaşırken, oduncu gömleği, kahverengi yeleği ve hiç çıkarmadığı beyaz fötr şapkası ile bizi bekliyordu. Ada'dan çıkamadığımızdan dolayı hiç görmemiştim ama, Namık Dede, dirseğini uçağın kapısına dayaması ve bizim gelişimizi seyrederken iştahla çektiği sigarası ile kitaplarda okuduğumuz, nadirde olsa filmlerde gördüğümüz dolmuş şoförlerini andırıyordu. İstanbul dili ile mükemmel ve net bir konuşması vardı. "Ne yapıyorsunuz ulen keratalar?" Rahman; "Selamun Aleyküm Dede. İyiyiz keyifler yerinde şükür. Sen nasılsın?" Yaşına yaklaşmayan çeviklikle aşağı hoplayan Namık Dede, şapkasını düzeltip gözlerini Koray dan ayırmadan cevap verdi. "İyiyim kardeşim teşekkür ederim. Sen nasılsın Kanka?" Koray ile ayrı bir samimiyeti vardı. Koray ne kadar onun uçak sürüşünden rahatsız olsada, o da onu çok sever saygı duyardı. Yumruğunu uzatan Koray; "İyim King." deyip Namık Dede'nin ki ile tokuşturdu. "Aslanım benim." diyen Namık Dede elini kaldırıp kapıyı gösterdi. "Paraşütlerinizi omuzlanında agalar gelince fırça yemeyin. Hadi bakalım." Biz kapıdan geçerken Burak Abi, Korhan ve Orhan Binbaşılar görünmüştü. Üç komutanın aynı anda geldiğini görmemiz farklı şeyler düşünmemize sebep olsada bu durumun üzerinde fazla durmadık. Rahman; "Dede üçüde mi uçacak?" "Bugün öyle olacakmış Yavru Kurt."derken Korhan Binbaşı'nın sesi duyuldu. "Selamun Aleyküm Namık Abi." "Aleyküm selam kardeşim." Kısa bir sarılmadan sonra, Namık Dede kokpit'e geçerken üç komutanda yanımıza geldi. Burak Yüzbaşı ve Orhan Binbaşı, atlayana kadar seyahat ettiğimizde emniyet halatlarımızı taktığımız, uçaktaki daha kalın, sabit kolon dediğimiz halatların kontrollerini sağlarken, Korhan Binbaşı da tek tek paraşütlerimizi denetliyordu. Namık Dede uçağın motorlarını tek tek çalıştırıp devrinin almasını bekliyordu. Geride bıraktığımız otuzsekiz Serbest Atlayış önceki heyecanlarımızdan eser bırakmamıştı. Emektar kargo uçağının kapılarının kapanması ve tavanındaki sarı lambaların sırasıyla yanmaya başlaması kalkışa geçeceğimizin habercisiydi. Korhan Binbaşı; "Rahman paraşütünü çıkartıp Burak Komutanına ver!" Başlığını takmak üzere olan Rahman'ın eli kask tokasında kalmış, donuk bakışlarını Korhan Baba da sabitlemişti. "Bakma oğlum çıkar kuşamını da ver." "Emredersiniz Komutanım." diyen Rahman, hızlı bir şekilde ekipmanlarını çıkartırken, motor sesleri içimizi titreten Hercules çoktan tırmanmaya başlamıştı. Çıkartılan kuşamı üzerine giyen Burak Abi, paraşüt kolonlarını kontrol edip Korhan ve Orhan Binbaşı'ya hazır olduğunu göstermek için başparmağını kaldırdığında kulaklığımızdan Namık Dede'nin sesi geldi. "Yükseklik 9000 feet." Namık Dede'nin bu uyarıyı yapması standart bir prosedür olduğu için herhangi birinin cevap vermesi gerekmiyordu. Orhan Binbaşı; "Evet Kurtlar. Rahman kaskını tak evlat." deyip, herbirimizi baştan aşağı süzdükten sonra herzamanki sıradan soruları sormaya başladı. "Kuşam tamam mı?" "Tamam Komutanım!" "Başlık tamam mı?" "Tamam Komutanım!" "Yedek paraşüt, kılavuz paraşüt kontrol edildi mi?" Rahman hariç sekiz kişi sorulan sorulara aynı anda cevap veriyordu. "Edildi!" "Altimetre kontrol edildi mi?" "Edildi!" Telsizinden soruların bittiğini duyan Namık Dede'nin çatallı sesi tekrar geldi. "Yükseklik 15000 feet!" Bu anons atlama vaktinin geldiğini söyleyen anonstu ama açılması gereken kapıların henüz açılmaya niyeti yoktu. Söz almak için elini kaldıran Rahman'ı gören Korhan Binbaşı, başını sallayıp onayladı. "Komutanım ben neden atlamıyorum? Neden atlamadığım halde başlığı takıyorum?" "Telsiz