Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24.BÖLÜM ŞEHİTLERDE AĞLAR

@batingam

Selamlar...

Bu bölüm tam 10122 kelime. Serviste, dolmuşta, arabadaysanız eğer yalnız kalabileceğiniz rahat bir yere geçmeden başlamayın. Bu bölüm basit bir bölüm değil.

 

SERPİL'den...

Dört yıldır hem annesi, hem babası, hem ağabeyi olup; onun kılına zarar gelmesin diye göğüsünü siper edersin ve belki günler, belki saatler, belkide saniyeler içinde kendi ellerinle Azrail'e teslim edersin. Ardından ucu bucağı görünmeyen, günden güne ciğerlerini çürüten o yas.Rüyanda görürsün, uyadığında sanki yaşıyormuşcasına sebebsiz gülümsersin.

Olur ya hani; belki sofra başında onun ismini hitap edip tuz istersiniz.

Olacak!!!

Karabasan, 'Kayhan tuzu uzatır mısın?' diyecek. 'Kayhan olsaydı böyle yapardı. Kayhan olsaydı şunu seçerdi.' diyecek. Sonrasında kan tadındaki o gözyaşını yutacak.

Akacak!!!

İsmi ile efsaneleşen Karabasan, yüzyıllardır hasret kaldığımız Görklü Alagan rütbesine erişse bile o kan içine akacak.

'Allah yardımcın olsun Alaganım.'

Zümra ve Kübra'nın kapıdan çıktığını gördüğümde direksiyondaki ellerimle ne zaman aktığını bilmediğim göz yaşlarımı silip dışarı çıktım.İlk defa bir Kağatun Ana'nın kapısını açmanın heyecanıyla arka kapının koluna elimi attım. Başımı kaldırıp yüzüne bakmasamda durduğu yerde şaşkınlıkla beni izlediğini hissediyordum.

"Serpil bu ne şimdi?"

Bizim ortamımızda değildi ve kendisinin nasıl bir kademeye yükseldiğinden zerre haberi yoktu.

"Sizi hastaneye götürmem yönünde Korhan Komutanımdan emir aldım Kağatun Ana."

"Kağatun Ana mı? Serpil Allah aşkına saçmalamada kapat şu kapıyı. Önde gideceğim."

Kapıyı kapatıp aracın etrafını dolaşırken elini kaldırdı.

"Geç direksiyona ben açarım. Canım burnumda zaten."

Direksiyona oturmak için Kübra'nın önünden geçtiğimde istemeden yüzyüze geldim. Gözlerinin etrafı ağlamaktan kızarmış, altları torbalanmıştı.

Asfalt altımızdan akıp giderken sessizliği bozan Zümra olmuştu.

"Kübra ben hazırlanırken Fatıma anneme birşey hissettirmedin değil mi?"

Zümra görüyormuş gibi başını iki yana sallayan Kübra gözünü kucağındaki çantasından ayırmadan cevap verdi.

"Yok hayır. Söylediğin gibi ona göstermeden televizyonun anten kablosunuda söktüm."

"Teşekkür ederim." diyen Zümra'nın yüzüne bakmasamda sıranın bana geldiğini anlamıştım.

"Şimdi sen söyle bakalım. Ne bu 'Kağatun Ana' meselesi, kapımı açmalar falan?"

Ne diyeceğimi bilemesemde hızlı ve net bir şekilde cevap vermek zorundaydım.

"Karabasan komutanım Alagan rütbesine erişti. Eski Türklerde Kağan'ın eşine Kağatun denildiği için söyledim Komutanım."

"Komutanım mı?"

Sinirini bastırmaya çalışsada bu çıkışından anlamamak mümkün değildi.

"Bak bide komutanım diyo. Serpil sen ne saçmalıyosun yaa?"

"Hiyerarşi bu şekilde Kağatun Ana. Kağan'ın olmadığı yerde En baş Alagandır. Alagan'ın olmadığı yerde emir-komuta Kağatunda, o da yoksa Alagan'ın timindedir."

"Ne yani sizin komutanınız şimdi ben miyim?" dediğinde yaptığımın hata olduğunu bilsemde yüzüne baktım.

"Sadece bizim değil! Dünya genelinde 148 tane gizli Muhafız Eğitim noktası ve görevde olan 3400 küsür Muhafız'ın Komutanısınız."

Söylediklerimle acısını unutan Zümra ağızını açmış cevap vermeden beni seyrediyordu.

"Se... Sen ne diyorsun Serpil? Bu rakamları ben ilk defa duyuyorum." deyip, başını iki yana sallayarak olan biteni kafasından uzaklaştırmaya çalışsada nafileydi.

"Saçmalık! Neyse konumuz bu değil? Sana adres verildi galiba orada kardeşimiz bizi bekliyor. Onu alıp hastaneye geçelim."

"Emredersiniz komutanım."

Başını sertçe çevirerek yerinde dikleşen Zümra'nın;

"O zaman emrediyorum Akşın. Bana bundan sonra ismimle hitap edecek, 'Emredersiniz' demeyeceksin." derken gözlerinin küçülmesi ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu.

Muhafızlar ilk defa ortaya çıktığından bu yana; yaklaşık 2000 yılı aşkın süredir bu duruma ilk düşen ben olmalıydım.

'Beni buldun değil mi?'

"Ta...Tamam Zümra!"

"Hahhh şöyle!" deyip eli ile sağ tarafımızdaki telefon bayisini gösterdi.

"Telefoncudan sağa dön. Yüz metre ilerdeki meydanda bizi bekliyor olacak."

"Em..." derken yüzüme bakmasıyla tekrar düzelttim.

"Peki Zümra!"

Ne kadar onun yerine kendimi koysamda hissettiklerini hissetmek, acısını paylaşmak mümkün olmuyordu. Yüzüne bakarken bile gözünden kıskandığı eşi, Burak Yüzbaşı'nın şehadetinden sonra tatdığı en büyük ikinci acıyı tadıyordu. Acımız ne kadar büyük olsada bizler profesyonelce düşünmek için yetiştirilmiştik. Kayhan Şehit oldu. Ya sonrası?

Alaganımız'ın emirleri ne olacaktı. 250'nin üzerinde siyonisti yerin dibine gömen Haydar Ali ve timi bunu ne zamana kadar sürdürecekti. Kudüs Türkler'in hakimiyetinde olmasına rağmen, geri kalan siyonistler bir

daha çıkmamak üzere fare gibi saklanmalarına rağmen Karabasandan 'Durun' emri henüz gelmemişti. Korhan ve Orhan Komutanlarımız ona karşı çıkmanın pişmanlığını atlatamıyorken onu nasıl durduracaklardı? Bu zamana kadar boynunu büküp bütün emirlerini ikiletmeden kusursuz bir şekilde yerine getirdiği Akçakoca bile durduramayacaktı onu. Bu yaşımıza kadar gördüğümüz en rütbeli Muhafız Akçakoca'nın bu saatten sonra yapabileceği tek şey karşısında bağır basıp Karabasan'a biat etmek olacaktı. Şahmelik; Görklü Alagan'ın aynı kandan aynı candan dayısı, dayılığını kullanıp bu fetih daha geniş alana sıçramadan onu durdurabilecek mi? O istemeden başını kaldırıp yüzüne bakmanın dahi yasak olduğu yüce Komutana 'Durdur artık şunu!' diyebilecekmiydi?Akbuğ!

Ona ulaşmanın mümkün olmadığını biliyorduk. Türk Askeri harekete geçtiğine göre Akbuğ'un, Alagan'ın giriştiği harekatı desteklediği ortadaydı. Akbuğ ona 'Dur' diyecekmiydi? Yoksa kardeş kanının kokusunu alan Alagan kanının son damlasına kadar savaşacakmıydı.

Gönül isterki Kudüs'e giren Karabasan, Musul ve Yemendeki kardeşlerimizin kolundaki zincirlerinide kırsın. Aklıma gelen düşünce ile içimi sebepsiz bir heyecan kaplamıştı. Ne güzel olurdu o yolda göğe bakarak Şehit olmak. Kayhan nasıl hissetti acaba? Canı çok acıdı mı? Ya Rahman Komutanım. Kayhan Astsubaydan çıkan mermi çekirdeği Komutanımızıda yaralamıştı. İstemeden bir Şehit ile kan kardeşi olmuştu. Kim bilir ne şerefli bir duygudur, kim bilir ne kadar gurur vericidir damarlarında Şehit kanının dolaşması.

"Serpil bankta oturan kız mı acaba?"

Boğazımın düğümlendiğini Kübra'nın bu çıkışından sonra anlamıştım.

"Hangisi?"

"Bak havuzun yanındaki bankta oturuyor ya hani. Mor şalı var başında."

Aracı kabataslak sağa çekip dörtlüleri yaktıktan sonra aşağı indim.nÜzerine yürüdüğümü gördüğü anda yüzündeki heyecanı gizleme gereği duymadan ayağı kalkan güzellik onunla konuşmam için beni bekliyordu.

"Merabalar. İrem hanım mı?"

"Ev... Evet benim."

"Buyrun araca geçelim."

Yüzümü arabaya döndüğümde Zümra'nın dışarı çıkmış zoraki gülen gözleri ile bizi beklediğini gördüm.

Bakışlarını İrem'in gözlerinden bir saniye bile çekmeden;

"Çok güzelmişsin maşallah." deyip aracı gösterdi.

"Buyur otur kardeşim. Sohbet için daha çok zamanımız olacak."

"Bir dakika !"

İrem'in bu çıkışı Zümra'nın şaşkınlıkla kalın kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. Birbirine bakan dört tane yeşil gözün ikisi sorguluyor, diğer ikisi korkuyordu.

"Yusuf... Yusuf iyi mi?"

Zümra;

"Tabii ki iyi. Hadi geç arabayada ulu orta konuşmayalım."

Etrafında göz gezdiren İrem henüz taşmayan göz yaşlarını damlamadan silip arka koltukdaki Kübra'nın yanına geçti.

"Kayhan..."

"Lütfen söylemeyin. Biliyorum. Kayhan Abiye konduramıyorum böyle birşeyi. Kimbilir Yusuf ne haldedir."

Son söylediği söz patlamasına neden olmuştu. Ön koltuktan kolunu uzatıp İrem'in yerdeki başını kaldıran Zümra ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

"Kayhan bir Müslümanın olabileceği en güzel, en şerefli şekilde Şehit oldu. Yusuf gayet iyi. Başını eğme lütfen. Ağla ama o başın yere düşmesin."

Daha hastaneye iki kilometre olmasına rağmen her yüz metrede polis görmemiz göreceğimiz manzaranın ne kadar vahim olduğunu gösteriyordu. Aklıma gelen ani birşeyle Zümraya başımı çevirdim.

"Eçe !!! Eçede burada yatıyor."

"Evet. Elvin'in de yardımıyla Şehidimizin Naaşının buraya gelmesini sağladım."

"Neden peki?"

Zümra'nın başını çevirip oldukça keskin bir şekilde bakması kocasını hatırlatmıştı.

"Rahman'ın canını aldılar, kanını akıttılar. Onların soyunu kurutmadan durur mu sandın? Bütün bunlara sebep yıllardır kinini içinde tuttuğu Burak Abi'nin Şehadeti oldu." deyip elini dudağına götürdüğünde hıçkırıklarını tutmaya çalıştığını anlamıştım.

"Kayhan da, Yusuf da dört yıldır onun kardeşi oldu. Bizzat eli ile şekillendirdi onları."

"Tibet!"

İrem'in sesi geldiğinde ben dikiz aynasına, Zümra da arkasına bakmıştı.

"Tibet Binbaşı nasıl? O da çok kötü haldedir. Rahman kim Abla eşiniz oluyor galiba?"

"Tibet Binbaşı da iyi. Hastanede tanışırsın."

"Söylemiyorlar ama Yusuf'un durumu kötü. Beni Gölge diye biri aradı. Yusuf'u telefona vermediler."

Bunun sebebi Yusuf'un girdiği travmadan çıkamamasıydı.

'Allahım sen sabır ver!'

"Otoparka gir morgdan uzak bir yere parket Serpil."

"Em..." diyecekken, Zümra'nın çatık kaşlarına maruz kalmadan cümlemi düzelttim.

"Tamam."

Arabadan inemiyorduk. Kayhan'ı ne kadar tanımasamda o soğuk morgda yatan bizim bir parçamız olduğu için bacaklarım gitmemek için direniyordu.

Arkalarından takip ederken resmi üniformalı polisin önüne durmasıyla Zümra ve diğerleri olduğu yerde kaldı.

"Lütfen arka taraftan dolaşın hanımefendi. Buraya giriş yasak."

Adımlarımı hızlandırıp İstihbarat teşkilatının bize tahsis ettiği, her kapıyı açan kızmızı kimliğimi çıkartıp Polise gösterdim.

"Sorun yok."

Kimlikte göz gezdiren yirmili yaşlarındaki memur kaşlarını kaldırıp cevap verdi.

"Afedersiniz. Buyrun geçin."

