@batingam
|
SERPİL'den... Hayatı; istemeden çektiğin, çekmek zorunda bırakıldığın dört tane çekmeceye benzetirim hep. En üst çekmecede mutluluk, ikinci çekmecede hüzün, üçüncü çekmecede katlanılmayacak acılar ve dördüncü olan son çekmecede kıyamet. O rafın çekmecelerini alttan açmaya başlarsanız karşılaşacağınız şey kıyamet olur ve en üst çekmecedeki mutluluğa ulaşmanız için kıyametten sonra üçüncüdeki acı çekmecesi ile ikincideki hüzün çekmecesini geçmek zorundasındır. Kimisi, hayata mutluluk çekmecesinden başlar sonralarının zorluklarla dolu olduğunu bilmeden; kimisi kıyamet çekmecesinden başlar her acı hâlin illâki bir sonu olduğunu kestiremeden. Düştüğünüz her kötü durum mutluluğun kapısıdır. Her rampanın sonunda bir iniş, her çekilen acının bitişinde bir ferahlık vardır. Muhafızlar'ın çekmecesi normal insanlar gibi dört kapaklı değildir. Onların sayısız kapağı, sayısız sıkıntıları vardır ve acı, ızdırap çekmecesi mutluluk, huzur çekmecesine göre oldukça fazladır. KaraBasan'ın çektiği çekmece ona göre huzura açılan, Korhan ve Orhan Albay'lara göre ise kızılca kıyamete aralanan bir kapıydı. Ya Oğuz Abi? O bir kapıyı aralamış ama cehennem mi yoksa cennet mi bilemiyordu. Ne kadar zor değil mi gördüğün halde düştüğün durumu algılayamamak? Uyumadığını gözlerinden anlaya biliyordum. Vücudu dipdiri olsada tıpkı Rahman Abininkine benzettiğim tek yanağındaki gamzesi, yüzünün incelmesiyle küçülmüştü. Neydi onu uykudan, yemeden içmeden kesen. "Peçenek ve Timi yola çıktı mı Serpil?" Elleri belinde, ilk defa rastladığım aşırı sinirli hâli ile hızlı hızlı voltasını atarken sormuştu bu soruyu. "Sabah 04:15 de haber verdim komutanım bir saat içinde burada olurlar." Başta Oğuz Komutan olmak üzere, Sinan, Bora, Kenan, Samed, Ömer Komutanlar verilen emirlere itaat etsede, Korhan ve Orhan komutanların abartılı sinirlenmelerine olan tepkileri onlara attıkları samimiyetsiz bakışlarından belliydi. Oğuz Abi; "Komutanım onu siz yetiştirdiniz. Siz onun yüreğine ne ektiyseniz o yeşeriyor." "Oğuz konuşma yakarım hepinizin canını." Korhan Albay'a ters ters bakan Oğuz Abi verilen emri gönülsüzce kabul etti. "Emredersiniz Komutanım!" Keskin bakışlarını Oğuz Abi'den çeken Korhan Albay bana çevirmişti. "Serpil, Koray'a Rahman'ı getirirken dikkatli olmasını özellikle söyledin değil mi, sakın kaçırmasın." "Söyledim Komutanım." deyip 'Kaçsa sanki tutabilecek' diye mırıldanırken Orhan Albay duydu. "Ne dedin sen?" "Yani siz emir verdiğiniz sürece kaçmaz komutanım." Orhan Albay ne dediğimi gayet iyi anlasada başını sallayıp söylediğimi onaylamaktan yapacağı başka birşeyi yoktu. Aslında Rahman Komutan'ın neler planladığını tam olarak bilmeselerde Filistin deki Muhafızlardan gece gelen mühürlü belgeler, planlanan şeyin ne denli büyük olduğunu gösteriyordu. Bu belgeleri görmesemde Orhan ve Korhan Albay'ın kalkmayan çatık kaşlarından neler yazdığını okuyabiliyordum. Kapının açılması ile her birimiz o yöne baktık. Oval masadan tekerlekli koltuğu çeken Korhan Albay, çenesini kaşıyıp koltuğa oturmasını işaret etti. "Hoşgeldiniz. Buyrun oturun." İçindeki korkunç şüphe ile odadakileri izlerken, annesinin elinden tutan Amelya'nın kimseye göstermeden bana bakıp şirin bir şekilde göz kırptığını gördüm. Koltuğa yerleşen Hannah çocuklarını yanına çekerken Orhan Albay araya girdi. "Çocuklar annenizle büyükleri ilgilendiren meseleler hakkında konuşmamız için bizi yalnız bırakabilir misiniz?" deyip Esma'ya baktı. "Hadi Esma sen çocukları aşağı indir." "Emredersiniz!" Esma çıkacak olan karışıklılığa şahit olmamanın mutluluğu ile Aden ve Amelya'nın elinden tutup aşağı götürdü. "Evet Bayan Hannah!" diyen Korhan Albay bir koltukta kendisine çekip Hannah'ın karşısına oturdu. "Rahman sizden ne zamandan bu yana bilgi alıyor?" Korhan Albay'ın kırdığı pot toparlanacak cinsten değildi. Hannah; "Afedersiniz anlamadım. Rahman kim?" derken Korhan Albay'ın ilk baktığı kişi ben olmuştum. Birşey bilmediğini belirmek için Hannah'ın arkasından başımı iki yana salladım. "Kusura bakmayın yalnış oldu. Tibet... Tibet Binbaşı'ya ne zamandan beri bilgi akışı sağlıyorsunuz." "Yaklaşık yedi aydır." "Peki sizden başkası var mı?" "Mossad tarafından evimize yapılan baskından sonra Polis Şefi olan eski eşim Daniel de Karabasan'ın isteği üzerine Tibet Komutana bilgi akışı sağlıyor." Bu cevap karşısında Orhan Albay'a bakan Korhan Albay 'Nasıl kaçırdık biz bunları' der gibi başını sallamıştı. "Peki Karabasan ve Tibet nasıl güvene biliyor siyonist olan eski eşine?" "Daniel artık siyonist değil Musevi. Çocuklarına yaşattıkları olaylardan sonra siyonistlere kin besliyor." Korhan Albay; "Sende bizim bilmemiz gerektiğini düşündüğün neler var Hannah?" Göz kapaklarını kısan Hannah, küt saçlarını kulağının arkasına alıp odadaki hemen hemen herkeste gözlerini gezdirdi. "Kim soruyor?" "Milli İstihbarat Teşkilatı." "Yalan söylüyorsunuz. Bulunduğum yer orası olabilir ama siz onlar değilsiniz." deyip Korhan Albay'ın arkasındaki odayı gösterdi. "Burada bir kaç gün kaldım ama şu odaya girmeme izin verilmedi. Sizin esas kimliğiniz o oda da." Haklıydı! Kara Muhafızlar'ın küçüklükten büyüklüklerine kadar olan bütün anıları ve fotoğrafları o odadaydı. Ayrıca Korhan Albay'ın ağızında kaçırdığı ismi tekrar düzeltmesi eski mossad operasyon şefinin keskin zekâsından kaçmamıştı. "Şimdi cevaplarımda samimi olmamı istiyorsanız bana lütfen doğru söyleyin. Siz kimsiniz?" Hannah'ın bu sorusu karşısında Korhan Albay bıkkınca dizlerine vurup sesli bir şekilde nefes verirken, Kara Muhafızlar ne cevap vereceğini merak ettikleri Komutanlarını seyrediyordu. "Onlarsınız değil mi? Tanrım anlamalıydım. Tibet KaraBasan'ın ta kendisi ve siz..." deyip diğer Muhafızları gösterdi. "Sizde onun henüz isimlerini bilmediğim Timisiniz." Eli ile Korhan Albay'ı gösteren Orhan Albay; "Bizde onların Komutanı Mete ve Pusat." deyip, kendine bir koltuk çekerek Korhan Albay'ın yanına oturdu. Girdiği şoktan Sinan abi'nin verdiği su sayesinde çıkan Hannah, derin bir nefes alıp hızlanan