Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19.BÖLÜM 2-25-21-1-14 🖤

@batingam

YUSUF'dan... Kudüs

"Biz gelmedik dava için, bizim işimiz sevda için, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldik."

"Bu da mı Yunus Emre'den ?"

"Evet! Ne güzel söylemiş değil mi?" diyen Kayhan tezgahdaki eşofmana elini sürüp devam etti.

"Şu çocuklara baksana. İçlerindeki korku biran olsun eksilmiyor; heran herşey olur havasındalar. Düşünsene Türkiye buraya çıkartma yapmış ve hoparlörden Yunus Emre'nin bu mısraları okunuyor." demesi olacak şeyleri gözümde canlandırmama sebep olmuştu.

"İnşAllah o günleri görmek nasip olur."

"İnşAllah..."

Kudüs Yıldızlar Geçidi pazar yerini adımlarken bundan yüz yıl önce Osmanlı bayraklarının asılı olduğunu hayal ettiğim taş duvarlar, yıllardır yareni'ni bekleyen gelinlik kız misali güzelliğini koruyordu.

Kalın duvarları ile üç katlı binalar, o binaların altına gömülmüş, tezgahlarını dışarı taşıran asırlık tuhafiye dükkanları ve sırasıyla altlarından geçtiğimiz tarihi kemerler Osmanlı mimarisinin güzelliğini gözler önüne seriyordu.

"Kanka! Komutanın verdiği şifreyi unutmadın değil mi ?"

"Yok oğlum unuturmuyum?"

Gözleri uçsuz bucaksız taş yolu seyreden Kayhan'ın, elleri cebinde yerde taş varmış gibi ayağını savurup kendi kendine gülümsemesi istemsizce tebessüm etmeme neden oldu.

"N'oldu lan neye güldün?"

Vücudunu dikleştirip gururla yüzüme bakan Kayhan;

"Oğlum ben hâla inanamıyorum, rüya gibi geliyor." dediğinde neden bahsettiğini anlamam zor olmamıştı.

"Harbiden öyle. Yıllarca, Şehit olduğunu sandığımız Karabasan'ın askerliğini yapmışız."

Kayhan;

"Gerçek ismi Rahmanmış."

"Üç tanede çocuğu varmış. Ne büyük gurur değil mi böyle bir babanın evladı olmak?"

Kayhan;

"Gururda laf mı?"

Başımı ayağımın altından akıp giden tarihi parkelerden önüme kaldırdığımda Hâbil Abi ile buluşacağımız meydana neredeyse yetmiş metre kaldığını gördüm.

Kim bilir bizden önce kaç tane Osmanlı Askeri'nin ayağı ezmiştir bu parkeleri? Ne aşklar, ne sevdalar yaşandı bu dar sokaklarda. Kimisi Vatana kurban verdiği evladının teskeresini bekledi, kimisi sevdalısının özlem dolu bakışlarını gözledi ahşap korkuluklu pencerelerinde.

İremim'in yeşil bakışları, bembeyaz yazmalı güler yüzü geldi gözlerimin önüne. Ona ayrılmak istediğimi söylediğim o lanet gün geldi aklıma.Bugün yüzüm gülüyorsa, bugün telefonum bekleniyorsa, bugün yolum gözleniyor, özleniyorsam o da onun sayesindeydi.

Türk Dünyasında Karabasan, Ortadoğuda Gazap !

"Yusuf meydana geldik. Nasıl tanıyacağız biz bu Hâbil Abi'yi ?"

"Bilmiyorum ki; o sizi tanır dedi. Şapkanı biraz daha yüzüne indir. Şu puşini de çenene doğru kaldır biraz. Burada kamera vardır."

Kayhan sağını solunu yoklayıp şapkasını indirirken baldırıma aldığım darbe ile soluma döndüm.

"Bakmayın öyle! Biraz arayı açtıktan sonra takip edin beni."

160 boylardaki sıska adam önümüzden akıp giderken gözüme ilk batan topuklarına bastığı ayakkabısı olmuştu.

"G*tüne mi vurdu lan o senin?"

"Yok oğlum ne g*tü? Baldırıma vurdu."

Kendi kendine gülen Kayhan;

"Gerçi nasıl vuracak ki oraya? Kolunu bayağı kaldırması gerekiyor." deyip Hâbil Abi'nin meydanı geçip köşeyi dönüdüğünü gördüğünde adımlarını hızlandırdı.

"Oğlum sen namaz kılmıyor musun? Neden adamla dalga geçiyon?"

Kayhan'ın gülen suratı aniden asılı verdi.

"Tövbe Estağfurullah. Allahım sen affet beni. Ulan harbi utandım şimdi kendimden."

"Karabasan'ı bizzat görmüşse bu adamın basit bir adam olduğunu zannetmiyorum. Emin ol bu boy kadarda yerin altında vardır. Baksana yürüyüşüne, etraftan gördüğü saygıya. Herkes eğiliyor önünde."

Kayhan;

"Valla bu koca çarşının kabadayısı gibi."

Meydana çıktığımız çarşının benzeri bir sokağa giren Hâbil Abi, adımlarını yavaşlatıp, yüzümüze bakmadan yaklaşmamız için işaret etti.

"Önünde kırmızı kumaş asılı olan dükkandan içeri girin geliyorum."

Hiçbir şey söylemeden, kalabalıktan fırsat buldukça devam edip, kırmızı kumaşlı kapıdan içeri geçtik.

Bizden başka kimsenin olmadığı dükkana girdiğimizde ilk dikkatimi çeken duvarda asılı olan Ayet-el Kürsi ve Nazar duası olmuştu. Gözlerimi kumaş raflarından çekip yukarı bakmama sebep olan, gücü yettiğince içeriyi serinletmeye çalışan tavan vantilatörüydü.

"Offf... Ne iyi geldi lan!"

Kayhan'ın terli ensesini pervanenin altında bırakıp başımı dışarı uzattığımda ayaklarını yanlara açarak dükkana doğru gelen Hâbil Abi'yi gördüm.

İki elini birleştirip tesbih çekişi ve boynunu içeri sokup, dışarı çıkardığı kamburu mahalle kabadayılarını andırıyordu. Buna Karabasan'ı gördüğünü ve dost olduğunuda katarsak, bu adam boyundan oldukça büyük icraatların adamıydı.

Yaklaştığında geri çekilip Kayhan'ın yanına durarak yol verdim.

Selam vermeden yüzümüze baka kalan Hâbil Abi'nin, tebessüm eden yüzünün aksine dolan gözlerine anlam verememiştim.

"Selamun Aleyküm gençler."

Aleyküm Selam Hâbil Abi."

Esmer tenine serpiştirilen kirli sakallarında elini gezdiren Hâbil Abi;

"Baba sizi gönderdi demek. Ona da böyle askerler yakışır. Hoş geldiniz sefa getirdiniz." deyip ikimizede tek tek sarıldıktan sonra yemenilerin dizili olduğu cam tezgahın arkasına geçti.

"Nereden tanıdın Abi bizi?"

Duygusallığını bozmayan gözleri hâla üzerimizdeydi.

"Benim kökenim Osmanlı kardeşim. Türk Askerini kollarını yanlara açıp yürümesinden tanırım. Heybetiniz Tibet Babayı andırıyor. Bayağı birşey kapmışsınız ondan MaşAllah."

"Yapma Abi. O neresi biz neresi?"

Elini tezgaha tıklatan Hâbil Abi;

"Siz olduğunuz belli ama; ben yinede işareti verip şifreyi isteyeyim." deyip bir süre yüzümüze bakıp tepkimizi ölçtükten sonra işareti verdi.

"Çin isyanında, Kürşad'ın ilk uçmağa varan Alp'i kimdir?"

Kayhan'la gözgöze geldikten sonra yönümü tekrar sorduğu sorunun cevabını bildiğimizden emin olan Hâbil Abi'ye döndüm.

"Arık Buka!"

Cevabı duyan Hâbil Abi, cam tezgaha tokatı basıp, altından laptop çantasına benzeyen kahverengi deri çantayı çıkarttı.

"Buyrun sizindir babalar!"

"Sağolasın abi." diyen Kayhan, çantayı alıp çapraz şekilde omzuna astı.

Hâbil Abi'nin geldiğimizden bu yana gülerek bakan gözleri gideceğimizi anladığında hüzünlenmişti ama duyduğu gururdan az da olsa eksilme yoktu. Hâla göğüsü kabarık, duruşu dikti.

"Demli bir çay yapıp, uzun uzun sohbet etmek vardı ama; peşinize düşmüşler."