başlığında, telsiz olmadan bu gürültüde nasıl anlaşacağız evlat?" "Peki neden atlamıyorum komutanım? Bir kusurum mu oldu?" Korhan Binbaşı; "Sabret oğlum sabret." desede, hem onda, hemde Orhan Binbaşı'nın konuşmasında ve hareketlerinde anlamsız bir gerginlik seziyordum. "Yükseklik 20000 feet!" Gelen son anons sezgilerimde az da olsa haklı olduğumu gösteriyordu. Karşılıklı iki kapıdan sol taraftaki açılıp gün ışığı gözlerimizi kamaştırırken, uçağın içine bağlı olduğu emniyet kolon halatından destek alıp Rahman'a doğru yürüyen Orhan Binbaşı, Alfamızı koltuğunun altına alarak bize döndü. "Ana paraşüt olmazsa, yedek paraşüt var değil mi kurtlar?" diyen Binbaşı, koltuğunun altındaki Rahman ile birlikte bir adım atıp açılan kapı ile aynı hizaya geldi. "Havada kilometrelerce süratle aşağı düşerken, basınçtan veya korkudan; herhangi bir sebepten dolayı bayılırsanız hıza, basınca duyarlı emniyet sistemi devreye giriyor. Yani Cyprus. Bütün bu teçhizatlar sırtınızdaki çantada mevcut." Bu olmaz! Bu kadarını yapamazlar! Rüyada bile göreceğimiz zaman bağırarak uyandığımız bir durum olmuştu. Ayağımızın altındaki uçağı göremez, açık kapıdan vuran rüzgarı hissedemez, bilmem kaç beygirlik devasa dört tane motorun sesini duyamaz olmuştuk. "Ya bu çanta sırtınızda olmasaydı." diyen Komutan, 'Baba' deyip canımızı teslim ettiğimiz Komutan; kardeşimizi, Rahmanımızı, Alfamızı 20.000 feet'ten aşağı atmıştı. İlk şoku atlatan, kulakları sağır edercesine çığlık atan Koray olmuştu. Uçağa sabitlenen emniyet kemerini çıkartan Koray, Orhan Binbaşı'nın göğüsüne kuvvetli bir kafa attıktan sonra kendini aşağı bıraktı. Koray'ın vurduğu kuvvetli darbenin ardından ayakları havaya savrulan, sırtüstü yere yatan Orhan Binbaşı'yı arkamda bırakıp ikinci atlayan ben olmuştum. "Ko...Koray görüyor musun Rahman'ı? KORAAYY!" Sesi ağlamaklı gelen Koray; "Görmüyorum lan görmüyorum." Rüzgarı yarıp giderken, sol üst tarafımdaki Burak Yüzbaşı görüş alanıma girdi. "Rahman cevap ver kurban olayım cevap ver." Koray'ın bu yakarışını duyan Rahman telsize girdi. "Sakin kardeşim. Daha bir sürü mesafe var. Saat onbir yönünde, üçyüz metre aşağınızdayım." Koray; "Gördüm lan. Vallahi gördüm!" Rahman; "Ağlama lan kız gibi dangalak. Göğüs üzeri iniyorum. Sivril bana doğru in. Sakin ol ve aklı başında hareket et. Bana en yakın mesafedeki sensin." Sol kolunu aralayan Koray'ın, sola doğru kaydığını görmemle, aşağıdaki siyah noktayı görmem aynı anda oldu. Samed; "Koray yakala n'olur. Arkandayız." "Yakalayacağım tabi." Koray'ın gözyaşlarının gözlüğünü ıslattığına yemin edebilirdim. Yerçekimi mi çekmeye çalışıyor, yoksa var gücü ile omuzlarımızı döven rüzgar mı yukarı itmeye çalışıyor? İçerisinde bulunduğumuz, hâla atlatamadığımız şok bütün fizik kurallarını anlamsız hâle getirmişti. Rahman; "Yaklaştın kardeşim. Sakin... sakin... sakin..." "Ne yaklaşması lan? Çocuk mu avutuyosun?" Rahman; "Ağlama oğlum ağlama!" Ne kadar sivrilip rüzgarı yarmaya çalışsakta Koray'a yetişemiyorduk. Bütün bunların saniyeler içerisinde geçmesi zaman kavramınıda allak bullak etmişti. Rahman; "Koray!" "Ne... Ne var?" Koray'ın sesi bu kez çatallı ve hıçkırıkla karışık gelmişti. Rahman; "Anneannemleri dut ağacını hatırlıyor musun ? Hani senden yukarı çıkmıştım. Sana hava atıyorum diye düşmüştüm ya?" Koray; "Eeee?" Rahman; "Kendinin düşme ihtimâlini hiçe sayıp beni yakalamak için elini uzatmıştın hani?" "Eeeee?" Koray ile Rahman'ın arasında sadece onbeş metre kalmıştı. Koray bir sivrilip bir göğüs üzeri düşerken Rahman'ı geçmemeye özen göstererek profesyonelce