nabzının yavaşlamasını beklemeden söze girdi. "Ben o Kurtalar'ın inindeyim." deyip kendinden emin bir şekilde Korhan Albay'ın gözlerine baktı. "KaraBasan istemediği sürece size hiç birşey söylemeyeceğim. Evet beni öldüre bilirsiniz ama çocukalarıma dokunmayacağınızı, hatta onlara yaşamlarının sonuna kadar iyi bakacağınızı bildiğim için rahatım. Dediğim gibi; onun razılığı olmadan hiç birşey söylemeyeceğim. Karabasan çocuklarımın yaşam kaynağı." dediğinde kapının açılması ile olduğu yerde sıçradı. "Selamun Aleyküm." Verilen selamı en son Korhan Albay almıştı. "Aleyküm selam Rahman." Korhan Albay'ın ismini hitâp etmesiyle Rahman Abi de, Koray Abi de Hannah'a bakakaldı. "Söylediniz mi?" Korhan Albay; "Söyledik. Neden söylemeyelim ki; senin neler çevirdiğin hakkında bizden daha çok şey biliyor. Varsın kim olduğunuda bilsin." Korhan Albay'ın imâsından çekinen Hannah kendini Rahman Abi'nin yanına attı. Rahman Abi; "Aden ile Amelya nerede?" Hannah; "Alt kata indiler." "Tamam sende oraya git Hannah. Korkma buradaki herkesten emin olabilirsin." Bakışlarını Rahman Abi den çekemeyen Hannah söyleneni yaparak merdivenlerden aşağı inip gözden kayboldu. Korhan Albay daha fazla dişini sıkamayıp aniden ayağa fırladı. "Neler çeviriyorsun lan sen?" Rahman Abi'nin başı herzamankinden daha dikti. Samed Abi; "Kardeşim, sen aklından bizsiz birşey geçirmezsin. Söyle artık da rahatlayalım." "Ben ne için yetiştiridiysem, Kuran bana ne emir veriyorsa onu yapıyorum Samed." Korhan Albay; "Oğlum bizde Kuran yolundayız neyse söylesene." "Kuran yolundasınız ama kendinizce koyduğunuz kurallardan vazgeçip verilen emri yerine getirmiyorsunuz. Yapsanız bu zamana kadar yapardınız. Onun için size hiç birşey söylemedim." Korhan Albay'ın aniden sesini yükseltmesi herkesin gerilmesine, Koray Abi'nin ise şaşırmasına sebep oldu. "KORAY KİLİTLE ŞUNUN KOLLARINI!" Koray Abi şaşırsada emri ikiletmeden Rahman Abi'nin kollarını kilitleyip dolan gözleri ile kulağına yaklaştı. "Kurban olayım söyle. Ölmekse ölmek." "Sen işini yap kardeşim kilitle kollarımı." Korhan Albay; "Ne oğlum siyonist Başbakanı mı infaz edeceksin, ne planlıyorsun?" "O kadar basit birşey değil. Tıpkı kendinize olduğunuz gibi bana da engel olacaksınız. Üç yıldır çocuklarımın yüzünü görmeden ona hazırlandım. Herşey tamam. Sadece beni bırakın ve gideyim. Sizden hiç bir yardım istemiyorum komutanım. Kosovalı'ya söyleyin infâzımı versin." Rahman Abi'nin bu konuşmasının Korhan Albay'ın kalbine dokunduğu açılan gözlerinden anlaşılıyordu. "Sakın bir daha Kosavalı'nın adını ağızına alma." Kolları arkadan bağlı olan Rahman Komutan'a yaklaşan Korhan Albay, yanaklarını iki elinin arasına alıp devam etti. "Söyle oğlum lütfen söyle." "Bu abim'in hayaliydi komutanım. Şehit olmadan önce söylediği son sözdü. Onun zamanı yetmedi." "Kim oğlum Burak mı? Ne dedi Burak sana?" Başını iki yana sallayan Rahman Abi söylememekte kararlıydı. "Burak Abi Filistin Türkmeniydi." deyip dev tabloya baktı. Onun la birlikte tabloya bakan Korhan Albay hızlı hızlı başını sallamaya başladı. "Sakın Rahman! Sakın ha Rahman! Eçe... Eçe'yi yoğun bakıma kaldırdılar. Onun için erken getirdim onu. Eçe'nin günü sayılı." demesi asıl kıyameti koparan uyarı olmuştu. "LAN ONU SÖYLEMEYİN BANAAAAAA!!!" İki bacağını aynı anda olabildiğince yukarı kaldıran Rahman Abi, hızını aldıktan sonra yere tekrar basıp kollarını kilitleyen Koray Abi ile birlikte takla attı. Kuvvetli bedenlerinden darbeyi alan cam toplantı masası büyük bir gürültü ile tuzbuz olurken, patlayan camların üzerine sırtüstü düşen Koray Abi, göğüs kafesine şiddetli baskı yapan Rahman Abi'nin de etkisiyle nefessiz kalıp kilitli kolları çözmek zorunda kaldı. Koray Abi'nin göğüsünden inmeden Orhan Albay'ın ayaklarına kuvvetli bir çelme atan Rahman Abi, ayakları yerden kesilip siyah mermere kapaklanan Kayınpederine aldırmadan, geri takla açıp ellerini yere koyarak, kaçacak düşüncesi ile arkasına geçen Korhan Albay'ın göğüsüne ters tekme attı. Taklanında etkisiyle hızını alan tekme Korhan Albay'ı deri koltuklara kadar savurmuştu. Herkesin sağlıklı olduğundan emin olan Rahman Komutan, donuk bakışlarımızın arasında, kapanan otomatik kapıyıda arkasında bırakıp kaçtı. Göğüsünü tutup var gücüyle öksüren Korhan Albay, Oğuz Abi'nin yardımı ile ayağa kalkıp, Sinan ve Samed Komutanlar'ın desteği ile doğrulmaya çalışan Koray Abi ve Orhan Albay'ın yanına gitti. "İyi misiniz?" Orhan Albay; "İhh ...... İyim kardeşim." "Koray ya sen?" Elini baskı altında kalan göğüsünde tutan Koray Abi'nin göğüsünden daha çok acıyan kalbi vardı. Gözlerini dolduran, başına ve göğüs kafesine aldığı darbe değil, Rahman Komutan hakkında alınacak karardı. Kimse kabul etmesede bu olanlardan sonra Karabasan hakkında alınacak hüküm açık ve netti. İnfaz! Bu sadece Koray Abi'nin değil bütün Muhafızların ve Komutanların korktuğu şeydi. Engel olmak için gelen Peçenek ve Timi, Karabasan'ın infazı için kargo uçağından inmek üzereydiler. Bütün bu seslere kayıtsız kalamayan Afgan Gülleri odalarından çıkmış, yerdeki cam parçalarına ve hâla kendilerine gelmeye çalışan Orhan ve Korhan Albay'a bakıyorlardı. Orhan Albay; "Kızım ben size oda dan çıkmayın demedim mi?" Ülkü; "Ses ....... Sesi duyunca çıkmak zorunda kaldık Komutanım." Artık gitmelerine gerek yoktu. Olan olmuş, görülmemesi gereken şeyler görülmüştü. Akan göz yaşlarımı gizli tutmaya çalışıyordum ama ardı arkası kesilmiyordu. Daha dün akşam operasyonumu yöneten Komutan on dakika sonra düşman ilân edilecekti. Korhan Albay; "Serpil geç monitörlerinin başına, Rahman'ı dinleye bileceğimiz, takip edebileceğimiz ne varsa kontrol et. Telefon telsiz ne varsa." deyip kızlara döndü. "Sizde Hannah ve çocukları alın evine götürün." Ülkü; "Emredersiniz Komutanım!" deyip Time işaret vererek aşağı indi. "Komutanım Eç... Eçe'ye ne oldu? Söyledikleriniz gerçek mi?" Koray Abi'nin korkuyla bakan gözleri bir saniye olsun Korhan Albay dan başka bir yere dönmüyordu. "Rahman, toplandığımız akşam babasının hareketlerinden şüphelenmiş, iki gün