Kayhan;

"Nasıl Abi, nerede hata yapmışız ?"

Gururlu gözleri karşısındaki Türk Askerlerini hayranlıkla süzüyordu.

"Sizin Asker olduğunuzu, hele ki Türk Askeri olduğunuzu anlamak için kimliğinize bakmaya gerek yok kardeşim. Ömer'in heybetini, Hamza'nın keskin bakışını taşıdığınız sürece en fazla kameralardan kaçarsınız. Şu esnafta kaç tane namussuz muhbir var."

"Tibet Komutanı bu dükkâna girerken hiç gören olmadı mı?"

"Bu arastada öyle esnafları barındırmayız; Olmadı mı? Oldu! Oldu da onları tekrar gören hiç olmadı." deyip birşey imâ eder gibi gülümsedi.

"Anladım Abi!" deyip vedalaşmak için elimi uzattım.

Vedamızın zor geldiği uzattığım elime uzun uzun bakmasından anlaşılıyordu.

"Siz bana Tibetimin selamını, nurunu getirdiniz. Allah sizden razı olsun. Gözünüz arkanızda olsun. Nereden çıkacakları belli olmaz." dedikten sonra baba-oğul şevkati ile sarıldık.

Hâbil Abi ile göz göze gelen Kayhan;

"Gerçekten onun Askeri olmaya layık mıyız biz Dayı?" deyip merakla gelecek olan cevabı beklerken, uzanıp Kayhan'ın omzuna elini atan Hâbil Abi, başını sallayıp cevap verdi.

"Yakışmasanız Gazap gibi bir baba 'Canım ciğerim' deyip sizi buraya gönderir mi?"

Kayhan;

"Sağolasın Abi. Hadi Allahaısmarladık."

Ensemize esen pervanenin altından geçip kapıyı açmıştık ki; Hâbil Abi;

"Babalar!" dediğinde geri döndük.

Gülüşü daha bir derin, daha bir anlamlıydı.

"Elinizdeki çanta Devlet kuracak bir çanta. Aman dikkat edin. Bir dahaki gelişinize taş üstünde taş bırakmayın. Biz tekrar toparlarız."

Hiç birşey anlamadığım cümlesine başımı sallayıp;

"İnşAllah Abi! İnşAllah." dedikten sonra, uzun uzun sohbetinin mükemmel olacağına inandığımız Yaşlı Kurt'u istemeden de olsa arkamızda bırakıp çıktık.

Altmış yıllık ömrüne kim bilir ne hayaller sığdırdı. Esir alınan kurt kurtulmak için sabırla bir fırsat bekler; beklediği fırsat gelmeyip umudu tükendiğinde yüreğini patlatır ve intihar edermiş. Özü, töresi, hatta savaş taktikleri dâhi Kurtlardan gelen bir milleti nasıl esir alasınız ki?

Peki Kurtlardan, Osmanlıdan gelen Hâbil Abi!

Dişler çekilince çukurlaşan yanaklar, yılların acımadan bıraktığı çizikler ve kirli ak sakalları ne kadar sabrettiğinin ıspatıydı.

Ölüm döşeğindeki yaşlı bir baba, can alıcı ağrılarından kurtulmak için ölmeyi diler değil mi? Azrail başucuna geldiği zaman tüm ağrılarına ve acılarına rağmen, helâllik almaya yetişemeyen evin tek çocuğunu, tek evladını görmek için biraz daha süre ister.

Hâbil Abi'nin umutlu tebessümünde o yaşlı babayı görmüştüm. Esir kalmaktan bıkmış, ölmeyi istiyor ama tek arzusu vardır.

Dedelerinin anlattığı o bayrak!

Bir zamanlar Filistin sokaklarında dalgalanan Ay-Yıldızlı o bayrağı tekrar görmek.

Evet! Hâbil Abi'nin sabırla beklediği ve ömrünün uzamasını dilediği tek umut; Ay-Yıldızlı AlBayrağımızdı.

Kudüs'de asılı olan Osmanlı Bayrağı

Ruhumu okşayan hayallerimden Kayhan'ın dürtmesi ile çıktım.

"O Dayı neden öyle dedi lan?"

"Ne dedi?"

"'Bir dahaki gelişinize taş üstünde taş bırakmayın.' dedi ya hani. Neden öyle dedi?"

"Bilmiyorum! Bilmiyorumda Kayhan; şuan o çantada ne taşıyorsun deli gibi merak ediyorum."

Benden tarafta olan deri çantayı diğer omzuna asan Kayhan seyrek kaşlarını çatıp yüzüme baktı.

"Aklından bile geçirme. Kırarım elini."

"Deli misin oğlum? Nişanlımdan ayrıldım diye ağaçtan aşağı sallandırıp döven adam, emanetine ihânet ettim diye neler yapmaz? Hem ben senden daha kıdemliyim sen niye taşıyosun lan çantayı? Ver şunu!"

Kıdem meselesini açtığımda deli olan Kayhan operasyonun ehemmiyetini umursamadan her zamanki gibi küplere bindi.

"Senin sı*arım kıdemine bak! Nereden kıdemlisin lan?" deyip eli ile ağızını kapattıktan sonra devam etti.

"Lan oğlum beni ters ters konuşturma. Tövbe ettim artık küfüre be."

Haline bakıp içimdeki kahkahayı bastırmaya çalışarak devam ettim.

"Oğlum bak! Ne kadarda devre olsak; ilk birliğimize ben senden önce gidip yüz okuttum."

Kahyan'ın can alıcı noktası tam da burasıydı.

"Birliğin karşısındaki pastaneden 'Poğaça alalım.' diyen sen değil miydin dönek herif ?"

"Hee bendim n'olmuş?"

"Nasıl n'olmuş oğlum? Ben pastaneye poğaça almaya girdim, sen beni satarak, karşıya geçip birlikte yüz okuttun. Taş çatlasa üç dakika senden sonra işbaşı yaptım."

"Kaç dakika olursa olsun. Sonuçta ben senden daha kıdemliyim. Bu operasyonun emir komutasıda bende; biliyorsun değil mi?"

Bu cümlem bardağı taşıran son cümleydi. Dar çarşı kalabalığının bakışlarına aldırmayıp bağırarak konuşmaya başlayan Kayhan;

"Kim dedi lan sana?..."

"Lan ne bağırıyon m*l? Herkes bize bakıyo." dediğim anda sesini kısıp yanıma yaklaştı.

"Komutan 'Kayhanla gidip emanetimi alın' dedi. Emir komuta falan devretmedi. Hoparlörde konuştun oğlum bende duydum yalancı pislik."

"Seni aramayıp beni aradıysa..." diye devam ederken, önümüzdeki kalabalık fermuar misali açıldığında görüş alanımıza bize doğrultulmuş üç tane namlu girdi.

Ellerimi kaldırıp yavaşça Kayhan'a baktım.

"Hadi behhh! Kayhan napacaz lan?"

Çantayı kalçasının arkasını iterek saklamaya çalışan Kayhan, sinirden ateş açan gözlerini yüzüme çevirdi.

"Kıdemlisin ya! Hadi ne diyorsan onu yapalım."

İki kişinin birbiri arasında fısıldaşmasını kaldıramayan adamlardan birisi kusursuz ingilizcesiyle bağırmaya başladı.

"Yere yat! Yere yat!"

Adamın İngilizce konuştuğunu unutan Kayhan;

"Bağırma lan ya*şak!" deyip, elini tekrar dudaklarına götürdüğünde ilk uyarısını aldı.

"KALDIR ELİNİ! KALDIIR!"

Adamlar gitgide yaklaşmış, mesafemiz iki metreye kadar inmişti. Temkinli yaklaşmaları, gözlerini saniye olsun üzerimizden ayırmamaları ve ağızlarından hızlı hızlı nefes almaları bizim tehlikeli biri olduğumuzu bilmelerinden kaynaklanıyordu. Hem yere çöküp hemde Kayhan'la konuşmaya başladım.

"Kayhan Gazap... Yani Karabasan ne demişti hatırla; 'Karşınızdaki adamın paniğini kullanıp kendi lehinize çevirin. Adamlar panik halde."

Zaman kaybetmeden araya giren Kayhan;

"Sol tarafdaki kapalı pasajın kemer kapısını görüyor musun? Bu adamlar işini iyi bilse kaçıp kaybolabileceğimiz yerde, yani pasaj kapısına yakın bir yerde çevirmezlerdi bizi. Aha sana kıdem." deyip, yere çökmesini bekleyen adamın yaklaştığını görüp, mükemmel bir zamanlama ve hız ile silahını kaptıktan sonra dizlerine doğrultarak tetiğe bastı.