Otoparktan çıktığımızda Polis gruplarının daha sıklaştığını görmüştük. Sağ tarafımıza, morga giden yola geçtiğimizde göğüsümün kabardığını hissettim. Morga inen rampanın başında onbeş kişiyi aşkın Bordo Bereli grubun kiminin başı yerde, kiminin gözü yolda arkadaşlarını bekliyorlardı. Neler olduğunu anlamaya çalışan kalabalık gitgide çoğalırken gelen iki tane zırhlı araca onlarla birlikte bizde başımızı çevirdik. Ön kapısı açılan zırhlıdan dışarı benim 'Hulk' diye tabir ettiğim enine boyuna iri olan Tuğrul Komiser indi.

"Al... Allah'ım sen dirayet ver."

Zümra'nın duasına sessizce 'Amin' diyerek yolumuza devam ettik. Geniş kapıdan geçerken iç tarafın sivilden arındırıldığını gördüm. Sedye arabası ile Şehit'i bekleyen altı kişilik grubun arasında bizim, Muhafızlar'ın doktoru olan Genel Cerrah'ı tanımıştım. Morga inen merdivenlerde çantasını Kübra'ya veren Zümra, İrem'in iki elinide tutup kendine çevirdi.

"İrem; Metanetli olmalısın. Bizim onlara karşı en zor görevimiz bu. Yusuf iyi. Birşeyi yok ama çok zor bir travma halinde. Kayhan'ın Şehit olduğunu kabullenemiyor. Sende, bende sağlam durup, ben eşimin, sende nişanlının acısını paylaşacaksın. Sana çok ağır bir görev düşüyor. Mesleğim gereği şunu söylemeliyim ki; Yusuf seni dahi tanıyamaya bilir. Zamanla çok iyi olacaktır. Herşeye kendini hazırla. Ne derse kızma, küsme olur mu canım kardeşim?"

Donuk bir şekilde araya girmeden Zümra'nın konuşmalarını başı ile onaylayan İrem;

"Tamam abla. Elimden geleni yapacağım." dedi.

"Cansın kardeşim. Hadi şimdi aşağı inelim."

Morg katına indiğimizde tahmin ettiğimiz gibi esas grubu burada beklerken gördük. Beklemediğim tek şey vardı. Okuldan gelen Şûra annesine sarılırken, Korhan ve Orhan Albay Zümranın yüzüne mahçupca bakarken, Gökçen ve Asel Zümranın yanına yaklaşırken, benim gözümü

ayıramadığım kısım Kara Muhafız Timi'nin sessizce Korhan ve Orhan Albayların arkasında beklemesiydi. Karabasan'ın Tim'i desem değil, Karabangu'nun Timi desem onlar zaten Kudüs de. Altısının göz perdeleri gri, birinin, Alfa olanın ki kızıl ve oldukça yırtıcı bir görünüme sahipti.Alagan'ın Timi gibi maskelerinde pençe izi yoktu. Peki bunlar kim, nereden çıktı, bu zamana kadar neden yoklardı? Başımı yana eğip saydığımda kim olduklarını anlamamla ellerim uyuştu.

Bunlar Rahmetli Şehidimiz Asutay'ın Timi olan Kara Muhafızlardı. Her biri kırk yaşını aşkın olsada fizikleri gençlere taş çıkartıyordu.Bu Zümra'nın da dikkatini çekmiş olacak ki Gökçen'in kulağına yaklaşıp;

"Gökçen arkadakiler kim?" diye sordu.

Onlara bakan Gökçen özlemle gülümseyip sessizce cevap verdi.

"Bir zamanlar babamın Alfalığını yaptığı Tim. Rahman Abimlerden bir önceki nesil. Bak o kızıl gözlü Alfa'nın Kod Adı Teoman."

"Siz....Bunlar....O zebani gibi bekleyenler..." diyen İrem'in yaşadığı şokuşaşkınlığımızı atamadığımız için görememiştik.

"Bunlar onlar!" diye devam eden İrem gözleri dolu dolu Teoman ve Timine bakıyordu.

Zümra;

"Evet onlar İrem. Kara Muhafızlar. Seninle Yusuf'un ayrılma aşamasında bacağından ağaca asıp Yusuf'un gönlünü eden, senin bizzat sesini duyduğun Tibet Binbaşıda benim eşim Rahman."

Korkuyla yüzüne bakan İrem'in gözleri Kağatun Ana'nın bir sağ bir sol gözünde geziyordu.

Şevkatle İrem'in yanaklarına elini süren Zümra;

"Sakin ol lütfen." deyip Tim'e doğru yürürken Korhan Albay'ın onlara dönüp kısa birşey söylediğini gördüm. Dimdik bir şekilde esas duruşa geçtiklerini gördüğümde ne söylediğini anlamam zor olmamıştı.

Zümra'nın yaklaştığını gören Korhan Albay ve öz babası Orhan Albay dahi esas duruşa geçmişti. Tüm bunlarla karşılaşan Zümra'nın 'Kağatun Ana' meselesinin ne denli ciddi olduğunu anladığı onların yanında durup yüzlerine hayretle bakmasıyla anlaşılmıştı.

"Selamun Aleyküm!"

Zümra'nın selamını dimdik bir şekilde başları ile alan Albaylar yüzüne bakmamıştı bile. Yanlarından geçen Zümra, Kara Muhafızlar'a yaklaşırken, yakından ne denli heybetli oldukları beni bile hayran bırakmıştı.

"Hoş geldiniz. Başımız sağolsun."

Muhafızlar'ın sağ ellerini yumruk yapıp sert bir şekilde göğüslerine vurarak bağır basmaları uzun hastane koridorunda yankı yaparken Kağatun Analarının sıçramasına neden oldu. Sessiz olunması gerekilen yerde oldukları için 'Sağol !!!' dememeleride Zümra'nın faydasına olmuştu.

"Yapmayın Abi ben hiçim. Böyle birşey istemiyorum."

Zümra'ya başını dahi çevirmeyen Alfa oldukça ürkütücü ses tonu ile cevap verdi.

"Kağatun Ana'yı tanırız ve biat ederiz."

"Neredeydiniz ve neden şimdi ortaya çıktınız? Şu yumruğunuzuda göğüsünüzden indirin lütfen."

Esas duruşa geçen Alfa;

"Karanlıktaydık. Yolumuz aydınlandığı için emaneti almaya geldik Komutanım."

Uyarmaktan bıkan Zümra 'Komutanım' kısmına hiç girmedi bile.

"Emanet ne?"

"Kudüs!"

'Kudüs' diyen Alfa'nın bu kısımda sesi çatallaşmıştı.

"Madem Kara Muhafızsınız. Karabasan ve Tim'i onca badire atlattı. Neden hiç yardımlarına koşmadınız?"

"Affınıza sığınarak söylüyorum. Ona siz 'Badire' dersiniz ama onlar için basit bir görevden ibarettir. Hem..." diyen Alfa biran duraksadı.

Zümra;

"Hem?"

Alfa'nın yutkunduğunu hissetmiştim. Kızıl Gözlerin bian Gökçen'e kaydığını gördüm.

"Asutay... Asutay'ın Şehadetinden sonra Görklü Alaganımız ' O benim yüzümden Şehit oldu. Ağabeyim'in hayali Kudüs'ü almadan yüzünüze bakmaya yüzüm yok Komutanlarım. Kan..."

Bu cevabın gidişatı ve Alfanın kısılan sesi Zümra'nın gözlerini doldurmuştu.

"Devam edin lütfen!"

"'Kan... Kanını yerde bırakmayacağım. Kudüs'ün Muhafızlığını bizzat siz yapacaksınız.' diye söz verdi. Bizde Kudüs'ün sancağını almaya geldik."

Dudakları çizgi halini alan Zümra hayranlıkla karşısındaki Time bakıyordu.

"Siz ne kadar kusursuzsunuz böyle."

Arkamızdan gelen ayak seslerine döndüğümde Akçakoca'nın bastonunu eline almış, yaşlı ama dimdik diri vücudu ile yaklaştığını gördüm. Topal Hoca ona yetişmeye çalışırken aksayan bacağından şikayetçi görünmüyordu. Akçakoca elini yumruk yapıp bağrına basacakken, bağıran siren sesleri ve ardı ardına gelen Segah Tekbirleri ile beklenenin geldiğini anlayıp var gücümüzle yukarı koştuk.

Karanlık merdivenlerin ardından görünen manzara en katı kalbin bile çırpınmasına sebep olan tarzdandı.

Kara Muhafızlar'ın GökBörü işlemeli, mat siyah iki adet GMC jip'i arka arkaya park edilmişti. Polis Özel Harekat'ın bir kısmı onları bir saniyeliğine olsun görmek için ellerinde kamerası aktif hale getirilmiş kalabalığı engellemeye çalışırken, içlerinde Mert'in, Kürşad'ın ve Tuğrul'un olduğu grup ise jipleri çember içine almıştı. Hastane etrafındaki sık ağaçlarda tüneyen kuşlar Şehit'e olan saygısından ötmez olmuş, kapı önünde asıl olan Ay-Yıldızlı bayrak dahi boynunu bükmüş dalgalanmayı bırakmıştı.

Kayhan'ın Bordo Bereli arladaşları onun ineceği jip'e yaklaşmaya çalışırken arkadaki GMC'nin kapıları açıldı.

Oğuz Komutan ile birlikte beş Kara Muhafız öndeki jip'e koşup kapısını açtı. Ön koltuktan inen Gölge hemen arkasındaki kapıyı açıp beklemeye başladı. Önden inen sivil kıyafetli kişiyi tanımaya çalışırken İrem'in kısık sesi ile mırıldanması kim olduğunu anlamama vesile olmuştu.

"Yusufuum !!!"

Elindeki haki renkli örtüyü açan Yusuf beklemeye başladığında o görünmüştü.

ALAGAN !!!

Heybetinin yanında kocaman jip bile oyuncak kalmıştı. Onun inmesi ile susan Tekbirler haykırılmaya, Şehit'i kucağına alması ile başını yere eğen bayrak dalgalanmaya başlamıştı. Yusuf'un elindeki örtüyü özenle arkadaşına örtmesi yüreğimizi dağlarken, sakin adımlarla kalabalığı yaran Görklü Alagan araçlara ulaşamayan sedye arabasına doğru yürürken bayrak direğinin altında durup başını Ay-Yıldız'a doğru kaldırdı. Kara ciğerinin üzerinden yara aldığı kesilen üniformasından anlaşılıyordu. Karşımda gördüğüm tek şey; balta yarası almış çınar ağacının kucağındaki dalını düşürmemek için elinden geleni yaptığıydı.

Beş saniye kadar bayrağa bakan Alagan, üç adım daha atıp Şehit'ini incitmeden sedyeye koydu. Sedyeyi arkasından takip ederken olduğu yerde sendelemesi biran nefesimi tutmama sebep olmuştu.

Alagan'a yaklaşan yüzü maskeli doktor oldukça çekingen bir şekilde;

"Sizi böyle alalım Alaganım. Yaranıza bakılması gerekiyor." dedi.

Doktoru duymamazlıktan gelen Alagan asansöre giden sedyeyi takip ederken Yusuf'un omzuna elini attı. Gözünü sedyeden ayırmayan Yusuf'un gözleri, yanında seslenen İrem'i ne duyuyor ne görüyordu. Görüntü vermemek için yarenine yaklaşamayan Zümra gün boyu tuttuğu gözyaşını artık serbest bırakmıştı. Sedye asansöre bindirilirken Yusuf'un, yalvarırcasına Alagan'ın yüzüne bakması omzunu bırakmasına sebep oldu. Yusuf asansöre binerken merdivenlere yönelen Alagan tekrar sendeledi. Sinan komutanın omuz vermesiyle kendini toparlayıp merdivenlerden inmeye başlayan inatçı vücudun daha ne kadar dayanabileceği meçhuldu.

Zümra'nın yanına yaklaşan Gölge;

"Alaganımız'ın acilen tedaviye alınması gerekiyor Kağatun Ana dikişleri patladı. Lütfen konuşun." dedi.

Acısından ne dediğini bilemeyen Zümra;

"Başlıcam şimdi sizin ananıza. Tövbe tövbe." dedikten sonra alt katın komple bizim olduğunu bildiği için Alagan'a yaklaştı.

"Lütfen!"

Olduğu yerde çakılı kalan Alagan herkesin durmasına vesile olmuştu. Nefes almakta zorlandığı inip kalkan göğüsünden belliydi. Bir süre Zümra'nın yüzüne bakakalıp cevap verdi.

"Sesini özlemişim."

Gözyaşları ile bir çocuk misali boynunu büküyordu Zümra.

"N'olur yarana bakalım. O beden sadece senin değil."

"Olmaz! Kayhan'ı rahat ettirmeden olmaz." diyen Alagan arkasını dönerek söylenecek söz bırakmamıştı.

Zemin kata ayağımız basmış en önde Alagan dururken, onun önündeki Yusuf çoktan morgun kapısı açmış devresine yol veriyordu. Kayhan'ı yerine yerleştiren bütün görevliler dışarı çıkmıştı. Komutana yaklaşan Yusuf'un isyanı ile bende daha fazla kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.

"Komutanım demirden masaya koydular Kayhan'ı."