önce sıkıştırmış. Eçe'nin kan hastalığı var oğlum. Tedavisine burada devam edilsin diye erken getirdim. Dün gece kalbe pıhtı atmış ve yoğun bakıma kaldırmışlar.Ben gittiğimde Rahman'ın yeni çıktığını söylediler. Neden bilmiyorum ama Eçe'nin bu duruma düşmesinin sebebi Tel Aviv deki yahudi bi doktormuş." diyen Korhan Albay, ağzı açık, nefes dâhi alamayan Koray Abi'nin ensesinden tutup boynuna sarıldı. Söyleyemedi. Son sözünü Koray Abi'nin gözlerine bakıpta söyleyememişti. "Anne babası perişan halde. Eçe ölüyor Koray. Rahman'ı delirten bu!" Oda daki herkes yıkılmıştı. "O akşam babası o yüzden kızının yüzünden gözlerini çekemiyordu." diyen Koray Abi, Korhan Albaydan uzaklaşıp devam etti. "Doktor öldü değil mi? Rahman doktoru aldı." Gözlerini yere çeviren Koray Abi, başını anlamsız bir şekilde sallıyor, kendi kendine birşeyler mırıldanıyordu. "Rahman kendini öldürtene kadar durmayacak!" "Mesele o değil!" Korhan Albay bu cümlesi ile bütün dikkatleri üzerine çekmişti. "Rahman'ın niyeti farklı. Bu zaten planında vardı. Eçe'nin bu duruma düşmesi onu dahada kinlendirdi." "Koray Abi'nin yanına yaklaşan Sinan Abi müsade isteyip söze girdi. "Komutanım Rahman'ın niyeti düşündüğümüz şey mi?" "Şüphelenmiştim ama gerçek olacağına ihtimâl dâhi vermedim." diyen Korhan Albay duvardaki dev tabloya yüzünü dönüp devam etti. "Rahman'ın asıl hedefi Burak'ın hayâli olan Mescid-i Aksa. O Mescid-i Aksa'yı almaya gidiyor." Koray Abi kaşlarını çatmış bir Korhan Albay'a, birde Orhan Albay'a bakıyordu. "Rahman buna karar verdi diye siz onun infazını vereceksiniz öyle mi? Komutanım benim kardeşim hakkın yanında. Bunu bize söylemediyse bu yolda öleceğini kesin gördüğü içindir. Rahman bizim sağ kalmamızı istedi." Koray Abi'nin bünyesi kendini Gölge'ye teslim etmişti. Konuşan Koray Komutan değil.Psikopat Gölge'nin ta kendisiydi. "Ama olmaz!" Orhan Albay; "Ne olmaz oğlum?" "Bizsiz olmaz! Kusura bakmayın ama Rayman söylediği gibi Kuran ne emrettiyse onu yapıyor." Korhan Albay; "Ne demek istiyorsun lan sen? Sendemi gideceksin?" Arkasındaki dağlara bakan Koray Komutan yüzündeki korkutucu tebessümü ile cevap verdi. "'Ben' değil, 'Biz' Komutanım." Bütün Kara Muhafızlar memnuniyetle başını salarken Korhan Albay'a elini saçlarına atıp, titrete titrete geriye taramak düşmüştü. Korhan Albay birşey söyleyecekdi ki kulaklığımdan gelen sinyal sesi ile yönümü monitörlere döndüm. "Kom ..... Komutanım! Rahman Komutanım Yüzbaşı'yı arıyor." Yüzünü aniden bana dönen Korhan Albay; "Sesi dışarı ver!" dedikten sonra iki elinide ağızına kapatıp gergin bir şekilde dinlemeye başladı. Uzun bir çalmanın ardından telefon açılmıştı. "Emredin Komutanım!" "Yüzbaşı nerede Abi?" "Abdest alıyordu sizin aradığınızı gördüğüm için uzatmak istemedim açtım." "İyi yaptın. Erdinç Abi Ankara'dan gelen hiç bir aramayı açmayın. Telsizleri benim tembih ettiğim frekansa alın." Karşıdan gelen hışırtı sesleri Erdinç Başçavuş'un heyecanla pozisyonunu değiştirdiğini gösteriyordu. "Komutanım!" "Efendim Abi?" "Komutanım başlıyor muyuz?" "Başlıyoruz Abi! Minarenin kapısını açın Ezan okumaya geliyorum." "Senin Allahına kurban be kardeşim. Seni yaradana kurban. Bu ağabeyin senin ayağına toz olur toz. Allahım çok şükür yarabbi. Hemen Yüzbaşımıza bildiriyorum Komutanım. Yıllardır ilmek ilmek işlediğin planı devreye sokuyoruz." "Abi Eçe!" Bu kırık ses tonu karşısında, karşıdan gelen sesin çoşkusu aniden solmuştu. "N'oldu Komutanım Eçe'ye?" Güçlükle konuşan Rahman Komutan, düğümlenen boğazını zorla açmaya çalışıyordu. "Abi Eçe ölüyor Abi." Karşı tarafta uzun bir sessizlik olmuştu. "Yapma Komutanım yap... Yapma!" Başçavuş'un bu tepkisinden sonra daha fazla dayanamayıp arkamda konuşulanları dinleyen Komutanlara göstermemeye çalışarak elimi ağızıma bastırıp, bütün acımı gözyaşlarımla dışarı atmaya çalıştım. "Abi bana neden söylemediniz?" Kendini toparlayamayan Erdinç Başçavuş zorla konuşuyordu. "Albaylar'ın onları götürdüğü gün öğrendik komutanım. 'Biz söyleriz' dedikleri için bize söz düşmedi." "Allah'ın Abi. Allah'ın takdir-i ilâhisi." Boğazını temizleyen Erdinç Başçavuş'un 'Sorsam mı sormasam mı?' diye düşündüğü kesik kesik ses çıkartmasından açıkça anlaşılıyordu. "Komutanım bütün Tim mi geliyor?" "Hayır Abi. Sadece ben geliyorum. Şey... Muhtemelen şuan bizi dinliyorlardır. Allah vergisi bir sesim olduğunu söylerler hep. 18 yaşıma kadar Ezan okumadım diye, emre itaatsizlik ettim diye ne dayaklar ne işkenceler çektim. 12 yaşımdayken bizimle aynı yaşıt olan Filistinli Muhammed El Durrah'ı kameralar önünde, babasının kucağında katlettiler. Babası ne kadar siper olmaya çalışsada ikiside sokak ortasında şehit edildiler. O gün orada tek dert ortağım, çoğu yeteneğimi ondan aldığım, öz ağabeyim gibi sevdiğim Filistin Türkmeni olan Burak YüzBaşım ağladı. Ben onu ilk defa ağlarken görmüştüm. İşte o zaman, daha 12 yaşımda kendikendime yemin ettim. 'Rahman eğer Ezan okuyacaksa burası Mescid-i Aksa olacak!' Ben orada Ezan okuyacağım Başçavuşum. KaraBasan hayatında ilk defa o kutlu yerde Ezan okuyacak." Ne Muhafızlardan, nede Komutanlardan çıt çıkmıyordu. Derin bir iç çeken Başçavuş, kendini bütün benliği ile KaraBasan'a teslim etti. "Biz Bordo Berelilerin bir adeti vardır bilir misiniz Komutanım? Kıyameti koparacağımız zaman telsiz kapatırız. Gel Gazap Komutan! Öyle bir telsiz kapatalım ki bütün Özel Kuvvetlere ibret olsun." dediğinde KaraBasan'ın bir süre sessiz kalıp o tatlı sohbetin arasında ismimi söylesi oturduğum yerde dikleşmemi sağlamıştı. "Serpil..." "Emredin Komutanım!" Dalmıştım! Karabasan, tüm Muhafızlar'ın hayalindeki muhabbeti yaparken unutmuştum onun beni duymadığını. Karşımdaymış gibi, benimle konuşuyormuş gibi karşılık vermiştim. Bunu farkettiğimde Korhan Albay'ın yüzüne bakıp daha fazla dayanamayarak sessizce ağlamaya başladım. Bana söyleyeceklerinin tek kelimesini kaçırmamak için hıçkırıklarımı içime atıyor, pür dikkat söylenenleri dinliyordum. "Serpil! Eğer beni dinliyorsan benim Kod'un sonundaki T'nin yanına E harfini dahil et. Tabi sizin için hâla bir değeri varsa." Derin bir nefes alıp, Başçavuşa son sözlerini söylemeye başladı. "Filistin deki koçlara haber salın; kollar belirttiğimiz gibi yerlerini alsın. 