'O ne lan?'

Tetikten aldığı komutu fişeğe ileten horozun gücü patlatmaya yetmemişti. Ama Kayhan'ın elinde silahı gören diğer iki adamın yaptığı panik önümüzü fazlasıyla açmaya yetmişti.

Kızağı çekip mermiyi yatağına yerleştiren Kayhan namluyu doğrultup tekrar tetiğe bastı.

Kayhan'ın;

"Kaç la kaç!" demesine adamın haykırışları karışırken, silah birkez daha ateşlendi.

Pasaj kapısından dalıp kalabalığı yarıyor, edilen küfürlere aldırmadan ayağımızın altına gelen tezgahları yıkıp geçiyorduk.

"Ne yaptın lan, neresinden vurdun?"

"İkisininde dizinden vurdum. Diğeri gelemez zaten."

Pasajın diğer kemerinin geniş meydana açıldığını gördüğümüzde yavaşlayıp yüzümüzü kapatan puşiyi biraz daha aşağı indirerek güneş gözlüklerimizi taktık.

"Adamlar yüzünü görmedi değil mi?"

"Yok yok görmedi. Meydanda kamera vardır. Şuradan araya sapıp bi araba bulalım." diyen Kayhan, şapkasını dahada indirip yüzüme bakmadan devam etti.

"M*l oğlu m*l! Sen yatağa mermi yerleştirmeden Bordo'ya yaklaşırsan işkembeyi deldirirsin."

Ara sokağa girip ilk gördüğümüz Renault'a yaklaşarak sağımızı solumuzu kontrol ettikten sonra bıçağı kilit mekanizmasına dayayıp diğer elimle arkasından vurarak içini parçaladım.

Açılan kapıdan dalacaktım ki omzumdan tutan Kayhan;

"Bunu almayalım lan. Müslüman arabası bu." deyip aynada asılı olan Duâ'yı gösterdi.

Arkadaki Ford Focus'a ilerleyip, etrafı kontrol ettikten sonra bıçağımı tekrar çıkarttım.

"Ön camdan aynadaki Duâ'yı görmedin mi? Adama kilit masrafı açtırdın."

Kayhan;

"Ne bileyim oğlum ona mı bakıyorum?"

Kapıyı açtığımda ilk yaptığım şey, aracın kime ait olduğunu gösteren iz aramak olmuştu.

Şoför koltuğuna kurulup kontak mekanizmasının kapağını bıçak ile açıp kontak kablolarını açığa çıkarttım.

Mavi ve kahverengi kabloları ortalarından kesip birbirine bağladıktan sonra, üzerini soyduğum kırmızı kabloyu her ikisinede değdirip marş motorunu çalıştırdım. Bujiler ateşlenip motor çalıştığında zaman kaybetmeden direksiyona elimi atıp kilidi kırmak için yüklendim.

"Kayhan yardım et lan kırılmıyo."

Dışarıyı kontrol eden Kayhan, içeri geçip kapıyı kapattı.

"Hadi kanka bir daha yüklen."

Var gücümüzle direksiyonu çevirirken gelen 'KITT!' sesi ve rahatlıkla dönmeye başlayan direksiyon ile kilit milinin kırıldığını anladık.

"Haydi Bismillah!" deyip vitesi bir'e takarken Kayhan'ın cebinden çıkarttığı flash belleğe gözüm takıldı.

"O ne lan?"

"Görmüyo musun oğlum flash."

"Ne yapacan onu?"

"Full Neşet Baba yüklü kardeş."

Bunu sesli söyleyip onu şimartmak istememiştim ama; Kayhan'ın ne olursa olsun sakin kalma huyunu Karabasan'dan aldığı apaçık ortadaydı.

"Sen manyaksın lan!"

"Hadi sen hadi! Biraz basta akşam Namazına yetiştir kardeşini."

SERPİL'den...

Eğitimin bittiğini haykıran düdük sesi gelmiş, Komutanlar'ın ağzından duyduğum ve en çok mutlu olduğum o iki kelime çıkmıştı.

"İstirahat et!"

Kimisi Sosyal Tesislerin, kimisi yatakhane'nin yolunu tutarken, benim tek başıma gidebileceğim tek yer vardı.

Eğitim alanına ve Karargah'a beşyüz metre uzaklıktaki, kendimce ismini 'Serpil'in Yeri' koyduğum o yer.

Olumsuz düşüncelerimden arındıran, memleketime götüren tek yerdi orası. Geldiğim topraklarda ağaca fazla rastlanmasada hayal ettiğinde herşey senin elindeydi.

Arkamda duyduğum kuru bir dal parçası'nın kırılma sesiyle olduğum yerde durdum.

"Kimsin?"

Kafasını çıkarana kadar onu arayacağımı bilen Zuhal, mahcupca kalkan kaşları ile, çalı'nın arkasından kendini gösterdi.

"Nereye gidiyosun kız sen?"

"Üste geçmek için böyle tavır alma bana. Neden takip ediyorsun kızım beni?"

"Her eğitimden sonra kimseye gözükmeden kayboluyon. Eee; merak ettim nereye gidiyoruz?"

Yönümü karargah'a dönüp yürümeye başlamıştım ki kolumdan tuttu.

Parmakları açık olan taktik eldivenlerini çıkarmaya dahi gerek duymamıştı.

"Nereye gidiyorsun? Burada gitmesi gereken biri varsa o da benim."

Kahverengi iri gözlerine bakakalmıştım.

"Bak kimseye söylemek yok; anlaştık mı?"

"Muhafız sözü veriyorum."

Kara Tepe'nin eteğinden giden geniş patika ikimizin yanyana yürümesine fazlasıyla yetiyordu.Yürümeye başladığımızdan bu yana Zuhal'in şüpheli bakışlarını sabitlediği yere baktım.

"Neden bakıyorsun oraya?"

"Bilmem! Bu tepenin eteğinde ne zaman gezsem tırsıyorum."

"Tırsman normal. Orası Kara Muhafızlar'ın Karargah'ı."

Zuhal;

"Buradan Nişan'ı aldıktan sonra onlarla görev yapmak nasip olur mu acaba?"

"Daha 13 yaşındayız. Bunları hayal etmek için henüz erken."

Zuhal;

"7. Kademeye geçtiler. Sekiz aylık Hayatı İdame eğitimini geçtikten sonra Kara Muhafızlar. Seneye yani. Kod İsimlerinide almışlar. Onlardan birine hiç denk geldin mi?"

"Uzaktan sekizinide görmüştüm. Ama çok uzaktı. Yüzlerini seçemedim."

Bunu duyduğuna şaşıran Zuhal;

"Nasıllardı, bizim erkek grubundan farkları var mıydı?" deyip gözlerini açabildiği kadar açtı.

"Bizim gibi siyah kıyafetleri vardı. Bizden ayıran herhangi bir işaret gözüme çarpmadı ama çok sessiz ve hızlılardı."

Zuhal;

"Seni görmediler mi?"

"Biri gördü ama birşey demediler. Görevli olduğumu zannettiler galiba. Neyse geldik. Benim mekân burası."

Defasa küp şeklinde olan kayalığın yüzü, mermer gibi pürüssüz ve düzdü. Üzerine oturup yönünüzü uzaktaki denize döndüğünüzde arkamızdaki bizi gizleyen tepecik ile sırt sırta vermiş gibi hissediyorduk.

"Serpil burası muhteşeeem!!! Nereden buldun kızım burayı?"

"Ne anlıyorsanız şu voleyboldan. Sizde buraları gezin, sizde görün."

Elini alnına siper eden Zuhal, ağızını açmış manzaranın tadını çıkartıyordu.

"Serpil! Senin şu kürtçe şarkılardan söylesene kız." demesi şaşkınlıkla yüzüne bakmama sebep olmuştu.

"Sen nereden biliyosun burada şarkı söylediğimi, daha öncede mi takip ettin yoksa?"

"Ne alakası var kızım? Eğitimlerde mırıldanıyorsun ya hani; benim öyle sesim olsun buradan şarkı söylemeden inmem."

Şüpheli bakışlarımı bir süre üzerinden çekmedim. Gözlerini kaçırmadığını gördüğümde doğru söylediğinden emin olup, bağdaşımı kurarak şarkıya başlamak için boğazımı temizledim.

Zuhal'in olduğu yerde heyecandan kıpırdadığını gördüğümde gülümseyip, yüzümü ikindi rüzgarına vererek, güzel bir gelin ve temiz kalpli damadın sevdasını anlatan şarkıya giriş yaptım.