Yusuf'un yanaklarını avuçlarının içine almıştı Alagan.

"Şehitler üşümez Yusuf yüzlüm. Şuan buradaki en rahat kişi o."

"Isıtırlar onu değil mi?"

'Allahım bu nasıl bir yüktür yaRabbim?'

Maskeli başını kimsenin olmadığı yere, sol tarafına çeviren Alagan sabırla derin bir nefes çekip cevap verdi.

"Isıtırlar, yedirirler, içirirler. Kim bilir ne nimetler sunarlar ona. Şimdi senden bir ricam var."

"Emredin komutanım!"

Ben burada, Kayhan'ın başında bekliyorum. Git tıraşını ol, üniformanı giyin, Bordo bereni tak ve Şehit nöbetine geç."

Bu kalabalıkta gülümseyen tek kişi Yusuftu. 'Gülmek bulaşıcıdır' derler ama Yusufun gülümsemesi ateşimize körük olmuştu.

"Bu rica değil bugüne kadar verdiğiniz en şerefli emirdir komutanım." deyip arkadaşlarının yanına koştu.

"Benim kamuflajım sizde mi?"

Yusuf'un komutanı olduğunu anladığımız Yüzbaşı ağlamaktan torba torba olan gözlerini silip askerine cevap verdi.

"Yusuf! Aslanım benim, Fethi Yüzbaşı."

"Benim kamuflajım sende mi Yüzbaşı?"

Yusuf'un halinden anlayan Yüzbaşı başını sallayıp karşılık verdi.

"Getirdik. Getirdik aslanım." deyip, yanında onunla birlikte ağlayan askerlerine baktı.

"Emre! Yusuf'un kamuflajını getir. Yanından ayrılma."

"Emredersiniz Komutanım!"

İrem dahil, Alagandan başka kimseyi hatırlamayan Yusuf merdivenlerde kayboldu.

"Abla kaldıramıyorum. Yusuf'a ne oldu?

İrem'in başını omzuna dayayan Zümra'nın kıyafeti gözyaşları ile ıslanmıştı.

"Şok devam ediyor. Hatırlayacak kuzum hatırlayacak. Unutur mu hiç?"

Alagan'ın, Topal Hoca'ya yaklaştığını gördüğümüzde herbirimiz dikkat kesildik. Bastığı her adım beyaz mozaikte kan izi bırakırken elimizden dua etmekten başka birşey gelmiyordu. Kendisine doğru geldiğini gören Topal Hoca çevik bir hareketle ona doğru iki adım atacakken Alagan dizlerinin üzerine çöktü. Panikle ona kolunu uzatan Hoca'nın gücü Alagan'ı ayakta tutmaya yetmemişti. Tüm bunlar olurken ortaya çıkan manzara Kudüs'ü fetheden Karabasan'ın ne denli yüce bir rütbeye eriştiğinin kanıtıydı.

Alagan'ın, sırf onların sevisinden alta düştüğünü gören Korhan Albay tek dizini yere koyup onun gibi dizlerinin üzerine oturdu. Efsane komutanın bu saygısını gören diğer Muhafızlarda aynı şekilde otururken Alagan'ın güçlükle çıkan sesi duyuldu.

"Şeyhim!"

"Buyur oğlum buyur yavrum."

"Şeyhim ben napacağım? Kaldıramıyorum. Bacaklarım tutmuyor."

Topal Hoca;

"Kalkacaksın!"

Eldivenlerini çıkartan Başkomutan kanlı ellerini Hocaya uzattı.

"Şehit verdim."

Topal Hoca;

"Şefaatini dileyeceksin."

Alfa maskesini çıkarttığında Topal Hoca'nın yaptığı ilk şey dağınık saçlarının arasından pak alnını öpmek oldu. Bir yandan kanayan yarasına bakıyor, diğer yandan alnına dökülen saçlarını gözlerinin önünden çekmeye çalışıyordu.

"Kayhanım gitti. Bir kapanmaz yara daha açıldı. Canım acıyor hocam."

"Saracağız oğul. Hep birlikte saracağız." diyen Hoca, Komutana göstermeden yarayı işaret edip, müdahele edilmesini istedi.

"GÖKÇEEEENN!!!"

Arkasına bakmadan kükreyen Alagan'ı duyan Gökçen, şişkin karnına aldırmadan koşarak Topal Hoca'nın yanında durup diz çöktü. Zeytin karası gözler Alagan'ın yüzüne kardeş şevkatiyle bakıyordu. Alnındaki teri ufacık bir tiskinti belirtisi dahi göstermeden çıplak eli ile silerken Alagan tekrar kükredi.

"ALPARSLAN ABİİİ!!!"

'Kim bu Alparslan?' diye düşünürken Kızıl Gözlü Alfa ayağa kalkıp koridoru titretircesine bağırdı.

"ALPARSLAN YOLUNUZA KURBAN. EMREDİN KOMUTANIM!!!"

Duvar kenarından Alagan'a giden Alfa önünde durup diz çöktü. Yanına yaklaşan doktora, durumunu deli gibi merak eden Zümra'ya ve bana aldırmayan Görklü Komutan, hücum yeleğinin arasından elleri gibi kanlı bir cep kitabı çıkarttı.

"Ben senin emrin altındayken şimdi sen benim emrime mi geçtin Teoman?"

"Şeref duyarım komutanım."

Elindeki kitabı Gökçen'e uzattığında ismini zor bela okumuştum.

'YUNUS EMRE!'

"Gökçen, Alparslan Amcan'a ver onu."

Şaşkınca babasının arkadaşına bakan Gökçen kitabı uzatıp tekrar Komutan'a döndü.

"Alparslan Abi. Bu kitap sana yol olsun, bu kitap Kudüs'ü nasıl kazandığımızın bir ispatı olsun, bu kitap Kayhanımın yadigarı, bu kitap bundan sonra Kudüs'ün sancağı. EMRİMDİİİİRRRRR." diyen Alagan ayağa kalktığında uyuşturucu iğneyi yapmak üzere olan doktor ne yapacağını bilememiş eli ayağı birbirine dolaşmıştı.

"...EMRİMDİR !!! BU SANCAK SİZ DÜŞMEDEN DÜŞMEYECEK. EMRİMDİR!!! KUDÜS BİZİMDİR, BİZİM KALACAK!!! ANLAŞILDI MII !!!"

Kısa bir deprem etkisi yapan o haykırış, göz yaşlarına boğulan Şûra'nın babasına sarılmasına neden olmuştu.

"EMREDERSİNİZ ALAGANIM!"

Şûra'nın alnından öpen aslan tekrar kükredi.

"ANLAŞILDI MIII?"

"EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!"

Komutan doktora başını çevirdiğinde ellili yaşlarındaki adam müsade istemeye bile cesaret edemiyordu.

"Tamam hocam siz bakın işinize."

Göz torbaları morarmış, beyazı tanınmayacak derecede solmuştu.

"Benim Timim ve Afkan Gülleri burada kalsın." diyen Komutan Teoman'a yaklaşıp hazıroldaki elini ellerinin arasına aldı.

"Burak Abi, Alfanız beni korurken şehit oldu..... " derken Teoman arayagirdi.

"Komutanım yapmayın."

"Beni dinle abi ......Bu zamana kadar yüzünüze bakmaya yüzüm yoktu.Yüzümü size karşı kara çıkartmayan Rabbime sonsuz şükürler olsun. Kudüs sana emanet abi. Yolunuz bahtınız açık olsun."

Daha fazla dayanamayan Teoman Komutan, Alagan'ın ellerinden ellerini çekip boynuna sarıldı.

"Yüz yıllar sonra bizlere Alagan yüzü gösteren Rabbime hamdolsun. Hakkını helâl et Komutanım."

"Helal olsun Ağabeyimin gölgesi. Helal olsun. Yolunuz açık olsun."

Geriye iki adım atan Teoman, sağ yumruğunu var gücü ile göğüsüne vurup geri döndükten sonra timi ile birlikte koşarak gözden kayboldu.

"Alıcı!"

"Emredin Komutanım!" diyen Oğuz Komutan iki adım daha yaklaştı.

"Karabangu'yu ara."

Kütüklüğünden uydu telefonunu çıkartan Alıcı, numarayı çevirdikten sonra kulağına götürdü. Bir kaç saniye dinleyip açılmadığında kapadı.

Alagan;

"Peçeneği ara!"

"Emredersiniz Komutanım!"

Numarayı çevirip hoparlöre aldığında hep birlikte heyecanla beklerken soluk soluğa kalın bir ses cevap verdi.

"Peçenek konuşuyor!"

Alagan;

"Durum bildir Peçenek!"

Alagan'ın sesini duyan Peçenek deli gibi bağırmaya başladı.

"Kudüs tamamen düştü. Kana susamış Genç Kurtlar'ın ellerini attıkları yer yanıyor Komutanım."

"KaraBangu'nun ve Timi'nin görevi bitti. Yuvaya dönsünler. Teoman ve Timi gelene kadar aman vermeyin. Diz çöküp itaat etmeyenlere acımayın. Daniel sizi bulacak. Kudüs'ü almamızda payı büyük. Müslüman evlerini gasp eden siyonistler çıkartılıp, bütün mal varlıkları sahipleri olan kardeşlerimize teslim edilecek. Karşı gelen kesinlikle affedilmeyecek. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı! Emir Görklü Alaganımızındır."

Telefonu kapattıktan sonra bir süre düşünen Komutan'ın başı dönmüş olacak ki duvara omzunu dayayıp, Şûra'ya güçlükle açtığı gözlerini sevimli bir şekilde kırptı.

"Kutay... Kutay Yüzbaşı'yı ara Alıcı."

Bu ismi duyan en gerideki Yusuf'un arkadaşları yaklaşabildiği kadar yaklaşırken, ezberinden yazdığı numarayı çeviren Alıcı tekrar hoparlöre aldı.

Birinci çalışını tamamlamayan telefon beklemeden açıldı.

"Emredin komutanım!"

"Kutay görev bitti, Erdinç Başçavuşumu da al kalkan ilk uçakla gelin kardeşim. Gerekirse uçak kaldırın."

"Emredersiniz Komutanım!" diyen ses bir süre duraksayıp gerilen boğazını temizledikten sonra devam etti.

"Komutanım Kayhan?"

Bu soru karşısında sanki bir kurşun daha yemişti Alagan. Kaşları üçgen şeklini almış, gözleri dolmuştu. Güç almaya çalışıyorcasına sol eli ile Şûra'nın, sağ eli ile Gökçen'in elini sıkarken en acı pay Zümra'ya düşmüştü. Ondan yardım dilercesine, 'Yardım et bana!' dercesine bakıyordu genç psikiyatrist'e. Zümra'nın bu soruna yardım etmesine ne ilmi yeterdi, ne gücü.

"Komutanım?"

İçinde kopan çığlık duyulmasın diye elini dudaklarına var gücü ile bastıran Alagan derin bir nefes alıp cevap verdi.

"Başımız sağolsun Yüzbaşı!"

Yüzbaşı dan sen gelmiyordu ama yanında haykıran çığlık ve seriye bağlanmış ateş eden AK47 orada kopan fırtınayı gözümüzde canlandırmamıza yetiyordu.

"Komutanım!"

Bu farklı bir sesti.

"Dinliyorum Erdinç Abi!"

"Komutanım sen üzülme. Üzüldüğün yeter sen üzülme. Kayhan hepimizin evladı, hepimizin kardeşi. Ama kinin taze kalsın. Taze kalsın ki bir dahaki gelişimize Tel Aviv den girip Musul dan çıkalım. Bu can Allah'ın, Hz. Muhammed (S.A.V)'in, sonrada senin yoluna kurban olsun. Ben bilirim kendini nasıl için için parçaladığını. Yapma, yıkılma komutanım. Yıkılma ki sırtımızda sapasağlam bir duvar olduğunu bilelim. Bizde Kahyan da bitmez, Yusuf da bitmez, Kutay da bitmez Allah'ın izniyle. Geliyoruz Komutanım geliyoruz."'Bundan fazlası olmaz!' diyoruz ama zaman en kötüsünü getiriyordu. Acımız kat kat artıyor, tanıdığımız yiğit sayısı tek tek çoğalıyordu.

Babası Şûra'nın elini öperken, Şûrada babasının kanlı elini öperek biraz olsun yangınını söndürmeye çalışıyordu.

"Zümram!"

Gözlerini yareninin gözlerinden ayıramayan Zümra heyecanlar kaşlarını kaldırdı.

"Eçe Zümra! Eçemi görmem lazım."

"Bir kaç gün sonra görsen olmaz mı? Şimdi yoğun bakımda. Ama ameliyatı çok iyi..."

"Şimdi Zümra! Şimdi görmem lazım."

Doktor son olarak kolundaki yarayı dikmiş Alagan ile gözgöze gelmişti.

"Tamam mı hocam?"

Büyük bir saygı ile ellerini önünce bağlayan cerrah;

"Tamam komutanım. Allah bir daha göstermesin." dedi.

"Amin Hocam. Elinize sağlık." diyen Komutan, üniformanın kesilen kısmını sargının üzerine kapatıp bana baktı.