süzülüyordu. En önde, Rahman'a en yakın Koray'ın konsatresini bozmamak için hiç birimizden ses çıkmazken Rahman tekrar telsize girdi. "Eeeee'si ne oğlum lan? Acele et 1500 metre kaldı." Rahman'ın sözü bittiği anda Koray aniden arkasından sarılarak bizlere yerden 2000 bin yükseklikte bayramı yaşattı. "Ah be kardeşim! Bu kez yakaladın beni." Sevinçten ne yaptığı aramızdaki mesafeden belli olmayan Koray'ın, Rahman'a peş peşe kafa attığı telsize yansıyan, birbirine çarpan kask sesinden anlaşılıyordu. "Vallaha yakaladım lan. Billaha yakaladım." Göğüs üzeri inen ikiliye çoktan yaklaşmış, kendi gözlerimle Koray'ın, Rahman'ı sıkı sıkıya bağladığını gördüğümde derin bir 'Ohh' çekmiştim. Kolundaki altimetreye bakan Koray, başını yukarı çevirip kontrol ettikten sonra, elini açma koluna atıp çekti. Koray'ın paraşütünün açıldığını gördüğümüzde, herbirimiz aynı anda yerden 750 metre yükseklikte paraşütlerimizi açtık. Bir yandan düşüş hızımızı dahada yavaşlatmak için manevralar yaparken, bir yandanda Rahman ile Koray'ın kendi aralarındaki sohbetlerini diniliyorduk. Rahman; "Oğlum atlarken Orhan Binbaşı'ya küfür falan etmedin değil mi?" Koray; "Yok oğlum etsem telsizden duyardın." "Aferin kardeşim. Bir günde iki hata yapman hepimizi ipe götürür." Rahman'ın, Koray'ın kucağındaki komik pozisyonu gülmeme sebep olurken, Koray'ın konuştuğunu duyduğumda birşey kaçırmamak için kendimi sıkıp dinlemeye başladım. "Küfür etmedimde kafa attım." Başını arkaya çevirip Koray'ın gözlerine bakmaya çalışan Rahman'ın dönemediğini gördüğümde daha fazla kendimi tutamayıp sesli bir şekilde kahkaha attım. "Senin ağızına sı*ayım Koray. Sen Orhan Binbaşı'ya kafamı attın?" "He valla! Tam göğüsüne kuvvetli bi kafa attım hacı." Rahman; "Ne b*k yicez şimdi? Sen aşağı hiç inme oğlum paraşütü bana ver kendini bırak öl gitsin. Aşağısı senin için güvenli değilki." Koray'ın bir sağa bir sola süzülüşünden 'Aşağı ne kadar geç inersem o kadar kâr' düşüncesinde olduğu anlaşılıyordu. "O değilde Rahman; başka bir adaya mı inseydik la?" "200 metre kaldı nereye ineceksin?" Koray; "La oğlum piste uzak bir yere inelim bari ya." GÜNÜMÜZ... Anımızı bitirip başımı kaldırdığımda, gülmekten yaş akan deniz kabukları ile karşılaştım. 'Allahım neler yaratıyor.' Mert; "Bu neydi böyle be kardeşim? Gülsek mi ağlasak mı şaşırdık?" Zümra; "Babamı boğasım geldi yemin ederim. Eee sonra ne oldu, Koray ceza aldı mı?" Yarenine sıcacık gözleriyle bakan Rahman, çayından küçük bir yudum alıp bardağı avcuna hapsetti. "Hayır beni yakaladığı için affedildi." "Oh iyi bari!" diyen Kübra, gözlerini Koray'a çevirdi. "Kahraman kocişim benim." Masanın üzerinde, titreşimdeki telefonun yanıp söndüğünü gördüğümde bahane üretip telefon sahibinin güzel gözlerine baktım. İlk defa ona hitaben konuşacaktım. "Telefonunuz çalıyor." Zaten güzel olan gözler, ekran ışığının üzerine yansıması ile dahada bir güzelleşmişti. "Teşekkür ederim." deyip telefonu alarak masadan uzaklaştığında içime aniden kurt düştü. 'Sevdiği mi var yoksa?' Uzaklaşmaktan vazgeçen melek, birşey unutmuş gibi masaya tekrar yaklaşırken, kimsenin bana bakmamasından fırsat bulup uzun uzun seyrettim. Gerçek dehşeti elindeki telefonu Koray'a uzatırken yaşamıştım. "Abi! Annem sana ulaşamıyormuş. Seni istiyor." "Tamam bacım!" diyen Koray telefonu kulağından uzaklaştırıp devam etti. "Haa Songül! Yavuz telefonu içeri götürmüştü. Getirir misin?" Saatlerce geçirdiğimiz keyifli vakitten sonra şu an tek hissettiğim şey; kendimden iğrendiğimdi. 'Allah senin belânı verdi Oğuz?' SON...
|
0% |