Hem benim gözlerim, hemde Zuhalinkiler uzaklardaki dalgası görünmeyen maviliğe dalmıştı. Daha yaşımız 13 olmasına rağmen şarkının her sözüne içimizin kıyılması anlamsız geliyordu. Biraz daha

derin düşündüğünüz zaman üzüldüğünüz esas meselenin, şarkının kavuşmaya hasret kalan gelin ile damadı anlatması değil; sizin gözünüzde canlanan anılarınız ve kalbinize hücum eden anne-baba özleminin olduğunu anlarsınız. Boynunu yana yatıran Zuhal'in de benden arka kalır yanı yoktu.

Ta ki arkamızdaki tepenin üzerindeki karartıları görene kadar!

Sesimi kesip güneşten kapanan gözlerimi yaşça bizden daha büyük olan Gençlere sabitledim.

"Devam et Kürt kızı. Kesme!"

"Siz kim..."

"Sana devam et dedim!"

Yüzümü tekrar denize çevirip, bir yandan şarkıya kaldığım yerden devam ederken, bir yandan bunu yaptığımı öğrenecek olan hocalarıma vereceğim hesabı düşünüyordum.

Şarkı bitmiş, arkamı döndüğümde hangi ara bu kadar yaklaştıklarını anlamadığım karartılar ile göz-göze geldik.

Daha doğrusu göz-göbeğe!

Karşımızdakiler bizim neredeyse iki katımız olsada, onlarında bizim gibi öğrenci oldukları belliydi. Bizden tek farkları boyları ve bacak kılıfındaki tabancalarıydı.

Ada da hocalardan başka hiç bir öğrencinin tabanca taşımadığını bildiğim için sorma gereği duymuştum.

"Siz neden taban..."

"Kürt müsün?"

Rüzgar, öndekinin dalgalı uzun saçlarını yüzüne kapatsada, gözlerini bir saniye olsun benden ayırmıyordu.

Sorduğu soru, benim sorumu yarıda bırakırken, sevecen bakışları kızmamı engellemişti.

"Evet Kürdüm! Bir mahsuru mu var?"

Yaşlarına rağmen iri omuz hatları, hatta badisinden dışarı taşan belirgin karın kasları, iki parmağı ile canımı kolaylıkla saniyeler içinde alabileceğini gösteriyordu; ama yinede dik kafalı Kürt damarımdan vazgeçmiyor, sorulan soruya dik dik cevap veriyordum.

"Yok kardeşim Estağfurullah. Bir Kürt'ün aksine sarı saçlı, beyaz tenlisin; dikkatimi çekti. Memleketin neresi ?"

Kibar, bir o kadar da saygılı konuşması karşısında ezilmeme neden olmuştu.

"Diyarbakır/Bismil!"

Diğer arkadaşına bakıp gülümseyen uzun saçlı;

"Ooo bizim Sinan'ın memleketinden." deyip tekrar yüzüme baktı.

"Bırası KaraTepe Muhafızları'nın eğitim mıntıkası biliyorsunuz değil mi?"

Ayağa kalmaya dâhi tenezzül etmememe pişman olmuştum ama iş işten geçmişti.

"Görmedikleri sürece sıkıntı olmaz Abi. Siz kaçıncı kademesiniz?"

"Yedinci, son kademe. Yeriniz buraya neredeyse beşyüz metre; hocalarınızın haberi var mı burada olduğunuzdan, ne zamandır geliyorsunuz?"

İşte korktuğum soruda buydu. Ne yalan söylesem diye düşünürken; 'En doğrusu; yanacağınıda bilsen doğruyu söylemek.' diye düşünüp cevap verdim.

"Altı aydır ara ara geliyorum. Hocalarımın haberi yok."

İkiside şaşkınca birbirine baka kalmıştı.

"Altı aydır gidip geliyosunuz ve burada kimse sizi görmedi öyle mi?"

"Hayır görmedi."

Buraya kadar sessiz kalan Zuhal daha fazla dayanamadı.

"Yetmez mi Abi? Rahat bırakır mısınız artık bizi?"

Zuhal'in hararetli çıkışına ikiside şaşırmıştı.

"Dur Ablacım neden kızıyorsun? Muhafızlar burada görürse çok kötü kızarlar."

Ayağa kalkan Zuhal dahada sinirlenmişti.

"Peçeneği deviren Karabasan'ın haberi var burada olduğumuzdan. Başınıza musallat etmeden gidinde rahat bırakın artık bizi."

Zuhal'in bu konuşmasına, hiç söze girmeyen diğer Abi, Karabasan ismini duyduğunda oldukça heyecanlanmıştı.

"Ne diyosunuz kızım siz? Tanıyo musunuz Karabasan'ı?"

Zuhal;

"Tanımasak saatlerce burada rahat rahat nasıl oturacağız?" dediğinde uzun saçlı olanı diğerinin omzundan tutup kendi konuştu.

Bu kez sesi daha kalın daha kararlıydı.

"Kızlar! Bugün gece intikali var. Bu intikal, gece ikide de olabilir, güneş batmaya yakında olabilir. Güneş batmadan buradan gidin."

Kibar konuşmalarından mı, yoksa tertemiz yüzlerinden mi bilinmez ama onları sevmiştim. Muhabbetin daha fazla tadı kaçmadan Zuhal'i durdurdum.

"Tamam Abi hemen gidiyoruz."

Zuhal'in kolundan çekiştirip giderken arkadan tekrar seslendi.

"Bacılar!"

Yönümüzü güneşi kapatan bedenlerine döndüğümüzde, iri vücutları iki katı hâl almıştı.

"Karabasan'ı bir daha görürseniz selâmımızı iletin."

Zuhal;

"Olur! Kim diyelim?"

Uzun saçlı olanı ilk defa dişlerini göstererek gülmüştü.

"Rahman'ın ve Koray'ın selâmı var dersiniz."

Zuhal;

"Tam olarak siz kimsiniz, kimin timindesiniz?"

Uzun saçlı olanı diğerine baktığında bukez kaşları çatılmıştı.

"KaraTepe'nin Kara Muhafızlar'ı; Gölge ile Karabasan."

İkimizde olduğumuz yerde kaskatı kesilmiş, gelen cevabı idrak etmeye çalışıyorduk.

İlk konuşan gözlerini onlardan çekemeyen Zuhal oldu.

"Serpil!"

"Ne var?"

"Kaç kızım! Kaç kız kaç kaç kaç!!!"

O tepeye belki yüzlerce kez çıkmıştım ama; ne bir eğitimde, ne de bir intikalde, karargaha o kadar hızlı indiğimi hatırlamıyordum.

Karabasan'ın arkamdan seslendiği son sözü kulağımda anlamsız bir şekilde yankılanıyordu.

"Seni yazdım AkçaKız!"

'Seni yazdım AkçaKız!"

Bunu bir kere söylesede, karagaha inene kadar bin kez yankılanmıştı kulağımda.

"AkçaKız! AkçaKız! AkçaKız!..."

Karargah'ın kapısına vardığımda görüşüm bulanıklaşmış, nereden geldiğini bilmediğim bir ses beni çağırıyordu.

"Komutanım! Komutanım uyanın."

Olduğum yerde sıçradığımda kendimi karanlık bir oda da bulmuştum. İlk beş saniye nerede olduğumu idrak edemesemde omzumdaki el bedenimi silkelediğinde geçmişten sıyrılıp günümüze gelmem Esma'nın sayesinde olmuştu.

"Ne oldu Esma?"

"Komutanım rüya görüyorsunuz galiba. Uyanmayacaksınız diye çok korktum."

Esma'nın yüzündeki korku karanlık oda da bile belli oluyordu.

"Esma n'oldu söylesene?"

Derin bir nefes alıp yutkunan yeni Bilgi İşlemci, küçük çekik gözlerini kırpıp cevap verdi.

"Komutanım birisi geldi; 'Serpil'i çağır!' dedi."

Pijamalarımı düzenlerken bir soru daha yönelttim.

"Kızım kimmiş sormadın mı?"

"Ellili yaşlarda. 'Yüksek rütbelidir. Tanımadığım için kızar.' diye sormadım Komutanım. Zaman kaybetmeden size koştum.

"Eh be Esma. İnsan sormaz mı; 'İn midir, cin midir?'"

Bu cevabım Esma'nın boyun bükmesine sebep olmuştu.

"Kötü bir insanın buraya gelmesi için Bordo Bereli MİT nöbetçilerini geçmesi gerekiyor Komutanım."