'Kuzey'in Aslanları kalktı geliyorlar!' deyin. Siz oraya varmadan ben orada olurum. Geliyorum Abi... Geliyorum!" Telefon kapandığında bütün Harekât Merkezini sessizlik kapladı. Burnunu çeken Koray Abi elini beline atıp tabancasını çıkartarak kumanda masama koydu.Korhan ve Orhan Albay onu izlerken arka cebinden çıkarttığı cüzdandan MİT'in tahsis ettiği dokunulmazlık kartını da tabancanın yanına koyup Komutanların gözüne baktı. "Kusura bakmayın bu hata sizin. Bize; 'Birlik olun, ne olursa olsun ayrılmayın, arkanızda kardeşinizi bırakmayın.' derken bu olumsuzlukların olacağını tahmin etmeliydiniz. Bunu bizim kanımıza işleyen sizsiniz. Hakkınızı helâl edin Komutanım. Çocuklarım, annem babam, bacılarım size emanet. Ben, beni Ezanla çağıran Rahman'ın arkasında saf tutmaya gidiyorum." Korhan Albay; "Koray saçmalama!" deyip sesini yükselttiğinde, bütün Tim ellerini bellerine atıp tabancalarını ve kartlarını masaya koydu. Ben arkamı Komutanlara dönüp sevinç göz yaşları dökerken, Korhan ve Orhan Albay dişlerini sıkmış Kara Muhafızlar'ın arkalarından kapanan otomatik kapıya bakakalmışlardı. "Serpil, Yavuz Müdürü bağla sesi dışarı ver!" "Emredersiniz Komutanım!" Yavuz Müdür'ün cep numarasını tuşlayıp sesi dışarı verdim. Üçüncü çalıştan sonra açılan telefondan otoriter, kalın bir ses yankılandı. "Emredin Komutanım!" "Yavuz sana işim düştü kardeşim." "Estağfurullah Komutanım. Sizin her sözünüz emirdir bana. Konu neydi?" "Rahman'ı yakalamayız ama, geri kalan yedi tane Muhafızım Teşkilattan çıkmak üzereler. En seçkin Timi'ni yönlendirip onları misafir etmeni istiyorum." Bir süre cevap veremeyen Yavuz Müdür şaşkınlıkla söze girdi. "Komutanım neler yaşadınız bu telefonda konuşulmaz ama; söylediğinizi yapmak imkânsız gibi. Kara Muhafızlar dan bahsediyoruz. Çocuklar onları çok sever. En seçkin Timim de olsa onların nasıl bir yeteneğe sahip olduklarını biliyorlar." "Tek Tim yetmez diyorsan elinde ne varsa gönder. Onları bir şekilde durdur. Yoksa işler tahmin edemeyeceğimiz yerlere gidecek." "Tamam! Emredersiniz Komutanım. Mesai bitti. Kürşad'ın Timi nöbette. Mert ve Tuğrul'un Timi'ni de göreve dâhil ederim." "Tamam kardeşim. Haydi seni göreyim." Bir kardeşin ağabeyi'nin önünü kesmek ne kadar acı verici değil mi? Kim Mert Komiser'in yerinde olmayı isterki? Daha dört yıl önce omuz omuza kamp basan yiğitler bugün birbirlerine düşmanmış gibi karşı karşıya gelecekler. Polis Akademisinde yetiştirilen, belli bir kanun çevesinde görev yapan kolluk kuvvetleri mi, yoksa ada şartlarında binbir türlü işkencelerle psikopatça yetiştirilip Kuran'ı rehber edinen Alfasız, yedi kişilik Kara Muhafızlar Timi mi? Bu kavganın malûbu kim olur? Saçma sapan, kırk yıl düşünsem aklıma gelmecek senaryolar beynimi tırmalarken kapı'nın tıslaması ile yönümü o tarafa döndüm. Peçenek!!! Önden giren Peçenek tekmilini verirken, arkasındaki kana susamış Timi, avcı kurtlar misali odaya yayıldılar. Tüm Muhafız Timleri gibi sekiz kişilerdi ama ne bakışlarındaki samimiyet Ağabeylerime benziyordu ne de heybetleri. Ada dan geliyorlardı ve hepsi Muhafız yetiştiren hocalardı. Bu çatışma iki dağın birbirine çarpıp deprem yaratması gibi birşeydi. Eğer yedi Muhafız Alfalarına yetişirse Peçenek ve Timi'nin hiç şansı yoktu. "Hoşgeldiniz koçlar." Zamanının efsanesi Mete Kod adlı Korhan Albay'ı gören Muhafızlar gözlerini ondan alamıyor, karşısında resmen titriyorlardı. Peçenek; "Hoşbulduk Komutanım." Nereden başlayacağını bilemeyen Korhan Albay'ın gözlerini Peçenekten kaçırması utandığının resmiydi. "Peçenek! Uçak sizi Mescid-i Aksa'nın tam üzerinde bırakacak..." Komutanın sözünü kesip, şaşkınca sarı, belli belirsiz kaşlarını çatan 45'li yaşlardaki Peçenek; "Özür dilerim ama Komutanım. Mescid-i Aksa'ya atarsa nereye ineceğiz." deyip gözlerini Orhan Albay ve Korhan Albay'ın üzerinde gezdirdi. Korhan Albay; "Siz oraya vardığınızda çadır karışmış olacak kardeş zaten." "Anlaşıldı Komutanım! Görev ne?" Yaşanılanları kısaca özet geçen Korhan Albay, Peçenek yaşadığı şoku daha atlatamadan, zorda olsa esas görevi söyledi. "Ne yapıp edip KaraBasan'ı alıp geleceksiniz." "Komutanım! Daha 18 yaşında tek başına Büyükelçi'yi tavuk keser gibi kesen, 250 tane Ermeni'yi cayır cayır yakan KaraBasan dan bahsediyoruz. Sizin bu hamlenizin hesabını yapıp önlemini almıştır o." Korhan Albay söze girecekti ki kapı aniden açılı verdi. 'Yapma be Zümra. Sen ağlama.' Üzerindeki yükü güçlükle taşıyan omuzları düşen, yosun yeşili gözleri kan çanağına dönen Zümra içeri girdiğinde ilk gözgöze geldiği kişi Peçenek olmuştu. "N'oluyor burada? Baba siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" Öne atılıp kızı'nın kolundan tutan Orhan Albay, kanlı gözleri karşında ağlamamak için kendini zor tutuyordu. "Kızım bizi dinle." "Ben hiç kimseyi dinlemiyorum. Abilerim'in üniformaları'nı alıp çıkacağım. Bizim burası ile hiç bir bağımız kalmadı." Korhan Albay; "Zümra, Rahman kendini kaybetti ne yaptığını bilmiyor kızım. Daha bir saat önce Komutanlarına tekme atıp kaçtı gitti." Zümra şaşırmamıştı bile. "Ohhh! İyi olmuş. Yolundan sapan sizsiniz. Benim eşim Müslüman'ın dinmek bilmeyen yarasını sarmaya gidiyor, miniklerin gözyaşını silmeye, Ümmet'in namusunu korumaya gidiyor. Sizin tek amacınız burada iki çapulcunun canını alıp göğüs kabartmak." Orhan Albay; "Zümra kes sesini haddini aşma." Babasına bir adım daha yaklaşan Zümran'ın gözlerinde korku namına hiç emare yoktu. "Ne yapacaksınız, benimde mi infâzımı vereceksiniz?" deyip eli ile Peçenek ve Timi'ni gösterdi. "Bunlar mı KaraBasan'ı infâz edecek Tim. Unutmayın ki Allah Rahmanım'ın yanıda. Malûp olan siz olacaksınız. Sizi tek başına çiğ çiğ yiyecek." dedikten sonra Zümran'ın bıraktığı tek şey metal merdivenlerden inerken çıkarttığı ayak sesleriydi. Peçeneğe dönen Orhan Albay; "Siz geçin arka oda'ya bekleyin." deyip Korhan Albay'a