"O bölüme gitmek için dışardaki kalabalıktan mı geçmemiz gerekiyor?"

Zümra;

"Hayır. Üçüncü kata çıkıp polikliniklerden geçebiliriz. Sen... Sen bu halde gidebilecek misin?"

"Sen beni daha kötü günlerimdede taşıdın. Yine taşırsın. Haydi geçin öne." deyip maskesini takarak Bordo Berelilere yöneldiğinde büyük bir gürültü ile hazırola geçildi.

"Yusufum gelene kadar Şehit nöbeti sizde Yüzbaşım." dedi maskenin içindeki boğuk ve daha kalın sesi ile.

"Emredersiniz Komutanım!"

"Korhan ile Orhan Komutanlarım nerede?"

Gökçen;

"Onlar biraz dışarı çıktı Abi." diyen Gökçen başını imalı bir şekilde yere eğdi.

Korhan ve Orhan Albay yaptıklarının doğru olduğuna ne kadar inansada Alagan'ın yüzüne bakacak yüzü henüz kendilerinde bulamıyorlardı.Rütbeyle işi olmayan, tüm bedenini, gençliğini Allah yoluna adayan Rahman Komutan 4.000 kişilik şeçilmişlerin Başakomutan'ı olduğu halde Korhan ve Orhan Albay'a 'Komutanım' demeye devam ediyordu. Morgun kapısına birkaç saniye bakakalan arkadaşları ile birlikte merdivenleri tırmanmaya başlamıştı.

"Üst katta siz öne geçin Zümra. Biz arkanızdan geleceğiz. Kesinlikle arkanıza bakmak yok. Kimse sizin bizimle olduğunuzu bilmeyecek."

"Tamam hayatım."

Koray Komutana dönen Alagan;

"Biz böyle kalabalığız. İki kişi gitsek yeter."

"Olmaz öyle şey." diyen Koray Komutan Alagan'ın yüzüne bakıp konuşmasını düzeltti.

"Yani olmaz Komutanım. Kalabalık çok fazla ve yaralısınız." dediğinde Alagan'ın gördüğümüzden bu yana kırıkta olsa ilk defa tebessüm ettiğini gördüm.

"Ne Komutanımı oğlum?" diyen Alagan Gölge ile kafa tokuşturup yürümesine devam etti.

Zemin katın dışarısı kalabalık olsa da içinde bir kaç hasta ve doktordan başka kimse yoktu. Birinci katın merdiven köşesinide hızla geçtikten sonra el ele tutuşmuş çift ile karşı karşıya geldik. Karnı dışarı doğru çıkık bayan arkamızdan takip eden Kara Muhafızları görmesi ile 'Ayyhh' deyip eşine sarılması yeri olmasada içten içe gülmeme neden oldu.Sırtını duvara dayayıp önünden geçen zebanilere bakakalan çifti sakinleştirmek isteyen Gölge'nin, biz köşeyi dönmeden önce sesi duyuldu

"Allah bağışlasın."

İkinci katın merdivenleride bitmiş son kata, Eçemiz'in olduğu kata gelmiştik. Merdivenlerin son bölümüne gelen Başkomutan'ın sendeleyip duvara sırtını dayadığını görsemde geri bakmamamız konusunda emir aldığımız için köşeyi dönüp poliklinik koridoruna çıktık.

Sol tarafımızda Uzman Doktorların krem rengi oda kapılarını karşındaki camlar aydınlatırken, camların altına konulan koltuklar randevusunu bekleyen hastalar ile doluydu. Kimisinin çektiği ağrı yüzünü ekşitirken, kimisi oturmak için boş koltuk arıyordu. Hiçbir şeyi olmayan, rapor almak için kapı üzerindeki monitörde isminin geçmesini bekleyen lise üniformalı üç öğrenciyi gördüğümde eğitime girmemek için çevirdiğimiz dalavereler aklıma gelmişti.

Alagan'ı merak ederken arkamıza bakan hastaların gözlerinin irileştiğini görmem içimi ferahlatmıştı.

'Ohhh! Çok şükür.'

Kimisi duvara yaslanıp onlara yol verirken, kimisi nerede olduğuna aldırmadan alkış tutuyordu. Bu durumda arkamıza bakmamak dikkat çekerdi.

"Zümra arkana bak!"

"Ama Rahman 'Bakmayın' demişti."

"Olsun sen bak. Bakmazsak dikkat çekeriz."

"Tamam. Bu benim işime gelir."

Arkamızı dönüp baktığımızda birarada olmalarını özlediğim Ağabeylerim dağ kadar büyümüştü gözümde. Kalabalık ne kadar alkış tutup dualar etsede, aralarından geçen tam teçhizatlı, korkunç maskeli Kara Muhafızlar'a dokunamıyor, yanlarına dahi yaklaşamıyorlardı.

Liseliler son anda akıl edip telefonlarını ellerine alsada arkamızdan köşeyi dönen Muhafızlara yetişememişti.

'YOĞUN BAKIM'

Buğulu kapının arkasındaki odalardan birinde yatan Eçe'nin ona gelen ağabeyinden haberi yoktu.

"Zümra sağa dön. Önce onlar girsin."

Sağa dönerken karşılaştığımız hemşireye baş selamı verip kamera olmadığını anladığımda durduk. Komutanlar'ın geldiği yöne başını dahi

çevirmeyen hemşire geçip beş metre yürüdükten sonra Muhafızlar'ın geniş koridoru doldurduğunu gördüm.

"Biraz açsınlar arayı."

Olduğu yerde topuklarını kaldırarak zıplayan Zümra'nın dolu olan gözlerine bakarken;

"Gitmeyelim mi artık?" demesi ile cevap verdim.

"Tamam gidelim."

On metre arkasındaki psikopatları hâla farketmemişti hemşire. Tâki herkesin geçemediği buğulu cam kapıda yansıyan ürkütücü gölgeleri görene kadar. Yanılıp yanılmadığını kontrol etmek için arkasına döndüğünde olan olmuştu.

"HİİİHHHH AAAAAAA!!!"

İki adım öne atılan Alıcı kızcağızın ağızını kapatıp her hastanede olan bilindik resimdeki hemşire gibi; parmağını maskesinde olmayan dudağına götürdü.

"Şiiişştt! Burası hastane." deyip, susacağından emin olduktan sonra ağızındaki elini çekti.

"Şifre ne?"

"Şif...şifre değil kartla giriyorum."

"E göster o zaman bacım."

"Ama size yasak."

Hemşirenin son cümlesi ile Komutanlar birbirlerinin yüzüne bakmıştı.

"Hanım efendi açar mısınız?Bizim işimiz girilemeyen yerlere girmek zaten."

Karşısındaki manzaraya dayanamayan hemşire boynunda asılı olan kartını okuyucuya gösterdi. Birbirinden ayrılan kapılar Komutanların yolunu açarken kapanmadan yetişmek için adımlarımızı hızlandırdık.

Bir yandan koşuyor bir yandan cebimden telefonu çıkartmaya çalışıyordum. Kapı kapanmadan yetiştiğimizde Komutanların iki metre yakınına gelmiştik. Sağımıza düşen kısım komple duvarken, solumuzda sırası üstüne aliminyum çerçeveli camekanlar ile kapatılmış, herbiri yirmibeş metrekarelik yoğunbakım odaları vardı. Koridorun bomboş olması bizim kadar yanımızdaki hemşireninde dikkatini çekmişti.

Zümra ile aramı iki metre kadar açıp telefonu tuşladım. Beklemeden açılan telefona aralık vermeden konuşmaya başladım.

"Esma birinci, ikinci, üçüncü katın ve..." diye devam ederken daha hızlı olmasını düşündüğü için Esma araya girdi.

"Poliklinik kısmı ve yoğun bakım kısımlarının kameralarını iptal ettim. Hatta fotoğraflarınızı çekmeye çalışan iki kişinin kameralarını iptal ettim. Rahat olun komutanım hayalet konumundasınız."

Bu kız gerçekten mükemmeldi.

"Telefonlara nasıl girdin?"

"Hat takılı olduğu sürece bu mümkün. Bir de mobil internetleri açıksa değme keyfime. Bu arada Komutanlarımız dehşet verici görünüyor."

"Sen..." derken Esma tekrar söze girdi.

"Evet. Ben 'Görmüyorum' demedim ki."

"Aferin sana!"

"Ayyyy 'Aferin' aldım. Sağolun komutanım."

Ben telefonla konuşurken yoğun bakım odasının birinden çıkan biri 60 diğeri 45 yaşlarındaki doktorlar büyük bir saygı ile komutanlara doğru koşar adım yürümeye başladı. Yaklaştıklarında 60 yaşlarında olanın Kübadan gelen doktor olduğunu anlamıştım. Alagan'a bakarken ki gururu göğüsümü kabartmıştı. Derin bir nefes alıp yumruğunu göğüsüne kondurdu.

"Hoşgeldiniz Komutanım."

İspanyolca konuşan doktora aynı dille karşılık veren Alagan'ın, Eçe'yi görebilmenin heyecanından kaynaklandığını sandığım bir dinçlik vardı sesinde.

"Hoşbuldum. Kız ..... Kızımız iyi mi?"

"Kızımız çok iyi Komutanım. Gece 01:34'de 5 saatlik bir ameliyattan çıkmasına rağmen hiç bir komplikasyon ile karşılaşmadık. İlk 24 saat çok önemli. Açık konuşmak gerekirse bu saatler en riskli saatler. Bunuda atlatacağından eminim. O tam bir Türk Kızı." derken hem yolu gösterip hem yanındaki doktoru tanıtmaya başladı.

"Bu beyefendi ekibimizden. Kağanımız bizzat en iyilerini seçmeni söyledi."

"Onu bizzat gördünüz mü?"

Bu soru Gölge Komutandan gelmişti.

"Hayır Komutanım. Bize postası olan Muhafız ulaştı."

Alagan;

"Personel nerede?"

"Herkes kendi hastasının odasında. Siz çıkana kadar orada kalacaklar."

Arkasındaki Zümra'ya bakan Alagan;

"Zümra sen yinede yüzünü kapat. Serpil sende."

Zümra turkuaz rengindeki ipek şalını yüzüne peçe yaparken, çantasından çıkarttığı yazmasınıda bana uzattı.

Bu kadının gözleri başbaşına bir dünyaydı. Peçeyi taktığında ön plana çıkan gözlerinde rahatlıkla kaybolabilirdim.

"Neden rehberle konuşmazki? Ne dedi hiçbir şey anlamadım."

"Eçe'nin çok iyi ve kuvvetli olduğunu. 24 saatin önemli olduğundan ve bu saatlerin riskinden bahsetti."

"Teşekkür ederim."

"Rica ederim."

Alagan, Eçe'nin yattığı odanın camına elini atıp maskesini çıkarttı.

"Of benim şebek kızım. Ciğerparem."

Eçe'yi hissediyormuş gibi camı okşaması, kaşlarının yukarı çıkması şimdiden düğümlemişti boğazımı.

"Rengi sararmış. Çok soluk."

Doktor;

"'İnferior vena ceva.' yani; ana damara yapışmış olan kötü huylu kisti aldık. Safra kesesinide saran bu kist kalbe zehirli kan pompalıyordu."

Alıcı;

"Peki bu kisti bizim doktorlarımız alamıyor muydu? Neden bekledi bu kadar?"

Doktor;

"Bu ameliyatın sorumluluğunu kimse alamazdı. Bir yandan ana damarı kesme riski, diğer taraftan safra kesesini kesme riski vardı."

"Siz neden aldınız bu sorumluluğu?"

"Söz konusu Kağan'ın emri ise; ve bu ameliyat Alagan'ın manevi kızının ameliyatı ise; ben bu riski göze almak zorundaydım. Bu benim için şereftir."

Doktora başını çeviren Alagan;

"Eli öpülecek adamsın doktor." deyip tekrar Eçe'ye baktı."

"Siz... Siz ayakları öpülecek insanlarsınız Komutanım. Başımız sağolsun. Allah Şehidimizi Cenneti ile şereflendirsin."

Derin bir nefes veren Alagan;

"Amiiin!" deyip, tatlı tebessümü ve hipnoz eden kısık sesi ile devam etti.

"Bizim çiflik olarak kullandığımız karargahımıza küçük bir rampa çıkıyordu. O rampanın sonunda sizi karşılayan çiftliğin geniş avlusuydu. Köyün bakkalından ihtiyaçlarımızı karşılayıp çiftliğe dönerken kendi boyunun yarısı kadar olan su dolu pet şişe koltuğunun altında var gücü ile koşan Eçe'yi gördüm. Lastiği gevşeyen çiçekli şalvarını minik eli ile yukarı çekmesi o kadar şirindiki. Arkasından koşarak geleni gördüğümde

Eçe'nin neden kaçtığını anlamıştım. Eçe, 'Getirme' dediğim halde bana hergün aralıksız soğuk su getirirdi ve bunu benden başkasına vermezdi." deyip aklına ne geldi ise iç çekip devam etti.