Yatak odamdan çıkıp, uykuda sıvanan kollarımı aşağı indirirken cevap verdim.

"Sende haklısın! Nasıl birisi tipini tarif etsene."

"Komutanım beyaz tenli, sık saçlı, kalın çatık kaşlı, birde kaşında çizik var, Ha birde..." derken ağızını kapattım.

"ŞAHMELİK!"

Daha ismini zikrettiğimde gözleri irileşmişti.

"Komutanım ne Şah'ı, ne Melik'i? Kim bu adam. İsmi çok ürpertici."

ŞahMelik'e ulaşmak için, yukarıya çıkan merdiven kalmıştı aramızda.

"Senin anlayacağın, Kara Muhafızlar'ın, hatta Dünya geneli Muhafızların Generali."

Esma panikle saçını düzenlerken, ben hâla gördüğüm o rüyanın etkisindeydim.

Rahman ve Koray Komutanla Ada da ilk karşılaştığım o günü tamamiyle tekrar yaşamıştım.

Elimizi çarptığımız çalıların bıraktığı his, yüzümüze çarpan rüzgar, postallarımdaki toz ve hatta Zuhal'in sol kaşındaki sivilceye kadar gerçekten yaşamıştım rüyayı.

'Ben o güne tekrar nasıl gittim? Hemde bu kadar net! Sen hayırlara vesile et Allahım!'

Son basmağı atlayıp, kahverengi, deri koltuk takımı geçtikten sonra, oval masada oturan ŞahMelik'i, Karabasan'ın getirdiği tabloyu pürdikkat izlerken gördüm.

Yanına yaklaşıp, esas duruşa geçtikden sonra baş selamımı verdim.

"Hoş geldiniz komutanım."

Gözlerini tablodan ayırmayan Efsane;

"Hoşbuldum Akşın!" dedikten sonra başını çevirip boydan süzerken gözleri terliklerimde takılı kaldı.

"O terliklerde göz mü var ben mi öyle görüyorum?"

Bakışlarımı Komutandan çekip, kırmızı oda terliklerime baktım.

"Özürdilerim komutanım."

Yüzünü tekrar tabloya dönmüştü.

"Yok kızım özür dilemene gerek yok. Bende kız babasıyım. Benim Çete'nin gönderdiği tablo bu mu?"

"Doğrudur Komutanım, o!"

"Neden buna bu kadar dikkat ediyor bu çocuk?"

"Bilmiyoruz komutanım. 'Anı olsun' diye düşünüyoruz."

Koyu yeşil gözlerini, gözlerime sabitlemesi nabzımın hızlanmasına sebep oldu.

"Komutanları birçok huyunu bana benzetir. Bu çocuk benim yeğenimse, bu Tablo'yu buraya süs olsun diye asmamıştır Akşın."

Uzun zamandan sonra Kod Adımı ŞahMelik gibi efsane komutandan duymak mutlu etmiş, kanımın daha deli akmasına sebep olmuştu.

"Bora burada mı?"

"Doğrudur Komutanım, burada."

ŞahMelik;

"Kızım siz sabah namazına kalkmıyor musunuz?" derken, doğallığında zaten çatık olan kaşları dahada çatılmıştı.

"Kıldım tekrar yattım komutanım. Bora Komutanımızda kaçırmamıştır kesinlikle."

ŞahMelik;

"Tamam çağır şu sıpayı. İlk önce onun işini halledelim. Bugün seninle çok işim var."

"Emredersiniz Komutanım!" dedikten sonra, terliklerimin çıkmamasına özen göstererek, Kartal'ın odasına doğru koşaradım yürümeye başladım.

'Kod Adımı duymamı nasip eden Rabbim; sen üniformamı giyinmeyide nasip eyle.'

Oda kapısı görünmüştü. Bora Komutan ne kadar Tim'in en efendi, en sessiz Muhafız'ı olsada, nasıl bir tepki ile karşılaşacağımı bilmediğim için derin bir nefes alıp kapıyı tıkladım.

"Gel Serpil gel!"

Daha ilk tıklamada içerden gelen dinç ses şaşırmama neden olmuştu. Kapıyı açtığımda dolabından Kara Kızını alan Kartal ile gözgöze geldik. Üniformasını giyinmiş, silahı'nı sağ, yatağının üzerindeki taktik yeleğini sol eline alarak kapıdan çıktı.

Terlik ile biraz zor olsada peşinden yetişmeye çalışıyordum.

"Komutanım uyanıkmıydınız?"

"Hayır uyuyordum."

"Nasıl olur, Hangi ara giyindiniz?"

Kartal;

"Eğer biri içerde uyuyanları düşünmeden metal merdivenleri 'Dan! Dan! Dan!' iniyorsa bir vukuat var demektir. Görev ne, bizimkiler geldi mi?"

"Görev yok komutanım!"

Bora Komutan olduğu yerde donup kalmıştı. Taktik yeleği göğüsüme bastıp, silahını elime tutuşturdu. Yeleği bastırması saçlarımın yüzüme yayılmasına sebep olup nefesimi kessede, kimseye emanet etmediği Kara Kızı'nı elime tutuşturması ruhumu okşamıştı.

"Kızım baştan söylesene! Hayırdır neden öyle geldin peki?" deyip çömelerek postallarını bağlamaya başladı.

"Şey Komutanım ŞahMelik Komutanımız geldi. 'Bora'yı çağır!' dedi. "

Alttan yüzüme aniden bakan Kartal'ın gözleri daha da ürkütücü görünüyordu; yüzü aniden değişmiş, kaşları çatılmıştı.

"Hayır olsun inşAllah." derken ayağa kalkıp, dağınık sarı saçlarımdan başlayarak, gülen emojili kırmızı terliklerime kadar süzdükten sonra boynunu büküp aynı hızla devam etti.

"Sen ŞahMelik'in karşısına böyle mi çıktın?"

"Onun geldiğini bilmiyordum Komutanım."

Merdivenleri ikişer basamaklar halinde çıkan 190'lık ölüm makinası, yüzüme bakmadan konuşuyordu.

"ŞahMelik geldiyse katliam yoldadır. Büyük bir görev var Serpil. Şu saçını başını düzenle kızım be. Senin yüzünden ben çarpılacağım." dediğinde olduğum yerde kalıp, kucağımdaki yeleği ve hassas davranmadığımda Kartal'ın hışmına uğrayacağım Kara Kızı koymak için bir yer aradım ama yoktu.

Peşinden gelmediğimi gören Bora Komutan, arkasına bakıp çaresizliğimi gördüğünde gülümsedi.

"Ben sana ne diyeyim be kızım?"

Gülüşüne içtenlikle karşılık verip omzumu silktim.

"Bir elimde Tavor şarjörlerinin dolu olduğu yelek, bir elimde Kara Kız'la saç bağlamam için eğitim vermediler Komutanım."

Yeleğini giyinen, kızını da eline alan izbandut, gülmeye devam ediyordu.

"Böyle konuşma eğitimide almıyorsunuz ama; kadınların kanında var galiba?"

Merdivenleri çıkmış, ŞahMelik'i bıraktığım gibi tablonun başında görmüştük.

'Neden bu kadar uzun baktı buna?'

"Hoş geldiniz Komutanım."

Dirseğini masadan kaldıran ŞahMelik ayağa kalkarak Bora Abi'ye sarılıp;

"Hoşbuldum aslanım." deyip bana baktı.

"Bak Bora Komutanın nasıl geldi?" derken tam teçhizat hazır olan Kartal'ı gösterdi.

'Kızım Serpil; bu adam ikinciye bu kadar nazik olmaz. Sakın deyim bir daha pijama ile çıkma.'

"Eee var mı Bora bi yaramazlık?"

"Hamdolsun Komutanım iyim."

"Emin misin?"

ŞahMelik'in yüzündeki imâ Bora Komutanı düşünmeye itmişti.

"İyim Komutanım."

Kollarını göğüsünde bağlayan ŞahMelik, Bora Abi'nin bir metre karşısında durdu.

'Eğer yanılmıyorsam bu mesafe komutanların tokat mesafesi.'

Kartal da bunun çok iyi farkındaydı.

"Zümra gelin, Akçakoca'yı aramış."

Kartal;

"Ne... Ne için Komutanım?"

"'Bora ile Elvin birbirlerini seviyorlar evlendirelim.' diye. Bizim deli kızın kız isteme stiline bakar mısın?"

Yaşadığım şokla;

"Uhaa haa!" deyip ağızımı kapatmıştım ama; ŞahMelik'in sesli tepkimi duymasına engel olamamıştım.