baktı. "Nerede kaldı bu AkçaKoca?" "İstanbuldaydı neredeyse gelir." "Korhan ne yapacağız?" "AkçaKoca, Akbuğ'u arayacak. Hüküm ne olursa olsun uygulanacak." Korhan Albay'ın son sözü göğüsümü sızlatmaya yetmişti. Hakkın ne tarafta olduğunu biliyorsun ama hiyerarşi'yi ezip Hakka yürüyemiyorsun. Müslüman için, ne Korhan Albay ne de Orhan Albay'ın gözünü budaktan sakınmayacağını biliyoruz. Hiyerarşi onlarıda kolunun arasına almış, şeytan kilidi gibi kilitlemiş durumdaydı. Orhan Albay, sağ omzunda büyük çanta ve elinde poşetlerle nefes nefese merdivenleri çıkmaya çalışan Zümra'ya yardım etmek işin yanına yaklaşıp elini uzattığında Zümra geri çekildi. "İstemez! Ben KaraBasan'ın eşiyim. Altından kalkamayacağım yük yok evelAllah." "Kızım saçmalıyorsun ama!" Kapıya yaklaşan Zümra, elindeki poşetleri yere bırakıp, kızgın bakışları ile Komutanlara baktı. "Ya o adam geldiğinden bu yana ekranı kırık telefonu ile geziyor. Çocuklarının resimlerine zoom yapıp, kırık olmayan yere getiripte öpüyor. Bu adam! Adam gibi adam telefonunu yenilemeyip, milyonluk arabasını satarak, banka hesabını boşaltıyor. Ne için biliyor musunuz? Hiç tanımadığı bir çocuğu yürütebilmek için. Yazıklar olsun size!" Bayan Alfa'nın kapıdan çıkarken bıraktığı sözleri ile birlikte tiskinerek bakan yaşlı gözleri, Komutanları yerlebir etmişti. KÜRŞAD'dan... Bir tarafta eşimin, can yoldaşımın ağabeyleri ve Türk Askeri'nin ne denli yüce olduğunu öğrendiğim harp ustaları; diğer tarafta namusum üzerine yemin ettiğim mesleğim. Özel Harekât'ı peşlerine düşürecek ne yaptılar üç komiser üçümüzde anlamış değildik. Tek bildiğimiz ve aldığımız emir; 'Kara Muhafızlar durdurulup tutuklanacak.' Türk Polis Özel Harekât'ı dünya genelinde küçümsenecek bir Tim değildi ama Kara Muhafızların da kafalarına koyduğu şeyi yapmak için nasıl psikopat bir hâl aldıklarını çok iyi biliyorduk. Bunu yanlarında omuz omuza çarpışıp birçok defa tecrübe etmiştik. Dakikalar; belki saniyeler sonra otuz kişilik kurt sürüsü yedi tane aslana kafa tutacaktı. 'Allahım sen sonumuzu hayır eyle.' Kalbimdeki sıkıntının, dar olan Kobra ile alakası yoktu. Gözlerim, altımızdan akıp giden şerit çizgilerine dalıp gidiyor, çocuk gibi ağlamamak için yarım yarım nefes alıyordum. 'Allah kimseyi bilmediği bir sebepten dolayı kardeşine silah çekmek zorunda bırakmasın.' İslâm aşkı, Türk aşkı ile kavrulan, Tasavvuf ile harmanlanan gönüllere silah çekmek fıtratımıza aykırıydı. Göğüs cebimden çıkarttığım cep telefonumun gözümü kamaştıran ışığını kısıp, Asel'in beş dakika önce attığı mesajı defalarca okudum. 'Onları durdurmak için yollarına çıkmayın! Dişine kan bulaşmış kurdu durdurmaya çalışmak ahmaklıktan başka birşey değil. Yapmayın!' Derin bir iç çekerek telefonumun tuşunu kilitleyip cebime koyarken telsizde yankılanan yabancı ses parmağım ile kulaklığa bastırmama neden olmuştu. "Tüm Özel Harekât birimine sesleniyorum. Hedefiniz olan iki araç Karaköy yoluna saptı. Tekrar söylüyorum. Sizin çevirme yapacağınızı anlayan iki araç Karaköy yoluna saptı." "Anlaşıldı!" deyip telefonu tekrar çıkartarak önümdeki zırhlıda bulunan Mert'in numarasını çevirdim. İkinci çalmadan sonra yorgun halsiz bir tonla açan Mert; "Duydun değil mi kardeş?" deyip birkaç defa öksürdü. "Duydum! Ne yapacağız?" "Osmangazi sapağından girip orman yolundan çıktıkları anda önlerini keseceğiz." Mert'in kırgın sesinden gönülsüz olduğu apaçık anlaşılıyordu. "Mert! Ne yapağız kardeşim? Karşımızdaki abilerimiz." "Belki bu yaşıma kadar aldığım en zor soruyu sordun Kürşad. Bilmiyorum. Kafayı yiyeceğim vallahi bilmiyorum." "Tamam kardeşim takma kafana. Onlarda bize yardımcı olacaklardır." "Ne demek yardımcı olacaklardır. O adamlar bize bulaşmamak için orman yoluna saptılar. Ama bir şekilde Esenboğa'ya ulaşmamaları lazım." "Yakalayacağız merak etme." "Tamam kardeşim. Takipte kalın." deyip telefonu kapatacaktım ki; Mert'in "Kürşad!" demesi ile tekrar kulağıma götürdüm. "Efendim!" "Esas meseleyi söylemeyi unuttum. Biraz önce Gökçen aradı. Haydar Ali ve Timi özel uçak ile ada'dan kaçmış. O uçak Ankara'ya gelmiş kardeş." Duyduklarım nefesimin durmasına sebep olmuştu. Bunlar taptaze ve vampir misali kana susamış Kara Muhafızlar Timi. Daha 18 yaşına vurmamalarına rağmen üstün zekâ ve stratejiye sahip oldukları, Haydar Ali'nin tek hareketi ile hiç zorlanmadan iki metrelik Tuğrul'u etkisiz hâle getirmesiyle açık olan genç Kara Muhafızlar. Sekiz tane Haydar Ali. "La ne diyon oğlum sen?" "Valla öyle!" "Allah sonumuzu hayır etsin kardeşim. Hadi Bismillah." 30 Dakika sonra... Zırhlılarla dar, karanlık yolu kapatmış, üç komiser neler yaşayacağımızı tahmin etmeye çalışıyorduk. Bu görevde en az ben ve Mert kadar gönülsüz olan Tuğrul dev cüssesini Muhafızlar'ın geleceği yöne dönüp başını bize çevirdi. "Size birşey söyleyeyim mi? Bütün bunların hesabını önceden yapmadıysalar ben adam değilim." Zırhlıya yaslanan Mert doğrulup bütün memurların meraklı bakışları arasında karşılık verdi. "Nasıl yani?" Tuğrula fırsat vermeden araya girdim. "Ne 'Nasıl yani?' Mert Abinlerden bahsediyoruz. Yani şu Tunceli yolunda tırcıya Musallat olan teröristleri ağaçlarda sallandıran adamlar. Eğer bu işi yapmaya kalktıysalar bizim onların önünü keseceğimizi hesaba katmışlardır." Hızlı adımlarla bize yaklaşan Zehra kompozit başlığı ile kar maskesini çıkartıp kaşlarını çattı. "Bi dakka! Biz Muhafızları mı çeviriyoruz." Zehra'ya doğru bir adım atan Mert, gözleri ile diğer memurları işaret etti. "Zehra onların ismini verme. Emir neyse onu uygula." "'Onlar' dediğiniz benim abilerim. Siz neyin içine düştünüz Komserim?" Zehra'nın Tim Komiseri olan Tuğrul, kolunu uzatıp komiser yardımcısının önünü kesti. "Yerine geç bizden aldığın emir neyse onu uygula." Zehra; "Olmaz. Bu emir kanunsuz emir. Ben, çocukluklarını, gençlikleri Müslüman'ın, Türk'ün iyiliği ve huzuru için hebâ eden adamlara nişan almam. Ya Karabasan benim Ustam. İlk çatışmaya onun gölgesinde girdim. Ben ona nasıl silah çekeyim." Zehra'nın omzuna elini atıp kulağına eğilen Mert'in ne