"Salvarının çekerek kaçtığı o gün, Kayhan Abisi onu kızdırmak için; 'Bana ver kız. Bende çok susadım.' diye bağırarak arkasından koşuyordu. Eçe; 'Ayır vemem. Tipet geldiginde ona vecem.' diye kaçıyordu. Beni gören Kayhan, benim onu görmediğimi zannedip diğerlerine geldiğimi haber vermek için geri döndü. Tabi bu arada Eçe ile yanyana gelmiştik. "Eçem ne oldu?" diye sorduğumda oksijene aç kalan ciğerleri kabarıp kabarıp iniyordu. Şalvarını yukarı, vurnunu içine çekip cevap verdi. "Pittik Tayhan tuyu vee dedi vemedim. Ben tana detiydim Tipet." diye konuşurken onu ısırmamak için kendimi zor tutuyordum." Aa aaa abilere hiç 'Pislik' denir mi?" diye sorduğumda saçlarını çekerken nefesi az da olsa yerine gelmişti. "Tayhana denir. O beni çok tızdırıyo." deyip, yanında gözleri dolu dolu akan, bu güzel anı'nın akışı bozulmasın diye hıçkırıklarını içine atan Zümraya baktı."Sana yemin olsun Yosun Gözlüm; eğer Eçe'ye birşey olsaydı ondan sonraki hayatımda her içitiğim su katran tadı verirdi bana."

Zümra hiçbir şey söyleyememiş, elinin üzerine elini koymakla yetinmişti.

Alagan;

"Neyse! Çok şükür Eçemiz iyi. Kayhan'ın vasiyetini geciktirmeyelim." deyip, doktorlarla kısa bir vedalaşmadan sonra yönünü kapıya döndü.

Alagan'ın, Eçe'ye gülen gözleri yüreğimize az da olsa su serpmişti.

Kara Muhafızlar, kardeşlerinden, bizden uzaktayken, deyim yerindeyse çektikleri sıkıntılar gibi, Eçe, Kayhan, Yusuf gibi dostlar ile huzurunda en güzelini yaşıyordu.

KORAY'dan...

Bir çok şey gibi liderliğin sonradan olduğuna değilde, doğuştan verildiğine Rahman ile inanmıştım. On yıllık bir çocukluğumuz olmuştu. Bir sınıfda başkan seçilmesi gerekiyorsa bu Rahman olurdu. Bandoya majör, sınıf takımına kaptan gerekiyorsa bu mutlaka Rahman olurdu.

Daha ilkokul birinci sınıfda kardeşinin ölümü ile sınanmıştı Rahman. Üç yaşında dayısı ŞahMelik tarafından eğitilmeye başladığını bana bile söylememişti. Hoş; onunda haberi yoktu. Kardeşi ile başlayan ölüm silsilesi Burak Yüzbaşı ile devam etmişti. Çatışma esnasında kaçırılan Şehit naaşlarını itlerin elinden almamızdan tutunda, çokca Şehit vermiş Timleri düştüğü pusulardan kurtarırken çektiğimiz acı bilemişti Rahman'ı. Şimdi Kayhan!

Rahman'ın görünmeyen uzuvlarından biri daha kopmuştu.

Daha ikinci katın merdivenlerindeyken duyduğumuz silah sesi şok olmamıza neden oldu.

"Durun yavaş!"

Alagan'ın uyarısı ile yavaşlayıp aşağıdan gelen tehtidleri dinlemeye koyulduk.

"O kapıdan girecek olursanız yemin ederim 'Kardeşim' demem ikisinide öldürürüm."

Yusuftu bu!

Yüzbaşının sesi olduğunu zannettiğim ses yalvarır tarzda konuşuyordu.

"Yusuf yapma aslanım bak. Bu onların görevi. Bırak silahını. Bu bir emirdir Yusuf Astsubayım hemen bırak o silahını."

Öne atılan Rahman derin yarasının acısına bakmadan, merdivenlerin duvarına çarpa çarpa aşağı inmeye çalışıyordu mırıldandığı tek bir isimle.

"Yusufum! Yusufum!"

Yaklaştığımızda konuşmalar dahada netleşmişti.

"Benim emir alacağım tek bir Komutan var. Onun haricinde emir vermek kimsenin haddine değil!"

Merdivenler bitmiş Morg katına inmişti. Solumuza döndüğümüzde Yusuf'un iki tane resmi polisi yere yatırmış, yaşlı gözlerini karşısındaki takım elbiseli adamdan ayırmadığını gördük. Adamın yanında, elini ağızına kapatmış olan Elvin Savcı yalvarırcasına Yusuf'a bakıyordu.Polisin biri diz çökmüş Yusuf'un ellerinin altında put gibi dururken diğeri arkasında yatıyordu. Biraz daha yaklaştığımızda arkadaki polisin sağ bacağını yere koyduğu dizinin eklem yerine sıkıştıran Yusuf, polis her kıpırdadığında sıkıştırıyor polisin acı çekmesine sebep oluyordu. İki savcının arkasından yaklaşan Rahman ortalarından geçip Yusuf ile karşı karşıya geldiğinde genç Bordo Bereli'nin yüzü görülmeye değerdi. Sol göğüsünde sekiz tane eğitim brovesi olan üniforma, başındaki binbir emekle aldığı bordo beresi ve yeni olduğu sinek kaydı tıraşı ile nur saçıyordu. Bu çocuk gerçekten çok yakışıklıydı. Alagan'ı gören Yusuf, tanımadığı kalabalıkta babasını gören bir bebek gibi ışıldamıştı."Hııhh! Şimdi b*ku yediniz işte." deyip, Komutanına baktı.

"Komutanım bu dallama Kayhan'a otopsi yapılmasını istiyormuş." dediğinde, Rahman'ın vücuduna salgılanan adranalin bitkin vücudunun dikleşmesi ile kendini göstermişti. Başını hızlıca iki Savcı'ya çeviren Rahman, tanımasına rağmen Elvin'i bile korkutmuştu.

Bakışlarını çekip Yusuf'un önünde diz çöktüğünde oradaki Afgan Gülleri'nin de tek dizinin üzerine durması Savcılar'ın bayağı dikkatini çekmişti.

"Yusufum!"

"Komutanım yapamazlar bunu."

"Tabiki yapamazlar Aslanım!" diyen Rahman, Yusufun başını göğüsüne bastırırken polisin başına dayanan silahı, horoz ile iğnenin arasına baş parmağını sokarak aldı.

"Şimdi bırak kardeşlerini gitsinler. Onların tek görevi Savcıları korumak. Yakışmaz sana!"

"Emredersiniz Komutanım!" diyen Yusuf, Komutanı ile birlikte ayağı kalkarak Savcıların karşısına dikildi. Elvin Savcı 'Bende istemiyorum.' der gibi karşısındaki Kara Muhafız'a başını sallarken Rahman söze girdi.

"Şimdi sen al kardeşini Hocam ile birlikte Gasilhane'ye götürün."

"Emredersiniz Komutanım!" diyen Yusuf eli ile burnunun üzerindeki teri silip Rahman'a biraz daha yaklaştı.

"Komutanım Polisler'i yatırdığım için kızmadınız değil mi?"

Gözlerini Savcınınkilerden çekmeyen Rahman cevap verdi.

"Kızmadım aslanım. Emir neyi gerektiriyorsa onu yaptın."

"Sağolun Komutanım!" diyen Yusuf, Topal Hoca ile birlikte morgun kapısını açıp içeri girerken Savcı söze girdi.

"Acınızı anlıyorum ama bunu yap..."

"Anlayamazsın Savcııı!!! 'Sol Ortak iliak arter'e gelen 50 kalibrelik zırh delici mermi neticesinde yüksek kan kaybına bağlı kalp krizi.' rapora bunu yazacaksınız." diyen Rahman'ın bir sonraki cümleyi kurarken ses tonunda sezdiğim tehtid nadir gördüklerimdendi.

"Onun vücuduna değil neşter, parmağınız bile değmeyecek."

Rahman'ın kızıl gözlerine zaten zor bakan Savcı istemsizce başını sallayıp;

"Başımız sağolsun." dedikten sonra Elvin ile birlikte çıkışa doğru yürümeye başladı.

O sırada morg kapısından çıkan naaş iki kapı yandaki gasilhaneye gitmek için yola koyuldu. Sedyeye yatırılmış üzerine bembeyaz örtü gerilmişti. Gasilhanenin girişinde sedyeyi iten Yusuf'un omzundan tutan

Rahman kendine çekip zorlu bir konuşma için kendini hazırlarken naaşı Alıcı devraldı.

"Yusuf!"

Alagan'ın yüzüne bakan Yusuf ne konuşacağını biliyormuş gibi söze ondan önce girdi.

"Biliyorum Komutanım." derken gülen gözlerinden yaş süzülmüştü.

"Hani; 'O yolu gözleyen göz olmazsa göremezsin Yusuf. O ip olmazsa savrulur gidersin.' demiştiniz ya." deyip Alagan'ın arkasındaki İrem'in elinden tutup yanına çekti.

"İrem kendime gelmeme vesile oldu Komutanım. Ben kafayı yemiş savruluyordum ki; İrem ipimi tutup toparlanmama vesile oldu."

İrem ve Yusuf'un elini üstüste koyan Alagan iki eli ile kavrayıp sevkatle sıktı.

"Aferin sana Asker Aferin. Haydi şimdi Kayhanımızın vasiyetini yerine getirelim." deyip bana döndü.

"Gölge sende gel kardeşim. Gel ki düşmeyeyim."

"Emredersiniz Komutanım!" deyip zorlu bir görev için gasilhane kapısından içeri geçtim.

Üzerinden yüzyıllarda geçse, Muhafızlıkta en büyük Rütbe Alaganlıksa o rütbe Rahman'ın olmak zorundaydı. Fatıma Anam onu bunun için doğurmuş, çektiği acıların ateşi bu mevki için bilemişti Rahmanını.Bizede şeref duymak, itaat etmek, Allah yolunda, HZ. MUHAMMED (S.A.V)'in izinde, onun emrinde can vermek düşerdi.

Otuz metre karelik gasilhaneyi tek aydınlatan tam kapının kaşısına düşen duvarın tavan ile birleştiği yere sırasıyla dizilmiş küçük pencerelerdi. Üzerindeki örtüye elini atan Yusuf cesaret edememiş olacak ki Kayhan'ın yüzünü açmaktan vazgeçti.

Odanın köşesindeki lavaboyu gösteren Rahman;

"Ben abdest alayım." dediğinde beyaz örtüye dalıp giden Yusuf'un sıçramasına şaşırmıştım.

'Kim bilir hangi anınızı görüyorsun o örtüde?'

Dudaklarından duayı eksik etmeyen Topal Hoca malzemeleri ayarlarken elimi Kayhan'ın yüzünü açmak uzattım. Bu ana kadar birşey hissetmeyen ben Şehidimizin yüzünü gördüğümde içimde birşey alevlenmişti. İntikam duygusuydu bu. Burnum bir anda barut kokusunu, yumruk yaptığım parmaklarım tetik ezmeyi özlemişti. İçimde hiç bir acıma duygusu kalmamıştı. Örtüyü kapatıp, koşar adım yarasından dolayı sol ayağını lavaboya atmakta zorlanan Rahman'ın yanına gittim.

"Komutanım yardım edeyim."

"Ne Komutanımı oğlum. Bırak artık."

Kayhan'ın soluk yüzünün dahi yapamadığını Alaganımız'ın yukarı kaldıramadığı ayakları yapmış, gözlerimi doldurmuştu.

"Değil senin emrin altındaki askerin olmak, ayağının altına toz olsam bile hakkını ödeyemem." deyip sağ eli ile omzumu sıkan Rahman;

"Gardaşım benim. Can yoldaşım." derken aşağı eğildiğinde dişlerini sıkıp elini yarasına attı.

"Dur ben yıkarım."

Elimi ıslatıp ayağına götürdüğümde çektiğini gördüm.

"Olmaz yapma."

"Komutanım eğilemiyorsunuz."

Rahman;

"Ben yaparım bırak." dediğinde sinirlendim.

"Lan oğlum bırak işte canımı sıkma benim." dememle gülümsemeye başladı. Başı ile onaylarken gülümsemesine karşılık verip ayağını yıkadım. Çoraplarını ve postallarını giydirip bağladım.

"Hıhh! Hayrını gör kardeşim." diyerek ayağa kalktığımda gülümserken bıraktığım gözleri sırtını Yusuf'a dönmüş ağlarken gördüm.

"Koray!"

"Rahman yapma kardeşim."

"Koray ben artık dayanamıyorum. Bu fazla, çok fazla Koray."

Bu yüzden tek başıma gittiğim görevleri severdim hep. Varsın 'Deli Bedo' desinler ama yanımdaki askerin kılına dahi zarar gelmesin.Rahman'ın yüreğindeki acı bedenindekinden çok daha fazlaydı.

"Sabır kardeşim sabır. Hadi Yusuf görmesin."

Yusuf'un ismini duyan Rahman göz yaşlarını silip kendine çeki düzen verdikten sonra yüzünü Kayhanına döndü.

"Bismillahirrahmanirrahim."

Bütün yüzler Şehit'in başındaki Topal Hoca'ya dönmüş tek tek bizi tarayan yaşlanmış gözlere bakıyordu.