"O ne kız?"

"Özür dilerim Komutanım."

Başını sallayan ŞahMelik gözlerini tekrar Kartal'a çevirdi.

"Söyle bakalım Bora! AkçaKoca beni neden arar?"

"Gizli infaz görevi olduğu zaman Komutanım."

ŞahMelik bakışlarını hiç bozmuyor, gelen cevaba tepki dâhi vermiyordu.

"AkçaKoca bizzat beni aradı. Doğru mu? Sana emanet edilen kıza aşık mı oldun oğlum sen?"

Buraya kadar içimde bir mutluluk vardı ama; gelen bu son soru korkmama sebep olmuştu.

Başını yerden kaldıran Tim'in gözbebeği hiç bakmadığı kadar dik bakmıştı ŞahMelik'in gözlerine.

"Doğrudur Komutanım."

Kollarını çözen ŞahMelik Bora Abi'ye arkasını döndüğünde 'Çok şükür birşey yapmadı!' derken aniden gelen şiddetli bir ses ile ŞahMelik'in arkasındaki Esma Mutfağa kaçarken, ben esas duruşa geçip dimdik neler olacağını beklemeye başladım.

Bora Abi yediği tokatın etkisiyle düşmemek için sol elini yere koyarken, sağ elindeki Kara Kız düşeceği anda yakaladı.

"DİK DUR LAN KARŞIMDA!"

"Emredersiniz Komutanım!" diyen Kartal, beni kontrol etmek için kısa süreliğine yüzüme baktığında dudağından süzülen kanın kalbime aktığını hissettim.

"Ulan bir kerede, tek vurmada yıkılın!" diyen ŞahMelik hayatımda gördüğüm en şiddetli tokat'ı salladı.

Darbeyi alan Kartal, deri koltuk takımının üzerinden cam sehpaya düşmüştü. Tuzbuz olan sehpaya aldırmadan, kanepenin etrafından dolaşıp, ŞahMelik'in karşısında yerini alıp tekrar esas duruşa geçti.

İki elini havaya kaldıran ŞahMelik, Bora Abi'nin başını arasına alıp, alnından öptüğünde, en az Bora Abi kadar şaşırmıştım.

"Bugün ney günlerden?"

Kartal;

"Pazar Komutanım!"

"Elvin'i tam 11:00'de arayacağım. Eğer evlilik teklifi almadıysa, o telefonu gülerek açmazsa senin hayatını kaydırırım çocuk. Hadi şimdi git uyu!"

Bora Abi sağ elindeki Kara Kız'ı sol eline alıp ŞahMelik'in elini öptüğünde korkuyla çarpan kalbim modunu değiştirip heyecanla çırpınmaya başlamıştı.

"Hadi git yat. 'Muhafız Dedesi'nin torununu aldımda dayak yemedim.' deme."

"Emredersiniz Komutanım!" diyen Bora Abi odasına gitmek için yönünü bana döndüğünde, kan içindeki dudaklarının arasından inci gibi parlayan dişleri mutluluğuma mutluluk katmıştı.

Yanıma yaklaşıp ŞahMelik'e duyurmamaya özen göstererek;

"'Uhaa ha!' nedir kız, nasıl bir tepkidir bu?" deyip merdivenleri inmeye başladı.

Söylediğine gülerken ŞahMelik ile göz göze gelmem aniden ciddileşmeme sebep oldu.

"Gel bakalım Akşın! Sıra seninle olan işimizde."

Çatık olan kaşlar karşısında tek yaptığım, bir adım geri atıp, ne söylediğimi bilmeden konuşmak olmuştu.

"Komutanım valla ben kimseye aşık olmadım."

Bu ilk tebessümüydü. Gülerken bile kaşlarının çatık olması hayret edilecek bir durumdu.

"Kızım gel otur şuraya Eşek sıpası."

"Emredersiniz Komutanım!"

O tablo'nun karşısındaki yerine kurulurken yanında beklemeye başladım.

"Kızım sen laftan anlamıyor musun? Otur şuraya!"

Yanındaki koltuğa oturup olacakları beklemeye başladım.

On dakika hiç birşey konuşmadan tabloya bakan ŞahMelik, aniden ayaklandığında sıçramıştım.

"Mescid'in kolonlarına kadar saydım hiç birşey ifade etmiyor. Ulan çete ne anlatıyorsun bize?"

ŞahMelik'in sakinleştiğini gören Esma, mutfaktan çıkmış, herşeyden habersiz olanları izliyordu.

"Bana hemen mercek gibi birşey getirin."

Donduğum yerde istediği şeyi idrak etmeye çalışırken aniden kükremeye başladı.

"AKŞIN DUYMUYOR MUSUN? MERCEK DEDİM!"

Sandalyaden fırlayıp Ömer Komutan'ın çalışma odasına koşarken, hâla oda'yı titreten kükreyişin etkisindeydim.

Bu yirmi metrekarelik oda, C4'ün eşsiz bombalarını yaptığı elektronik odasıydı. Ortada geniş çalışma masası, ve üç tarafı kapaklı dolaplarla kaplı, gündüzleri geniş pencerelerle aydınlatılan, nice it canı alınmasına vesile olan, son sistem cihazlarla profesyonelce düzenlenmiş eşsiz bir mekândı.

Işıkları yakıp titreyen ellerim ile çekmeceleri çekerken masaya sabitlenmiş led çerçeveli, elektronikçi büyüteci gözüme çarptı.

"ŞahMelikten tokat yemektense, C4'ün işkencesine razıyım." deyip büyüteci söküp aldım.

"Özür dilerim Ömer Komutanım."

Işıkları kapatmaya gerek duymadan kapıyı çarpıp çıkarken, hızlı koşmama engel olan terliklerimi fırlatmayıda ihmâl etmemiştim.

"Dönüşte alırım sizi!"

Harekât odasına girdiğimde, bıraktığım gibi tablo'yu en yakından izlerken gördüm.

"Komutanım!" deyip aşağıdan kablosu sallanan merceği verdikten sonra tokamdan sıyrılan saçlarımı kulaklarımın arkasına itip seyretmeye başaladım.

"Söylediklerimi not alın çabuk!"

Söylenenlerin hiç birini kaçırmamak için Esma ayrı, ben ayrı kağıt-kalem almıştım.

"TB44!" diyen efsane, büyüteci hızla tablonun üzerindeki başka bir yere sürükledi.

"BK193!"

Bu söylenenler ve ŞahMelik' deki heyecan, odadaki atmosferi kat kat germeye yetiyordu.

'Allahım sen yardımcımız ol.'

"YAZZZZ! BU SON!" diyen efsane, büyütece biraz daha yaklaştı.

"İR1!"

'Çok şükür YaRabbi!'

Hızla koltuğuna oturan ŞahMelik bana bakıp oturmam için işaret ettikten sonra dirseklerini masaya koyup, gözlerini tablodan ayırmadan parmaklarını kıtlatmaya başladı.

"Bana hemen Rahman'ın kullandığı aracın plakasından tutun, kendine ait kod numarasına kadar yazın! Çabuk!"

"Emredersiniz komutanım." deyip bilgisayar başına geçerken.

"Esma mıydı kızım senin ismin?" demesi ile tekrar yüzüne baktım.

Korkudan neredeyse ağlamaklı olan Esma kekelemeye başlamıştı.

"Ev... Evet kom... Komutanım."

"Sende hemen Meal'li Kur'an-ı Kerim bul ki bir şey atlamayalım."

"Em... Emredersiniz komutanım!" diyen Esma Kara Muhafızlar'ın fotoğraflarının sergilendiği camekan vitrin'in en üst rafındaki Kur'an'ı Kerim'i getirdi.

"Buldun mu Akşın?"

ŞahMelik gibi birinin karşısında nasıl olacak bilmiyorum ama; heyecan yapmamaya çalışarak, Tibet Altay takma isimli Karabasan'ın kullandığı siyah pikap'ı projeksiyona yansıttım

"Araç bu komutanım!"

Başını çevirip kalemi eline aldığında, plakayı önündeki kağıda not ettiğini anlamıştım.

"Tamam plaka normal bir plaka. Birşey çıkmaz! Rahman'ın kodu'nu yansıt ve yanıma gel!"

"Emredersiniz komutanım!"

145712T

Kod'u ekrana yansıtıp, söylediğini eksiksiz yerine getirmenin sevinci ile yanındaki yerimi aldım.

"Tamam kızım teşekkür ederim. Şimdi hemen gidin abdest alın. Üzerinize düzgünce birşey giyinip başınızı örtün."