söylediğini rahatlıkla anlayabiliyordum. "Karabasan dediğin adam benim öz Abim. Zaten zordayım Zehra lütfen üzme beni. Sana ne deniliyorsa onu yap. Nasip olurda Tim komiseri olursan senin dediğin olur. Allah sana böyle bir ikilem arasında kalmayı nasip etmesin kardeşim." İsyanını başlığını tutan elini bir yana, silahını tutan elini diğer yana açarak gösteren Zehra birşey söylemeden yerine geçti. Tuğrul; "Bunların gecikmesi normal mi? Şimdiye gelmeleri lazımdı." Mert; "Orman yolu virajlı Tuğrul. Biz onlardan çok öndeydik." Tuğrul karşılık verecektiki zırhlının önünde gözlem yapan Halil'in sesi duyuldu. "DURRR!" Silahlarımızın emniyetini açıp herbirimiz bir yere mevzi alırken karşıdan yaya olarak gelen yabancıdan gelecek olan cevabı beklemeye koyulduk. "Abi ben Karaköydenim. Pancar suluyorum asıl siz kimsiniz?" Halil; "Polis! Yavaş yavaş yaklaş." "Polisin ne işi var Abi burada? Ben evime gidiyom." "Yaklaş dedim lan!" "İyi geliyom." Biraz daha yaklaştığında kolları kesilmiş siyah tişörtü ve aynı renkte, normalden kısa paçaları olan, saçı sakalı birbirine karışmış 20 yaşlarındaki genç göründü. Tek dizinin üzerine çöküp nişana odaklanan Tuğrul, çamurlu, toz toprakla bezenmiş kıyafetleri olan gencin sefil haline bakıp ayağa kalktı. "İndir elini indir! Gel buraya." "Abi korkuttunuz beni be. Sizin mavi kırmızı ışığınız yok mu yaksanıza." En dibimize kadar gelen gencin omuz hatları ve tişörtü gerdiren göğüs kasları dikkatimi çektiğinde bir adım geri atıp silahımı tekrar kaldırdırmama ayağındaki çamur kaplı pahalı marka ayakkabıları olmuştu. "GERİ ÇIK ELLERİNİ ENSENE AT!" " Abi..." "Dediğimi yap hemen." Tuğrul beni sakinleştirmeye çalışırken, Mert olayın çoktan farkına varmıştı. "Tuğrul sende geri çekil. Uzaklaş ondan." Bir çok namlunun kendisine doğrultulduğunu gören genç çaresizce ellerini ensesine attığında kenarlara açılan kanat kasları kemerimin üzerine düşen göbeğimi aklıma getirmişti. 'Yuh lan!' Şimdiki gencin bir dakika önceki genç ile alakası yoktu. Bakışları keskinleşmiş duruşu dahada dikleşmişti. "Abi senin boyun kaç?" Tuğrul kendisine yöneltilen bu soruya şaşırsada nişanını bozmamıştı. "Ne yapacaksın oğlum benim boyumu? Sen nasıl bir şeyin içindesin onu düşün." "Yok seni ilk gördüğümde ayaktasın sandım; meğerse yere diz vurmuşsun. Ayağa kalkınca şaşırdım. Ama Özel Harekatı bize çok övdüler. Övüldüğünüz kadar yoksunuz. Düzeniniz çok riskli." Mert, bu küçümsemeye daha fazla sabredemeyip sesini yükseltti. "Bize işimizi öğretme lan zibidi." "Estağfurullah abi. Demekki sizin düşmanınız salak." Polis Özel Harekat Timleri en az yirmi kişi olur ama buraya gönderilenler en seçilmişleriydi. Her Tim de 8 kişi, toplam 24 kişi 20 yaşlarındaki çocuğa nişan almıştı. Mert; "Diz çök hemen!" Ayaklarını biraz daha aralayan çocuk isteği reddetti. "Bana diz çöktürme!" Çocuğun bu çıkışı herşeyi ortaya koymuştu. "Diğerleri nerede?" "Her yerde! Arakanızdaki çalıda, ağacın kovuğunda; belki de sizin üniformalarınızı giyinmiş aranızdalar." "İsmin ne?" "Kod adım Çeçen. Yaşım 17. Daha Kara Muhafız nişanını almayan, yedinci kademe Kara Muhafız öğrencisiyim. Özel Harekat'a güvenmemi söyledikleri için açıklama yapıyorum. Bu kirli, paspal halime aldanmayın. Hayati İdame Eğitiminden çıktığım için altı aydır yemek yüzü görmedim." Çocuğun konuşması, konferans yapan bir profesör kadar net ve seriydi. Mert; "Neden buradasın?" "Ben ve kardeşlerimin görevi sizi durdurup komutanlarımızın geçişini sağlamak." "Bizi tanıyorsanız durduramayacağınızı anlamışsınızdır değil mi Çeçen?" "Eğer siz halâ bu yolda ayakta durmaya devam ediyorsanız, onun aşkıyla yetiştirildiğimiz şeyi omzunuzda taşıdığınız içindir." Karanlıkta ne kadar zor şeçilsede, gözüm istemeden sol omzumdaki ayyıldıza gitti. "Çıkın yoldan! Onları durduramazsınız." diyen çocuk tekrar Tuğrul'a baktı. "Abi senin boyun kaç?" KaraBangu'nun hışmına uğrayan Tuğrul, silah kundağını dahada iyi kavrayıp cevap verdi. "2.05!" "Beni burada tek heyecanlandıran senin boyun. Bana Pirim Ömer'i hatırlattın." Bu cevap karşısında etkilenen Tuğrul, onun net görecek şekilde silahını indirip bir kaç saniye baka kalırken; Mert'in; "Tuğrul seni etkilemeye çalışıyor yapma." demesi ile silahını tekrar kaldırdı. "Şimdi diz çök!" "Çökmem! Abin olsa o da çökmezdi, Koray, Kenan, Oğuz, Samed, Sinan, Ömer, Bora Komutanlarım olsa onlarda çökmezdi. Şimdi şu silahlarınızı indirin ve yolu açın. Yoksa..." Mert; "Ne lan, yoksa ne; öldürecekmisiniz bizi, var mı törenizde böyle birşey?" "Ankaralıyım komser. Annemden sekiz yıldır ayrıyım ve o şuan 68 kilometre uzağımda. Allah yolunda savaşan kulunu ve onun mabedini kurtarmak için bir emir aldıysam, önüme annem çıksa acımadan kellesini alırım. Belki hepinize gücüm yetmez ama..." derken herbirimizin bedenlerine yapışan lazer nişangahı görüp devam etti. "Ben ölsem bile arka kalanı kardeşlerim alır. Ama bunu yapmayın abi bize. Ne siz bizi yolumuzdan çevirirsiniz ne de biz vazgeçeriz. Biz Karabasan'ın emri ile buradayız." Son cümleyi kurması bütün memurları ikileme düşürmüş, silah namluları az da olsa inmişti. "Nişanınızı bozmayın! O burada tek başına. Yukardakilerde silah olduğu bile kesin değil." derken, bütün Timler aniden gelen ses ile zırhlıyı mevzi edinip, tepeye nişan alarak tetiğe basan Tuğrul'a baktı. En az onbeş namludan çıkan izli mermiler çalılıkları aydınlatırken, avazım çıktığı kadar bağırıp Tuğrul'un yanına koştum. "ATEŞ KESSSS! ATEŞ KESSS!" Namlular tek tek susmaya başlarken asfaltdaki ıslaklığa bakıp Tuğrul'un omzuna dokundum. "Ne oldu oğlum birden bire?" "Ateş aldım Kürşad!" deyip parçalanan matarasına el atıp, sırtını zırhlıya dönerek Çeçen'e tekrar nişan aldı. Kendini bozmadan ayakta duran Çeçen'in patlayan silahlara rağmen soğukkanlılığını koruması kanımı dondurmaya yetmişti. Tuğrul'un konuşmasını beklemeyen Çeçen, kollarını ensesinden indirmeden konuşmaya başladı. "GökDoğandır o! Kara Muhafızlar'ın keskin nişancısı. Çok hızlıdır. Adınıda oradan alır zaten. Siz daha namluyu çevirmeden ateş ettiği yerden çoktan