"Yusufum!"

"Emredin hocam!"

Ağlamamak için var gücü ile kendini sıkan Yusuf'un gözleri kıpkırmızı olmuştu.

Hoca;

"Sen gel bakalım buraya benim tarafıma geç."

Botundan çıkan gıcırtı ile Hoca'nın yanına geçen Yusuf beklemeye başladı.

"Bismillahirrahmanirrahim." diyen Topal Hoca Kayhan'ın üzerindeki örtüyü açıp uzunca bir süre ses çıkartmadan yüzüne baktı. Hocanın oldukça belirgin gülümsemesine bir mana çıkartamamıştım.

"Hay maşAllah benim yavruma." deyip Şehit'in yüzüne elini süren Hoca başını Yusuf'a çevirdi.

"Şu süngeri suya batır ver bakalım."

Yusuf söylenenleri eksiksiz ve hızlı bir şekilde yapıyordu. Kayhan'ın çoraplarını çıkartan Hoca Yusuf'un elinde beklettiği süngeri alıp Kayan'ın başucuna geçti. Sırasıyla yüzünü, boğazını, başını kaldırıp ensesini silerken sabredemeyen Yusuf çatallaşmış sesi ile araya girdi.

"Hocam komple yıkamayacak mıyız?"

Kayhan'ın başını yavaşça bırakan Hoca cevap vermeden ellerini silmeye başladı. Gri kargo pantalonunun sol bacağı kan ile birleşmesiyle siyah renk almıştı. Aldığı ölümcül yaranın yerini sol tarfında arkalı önlü iki adet delik olan siyah hücum yeleği gösterirken, çektiği sancıları vücudumda hissetmiştim. Rahman'ın ifadesiz bakışlarını tanıyordum.Sabırla titrettiği bacağı daha çok can alacağını gösterirken, sanki yakasını düzeltiyormuşçasına başını yana yatırıp tekrar düzeltmesi Kayhan'a verdiği sözleri gösteriyordu. İçine attığı her kin dahada kuvvetlendiriyordu kardeşimi. Aksi halde bu manzara karşısında bu kadar kuvvetli durması akıl işi değildi.

Rahman başını yatırıp tekrar düz hale getiriyorsa İslam düşmanları için kıyamet başladı demektir.

Kayhan'ın ayaklarını temizleyen Hoca Yusuf'a döndü.

"Hadi oğul! Giydir kardeşimizin çoraplarını." deyip yönünü kefenin olduğu masaya döndü.

Kayhan'ın çoraplarını titreyen elleri ile özenle giydiren Bordo Bereli, daha fazla dayanamayıp çorabı elinden bırakmadan diz çöküp Şehit'in ayaklarına alnını dayadığında kalkması için hamle yaparken Rahman kolumdan tutup engel oldu.

"Bırak!"

Gözyaşları ile başını kaldıran Yusuf, içindeki ateşi boşaltmaya çalışırcasına hüngür hüngür ağlıyor, kardeşinin ayaklarını öpüyordu.

"Geleceğim devrem. Geleceğim kardeşim. Çok sürmez ayrılığımız."

Dermansız dizlerine inat ayağa kalkıp yeni temizlenmiş ellerini öpüyordu. En son alnını yanaklarını öperken akla mantığa sığmayan bir olay gerçekleşti.

Saatlerce cansız yatan Kayhan'ın gözlerinden yaş akmaya başlamıştı. 'Yanlış mı görüyorum?' deyip yaklaştığımda yaşı farkeden Yusuf aniden ağlamayı kesip şaşkınlıkla gözyaşını sildi. Yusuf ile birbirimize bakıp öylece kalırken tekrar Kayhan'a döndüğümüzde aynı gözden aynı yoğunlukta yaş aktı. Olmuyordu! Yusuf siliyor Kayhan ağlıyordu.

"Hocam birşey yapın kardeşimin canı yanıyor."

Şaşkınlığına nadir denk geldiğimiz Topal Hoca kefeni bırakıp Şehit'e döndüğünde şoku atlatıp gülümsedi. Hoca gülümserken en az Şehit'in ağlaması kadar şaşırdığımız bir ilk daha yaşamıştık. Topal Hoca ağlıyordu. Hala akmakta olan göz yaşını silen Yusuf'a yaklaşan Hoca, elinin üzerine elini koyup gözlerine baktı.

"Acı çekmiyor oğul acı çekmiyor. Bu cennetlik alametidir. Kardeşin cennetin kapısını açtı çok şükür."

İşte bu cevap dudaklarını var gücü ile sıkan Rahman'ın hüngür hüngür ağlamasına sebep oldu. Kayhan'ın başucuna geçen Alagan alnından öptü ve sonkez kendi elleri ile Şehit'in gözyaşını sildi.

"'Şehitleri yıkamayınız. Çünkü her yara ve her kan damlası kıyamet günü etrafa misk kokusu yayar.' Bunu Peygamber Efendimiz buyurmuştur oğul. 'Şehitleri yıkamamanın ve namazlarını kılmamanın nedeni, yaraları ile Allah'a kavuşmaları içindir.' buyurmuştur Efendimiz. Gözyaşlarıda gösteriyorki Kayhanımız Hakka kavuştu Yusufum." diyen Hoca Kayhan'ın üzerine kefeni kapattı.

"Cebindeki emanetleri boşalttınız değil mi?"

Rahman;

"Boşalttık Hocam birşey yok." deyip kefenin diğer ucundan tuttu.

O kefenin altında biran oğlum Yavuz'u hayal etmiştim. İstemiyordum ama istemesemde geliyordu gözümün önüne. İmanım yüzümü gülümsetirken, babası olmam ister istemez korkutuyordu.Kendimi;'Allahım nasip et!' derken bulsamda vicdanım bunu istemiyordu.

Üzerimize düşen bu zorlu görevi arkamızda bırakıp, Kayhandan uzaklaşmak zor olsada dışarı çıktık.

Bizi ilk karşılayan Serpil olmuştu.

"Komutanım Şehidimizin ailesi getirilmiş. Onbeş dakika önce Yuvaya giriş yaptılar."

Bir bir sırtına yüklenen yüklerden nefesi daralan Rahman yakasına el atıp gevşetmeye çalıştı.

"İşte en zoruda bu Serpil. Ben ne diyeceğim şimdi?"

Serpil;

"Annesinin ilk sorduğu isim Tibet Binbaşı olmuş komutanım."

Rahman karşısındaki Yüzbaşı ve askerlerine doğru ilerledi.

"Kayhan'ın nöbeti sizde Yüzbaşım. Yusuf'u ben alıyorum. Cenazeden sonra bir süre yokuz."

Alagan'ın ona doğru geldiğini gördüğünde esas duruşa geçen Bordo;

"Emredersiniz komutanım." deyip kapı önündeki görevine geçti.

Rahman'ın adımlarından, yüz ifadesinden okuduğum kadarıyla; Şehit annesinin karşısına dikilmek Kudüs'ü fethetmekten daha ağır geliyordu.

SERPİL'DEN...

Alaganımızın aracı nizamiye kapısının açılmasını beklerken tüm nöbetçiler kime selam verdiklerinden habersiz, kurt motifi işlenmiş Denalilerin filmli camlarından içeri bakmaya çalışıyorlardı.

Nereden bilsinlerki Asrın Eyyubi'sinin o aracın içinde olduğunu?

Gün içinde belki yüzlerce kez etmiştim bu şükrümü. Ömrümün sonuna kadarda devam edeceğim. İyi ki onun askeriyim, iyi ki onunla aynı yoldayım.

Karargahın önünde durduğumuzda önden inen Koray Komutan zaman kaybetmeden Alagan'ın indiği, daha doğrusu inmeye çalıştığı arka kapıya yöneldi. Zırhlı GMC'nin yaklaşık 150 kiloluk kapısını açıp Karabasan'ın ve Yusuf'un inmesini bekleyip kapattı. Esas zor olan tüm ailenin konvoy halinde geldiği karagahın kapısını açıp içeri girmekti.Alagan'ın fethedeceği asıl kale, başta anne olmak üzere acılı Şehit ailesinin kalpleriydi.

Kolundaki derin sıyrığa ve karaciğerinin üzerindeki normal insana göre oldukça ciddi yaraya rağmen hâla ayaktaydı.

Tekrar sendelediğinde herbirimizin yüreği ağızına gelsede Oğuz Komutanın omuz vermesiyle rahatladık.

"Oğuz meyve suyu var mı, ya da şekerli birşey? Kayhanımızı teslim edene kadar ayakta durmalıyım."

Gölge;

"Komutanım bir saat uzanın serum falan taksınlar. Bu kadar zorlamak fazla değil mi?"

Koray komutanın kelimeleri saygılı olsada Alagana karşı attığı bakışlardan tehdit fışkırıyordu.

"Ben iyim. Daha kötüsünü defalarca çekmedik mi?" derken Şûra'nın uzattığı meyve suyunu alırken başını öpüp koltuğunun altına almayıda ihmâl etmedi.

"Hem bak yükümü taşıyacak sayısız dağ, bir de tepecik var." deyip Şûra'nın açık saçlarını dağıtırken kızının gülen gözlerine bakıp bizlerden günlerce esirgediği tebessümünü tekrar gördük.

"Haydi bakalım. Anamızı bekletmeyelim." derken Oğuz Komutanın seslenmesi ile durup arkasına baktı.

"Komutanım!"

"Ne oldu Oğuz?"

Bir süre yüzüne bakakalan Oğuz Abi;

"Neyse daha sonra söylerim. Özürdilerim."

"Ne oldu oğlum söylesene!"

"Biraz özel. Tamam daha sonra söylerim."

"Peki." diyen Alagan otomatik kapının açılması ile içeri geçti. Bu birinci kapıydı. Asıl sınav ikinci kapının ardındaydı. O Anne, Alagan'ın gözlerine bakıp ya; 'Senin yüzünden.' diyecek yürek dağlayacaktı. Ya da; 'Senin yolunda' deyip verdiği sonsuz desteğini daha da ileri götürecekti. Birinci seçeneği bu zamana kadar hiç bir Şehit annesinden duymasakta ihtimaller ister istemez korkutuyordu hepimizi.

Kapının açılma mesafesine yaklaşmadan duran Alangan, arkasındaki aslanlarına bakıp;

"Maskesi takılı olanlar çıkartsın. Bana ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar kılınızı bile kıpırdatmayacaksınız.."

İçimizde en gergin olanı yapışık ikiziymiş gibi Zümradan ayrılmayan, korku ile karışık meraklı bakışlarla etrafını gözlemleyen İremdi.

Şûra'nın omzundan kolunu indiren Alagan, derin bir nefes alıp iki adım atarak kapının açılmasını sağladı. Başkomutan ile birlikte içeri doluşan timi gören aile masası olmayan koltuklardan ayağı kalkıp içeri doluşanları tek tek süzmeye başladı.

Bir kişi hariç!

Şehit Annesi! Onun tek baktığı göz Alagan'ın gözleriydi. Karabasan'ın gözlerinden hariç hiçbir varlık onun umrumda değildi. Şûra yaşlarında, kumral saçları ve ağlamaktan şişmiş gözleri ile genç bir kız, kırklı yaşlarında, bilekleri kalın, saçları seyrelmiş, aynı gözlerle bizleri seyreden ağabey vardı. Boyuna göre kilosu oldukça iyiydi annenin.Şaşkın bir yüz ifadesi yayan kaşları hiç inmiyordu.

"Sel ...... Selamun aleyküm."

Genç kız ve ağabeyi verilen selamı bekletmeden alırken, konuşmaya dahi dermanı olmayan annenin başını sallamaya ancak dermanı vardı.

"Sen O'sun!"

Başkomutanın gözlerini kendisinden kaçırdığını görmüştü anne. Titreyen işaret parmağı ile gözlüğünü burnuna oturtup dişlerini sıktı.

"Dik bahalım o başını!"

İstese tek emri ile siyonistleri komple yeryüzünden silme kuvvetine sahip olan Alagan 60 yaşındaki annenin emrini ikiletmeden yerine getirmişti.

"Sen o'sun değil mü? Ettiği secde ile oğlumu Hakka yönlendiren gomutansın. Çatışmada oğlumu saklamak için onun önüne atlayan Gomutansın değil mü? Evladımın öve öve bitiremedüğü Binbaşısın. Sana tek soru soracağım Gomutan."

Başını sallamakla yetinmişti Başkomutan. Eli ile sesi komple kısılmış televizyonu gösterdiğinde oraya baktık. Gerek yerli yabancı basından, gerekse İnsansız Hava Araçlarından aktarılan Kudüs görüntüleri göğüsümüzün kabarmasına sebep olsada acımızda bir dirhem azalma yoktu. Karabasan orayı almıştı ama hem onun hem Kayhan Astsubay'ın kanı oradaydı ve hâla kurumamıştı.

"Bah oğul bah! Benim oğlumun orayı almanızda bir faydası oldu mu?"

Annenin dudaklarının titremesi, sesinin kısılması boğazımızı düğümlüyordu. Gülen gözleri ile anneye yönelen Yusuf, Alagan'ın az da olsa yükünü hafifletme niyetindeydi.