"Emredersiniz Komutanım!" deyip, Esma ile aynı anda lavabolara fırladık.

"Abla bu adam beni çok geriyor. Çok komutan gördüm ama; bu adamın karşısınmda titremeden duramıyorum."

"Kızım yanındaki adam bu zamana kadar görüp görebileceğin en psikopat adam."

Esma;

"Ne diyosun Abla sen?"

"Ne o; pişman mı oldun MİT'den Kara Muhafızlar'ın karargâhına geçtiğine."

Sinirle dudaklarını incelten Esma;

"Öleceğimi de bilsem pişman olmam." deyip lavabolar'ın kapısını açıp içeri daldı.

Lavabodan odama geçerek üzerime daha düzgün birşeyler giyinip, iki tane şal aldıktan sonra Harekât odasının yolunu hızlı adımlarla arşınlamaya başladık.

"Karabasan'ı yetiştiren bu mu? Hani demiştin ya; '3 yaşından 10 yaşına kadar dayısı eğitmiş' diye."

"Evet ta kendisi. Eğitimininde, infazları'nın da çok ağır olduğu söyleniyor."

Esma;

"Keşke bende Muhafız olsaydım."

"Sende az şey yapmamışsın hani dişi Robin Hood. Sen tut; daha 20 yaşında, ülkenin zenginlerinin parasını garibanlara havale et."

Parmağını dudağına götüren çekik gözlü fıstık;

"Abla sus kız! Yerin kulağı var."

"Burada yok merak etme. Hiç yakalanmadın mı?"

"Ispatlayabilseler sizin yanınızda değil ceza evinde olurdum."

"Vallahi helâl olsun sana." derken Harekât Merkezine giden son basamağı aşmıştık.

"Kız ne kadar yakıştı sana kırmızı şal. MaşAllah."

"Teşekkür ederim. Sende siyahın içinde ay parçası gibi olmuşsun."

Halimizi son kez kontrol edip, ŞahMelik'in yanına varmıştık.

"İkinizde yanyana oturun."

Esma ŞahMelik'ten tarafı bana işaret edip yan koltuğa oturdu.

"Şimdi ben Meâl okuyacağım sizde takip edip yalnışımı düzelteceksiniz."

İkimizde aynı anda;

"Emredersiniz komutanım!" deyip, gözlerimiz Kur'an da beklemeye başladık.

"11. Cüz, Tevbe 44. Ayet'i açın."

Sayfaları çeviren parmaklarımızı seyrederek bizi bekleyen ŞahMelik bulduğumuzu anlayınca söze girdi.

"Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim...

La yeste'zinukellezine yu'minune billahi vel yevmil ahiri en yucahidu bi emvalihim ve enfusihim,vallahu alimun bil muttekin.

Meal'i de şöyle çocuklar;

Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir. DOĞRU MU?"

"Doğru Komutanım; eksik yok." dediğimde önündeki kağıda bakıp devam etti.

"Bakara Suresi 193'ü açın."

Heyecanla söyleneni bulmak için peşpeşe sayfaları çevirirken, gözümde birşeyler canlanmaya başlamıştı.

"Bulduk Komutanım!"

ŞahMelik'in, gözlerini hâla tablodan ayırmadığını gören Esma, baktığı yere bir anlığına bakıp tekrar Meâl'e döndü.

"Bismillahirrahmanirrahim;

Vekâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetun veyekûne-ddînu li(A)llâh(i)(s) fe- ini-ntehev felâ 'udvâne illâ 'alâ-zzâlimîn(e)"

Son okunan Ayet'den sonra yüzünü bizden gizlemek için projeksiyon ekranına çeviren Efsane, Türkçe Meâli'ni okumak için burnundan derin nefes alması dudaklarının kilitlemdiğini gösteriyordu.

"'Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın; fakat vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur.' Eksik var mı kızım?"

"Ha... Hayır yok komutanım."

Gözgöze gelmeye korktuğumuz ŞahMelik'in kanlanmış gözlerinden çekemiyordum gözlerimi.

"Ne demiştik; İR1 demiştik değil mi?"

"Doğrudur komutanım!"

"İsra Suresi Birinci Ayet'i açın."

Esma bir ŞahMelik'e, bir bana bakıyordu.

Bırakın yanında oturup ona yardım etmeyi, eğer görebilirseniz, onu uzaktan görmek bile ayrıcalıktı tüm Muhafızlar için.

Şuan yataklarında mışıl mışıl uyuyan Afgan güllerinin, onu görmek için birçok şeylerini fedâ edeceklerinden adım kadar emindim. Herkesin hayalinde dışa yansıtmadığı bir kahramanı vardır ya hani? Her, Muhafız Nişan'ı alan gençlerin özendiği bir kahraman vardır. İşte o kahraman ŞahMelik'ti.

"Subhanellezi esra bi abdihi leylen minel mescidil harami ilel mescidil aksallezi barekna havlehu li nuriyehu min ayatina, innehu huves semiul basir.

Meâli'ni okuyorum.

Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir."

"Doğru Komutanım."

Hiç bir şey söylemeden gözleri tabloda başını sallıyordu.

Karabasan'ın gözleri siyah'ın; ŞahMelik'in gözleri ise yeşilin en güzeliydi.Birbirlerine o kadar benziyorlardıki bakışlarındaki keskinlik bile aynıydı.

"Her bir kara Muhafız'ın Kod'larını Rahman verdi değil mi?"

"Evet komutanım. Rahman Komutanımız verdi; Korhan ve Orhan Albaylar onayladı."

"'İ 14 571 2 T' bak bakalım! Rahman kendi koduna ne saklamış."

Kod'a bir süre bakıp cevap verdim.

"Diğerleri gibi Alfabemizdeki sıralamaya göre, Kod Adı'nın harflerini yazıp, ortasına Peygamber efendimiz'in dünya'yı şereflendirdiği o yılı yazmış Komutanım."

Tabloda olan gözlerini başını çevirmeden gözlerime odakladığında kanımın çekildiğini hissetmiştim.

Bir süre baktıktan sonra tebessüm ettiğinde kalbimdeki rahatlamayı tarif bile edemezdim.

"Parlak yüzün, küçük gözlerin tıpkı kızım Hira'ya benziyor."

"Onur duydum komutanım!"

"Geçen yaz mezun oldu. Şimdi Beytülşebap'da Teğmen."

Ellerimi kucağımda bağlayıp gözlerimi çekmeden cevap verdim.

"Biliyorum komutanım. Takipteyiz. Karakol komutanı olmuş kendisi."

Aniden kaşlarını çattığında, verdiğim cevabı tekrar düşündüm.

'Ne dedim ki şimdi ben?'

"Aynı onun gibi herşeyin kısa yoluna sarılıyorsun sıpa seni. Mescid-i Aksan'ın kolonlarına Ayetler yazıp, beyninize kazımaya çalışan bir adam kim bilir kendisine koyduğu Kod'a ne saklamıştır. Kur kombinasyonunu çöz o Kod'u!"

Ellerimi masanın üzerine koyup, biraz önceki duygusal konuşmada gevşeyen vücudumu istemsizce tekrar gerdim.

145712T

"Bu arada! Orhanlar'ın getirdiği mossad Ajanı ile çocukları nerede?"

"İlk iki gün burada kaldılar, şimdi gizli konuk evlerimizden birinde kalıyorlar komutanım."

ŞahMelik;

"İyi yapmışsınız. Rahman'ı hâla Tibet olarak biliyor değil mi?"

"Doğrudur Komutanım. Karabasan olduğunu bilmiyor."

Tablo'ya tekrar döndüğünde kendimi Kod'a verip farklı anlamlar çıkarmak için sabah mahmurluğunu hâla atamayan beynimi zorlamaya başladım.

"Esma!"

Aniden ayağa kalkan Esma ŞahMelik'i bile şaşırtmıştı.

"Emredin Komutanım!"

"Dur kızım sakin ol! Mescid-i Aksa'nın görünen yüzünde sekiz tane kolon var. Üçünde bu Ayetler tek tek yazılıp subliminal mesaj verilmiş. Diğer beşinde de numaralar yazıyordu yanılmıyorsam. Şu merceği al, hangi kolonda ne yazıyor tek tek not al. Keçeli kalemle mesaj veriyo sıpa."

"Emredersiniz komutanım!" diyen Esma büyüteci alıp tabloya yapıştı.

Bu Kod'da farklı birşey gördüğüme emindim ama bilinç altımdan gün yüzüne çıkartamıyordum.