uzaklaşmıştır. Matarayı vurarak sorunuza cevap verdi. Ama ikincide bu kadar şanslı olamayabilirsiniz. Altı aydır yılan, böcek yiyerek ayakta duruyor. Açlıktan gözü kayarsa sıradaki mermi bedeninize gelir." Daha fazla sabredemeyen Halil arkasından Çeçen'e doğru koşmaya başladı. Mükemmel bir zamanlamayla ensesindeki kolunu arkaya savuran Çeçen, Halil'in boynuna kayışla sabitlenen silahını kaptı. Diz çöküp bir tur dönderdiği silahı başının üzerinden önüne suvurup, askı kayışına bağlı olan Halil'i önüne çarptı. Olayın şokunu hızla atlatan tecrübeli Polis, yattığı yerden Çeçen'in suratına diz atacaktı ki, baldırının hassas noktasına yediği dirsek ile, yaptığı hamle acı dolu bir hataya dönüştü. "Sakinleş Abi! N'olur sakin olun." Çeçen'in yüzünden en az Halil kadar acı çektiği belli oluyordu. Bir eli ile Halil'in askı kayışını gerdirirken diğer eli ile göğüsüne bastırıyordu. "Ulan ben Türk bayrağını yere vurmak için yetiştirilmedim lan. İndirin şu silahlarınızı Allah'ın belâları. Bi bo*tan haberiniz yok." diyen Çeçen elinin tersi ile gözlerini silip devam etti. "Abi n'olur indirin artık, açın şu yolu. Biz aynı şeyi istiyoruz, aynı yolun yolcusuyuz. Tek fark sizin hâla zincire bağlı bir kurt, bizimse zincirsiz olmamız. Bizim zincirimizi siz tutamazsınız abi. Lütfen açın. Biliyorum emir aldınız ama o yoldan geçmediklerini, kaçırdığınızı söylersiniz." Elini 'dur' anlamında Çeçen'e açan Mert; "Sakinleş Çeçen. Vurmak istesek şimdi sen yaşamıyordun. Sakinleş ve Halil'i bırak." "Ne haddime abi. Ben size kızamam ama kardeşlerimide benide zor durumda bırakıyorsunuz. Siz Allah yolunda savaşıp şehit olanlarsınız ama bugün burada Allah yolunda savaşmaya gidenleri alıkoyuyorsunuz. Hani nerede kaldı sizin yolunuz." derken yüzüne çarpan araç farları her detayını görmeme neden olmuştu. Kahverengi uzun saçlar, kalın kaşları ve açık kahverengi gözler.Kaşındaki ince çizik yakışıklılığına karizma katarken, lif lif ayrılan omuz kasları, çektiği ağrılı günleri yüzüme vuruyordu. Gelen araç yanımıza durduğunda, memurlar çoktan hedeflerini küçültmüş tüm namluları araçlara çevirmişti. Anında açılan sekiz kapı ve o kapıdan inen Kara Muhafızlar! On yaşından bu yaşına kadar İslam-Türk milleti için acılar çek ve sonuç bu. Kanıma dokunuyordu. Mantığım ile işimin birbiri ile çakışması canımı çok acıtıyordu. "Kalk onun üzerinden! Kimsin?" Yavaş yavaş ayağa kalkan Çeçen; "Önce sen kendini tanıt!" Çeçen'in karşısına dikilen heybet, gözlerini kısıp karşısındaki genç savaşçının yüzünü seçmeye çalışırken cevap verdi. "Gölge!" Etrafında, kendisine doğrultulan namluları umursamayan Koray Abi yavaş hareketlerle askerine doğru yaklaştığında, karşısındaki'nin kim olduğunu öğrenen Çeçen sert bir şekilde esas duruşa geçti. "Kod Adım Çeçen. Yedinci kademe Kara Muhafızlar Timi'nin sızmacısıyım Komutanım." "Siz Muhafız Nişanı'nı aldınız mı, ne işin var burada?" "KaraBasan Komutanımızın emri ile buradayız Komutanım. Görevimiz; önünüzdeki engelleri kaldırmak." İki elini açıp Çeçen'in yanaklarını arasına alan Koray Abi, alnından öpüp Timine baktı. "Biliyordu! Bizim onun peşinden gideceğimizi biliyordu." Araç farının aydınlattığı gözlerindeki mutluluk ve gurur bizimde gülümsememize sebep olmuştu. Çok farklı birşeydi silah kaldırdığınız birinin mutluluğu ile mutlu olmak. "Hayırdır lan zırtolar bizi mi vuracaksınız?" Mert çoktan pes edip silahını indirmişti. "Abi neler dönüyor Allah aşkına?" "Kutlu bir yola çıktık kardeşim. KaraBasan bizim arkasından gideceğimizi bildiği için uçağımızıda korumamızıda ayarlamış." deyip, Mert'in omzuna elini atarak devam etti. "Canlarımız size emanet. Allah yardımcımız olsun." Koray Abi aracına giderken öne çıkan Mert bütün Özel Harekat'a seslendi. "İndirin silahları." Herkes silahını indirirken, Zehra'nın koşup aracına binmekte olan Koray Abi'ye sarıldığını gördük. "Abi Ustama selam götür. Sağlıcakla gidin sağlıcakla gelin. Koskocaman aileniz sizi bekler." Zehra'nın iki omzundan tutan Koray Abi, onu gördüğüne bayağı şaşırmıştı. "Zehram! Hay maşAllah sana. Görüşmek üzere kardeşim. Geleceğiz Allah'ın izniyle." Çevirmek, tutuklamak için geldiğimiz araçların arkasından bakakalırken bir su dökmediğimiz kalmıştı diye düşünüyordum ki; Zehra'nın matarasındaki suyu yola savurduğunu görmek gülümsememe neden oldu. "Bende tam bunu düşünüyordum." Tuğrul; "Neyi düşünüyordun la?" "'Bi su dökmediğimiz kaldı' diye düşünürken Zehra matarasını boşalttı." Mert ve Tuğrul bu düşünceme gülerken içimde açıklayamadığım farklı bir huzur vardı. Tuğrul; "Oğlum biz ne yaptık la? Ben hiç bişey anlamadım." Mert; "Ne yaptığımızı bilmem ama; şu zamana kadar görevlerde yaptığıma inandığım en doğru şeyi yaptığımıza eminim kardeşim." deyip Çeçen'e döndü. "Eee seni ne yapacağız?" "Gidin eve açın televizyonları tarihe yazacağımız destanı izleyin. Allah yardımcımız olsun." diyen Çeçen Halil den özürdileyip hızla tepeye doğru koşmaya başladı. Çeçen'in arkasından gülümseyerek bakan Mert; "Lan kumanyamızdan alsaydın bari 'Açım' demedin mi?" dediğinde yılan misali ağaçların arasında kaybolan Çeçen den cevap geldi. "Yemek yememiz yasak." Bir saat sonra... Gölbaşı'nın en manyak üç Tim'i, ilk defa bir görevden başarısızlıkla bu nizamiyeden giriyor ve ilk defa başarısız bir görevden bu derece şen şakrak geliyordu. "Tamam beyler! Suratınızı asık tutun Yavuz Müdür merdivenlerde bizi bekliyor." Elleri arkasında, sivil kıyafetlerle, kendisine doğru gelen zırhlıları gözleyen Müdür, ağır adımlarla basamaklardan inip Mert'in komiserliğini yaptığı zırhlının yanında durdu. Üç zırhlı art arda dururken, kapı kolunu çekmeden önce çıkmaya hazırlanan Timime dönüp tekrar uyardım. "La bak Yavuz Âmir'in yanında suratınızı asın haa!" Hepsi isteğimi onaylayıp kapıdan dışarı dökülürken, Besmelemi çekip hesap veren Mert'in yanına yaklaştım. "Söylediğiniz aracı çevirdik Müdürüm. İçinden Korhan Abiler değil yeni nesil Muhafızlar çıktı. Bizi kötü kandırdılar." Asık suratı ile gözlerime bakan Yavuz Baba, bana değil Mert'e konuşuyordu. "Yeni nesil