"Bak anne bak. Televizyondan gözünü çekme." deyip Esma'ya baktı.

"Pardon! Ben 'Durudurun' dediğimde ekranı dondura bilir misiniz?"

"Tabii." diyen Esma Televizyon kumandasını eline alıp gelecek olan komutu beklemeye başladı. Görüntüler ekranda gelip giderken Yusuf elini kaldırıp beklenen komutu verdi.

"Durun!"

Ekranda, ön cephesine Türk Bayrağı sallandırılan Kubbetüs Sahra, Türk Bayrağının arkasında altın sarısı kubbesi ile kalbimize husur nakşederken Yusuf Astsubay tekrar söze girdi.

"Bak Zeliha ana. Bak bu bayrağı Kayhan astı."

Kendini tutamayan anne elini ağızına kapatıp ağlarken belki son kalan kuvvetinide televiyona yavaş yavaş yaklaşırken harcamıştı. Elini ekrandaki Al Bayrağa sürerken hıçkırıklarının ardı arkası kesilmiyordu. Sadece o değil; ağabeyi, kız kardeşi, Zümra, Kübra, İrem, Şûra, Esma ben dahil herkes, odadaki herkes ağlıyordu. Kimi yüzünü farklı yöne çevirip acılı manzaradan bakışlarını kaçırıyor, kimi acılı ananın elini doyasıya öpmemek için kendini zor tutuyordu."Yavrumm! Eline gurban olayım gınalı guzuuumm."

Gözünde yaş tükendiğinden mi bilinmez; ağlamayan bir kişi vardı. Görüntülerden gözünü çekmiyor, kalbinde filizlenen intikam fidanını o görüntüler ile suluyordu sanki. Karabasan.

Sensörlü kapı açıldığında yanında Orhan ve Korhan Albay ve kucağında büyüklü küçüklü iki tane siyah kutu ile içeri giren ŞahMelik içerdeki kalabalığı görüp atmosferi bozmamak için Selam dâhi vermedi. Kutuyu almak için kendisine yaklaşan Esma'yı kaşları ile durdurup yanındaki komutanlar ile esas duruşta olan biteni seyretmeye başladı.

Televizyona arkasını dönüp Karabasan'a yaklaşan anne;

"'Namazda vuruldu' derler doğru mu?" derken, konuşacak olan Yusuf'u durdurup Alagan'a baktı.

"Sen cevap verde sesini duyayım Gomutanım."

Gözleri televizyondayken kaşları çatık olan Karabasan, anne ile gözgöze geldiğinde mahcup bir şekilde gevşedi.

"Namazda vuruldu anne."

İşte bu cevap Alagan'ın boğazındaki koru körükleyen bir cevaptı. Ağlayamıyordu. Gözlerini kaçırıp ağlamak istiyordu sanki ama yapamıyordu. Anneye yaklaşıp elini öperek boynuna sarılması annenin televizyonda elini gezdirmesinden daha acı gelmişti bana. Ömrünü kucağında Şehit vermeye, Şehit intikamı almaya adayan ŞahMelik'i bile dağlayan bir acıydı bu. Alagan ayrılsada anne elini bırakmıyor, uzaklaşmasına izin vermiyordu.

"Hakkını helâl et anne! Ne kadar tedbir alsamda Kayhan'a nasip olan Şehadet'in önüne duramadım."

Alagan'ın yüzünü ellerinin arasına alan anne sakinliğini bozmadan konuşuyordu.

"Rabbim kaderinizi yüzünüz gadar pak yapsın yavrum. Bahdınız açık, fetihiniz bol olsun. Ayağınıza daş değdirmesin, benim ömrümden alsın sizinkine versin. Benim hakgım helâl olsun yavruuumm helal olsun. Asıl sen hakgını helal et. Benim yıllardur yapamadumu yapıp oğluma namazı aşıladın. Asıl sen hakgını helal et. Her Türkün dileyipte ulaşamdığı nasiptir namazda şehit olmak. Allah, kader ortağı Hazreti Ali'ye komşu eylesin yavrumu." deyip iki eli ile öz evladıymış gibi Alagan'ın saçlarını özenle düzeltip, kendinin göz yaşlarını silerek oğluna ve kızına döndü.

"Hadin bahalım! Biz burda ne kadar durursak o kadar zarar."

Alagan;

"Dur anne!" dese de onun durmaya niyeti yoktu.

"Durdurmayın beni. Allah izin ederse yarın..." derken biraz duraksamıştı.

"...Yarın Kayhanımıza biraz daha yakın oluruz inşAllah."

Abi ve kız kardeşle de helalleşilip vedaştıktan sonra kapanan kapıların ardında kayboldular.

Alagan;

"Ülkü, Elçin!"

Ülkü;

"Emredin Komutanım!"

"Yanlarında gidin. Ne ihtiyaçları varsa karşılayın. Yarına kadar güvenli evlerden birinde istirahat etsinler."

Ülkü;

"Emredersiniz Komutanım." derken Alagan'ın gözleri sırlı tablonun üzerindeydi. Ne odadaki üst Rütbelilere, ne de kalabalığa aldırıyordu. Hücum yeleğindeki fırlatma bıçaklarından birini çıkartıp tabloya yaklaşmaya başladı. Zaten biliyorduk Alagan rütbesinin ne denli yüce, ne denli imkansız bir rütbe olduğunu ama ŞahMelik ve Albayların, Karabasan'ın karşısında esas duruşlarını bozmadan durması bunu gözle görülür bir hâle getirmişti. Üç yaşından bu yana Rahmanına Komutanlık yapan, tüm Muhafızların ismini duyduğunda kanları çekildiği, tek dileklerinin onun gibi bir Komutan olmak olan ŞahMelik şimdi tüm saygısı ile Karabasanın karşısında kıpırdamadan duruyordu.Tablonun yanına kadar yaklaşan Alagan, bıçağı kalem tutar gibi tutup resmin köşesine özenle çizik attı. Altına parmağını sokup yavaş yavaş yırtarken alttan başka bir resim çıkmaya başlaması ortada esas duruş falan bırakmamıştı. Herkes aynı meraklı gözlerle resmin açılmasını beklerken resmi ilk önce gören Karabasanın devreleri olmuştu. Kimi yüzünü ekşitmiş, kiminin ağızı açık kalmış, kimi nefesini tutmuştu. Tek ortak davranışları Karabasanın yüzüne hayranlıkla bakmalarıydı.

Alagan;

"Gökçen yanıma gel."

Bunu duyan karnı burnundaki Gökçen ikiletmeden yanına gittiğinde tablonun hepsini görüp ellerini ağızına kapatarak aynı hayranlıkla Alagan'ın yüzüne bakakaldı. Gökçen bir tabloya, bir ağabeyine bakarken, Alagan kesip aldığı resimle geriye doğru iki adım attığında tablo tüm muhteşemliği ile kendini gösterdi. Bu inanılmaz duygusal bir görüntüydü. Bu gurur ne kelimeler ile anlatılırdı, nede o muhteşem komutan karşısında esas duruşa geçmeyle karşılığı verilirdi.

Siyah-beyaz resmin yerini renkli bir resim almıştı. O resimde Burak Komutan ve yanında sekiz tane aslan parçası görünüyordu. Belki onunla çekindikleri son fotoğraf olduğunu bilmeden gülümsüyorlardı. Yüzleri gülsede içleri kin ile dolu olduğunu özellikle bugün bu resme baktığımızda anlaya biliyorduk. Bir görev, belkide beraber ilk görevleri olduğu için oradalardı.Bir Şehit ve sekiz Muhafız!

Biraz daha yaklaştığımda ilk baktığım kişi Burak Komutanın yanındakiKarabasan olmuştu. Gülmüştü ama bize güldüğü gibi sıcak ve samimi değildi.

Belki bugünün olacağını bilseydi daha samimi olurdu.

Nereden bilecekti ki önünde poz verdikleri Kubbetüs Sahra'yı birgün fethedeceğini.

Oda da bir kişi yoktu ki gözlerinden yaş akmasın.

"Aldık be Komutanım Aldık. Aldık ama sen yoktun."

Elindeki kutuları Korhan Albay'a uzatan ŞahMelik astı üstü bir kenara bırakıp yeğeninin boynuna sarıldı.

"Yanındaydı aslanım yanındaydı koçum. Burakta gördü. O da oradaydı."

Günlerdir gözünü bile kırpmamıştı belki. Kimbilir; belkide ağızına bir lokma dahi almamıştı. Ama şuan en çok ihtiyacı olan şeyin ona sarılan bir çift kol olduğunu dayısına sımsıkı sarılmasından rahatlıkla anlaya biliyorduk.

"Dayııı! Kayhan'a nasıl alışacağım ben dayı. Daha Burak Abi'nin bana bıraktığı yara kurumadı."

Alagan'ın omuzlarından sıkı sıkıya kavrayan ŞahMelik;

"O yara kurumaz oğlum. O kahramanlar ne kadar çoğalırsa gülmeyi unutursun. Onunla birlikte yaşayacaksın. O acı kalbinin bir köşesinde herzaman varolacak."

Dayı ile yeğen birbirine sarılırken gözünü açan Alagan'ın ilk baktığı kişiler Orhan ve Korhan Albay oldu. Bunu farkeden Orhan Albay kendinden utanıyor, başını yerden kaldıramıyordu.

Dayısından ayrılan Alagan Orhan Albay'a yaklaşıp hazıroldaki elini eline alarak öpmeye kalkacaktıki Orhan Albay ondan önce davranıp elini öptü.

"Baba napıyosun?"

"Özürdilerim Komutanım. Bize yazıklar olsunki senin içindeki ateşi, sarfettiğin bunca emeği göremedik."

Kayınbabasının elini alan Alagan öpüp başına koyduktan sonra gözlerine bakıp konuşmaya başladı.

"Siz olmasaydınız ben olmazdım. Orayı hepimiz aldık."

Orhan Albay diyecek söz bulamıyor damadının gözlerine bakmakla yetiniyordu.

Korhan Albay'a dönen Alagan elindeki kutuları Orhan Albay'a vermesini beklemeden sarıldı.

"Üzdüm seni. Hakkını helal Komutanım."

Korhan Albay hiç bir cevap vermiyor gözlerini Alagan'ın göğüsüne sabitlemekle kalıyordu.

İşaret parmağını kaldırıp.

"Kudüsün alındığını, bütün hakimiyetinin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin eline geçtiğini öğrendiğimde kulağımda tek birşey yankılandı. Ömrümde silinmeyecek bir yankıydı bu." dedikten sonra dolan gözlerini Karabasan'ın gözlerine sabitleyerek devam etti.

"BEN SEN KADAR OLURUM AMA SEN BEN KADAR OLAMAYACAKSIN.Hatırladın mı Komutanım. BEN SEN KADAR OLURUM AMA SEN BEN KADAR OLAMAYACAKSIN!!! Sene 2003 de tokatladığım 15 yaşındaki Rahman söylemişti bunu bana. Olamadık Komutanım biz senin saçının teli kadar olamadık. Neyse cezam çekmeye razıyım."

Tüm bunları duyan Alagan şaşkınlıkla Korhan Albay'ı izlerken otomatik kapının açılması ile herkes o tarafa baktı. Bunlar onlardı.

KaraBangu ve Timi!

Herbirini üzerleri toz, toprak kaplıydı. Silahlarının savaştan çıktığını odaya yayılan barut kokusundan anlayabiliyordum. Henüz Kara Muhafız olmamışlardı ve kendilerine ait ne maskeleri vardı nede üniformaları.Üzerindeki eğitim üniformaları adada hayranlıkla baktığımız o dönemin Kara Muhafız adaylarını, Alfa Karabasan ve Timini hatırlatmıştı.

"Alfa KaraBangu!"

Daha tekmile başlar başlamaz tüğlerimizi ayağa kaldıran KaraBangu'nun keskin sesi tüm binada yankılanıyordu.

"Emrettiğiniz 24 nokta düşman unsurlarından arındırılıp gerçek sahiplerine teslim edilmiştir Komutanım."

"Allah sizlerden razı olsun. Yaralınız var mı?"

"Hayır Komutanım."

"Aslanlarım benim."

Haydar Ali'nin bacaklarının titremesi heyecanına ortak olmamıza sebep oluyordu. KaraBanguya yaklaşan Karabasan ondan başlayıp tek tek bütün timin alınlarından öptü. Bir Alagan'ın karşısında sapasağlam dikilmek her Muhafıza nasip olmazdı. Heleki bu kişi ismini duyup yüzünü merak ettikleri Karabasansa.

"Yemek yediniz mi?"

"Hayır komutanım!"

"Silahlarınızı bırakıp sivil kıyafetleri giyinin ve ada'ya gidip kalan üç aylık İhtisas eğitiminize kaldığınız yerden devam edin."

"Emredersiniz Komutanım!"

Burada onu bilmeyen birçok kişi ona 'Merhametsiz' gözü ile bakabilir ama; sekiz kişinin 24 askeri noktayı yara almadan etkisiz hale getirmesi merhametsizce gördükleri eğitim sayesindeydi.