"Kaç yaşındasın Esma?"

"24 Komutanım!"

"Tamam hem işinle ilgilen hem cevap ver."

Esma tablo'ya döndüğünde bir soru daha geldi.

"20 yaşında MİT'e girmişsin. Daha okul okumadan nasıl başardın kızım bunu?"

"Banka soydum komutanım."

Esma yüzünü dönmeden cevap vermiş, ŞahMelik'in ağızının açılmasına sebep olmuştu.

"Çok açık sözlüsün maşAllah! Peki neden hapis değil de Milli İstihbarat Teşkilatı?"

"Milyonerler'in hesabından aldığım parayı ihtiyacı olanlara havale ettim komutanım. Ama mahkemede, avukatlarıda ispat edemedi. Sağolsun devlet kucak açtı."

İlk defa ŞahMelik'in tısır tısır gülmesine şahit olmuştum.

"Allah razı olsun seni keşfedenden. Sen bankaların güvenlik duvarını aş, hesapdan para çek. Sen bir ilksin biliyorsun değil mi? Aksakallılar kendi yetiştirdiği Muhafızlar dan değilde dışardan birisini bağrına bastı."

"Evet Kom..."

Kod'u okurken yaşadığım dehşetle ayağa fırladığımda Esma'nın sözünü yarıda kesmiştim.

İki elimide ağızıma kapatmış, yaşadığım travmayı atlatmaya çalışırken omuzlarımı sıkan iki el ile gözlerimi kağıttan çektim.

"Kızım ne oldu?"

Elimi kaldırıp kağıdı göstermeye gücüm yetsede, kilitlenen çenemi açamıyordum.

"Akşın cevap ver!"

Şuan ŞahMelik'in ölüm saçan gözleri bile o kağıttan daha sevimli geliyordu.

"Kom... Komutanım Burak Yüzbaşı!"

"Ne oldu yavrum ne alakası var Burak Yüzbaşı ile?"

"Komutanım Şehadet! Rahman Komutanım, Burak Yüzbaşı'nın Şehadet tarihini Kod'a işlemiş."

"Nasıl oluyor o? Otur göster çabuk."

Gözlerimdeki yaşı silip, zor-şer yerime otururken; Esma'nın da hızlı bir şekilde yanıma geldiğini gördüm.

"Sizin de bildiğiniz üzere Gökçen'in Babası Burak Yüzbaşı'nın Şehadet Tarih'i 14 Mayıs 2007!... Sol kısım ve orta kısım 14...5...7... Yani dışarı Karabasan'ın 'K' harfini Kodluyor, içine girdiğinizde Burak Yüzbaşı'nın Şehadet tarihini görüyorsunuz."

Titreyen parmakları ile kağıdı kendine çeviren ŞahMelik, arkasına yaslanıp derin bir nefes aldı.

"Peki 1 ve 2 ne oluyor?"

"1 Türk alfabesinde ASUTAY'ın A'sı; 2'ye gelince sondan ikinci sırada olduğu için tersten almış. Yani Türk Alfabesi'nin sondan ikinci harfi olan 'Y' harfi. Karabasan bir Kod'a kendisinden çok Burak Abi'yi kazımış. Yani dışardan bakınca KARABASAN, içine girince ASUTAY!"

Bu zamana kadar bize göstermediği dolan gözlerini artık gizleme gereği duymayan Efsane elini yanaklarına attığında biriktirdiği göz yaşları ara ara ak düşmüş sakallarından aşağı süzülü verdi.

"Üç yaşından on yaşına kadar ilmek ilmek işledim onu. Canını yakmama rağmen, beş yaşından sonra her zaman kendi ayaklarıyla seve seve geldi eğitimlerine. On yaşında alınıp Ada'ya götürüldüğünde Korhan ve Orhan'a üzerine daha çok düşmelerini, en ağır eğitimlere, hiç bir Muhafız'a verilmeyen, akla gelmeyen eğitimlere almalarını söyledim.Rahman ağladı onlar ağladı, Rahman acı çekti onlar ondan daha çok acı çekti. Daha beş yaşında o kadar acıya rağmen bu aşkı ona aşılayıp ayağıma getiren, bu Kod'ları işleyecek zekâyı ona veren Rabbime sonsuz şükürler olsun." diyen Efsane, kendisi ile birlikte bizide ağlatmıştı.

"Yaaa işte kızlar; Elmas'ın üzerindeki baskı ne kadar ağır olursa o kadar sağlam olur, değeri o kadar artar." deyip gözlerini silerek ayağa kalktı.

"Bu ilk oldu! Bu düştüğüm hâli birine anlatırsanız Karabasan'ın tatmadığı acıları tattırırım size. Anlaşıldı mı?"

Ayağa kalkıp, Esma ile aynı anda;

"Emredersiniz Komutanım!" dedikten sonra not aldığı kağıdı eline alıp çakmakla tutuşturan Efsaneye bakakaldık.

Yanan kağıdı cam masanın üzerine bırakıp, zippo çakmağının kapağını kapatarak cebine koydu.

"Bu konuşulanlar, burada geçen muhabbet bu üç kişiden dışarı çıkmayacak. Bu bir emirdir."

"Emredersiniz Komutanım!" deyip, yorgunluğu sallanan bedeninden belli olan Efsane'yi arkasından seyre daldık.

'Kim bilir kaç gündür uyumuyor?'

Elindeki kağıt aklına gelen Esma;

"Komutanım diğer altı kolondaki sayıları unuttunuz. Ben onları çıkardım." deyip bir adım ilerlerken, ŞahMelik'in olduğu yerde kaldığını gördüğünde yanına gitmekten vazgeçti.

İki eli ile, sert bir şekilde yüzünü ovuşturan Efsane, yönünü dönmeden son sözünü söyledi.

"Bu kadar bana yeter kızım. O size kalsın; temizleyin oraları. Bora'ya da söyleyin. Benim buraya geldiğimden kimsenin haberi olmasın."

"Emredersiniz komutanım!" derken, kapıyı açıp yavaş yavaş süzülen Kurt'un arkasından bakakaldık.

Kapanan kapının arkasından gözlerimizi çekmek zor gelmişti. Ailenizden koparan, çocukluğunuzu gençliğinizi çalan, çoğu erkeğin dayanamayacağı eğitimlere maruz bırakan, gülen yüzünüze çatık kaşları ile cevap veren insanları bize bu derece sevdiren, kan bağımız olmadığı halde bu denli özleten Rabbim'e sonsuz şükürler olsun.

"Akçakoca Ada'ya gelmişti." dediğimde Esma pürdikkat, hâla kapıda olan gözlerime baktı.

"Orada; 'Kızlar'ı neden alıyorsunuz ada'ya dede. Onlar zayıf kalmaz mı?" diye soru soran erkek Muhafız'a herkesin gözü önünde kablolar bağlatıp acı çektirmişti."

Esma;

"Nasıl yani ceza mı verdi?"

Gülümseyerek gözlerine bakıp, başımı iki yana salladım.

"Hayır! Çocuk on dakika acı içinde işkence çekti. Ayağa kalktığın da AkçaKoca yaklaşıp alnından öptü ve;' Şu çektiğin acı 45 del evladım. Bunu on dakika daha sürdürsek ölebilirdinde. Senin annen seni doğururken 60 del acıya 20 dakika katlanıp, aynı gün buna sebep olan evladını bağrına basıyor. Senin küçümsediğin kız evlatlarım bu denli kusursuz bir yaradılışa sahip. Sahip çıkın kırmayın kalplerini.' demişti." deyip yüzüne baktım.

"Benim Baba yerine koyduğum Komutanlarımda, buradaki abilerim de eşsizdirler Esma. Ne derlerse desinler onları üzecek birşey yapma olur mu? Onlar çok acı çekti çoookk!"

Anlattıklarımın her kelimesini hayranlıkla dinleyen Esma;

"O yüzden elmas gibisiniz Abla." deyip elindeki kağıdı salladı.

"Artık çözelim mi ben çok merak ettim."

"Hadi çözelim." deyip masaya geçtik.

2-25-21-1-14

"Esma bu çok açık bir mesaj zaten. Miraç gecesi Hz. Muhammed sallallahualeyhivesellem'in Mescid-i Haram'dan, Meacid-i Aksa'ya geldiği bineğin ismi..."

Esma daha fazla dayanamayıp, Kod'u bulmanın heyecanı ile;

"BURAAAAKK!!!" diye bağırıp elini aniden ağızına kapattı.

"Ayyy çok bağırdım. Özür dilerim."

SON...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%