Muhafızlar kim oğlum?" "KaraBasan ve Timinden sonra gelenler Müdürüm." "Heee... Kaç yaşında bunlar?" "17 yaşında Müdürüm." Başını geri çekip dudaklarını büzen Müdür, dalga geçer gibi cevap verdi. "17 yaşında çocuklar sizi kandırdı öyle mi?" Bu sorusu bayağı bir zoruma gitmişti. Mert'i durdurup söze girdim. "KaraBasan ve Timi ikiyüz taneden fazla Ermeni'yi öldürdüklerinde belki 20 yaşında bile değillerdi Müdürüm." Ne kadar farkettirmemeye çalışsada onları tutuklayamamızdan Yavuz Baba da oldukça memnundu. Aksi halde; elinde büyüyen Komiserlerin yalanlarını yakalamakta üzerine olmayan Müdür bizi çoktan falakaya yatırmıştı. "Hayırlısı olsun! Mert, Kürşad! Hanımlarınız geldi. İçerde sizi bekliyorlar." Mert; "Ne işleri var Müdürüm burada, neredeyse güneş doğacak. Bir sıkıntı mı varmış?" "Ne bileyim oğlum geçin siz sorun." Hızlı adımlarda merdivenleri çıkarken Yavuz Müdürün, evlenmemesinden yakındığı Tuğrul'un ensesine okkalı bir tokat atıp seslendiğini duyduk. "Sende huyu huyuna bulsaydın bir tane seninde yolunu gözleyen olurdu zibidi." "Huyu huyuma çokta, boyu boyuma yok Müdürüm." diye cevap veren Tuğrul, bize yetişmek için dev bacakları ile merdivenleri üçer üçer tırmanmaya başladı. Mert ile yanyana parlak granit zemini ezerken botumuzdan çıkan gıcırtı dağdan şehire indiğimizin mesajını veren bir sesti. Meraklı gözlerle, ilk başımı uzatıp istirahat odamıza baktığımda iki tane bayanın elleri daha doğmamış çocuklarının üzerinde televizyona baktığını gördüm. Aselim'in karnı ne kadar belirginleşsede bir bayana göre oldukça geniş olan omuzları içinde taşıdığı yavrumu belli etmiyordu. Doğduğundan bu yana Muhafızlarla yüzyüze olan Gökçen, bir ortamda en az Asel kadar tehlike arz ediyordu. Bıçak kadar keskin zekâsı ve inatçı kişiliği, özellikle Rahman Abi'ye olan bağlılığı buraya neden geldiğini ortaya koyuyordu.Eğer Koray Abi izin verseydi de bugün buraya o ve ekibi ile gelseydik Asel ve Gökçen karınlarındaki sabilere aldırmadan kıyameti koparacak hamlenin fitilini ateşleyeceklerdi. "Gökçenim!" Mert'in seslenmesi ile yüzümüze bakan iki anne, hiç bir şey söylemeden başlarını yatırıp arkamıza göz attılar. Gökçen; "Getirdiniz mi Abilerimi?" "Hayır kaçtılar. Neden buradasınız?" "İyi o zaman buna ihtiyaç kalmadı." Çantasından 16'lık Beratta'yı çıkartıp cam sehpaya koyan Gökçen, Mert'in şaşkın yüzüne aldırmadan şiş ve baygın bakan gözlerini üzerine çevirdi. "Bu senin yedek silahın. İçerisindeki nemlenmiş fişekleri yenisi ile değiştirdim. Olurda lazım olursa yarı yolda bırakır. Bugün ihtiyacım olacağını düşündüm ama verilmiş bir sadakan varmış Mert efendi." derken Asel'in bana attığı bakışları Gökçen ile aynı düşüncede olduğunu gösteriyordu. "Ne yani bu operasyon başarılı geçseydi beni vuracakmıydın?" Gökçen'in gözlerinde hiç görmediğim o bakışlar, bu yaşına kadar Muhafızlar ile aynı aşı paylaştığının büyük bir kanıtıydı. "Hemde alnının ortasından." Oda'ya giren Yavuz Amir, diğer nöbetçi arkadaşlara başı ile kapıyı gösterip çıkışlarını izlerken Gökçen ayağa kalkıp dolan gözleri ile konuşmaya başladı. "Onlarla büyüdüm. Yaşıtlarım çivi oyununda ıslak toprağa çivi saplarken bir Rahman Abim ile bıçak saplardım. Siz akademide şınav çektiğinizde 'Yahhh!' diye bağırırken onlar 'Allaahhh!' derdi; siz hafta sonları manita avına çıkarken onlar ummadıkları saatte, hiç beklemedikleri bir anda, hiç görmediğiniz işkencelere maruz kalırlardı. Ufacık bir boşluk yakaladıklarında ya Kuran okur ya zikir çekerlerdi. Birgün Samed ve Rahman Abim bir hafta aç kalmalarını gerektiren bir eğitimden çıktılar. Korhan Albay..." Gökçen'in bunları söylerken dolan gözleri başka bir yere dalmış, masumca gülümsemeye başlamıştı. "Korhan Albay; patates kızartmaları, köfteler, antrigotlar, tavuk kanatları ile dolu tepsi ile karşılarına çıktı. Cebinden bozuk parayı çıkartıp Samet Abime atarak; 'Kim kazanırsa o yemeğini yer diğeri yatmaya gidebilir' dedi. Samed Abi Rahman Abime 'Yazı mı tura mı?' diye sordu. Rahman Abim 'Tura' dediğinde parayı havaya fırlatıp tuttu. Tura çıkmış yemeği kazanan Rahman Abim olmuştu. Samed Abim'in elinden parayı aniden kaptı. Aslında yazı olduğunu, yani Samed Abim'in kazandığını gördüğünde omzuna kolunu atıp Korhan Baba'yı ve yemeği arkalarında bırakarak gittiler. O gün onlar yiye bilecekleri en lezzetli yemeği yediler. Bu dostluk, bu kardeşlik yemeğiydi." deyip Mert'e baktı. "Şimdide öz kardeşi çıkmış Rahman Abim'in ekibine silah çekiyor. Sen o adamın, ekibini sana yedireceğini mi düşündün?" "Gökçen biz onları bilerek bıraktık." diyen Mert, kurbanlık koç gibi Yavuz Müdür'e baktı. "Nasıl bilerek bıraktınız?" "Gelen Kara Muhafızlardı Müdürüm. Evet yenilerde vardı ama aslında Koray Abiler kaçmadı. Helâllik alıp arkalarından su bile döktük." Yavuz Müdür dudağını büksede, gözleri aynı grurlar bakmaya devam ediyordu. "Yetmez!" Gökçen'in bu çıkışı Mert'in kaşlarını çatıp , hayretle yüzüne bakmasına neden olmuştu. Çantasından katlanmış A4 kağıdını çıkartıp masanın üzerine koyan Gökçen; "Tuana'nın özel uçağı sizi abilerime götürecek. İstifa edin ve oraya gidin." Mert hiç bir cevap vermiyor, bir Gökçen'in şişkin karnına, bir cam sehpa üzerindeki boş kağıda bakıyordu. Zaman kaybetmeden kalemi eline alıp kağıdı doldurmaya başladığında kapı tıkladı. "Girebilir miyim Müdürüm?" Yavuz Müdür'ün başı ile onayladığı Tuğrul, kafasını uzatıp Mert'in yazdıklarını okuduğunda tekrar kapıyı açıp seslendi. "Sercan boş bir kağıt getir koçum." Asel ile göz göze geldiğimizde kızıl saçlı, ateş bakışlı karım; "Sen gitmezsen bu halimle ben gideceğim." deyip Mert'i gösterdi. "Tuğrul iki kağıt getirsinler." Kapıyı açan Tuğrul; "Sercan iki oldu." deyip çok nadir attığı tebessümünü attı. Bu bir sebep değildi. Gönlümü hükmü altına alan Allah'ın o nakşettiği mutluluktu. Şehâdete en yakın olacağım bileti imzalamak üzere kağıdı beklerken Tuğrul'un televizyonda gösterdiği Son dakika yazısında kilitlenip kaldım. SON DAKİKA!!! MESCİD-İ AKSA DA DEVASA PATLAMA... YOLLAR KAPATILDI VE İSRAİL POLİSİ TEYAKKUZDA. SON...
|
0% |