Kara Muhafız komutanlarımız tek tek kaybolurken daha kapanmayan kapıda bu kez görünen Dedemiz AkçaKoca oldu.

Bastonunu bana uzatırken bile gözünü Alagandan alamıyordu. Onu ilk defa bu kadar heyecanlı, gözlerini ilk defa bu kadar ışış ışıl bakarken görüyordum. Başkomutan'ın önüne gelip esas duruşa geçerek baş selamı vermesi Karabasan'ın 'Yeter artık dercesine' başını omzuna devirmesine sebep oldu.

"Dede olmaz!"

"Olur Komutanım olur! Değil selam durmak yaşım kaç olursa olsun yolunda can vermeye daima hazır bu ihtiyar." diyen AkçaKoca'nın çenesinin titremesi ve elini sakallarına atıp konuyu değiştirmesi dikkatimden kaçmamıştı. Esas mesele ve herkesin merak ettiği konu ile değiştirmişti AkçaKoca sözünü.

Büyüklü küçüklü iki adet kara kutu! Neydi bu kutuların içerisindeki.

"Asırlardır sahipsiz kalan bu malzemeri sahibine bizzat benim teslim etmem benim için bir onurdur Komutanım." deyip Korhan Albay'ın kucağındaki kutuyu açması için ŞahMelik'e eli ile işaret etti.

Besmelesini çeken ŞahMelik, ilk önce büyük kutunun kapağına elini atıp açtı.

Kutunun içerisin de ilk gördüğümüz şey kutsal kitabımız KUR'AN-I KERİM olmuştu. Kuran'ı eline alan AkçaKoca üç defa öpüp alnına koyduktan sonra Alagan'a uzattı. Aynı şekilde üç defa öpüp alnına koyan Alagan sağ eli ile göğüsüne bastırıp gözlerindeki yaşın ardı arkası kesilmeyen Zümrasına göz attı. Gözleri kanlı, göz altları morarmıştı Başkomutanın.

Aynı kutunun içerisinden katlanmış simsiyah üniformayı çıkartan AkçaKoca'nın titreyen çenesi bariz belli olmaya başlamıştı.

"Size özel bu üniforma ile nice fetihlere Komutanım."

KUR'AN-I KERİM'i Zümra'ya uzatan Alagan katlanmış üniformayı alırken en üstteki maskesi gözüme çarptı. Başına geçirmeden bilinmezdi ama göz perdesinin simsiyah olması gereken mesajı veriyordu. Alagan baş selamı ile minnetini gösterirken AkçaKoca küçük kutuya eline alıp özenle açtı. İçerisinden çıkan 33'lük tesbih yuvanın loş ışığı ile parlıyor, elmas şeklindeki boncukları ışıltısı ile göz kamaştırıyordu.

Tesbihin imamesindeki armayı kısa süreliğine inceleyen Alagan bileğine geçirirken timinde göz gezdirdi. Daha bitmemişti. Küçük kutuya tekrar elini atan AkçaKoca'nın bu kez çıkattığı yüzüktü. Yıllarca hikayelerde dinlediğimiz yüzüktü o yüzük. Sadece seçilmişlerin sahip olduğu üç hilalin birbirine kenetlendiği simsiyah rengi ile Alagan yüzüğü. Bir çoğu gibi sıradaki merak ettiğim şey yüzüğün imal edildiği madeniydi. Göz kamaştıran bembeyaz ışığın siyah haliydi bu. Evet en iyi örnek buydu sanırım. 'Siyah'ın en koyu hali' desem yanında çok hafif kalırdı. Asırlardır sahibini bekleyen bu yüzük olağanüstü birşeydi."Dur dede diyen Alagan." diyen Alagan, AkçaKocaya engel olup yüzüğü parmağına geçirmesine izin vermedi. Eline alıp Zümra'ya yaklaşırken, onun hayretle bakışları arasında yüzüğü eşinin avucuna koydu.

"Sana emanet. Yüzük alacağını aldıktan sonra sahibine iade edersin."

Ne demek istediğini kimse anlamamıştı, sormaya da cesaret edememişti.

'Yüzük alacağını aldıktan sonra sahibine iade edersin???'

Zümra'ya baktığımda onunda anlamış gibi bir hali yoktu.

"Herşey için Allah sizlerden razı olsun. Mescid-i Aksa'ya özgürce girip, Abdest alan, namaz kılan ÜMMET-İ MUHAMMED'in sevabını Yüce Rabbim bizlere nasip eylesin. Her ne kadar bu rütbeye layık görülüp, bu yüzüğü taşısamda ben sizin hala kardeşiniz, hala ağabeyinizim. Sizden tek ricam eğer benim sizde hakkım olduğunu düşünüyorsanız en azından ayda bir defa Kay..." diyen Alagan'ın gülen yorgun gözleri aniden soldu.

"...Kayhanımın yanına gidip Fatiha okuyun. Okuyunki benim o mezarlıkta olmadığım zamanlarda onu unuttuğumu zannetmesin." deyip Zümra'ya doğru iki adım attı.

"Benim kahrımla kahırlanan, acımla acı çeken hakkını hiç bir zaman ödeyemeyeceğim eşim, Zümramdan son bir ricam var." dediğinde Zümra hayranlıkla, mahcubiyetle gözlerine daldı.

"Senin yaptıklarının yanında benim hakkımın ne önemi var."

"Allah senden razı olsun. Ama sonkez bana izin verde çocuklarımı öpüp kokladıktan sonra Ada'ya, Burak Ağabeyimin yanına varayım."

Karşısındaki yüzüğü kadar koyu gözlere aşkla bakan Zümra;

"Haddimemi Komutanım. Sen nasıl ister, nasıl emredersen."

Eminimki hem Başkomutan, hemde Zümra birbirlerine sarılmayı deli gibi istiyorlardı ama edepleri bunun önüne geçiyordu.

'Allahım nasip et!!!'

"O zaman!" deyip arkasındaki ekibe döndü.

"MUHAFIZLAR!!!" diye bağırdığında Şûra dahil herkes esas duruşa geçti.

"Hak helal edilecek..."

'Ya ama kurban olurum ben seni yaradan Rabbimeee!'

"ET!!!" diye bağırdığında hepbir ağızdan;

"HELAL OLSUN!!!" diye bağırmamızda binanın titrediğini hissetmiştim.

Erkek Muhafızlar birbirleriyle, Kadın Muhafızlar birbirleriyle sarılıyordu. Alagan'ın yüzü her ne kadar gülsede gözlerindeki hüzün bir daha kaybolmamak üzere kendine yer edinmişti.

"Oğuz!"

"Emredin Komutanım!"

"Sen ne söyleyecektin?"

"Daha sonra konuşuruz inşAllah Komutanım."

Oğuz'un cevabını duyan, dakikalarca sessizce bir köşede herkesle birlikte gurur göz yaşı döken Kübra aniden çıkıştı.

"Hayır sonra değil şimdi."

Kübra'nın bu çıkışına kulak kabartan Koray Komutan, Oğuz Komutana yaklaşmaya başlamıştı bile.

"N'oluyo Oğuz, ne dönüyo?"

"Birşey yok oğlum ne olacak? Özel bişey ben daha sonra Alaganımız ile konuşurum."

Koray komutanın dişlerini sıktığı dışarı doğru kabaran çene kemiklerinden belliydi.

"Ne zamandır birbirimizden gizlimiz var la?"

"Karıştırma orasını?"

Koray Komutan bir adım daha atıp Konuşacaktı ki Alagan engel oldu.

"Gel bakalım Oğuz." deyip Oğuz Komutanın koluna girerek dışarı çıkarttı.

Oğuz Komutanı günlerce yemeden içmeden kesen, uykusuz bırakan, hiç kimseye açamadığı derdiydi bu. Kübra'nın da bildiği o dert.

Koray;

"Serpil! Rahman..." deyip kendini düzeltip devam etti.

"Komutanımız telefonu unuttu." deyip tablonun altındaki peteğin üzerinden alarak bana uzattı. Uzattı ama istediğini almadan vermeye niyeti yoktu.

"Git ne konuşuyorlar dinle."

"Ama komutanım dinleyeceğim kişi Alagan."

"Bende Korayım. Hani şu Kara Muhafızlar'ın psikopat Gölgesi."

Cümledeki tehtidi gözlerindeki ateşten almıştım.

"Emredersiniz komutanım."

Koray Komutan ne derse desin oradan buraya laf taşımak gibi ne niyetim, ne de öyle bir karakterim vardı. Gözüm elimdeki telefona iliştiğinde Zümran'ın, Korhan ve Orhan Albaylara karşı kurduğu, içimi tırmalayan o cümlesi aklıma geldi.

'O adam kırık telefonunda zoom yapıp çocuklarının yüzü sağlam yerine geldiğinde öpüyor.'

Bu telefon Zümra'nın söylediğinden daha kötüydü. Yüzey camında o minik yüzleri sığdıracak kadar sağlam yer bile yoktu.

Dışarı çıktığımda ikisininde yüzü bana dönmüştü.

"Komutanım özürdilerim. Telefonunuzu unuttunuz."

"Tamam sende kalsın. Sonra alırım." dediğinde sırtımı dönmeden, geriye iki adım atmıştımki Oğuz abinin seslenmesiyle durdum.

"Serpil! Gel bacım gel. Seninde görüşünü alalım."

Bu teklif çok ama çok hoşuma gitmişti. Ne kadar asker olsamda bende diğer hemcinslerim kadar neler döndüğünü çok merak ediyordum.

"Sağolun Komutanım."

"Ama bak Koray'a gitmeyecek. Zaten senide o göndermiştir.'Al şunu telefonu götür. Ne konuşuyorlar bir bak.' demiştir." demesi sessizce gülen Alagan'ın, elini sızlayan yarasına bastırmasına sebep oldu.

"Haydi söyle Oğuz. Sende günlerdir var birşey."

"Komutanım ben..."

"La bırak oğlum şu Komutanımı."

"Emredersiniz."

"Rahman! La ben çok kötü aşık oldum."

Bunu duyan Alagan bir benim yüzümde, bir Oğuz Abi'nin yüzünde gezdiriyordu şaşkın bakışlarını.

"Vallaha mı? Kime?"

Etrafta göz gezdiren Oğuz Komutan eli ile çenesini kaşıyıp devam etti.

"Songül!"

İsmi duyan Alagan nefesini tutup elini tekrar yaranın üzerine atarak, arkasındaki yüksek kaldırıma oturdu.

"Rahman iyi misin?"

"İyim! Bırak la bırak!" diyen Karabasan, omzundaki eli tutup attı.

"Bende çok düşündüm. Vallahi yemeden içmeden kesildim. Olmadı vallahi olmadı."

Yorgun gözlerini güneşin etkisiyle kısan Karabasan verecek cevabını aramanın peşindeydi.

"Birşey söylemeyecek misiniz Komutanım?"

Bir süre Oğuz Abi'nin gözlerine bakıp öylece kalmıştı Alagan.

"Oğuz! Koray Timde en çok kime gıcık?"

"Senle bana!"

"Oğlum manyak mısın? Başka kimseyi bulamadın mı?"

Oğuz Komutan;

"Vallahi böyle olacağını bilseydim Korayla daha iyi geçinirdim. Ben ne bileyim." demesi sessizce tıslamama neden oldu.

"Ne gülüyon kız?"

"Özür dilerim Komutanım." deyip zorda olsa kendimi düzelttim.

Alagan;

"Sevdiği varmıymış araştırdın mı?"

"Ben vazgeçmiştim. Perişanlığım dışardanda belli olmuş olmalıki Kübra ile Zümra el attı işe."

"Hıhh al işte!"

Karabasan bu tepkisinde haksız sayılmazdı. Bu hengâmenin içinde kendisini Muhafızları evlendirmeye adayan ve bununla çok mutlu olan iki tane doktor vardı.

"Var mı bi beklediği peki?"

Oğuz Abi;

"Kübra yapacağı en iyi iyiliği yaptı bana sağolsun. Songül de istiyor." deyip boynunu büken Oğuz Komutanın çaresizliğine günlerce şahit olmuştum. Bu 'Aşk' dedikleri şey gerçektende illet birşeymiş. Bir Muhafız'ı devirecek kadar illet.

"Kardeş bu kara günde bunu söylemek istemezdim hatta vazgeçtim ama sen zorlayınca, Kübra da o tepkiyi verince mecbur kaldım."

Oğuz Abi'nin omzundan destek alan Alagan ayağa kalkıp içeri girmek için kapıya yöneldi.

"Birşey söylemeyecek misin kardeşim? Yap şu Reisliğini."

Tekrar Oğuz Abiye dönen Karabasan ensesinden tutup başını başına dayadı.

"Şehitte bizim düğünde. Cenazemizde yasımızı tutarız düğünümüzde halayımızı çekeriz." diyen Karabasan başını biraz daha bastırıp tekrar söze girdi.

"Oğuz! Bizzat git Songül ile konuş. On yaşından bu yana şeçilmişlerdesin. Yüzlerce cenge girip kan döktük. Belki karşındaki orduya tek başına kafa tutarsın ama; Songül'ün gönlündeki erkeğe gücün yetmez. Kendine yakışanı yap."

SON...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%